28 Şubat 2018 Çarşamba

ALEVİLER NEDEN TAVŞAN ETİ YEMEZ ?


ALEVİLER NEDEN TAVŞAN ETİ YEMEZ ?

Alevilerin tavşan eti yemediğni herkes bilir. Alevilere en çok sorulan sorulardan biri de buydu. Klasik cevap: “ Adet gördüğü için tavşan eti yemeyiz. “ Karşı cevap “ Tavşanın geçtiği tarlaları ekmezmişsiniz doğru mu ? “ Verilecek en iyi cevap, “ Tavşanın geçmediği tarla mı olur.  O zaman hiç bir tarla ekilmez. “ Konu, bu tür tartışmalarla devam ediyordu.

Anadoluya, Horasan bölgesinden gelip yerleşen aşiret, oymak ve boylarla ile ilgili bir araştırma yaparken, dikkatimi oğuzların Bozok koluna mensup, Yıldız Han oğulları çekti. Yıldız Han oğullarının tavşana benzeyen Tavşancıl kuşunu kendilerine sembol yaptıkları ve kutsal saydıkları için etini yemediklerini okudum. Biraz şaşırmıştım ama, tavşan etinin aleviler tarafından yenmemesinin nedeni bu olabilir miydi ? Çünkü tavşan etinin yenmemesi, İslamiyete dayanmıyordu. Zira, hicaz bölgesinde tavşan etinin yenildiğine dair hadisler bulunuyordu. Bu inancın bir alt yapısının olması gerekiyordu. Bu alt yapı, Yıldız Han oğullarının tavşancıl kuşunu kutsal saymasından ve Oğuz boylarının taştan yaptıkları tavşan heykellerine adak, kurban kesmelerinden kaynaklanabilir miydi ? Bilgilerin özetini  paylaştıktan sonra, kararı size bırakmak istiyorum.

11. yüzyılda yaşamış Kaşgarlı Mahmut, yazdığı Divanı Lügatı Türk’te ve 13. yüzyılda yaşamış ünlü tarihçi Reşidüddin, “Cami üt- Tevarih “ ve “ Oğuz destanı “adlı eserlerinde, Oğuzlar hakkında şu bilgileri veriyor:

“ Oğuzlar, teşkilat olarak, Bozoklar ve üçoklar şeklinde ikiye ayrılmışlardı. Boyların başında bulunanlara “ boy beyi” deniliyordu. Boylar, kabilelere, kabileler de obalara, (bugünkü deyimle aşiretlere) ayrılmışlardı. Bozoklar, Gün Han, Ay Han,Yıldız Han, Üç oklar da Gök Han, Dağ Han, Deniz Han olarak üçe ayrılmışlardı. Her boyun kendisine kutsal saydığı ve etini yemediği hayvanlar vardı. Gün Hanların sembolü Şahin, Ay Hanların Kartal, Yıldız Hanların Tavşancıl (Tavşana benzeyen bir kuş), Gök Hanların Sungur, Dağ Hanların uç kuş, Deniz Hanların Çakır’dı. .... Yıldız Han, Avşar, Kızık, Beğdil, Karkın boylarından meydana geliyordu. Avşar- çevik, Kızık-Güçlü, Beğdil-ulu, Karkın-doyuran anlamını taşıyordu. Oğuzlar, sembol olan bu hayvanların etlerini yemezlerdi."

Türkler, bu sembol kuşların dışında İslam'ı kabul etmeden önceki dinleri olan Şamanizmde de Tavşanı kutsal bir hayvan olarak görüyorlardı. Tavşan, Kurt ve Ayıların taştan heykellerini (Balbal) yapıyorlardı. Bu Balballara kurbanlar, adaklar kesiyorlardı. Taştan heykellerini yaptıkları bu hayvanların etini de yemezlerdi.

Tarihi bilgilere göre, Bozokları oluşturan, Yıldız Han oğulları 9. ve 10 yüz yılda Aral gölü bölgesinden ayrılarak, önce Horasan’a, daha sonra da batıya göç ettiler. Bir kol, bugünkü Azerbeycan bölgesine yeleşirken, diğer bir kol da, Selçuklularla birlikte Anadolu’ya geldi. İslam dinini yaklaşık  üç yüz yıl sonra kabul eden Türk kavimleri,  Emevi- Ehli Beyt, Abbasi-Ehli Beyt çatışmasında, daima Ehli Beyt taraftarlarına destek olmuşlardı.

Bugün, Ehli Beyt taraftarlığına sadık kalan aşiretlerin çoğunluğunu, Yıldızhan koluna mensup olanlar oluşturmaktadır. Örneğin, Amasya, Çorum, Yozgat ve Sivas alevileri, Beğdil, Avşar, Karkın, Kızık, boyuna bağlı Alamaslı, Kuyumcu, Rişvan, Milli, Badıllı, Cihanbeyli aşiretlerine mensupturlar. aşiretlerle ilgili bilgilerin kaynağını da  Cevdet Türkay’ın yazdığı “ Osmanlı imparatorluğunda, oymak, aşiretler, cemaatler” adlı eseri ile Prof. Dr. Yusuf Hallaçoğlu’nun yazdığı, “ Türkiye’nin Derin Kökleri” isimli kitabı oluşturmaktadır. Her iki akademisyen de bu alanda uzman olup, Osmanlı arşivlerinde yıllarca araştırma yapan bilim insanlarıdır. Eserleri belgelere dayanmaktadır. Dolayısıyla, güvenilirdir, akademik çevrede saygınlıkları vardır.

Oğuz Türkmenlerinin özellikle de Yıldız Han’ın kollarından gelen aşiretlerin, “ tavşan etini yememe” inancı, acaba atalarına olan bağlılığından ve önceki inançları olan Şamanizm'den mi geliyor ? Siz ne dersiniz ?

Saygılarımla.
28.02.2018
Haamdullah Dedeoğlu

*** Blog'da "Tavşan etinin yenmemsinin Şamanizmle ilgisi var mı" adlı ayrıca bir makalemiz daha bulunmaktadır.



20 Şubat 2018 Salı

MİLLİ AŞİRETİNİN ETNİK YAPISI

MİLLİ  AŞİRETİNİN  ETNİK  YAPISI

Salih Kahriman -Fevzi Gür tarafından kaleme alınan, Amasya belediyesinin 2012 yılında yayınladığı “Amasya nüfus defterleri 1840 “ isimli kitapta, osmanlı tahrir defterlerine göre, ÇULPARA köyünün kurucuları olan MİLLİ aşiretine mensup ailelerin, 1766 yılında iskan edildiklerini bir önceki yazımızda belirtmiştik. Aynı aşirete mensup ailelerin yörük Türkmenlerle birlikte 1831 yılında Amasya sancağına bağlı kazalara yerleştirildikleri de belirtilmektedir. (sayfa 44) Tahminimiz, bu göçerlerin Çorum suyu havzasına yerleştirildikleri şeklindedir. Dolayısıyla bunlarla da akrabalık bağlarımızın bulunduğu kesindir.

O halde MİLLİ aşireti nereden gelmişti ? Hangi etnik gruba mensuptu ? Bu sorunun cevabını da devlet tarafından hazırlanan “GİZLİ” ibaresini taşıyan bir rapordan öğreniyoruz. 1972 yılında hazırlandığı tahmin edilen bu rapor, “ Kaynak Yayınları “ tarafından ilk basımı 1998 de yapılmış. Bu rapora göre, Milli aşiretinin bakiyesi, bugun URFA'nın HİLVAN ilçesine bağlı ARINIK, MANTARLI VE DOĞRULAR köyünde ikamet ediyor. Ana dili arapça olan bu aşiret HANEFİ mezhebine mensup. Raporda MİLLİ aşiretinin çok büyük bir aşiret olduğu, ancak daha sonra, bilinmeyen nedenlerden dolayı dağıldığı belirtiliyor. (sayfa 332)

Aynı raporun SURİYE bölümünde, MİLLİ aşiretinin 60.000 (altmış bin) hanesinin bugün RESUL-AYN, TELEBYAD VE DEYRZOR bölgelerinde ikamet ettiği belirtilmektedir. (sayfa, 368)

MİLLİ aşiretine ait diğer bir kaynak ise, KRİPTO yayınlarından çıkan ALİ RIZA ÖZDEMİR'E ait “KAYIP TÜRKLER” adlı eser. Yazara göre, aşireti oluşturanlar oguzların Yazır boyuna mensup. Ancak, aşiretin bir kofederasyon aşireti olduğu da belirtiliyor. (sayfa 300) Özdemir, aynı eserinde Ziya Gökalp’e dayanarak, Milli aşireti içinde, ADVAN, BEGGARE, HADİDİ gibi Arap aşiretleri, TÜRKAN gibi Beğdilli boyuna mensup olup, Kurmanç dilini konuşan Türk aşireti, DINNAN, ŞARKİYAN gibi EZİDİ inanca mensup Kürt aşiretleri ve Şafi Kurmanç aşiretleri de bulunmaktadır. (Sayfa, 251)

Aynı yazar “ZAZALAR, KÜRTLER, ALEVİLER” adlı eserinde MİLLİ aşiretin KÜRT, ARAP,
VE TÜRKMENLER' den oluştuğunu belirtmektedir. Yazar, bunu Prof .Dr. YUSUF HALAÇOĞLU VE CEVDET TÜRKAY' ın araştırmalarına dayandırmaktadır. (sayfa 61)

Tarihi kaynaklarda yer alan bilgilere göre, Milli aşiretinin doğu ve güney doğu bölgesinde, diğer aşiretlerle çatışmaya girmesi, arkasından da isyanlarda bulunması nedeniyle, 18. yüzyılda  küçük parçalara ayrılarak, Osmanlı imparatorluğunun değişik vilayetlerine iskan edilmiştir.

Milli aşiretinin oturduğu bölge, Dersim’den başlayarak, Erzincan, Diyarbakır, Urfa, Mardin, Deyrizor’a kadar geniş bir alanı kapsıyordu. Milli aşiretine mensup ailelerin bakiyleri bugün aynı bölgelerde yaşamaya devam ettikleri belirtiliyor. Ancak aşiretin isimi küçük parçalara ayrılması nedeniyle değişimlere uğramıştır.

Saygılarımla.

20.02.2018
Cem Yanık
Gemi İnş.ve Gemi Mak. Mühendisi

HANGİ KÖYLERLE AKRABAYIZ ?

AMASYA’YA GÖÇLERİN TARİHİ

HANGİ KÖYLERLE AKRABAYIZ ?

ÇULPARA Köyümüzün de içinde yer aldığı Çekerek ve Çorum suyu ırmağının suladığı havzaya insanların yerleşimi, M.Ö. 3000 yıllarına dayanmaktadır. Yaklaşık 5000 yıl geçmişi olan bu bölgeye, HİTİTLER, ROMALILAR, SELÇUKLULAR VE OSMANLILAR hakim olmuşlar. Osmanlı'dan önceki dönemlere ait elimizde fazla belge ve kayıt bulunmamaktadır. Bu döneme ait belge ve tarihi eserlere ulaşmak için, arkeolojik kazılar yapmak gerekiyor. Ne yazık ki, arkeoloji bilimine gerekli önem verilmediği için, bu eserler yer altından çıkarılmayı ve incelenmeyi bekliyor. Bunlar ortaya çıktığında, bölgenin tarihi de aydınlanmış olacaktır.

Osmanlı dönemine ait yazılı belgeleri inceleyen bilim adamları, bölgemize ait bilgileri de ortaya çıkardı. Bölgemize en yoğun göçlerin 18. ve 19. yüzyılda gerçekleştiği görülüyor. En büyük göçlerin Osmanlı devletinin toprak kaybı yaşadığı Kafkasya ve Rumeli bölgelerinden gelenlerin oluşturduğunu görmekteyiz. Aynı tarihlerde Anadolunun doğu ve Güney doğu bölgelerinden de göçerlerin buraya iskan edildiklerini raporlardan öğreniyoruz. 

Amasya Belediyesince yayınlanan, Salih Kahriman-Fevi Gür tarafından yazılan “ AMASYA NÜFUS DEFTERLERİ 1840” adlı kitapta yer alan bilgilere göre, MİLLİ aşiretinden Hacı Halil bey ve ailesi, 1766 yılında, bugün adı Gediksaray olan VARAY nahiyesine bağlı KIŞLA KÖYÜNE yerleştiriliyor. Bugün böyle bir köy bulunmuyor. Ancak, o tarihlerde bugünkü köyümüzün bulunduğu yerin güney doğusunda yer alan mevkiye “Kışla” denilmektedir. (yaşı altmışın üstünde olanlar, Kışla mevkisini bilirler.)Sonradan, buradaki yerleşim yerleri daha yukarılara taşınmış. Bu bilgileri yaşlı olan akrabalara teyit ettirdim. Yine onların anlattığına göre, Kışla ve civarında bulunanların birleşip, “ Çal pare” (eski Türkçe- Osmanlıca’da kırk parça demektir) kırk hanelik bir köy kurdukları belirtiliyor. Çal pare isminin daha sonra, “ Çulpara” olarak değişmiş olabileceği var sayılmaktadır. Bunu kuvvetlendiren bulgular kitabın 42. sayfasında yer almaktadır. İskan edilenler listesinde, 1900 yılında “ muhacirler” ismiyle “ göçerlerin Amasya sancağı, GELDİKLAN (Doğantepe) nahiyesine bağlı Çulpara köyü, Kızılörükaltı mevkisine “ yerleştirildiği belirtilmektedir. O tarihte köyümüze göçmen muhacir yerleştirildiği ve bugün hala o ailelerin isimleri söylenirken “ Muhacir” sözünün kullanılması da bu bilgileri doğrulamaktadır. Bu bilgilerin ışığında köyümüzün 1766’dan sonra, bugünkü yerine taşındığını söyleyebiliriz.
Çulpara Köyü (2017)

MİİLİ aşiretine mensup göçerler, 1850 yılında Amasya sancağı, EZİNE PAZARI nahiyesine bağlı İlyas Köyüne, 1863 yılında da GELDİKLAN (DOĞANTEPE) nahiyesine bağlı GAFARLI köyüne iskan ediliyorlar. Amasya belediyesinin yayınladığı “Amasya nüfus defterleri 1840” adlı belgesel kitaba göre, İlyas köyüne İbrahim bey, Gafarlı köyüne ise, Dervişoğulları ailesi iskan edilmişler. Bu belgelerden, köyümüzün kurucuları ile GAFARLI VE İLYAS köyüne yerleşenlerin akraba oldukları ortaya çıkmaktadır. Adı geçen köylerle kan bağı olduğu biliniyordu, ancak bu belgelerle de kanıtlanmış oldu.

Aynı eserde, komşu köylere de göçmenlerin iskan edildiğini görmekteyiz. 1849 tarihli bir belgede Hoçanlı aşiretine mensup 39 hanenin, Bulduklu, Yavru, Yığılca, Boğa, Soma, Gerne, Oluz, Zara, ilgazi, Kutu, Çavuş, Böke, Musa ve Büyük kızılca köylerine, 1863 yılında da Cihanbeyli aşiretine mensup ailelerin Göynücek köyüne iskan edildikleri belirtiliyor.

Soy köklerini merak edenlere, 1831 yılında yapılan nüfus sayımlarını incelemelerini öneriyoruz. Amasya belediyesinin yayınladığı eserde, Amasya sancağına bağlı kaza, nahiye ve köylerin erkek nüfusları ile birlikte, aile lakapları da yer almaktadır. Amasya belediyesine, bu çalışmalarından dolayı tebriklerimizi iletiyoruz.


Saygılarımla.
CEM YANIK
Gemi İnşaat ve Gemi Makinaları Mühendisi
19.02.2018

19 Şubat 2018 Pazartesi

ARABİSTAN’IN ÖZGÜR İNSANLARI “SALUKLAR”

ARABİSTAN’IN ÖZGÜR İNSANLARI “SALUKLAR” 

İslamiyetten önce, Arabistan-Hicaz’da nasıl bir yaşam vardı ? Hangi inançlar bulunuyordu ? Geçim kaynakları neydi ? Tüm bu bilgileri günümüze kadar gelen yazılı kaynaklarda bulmak mümkün mü ? Konuyla ilgili olarak M. Asım Köksal’ın kaleme aldığı “ Doğuştan Günümüze İslam Tarihi Mekke dönemi” adlı eserde bu soruların cevabını bulabiliriz.

M. Asım Köksal, ilgili kitabında Mekke-Medine arasındaki topraklarda yaşayan Türkçeye çevirdiğimizde “ Özgür İnsan “ anlamına gelen “SALUKLAR” isminde bir topluluk bulunduğunu belirtmektedir. İslamiyetten önce yaşayan bu topluluk, fakir ve yoksul kabilelerden meydana geliyordu. Yiyecek ve içeceklerini paylaşan bu topluluk, tam bir “komün” hayatı yaşıyordu. Bu topluluk, kabilelerinden dışlanan, atılan ve siyahi kadınlardan doğup, kimsesiz olan çocuklara da sahip çıkıyordu.

Saluklar, geçimlerini hayvancılık ve çok az olan topraklarında tarım ürünleri yetiştirerek sağlıyorlardı. Ancak, ürettikleri kendilerine yetmiyordu. Bu durumda, zengin olan kervan sahiplerinden sağladıkları bağışlarla yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Bağışta bulunmayan kervan sahiplerine ise, zaman, zaman mallarına zorla el koyarak, bir nevi “vergi” alıyorlardı. Elde ettikleri tüm ürünleri ihtiyaç sahiplerine eşit dağıtıyorlardı. Hiç kimse fazlasını talep etmiyordu. Yani tam bir “ komün” hayatı yaşıyorlardı. Bu topluluğun felsefesi kısaca şöyleydi:

“ MÜLK ALLAH’INDIR “

Cimri zenginlerden alınan mal helaldir. Çünkü, bu mallar ALLAH tarafından bütün insanlara sunulmuştur. Bu mallar, cimri zenginler tarafından zorla alınmıştır. Malların esas sahibi
ALLAH’TIR. Mülk de, ALLAH’ındır. “

Bu topluluğa ait bazı veciz sözler de şunlardır:

Şerefsiz uzun yaşamaktansa, şerefli kısa yaşamak daha onurludur. “
Ekmeğimi aç ve yoksullarla paylaşmak, bana doymaktan daha çok zevk ve huzur veriyor. “
Ben, bana yetecek olandan fazlasını istemem. “

Salukların yaptığının benzerini yaklaşık dört yüz yıl sonra yapan ROBİN HOOD hakkında onlarca film yapıldı. Robin Hood’u tanımayanımız yoktur. Ancak, aynı şeyleri ondan dört yüz yıl önce yapan “ Saluklar “ hakkında fazlaca bilgiye sahip değiliz. Bu da batı ile doğunun farkını gösteriyor sanırım. Üstelik, Robin Hood, bu eylemleri bireysel yaparken, Saluklar toplu ve örgütlü olarak yapıyorlar.

Tarihi kaynaklar, Hz. Muhammed’in sahabelerinden olan Ebuzer GİFFARİ’nin müslüman olmadan önce, Salukların bir üyesi olduğunu, Hz. Peygamberin İslamiyeti tebliğ ettiğini duyunca, Mekke’ye gelerek, görüştüğünü ve ilk müslümanlar arasında yer aldığını belirtir. Ebuzer Giffari, Saluklardan gelen bu anlayışı, Hz. Osman zamanında da savunmaya devam eder, ancak sonu REBEZE çölüne sürülmek olur. Ve yaşamı da orada son bulur. Ancak, Salukların zenginlerden aldıkları “ vergi” nin yerini, İslam dininde “ zekat" alır. Salukların İslam dinini ilk kabul eden topluluklardan olmalarının nedenlerinden biri de, bu olmalı sanırım.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
17.02.2018

MEKKE İMAMI SUDEYSİ : “ AMERİKA İLE BİRLİKTE DÜNYAYI YÖNETİYORUZ “

MEKKE İMAMI SUDEYSİ :

AMERİKA İLE BİRLİKTE DÜNYAYI YÖNETİYORUZ “

ÖZGÜR OLMAYAN MEKKE'DE HAC YAPMAK HELAL Mİ ?

Suudi Arabistan’ın Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi İşleri genel başkanı Şeyh Dr. Abdurahman Es-Sudeysi’nin yukarıdaki sözleri on yedi eylül 2017 tarihli Yeni Çağ gazetesinin internet sitesinde yer aldı. Site, Milli gazeteyi kaynak göstermişti. Dolayısıyla, haber mutaberdi. Yanlışlık olamazdı. Başlıktaki haberi görünce, inanın kendimden ve müslüman olmamdan utandım. Bilmem sizler de aynı duyguları hissetiniz mi ? İnsan bu kadar alçalabilir mi ? Mescid-i Haram ve mescid-i Nebevi’yenin imamı olan bir şahsın, böyle bir konuşma yapmaya ne hakkı olabilir ? Bundan daha rezilce bir açıklama olabilir mi ? Temsil ettiği makam, sadece Suud’lara ait bir mekan değildir. Tüm müslümanlarca kutsal sayılan ibadet merkezleridir. O halde, bu kendini bilmez, sözde doktor kariyerli, şeyh bozuntusu bu sözleri söyleme cesaretini kimden almaktadır ? Konuştuğu yere bakarsak, bunu daha iyi anlayabiliriz. Şeyh bozuntusu, bunları, New York’ta katıldığı bir konferasta açıklamaktadır. Efendisinden güç alarak şöyle devam ediyor:

ABD BAŞKANI TRUMP’A DUALAR EDİYORUM “

Bugün Suudi Arabistan ve Amerika birleişk devletleri, dünyanın iki kutbudur. Allah’a hamd olsun, dünyayı birlikte yönetiyorlar. Suudi Arabistan ve ABD, dünyanın güvenliğine ve istikrarına öncülük ediyorlar. Buradan, kralımız Selman Bin Abdülaziz ve ABD başkanı Donald Trump’a dualar ediyorum. “

Emperyalizmin işbirlikçisini görmüştük de, bu kadarını görmemiştik. Emperyalistlerin, özellikle de ABD emperyalistlerinin islam coğrafyasını nasıl kan gölüne çevirdiğini, yaptığı katliamları ve tecavüzleri bize istikrar diye satmaya çalışıyor. Yüzsüzlüğün ve pervasızlığın bu kadarına da pes doğrusu. Afganistan’ı, Irak’ı işgal edenler bunlar değil mi ? Libya’da sivil halkın üzerine bomba yağdıranlar bunlar değil mi ? Suriye’de iç savaş çıkartıp kardeş kanı döken bunlar değil mi ? Irak’ta binlerce kadına tecavüz edenler Amerikan askerleri değil mi ? Bütün bu ülkeler müslüman değil mi ? Şimdi çıkmış şeyh bozuntusu, bunları bize istikrar diye yutturmaya çalışıyor. İşbirlikçilik senin ruhuna işlemiş. Bu mikrobu bize de mi, bulaştıracaksın. Dedelerin, İngilizle birleşip, kutsal mekanları savunmak için canını veren Osmanlı askerlerine arkadan saldırmıştı. Sen de, Amerikayı arkana alarak, yine müslümanlara saldırıyorsun, bir de bundan övünçle bahsediyorsun. Sen de hiç utanma yok mu ? Sen de hiç haysiyet yok mu ?

Şeyh bozuntusunun bu sözlerini okuyunca bizim “ İslamcı” kesimin ne diyeceğini ve ne yapacağını on beş gün merakla bekledim. Ben bir tepki ve karşı bir açıklama görmedim ve okumadım. Türbanı bahane ederek, yıllarca “özgürlük” eylemleri yapanlar kafalarını kuma gömmüşlerdi. Beşar Esat’a kükreyenler sus pus kesilmişlerdi.

Gelelim makalenin başlığında yer alan “ Özgür olmayan Mekke’de hac yapmak helal mi ?” Bu soruya öncelikle resmi bir kurum olan ve hac ziyaretlerinden sorumlu olan diyanet işleri başkanlığının cevap vermesi gerekir. Vereceği cevabı bilmeme rağmen, ben yine de soruyorum;

Ey Diyanet işleri başkanlığı; Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’yeden sorumlu baş imamın bu söylediklerinden sonra, Mescid-i haramı ziyaret etmek helal mi ? Müslümanların umre için gittikleri Mescid-i Nebevi’ye gitmeleri helal mi ? Bu imamın arkasında namaz kılmak helal mi ?

Yazan : Hamdullah Dedeoğlu
02.10.2017


15 Şubat 2018 Perşembe

HIZIR ORUCUNUN KAYNAĞI NEDİR ?

HIZIR ORUCUNUN KAYNAĞI NEDİR ?

Hızır, arapça kaynaklarda, “ Hadır “ “Hıdr” şeklinde yer almaktadır. Türkçeye “ Hızır” olarak geçmiştir. Anlamı, “ Yeşillik” “ yeşil olan yer “ demektir. Tarihi kaynaklara göre, Hızır Aleyhiselam, Hz. Musa zamanında yaşamış, Ab-ı Hayat (ölmezlik suyu) içmiş, ölümsüzlüğe ermiş bir velidir.  Hz. Musa’ya yol göstermiş, mürşitlik yapmıştır. Kur’an’ı Kerim’de Kehf suresinde, Hz. Musa’ya yol gösteren kişi “ Kullardan bir kul” olarak geçmektedir. Kur’an yorumcuları, Kehf suresinin 60-82. ayetlerindeki “ Kul” un Hızır Aleyhiselam olduğunu belirtmişlerdir.

Hızır orucunun kaynağı da Kur’an’a dayanmaktadır. Bakara suresinin 203. ayetinde “ Sayılı günlerde Allah’ı zikredin” denilmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Kur’an mealinde, bu sayılı günlerin Zilhicce ayı olup, oruç günlerinin ise, 13,14,15 Şubat’a tekabül ettiği belirtilmiştir.

Alevi kaynaklara göre, Kur’an’daki “ İnsan “ suresinin 7-8-9. ayetlerinin Hz. Ali ve Hz. Fatıma ile ilgili olarak geldiği belirtilir. Ayetlerin Hz. Muhammed’e nail olması ise, hadislerde şöyle anlatılır:

“ İmam Hasan ile İmam Hüseyin bir gün hastalanır. Üç gün yemeden, içmeden baygın bir şekilde yatarlar. Hz. Fatıma, çocuklarının bu haline üzülür ve Hz. Muhammed’in yanına gider. Babasına ne yapması gerektiğini sorar. Bunu üzerine Hz. Peygamber, “ Kızım, niyet edin üç gün nezir orucu tutun “ der. Hz. Fatıma, eve gelir, Hz. Ali’ye durumu anlatır. Ve niyet edip oruca başlarlar. Akşama oruçlarını açmaya başladıklarında, kapı çalınır. Gelen bir yoksuldur. “ Ya Ali, ben çok yoksulum. Kaç gündür açım. Bana yiyecek verirmisin “ der. Hz. Ali ve Hz. Fatıma yiyeceğin çok az bir kısmını kendilerine ayırarak, geri kalanını yoksula veririler. Orucun ikinci günü, sofrayı hazırlarlar, henüz iki lokma yemeden, kapı çalınır, “ Ya Ali, ben bir yetimim çok açım bana yiyecek bir şeyler verirmisin ? “ der. Yemeklerinin çoğunu bu kez de bir yetime verirler. Üçüncü gün de aynısı olur. Bu kez gelen bir esirdir. Günlerdir aç olduğunu söyler. Hz. Ali ve Hz. Fatıma yine aynı şeyi yaparlar. Yemeğin çok az bir kısmını kendilerine, çoğunu esire verirler. Esir gittikten sonra, kapı tekrar çalınır. Bu kez gelen Hazreti Muhammed’dir. “ Orucunuz nasıl geçti ya Ali “ der. Hz. Ali, “ Sana ayandır ya Allah’ın Resulu, Allah rızası için üç gün oruç tuttuk, birinci gün bir yoksul, ikinci gün bir yetim, üçüncü gün bir esir geldi. Yiyeceklerimizi de onlarla paylaştık” der. Hz. Peygamber, “ gelenler kimdi ? tanıdın mı ya Ali “ der. “ Sana ayandır, Allah’ın Resulu” cevabından sonra, “ Gelen Hızır’dı, sizin sabrınızı ölçtü ya Ali” der.

İlgili ayetlerde şöyle denilmektedir:

“ Onlar adaklarını yerine getirirler, kötülüğe yayılan bir günden korkarlar. Onlar canları çektiği halde (ihtiyaçları olduğu halde) yemeklerini yoksula, yetime, esire verirler. Onları doyururlar. Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir şükür istemeyiz. “ (  İnsan suresi, 7-8-9. ayet, Kur’an’ı Kerim’in meali, Milliyet yayınları 1982)

Alevilikteki on iki posttan biri de Hz. Hızır’a aittir. Hz. Hızır bazen Hz. Ali adı ile de anılmaktadır. “ Yetiş Ya Ali” buradan gelmektedir. Hz. Hızır, genellikle ak sakallı, nurani yüzlü, merhametli, cana yakın, tatlı dilli bir kimse olarak da tarif edilir. Bazen de yoksul, üstü başı dağınık biri olarak da görünür. Hz. Hızır, darda kalan insanların imdadına yetişir, onları sıkıntıdan kurtarır. “ Hızır gibi yetişmek”, “ Kul sıkışmayınca Hızır Yetişmez” deyimleri bu inançla ilgilidir.

Hızır Aleyhisellam’a mayıs ayının altıncı gününde rastlanacağına inanılır. Altı Mayıs gününe, “Hıdırellez” denmesinin nedeni de budur.

Hızır orucu, her yılın 13-14,15 Şubat günleri tutulur. Hızır, her an hazır ve nazırdır, Cömerttir, çaresizlerin çaresidir. Umutsuzlara, umuttur, zorda kalanların darına yetişendir. Cümlemizin, gözcüsü, yardımcısı, bekçisi ola. Gerçeğe Hü.

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu
15.02.2018
-Kaynaklar:
-Diyanet vakfı İslam ansiklopedisi Cilt 1,
sayfa, 409-414
-Tarihçi yazar Ali Kaya, Hızır orucu, anlamı ve Önemi
isimli yazıları

14 Şubat 2018 Çarşamba

FIRAT'IN SUYUNU İÇİRMEDİLER


FIRAT'IN SUYUNU İÇİRMEDİLER
  

Fırat’ın, Dicle’nin yıllarca suyunu içtin.
Peygamberlere ev sahipliği yaptın.
Nice doğumlar ve ölümler gördün.
Hangi ölümlere daha çok üzüldün?

“ En hüzünlü olanı, Hz. Hüseyin'in şehadetiydi.
Etrafını orduyla çevirmişlerdi.
Kundaktaki bebekleri hedef seçmişlerdi.
Onlara, Fırat'ın suyunu bile içirmemişlerdi.

Kana susamıştı Yezid'in ordusu,
Doyuramamıştı onları, Fırat'ın suyu.
Gözlerini kamaştırmıştı altınların rengi.              
Kalplerinde yoktu, peygamber sevgisi.

Vahşice katlettiler, yetmiş iki kişiyi.
Hepsi de yiğitçe savaşarak şehit düştü.
Gözlerimle gördüm, kahramanca direnişi.
İnsanlığa ümit oldu, boyun eğmeyişleri.”

Yazan: Hamdullah DEDEOĞLU
10.04.2017
*Kerbela şehitlerini anmak için yazılmıştır. 


Sn: KILIÇDAROĞLU’NA ÖNERİLER

Sn: KILIÇDAROĞLU’NA ÖNERİLER

CHP GENEL BAŞKANI
SAYIN KEMAL KILIÇDAROĞLU

Sayın genel başkan,

Adalet yürüyüşünde göstermiş olduğunuz cesaret ve kararlı tutumunuzdan dolayı sizleri tebrik ediyorum. Ayrıca, CHP Tunceli il örgütünün öğretmen Necmettin Yılmaz'ın katledilmesini protesto eden yürüyüşünden dolayı da katkıda bulunan herkesi kutluyorum.

Sayın Kılıçdaroğlu,

Aktif bir muhalefet ve uygulanacak politikalar konusunda, müsadenizle görüşlerimi maddeler halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.

1-CHP üyesi olmamakla birlikte, il ve ilçe örgütlerinizin yeterli ve bilinçli bir çalışma içersinde olmadığını ve maalesef kitle örgütlerinden kopuk olduğunu gözlemliyorum. Halkın sorunları ve dertleri ile birebir ilgilenmekten uzaklar.

2-Yönetim kademesinde bulunanların sağlam ve köklü bir ideolojiye sahip olmadıklarını tespit ettim. Tartışma ve propagandalarda çok zayıflar. Bu eksikliğin parti içi eğitimle mutlaka giderilmesi gerekir.

3-CHP'nin Atatürk devrim ve ilkelerine genel merkeziniz dahil, yeterli ve kararlı bir savunma içinde olmadığını gözlemliyorum. (örneğin Atatürk heykellerine yapılan saldırılar, Atatürk orman çiftliği arazisinin yasadışı olarak ABD elçiliğine satılması gibi)

4- FETÖ VE PKK konularında muhalefetin elinde o kadar malzeme bulunmasına rağmen, ülkeyi on beş yıldır çok kötü yöneten iktidara karşı kullanamıyorsunuz. Örneğin FETÖ ve PKK ile yıllarca işbirliği yapan AKP, sütten çıkmış ak kaşık gibi lanse edilirken, partiniz onlarla işbirliği ile suçlanıyor. Oysa, iktidar partisi yıllarca onlarla içiçeydi. Bunu halka anlatamıyorsunuz.

5-PKK terörünü açıkça kınamayan HDP'ye höş görü ile bakmanız halk içinde tepki toplamaktadır. Bu da İktidar partisine fırsat vermektedir. Emperyalizme karşı çıkmayan, feodalizmi ve gericiliği savunan bir partiye sempati ile bakılabilinir mi ? Onunla işbirliği yapılabilinir mi ? Geçmişte iktidar partisi ile iş birliği yapanlar bunlar değil miydi ? Ülkenin bu duruma gelmesinde katkıları yok mu ? Gezi direnişinde AKP parti iktidarını desteklemediler mi ? Haksızlık ve adaletsizlik varsa, buna herkesin karşı çıkması gerekiyor. Buna katılıyorum. Ancak, kendileri adalet ve haktan yanalar mı ? Yönetimde oldukları belediyelerde teröre destek verip, övmediler mi ? PKK cinayet ve katliamlar yaparken neden karşı çıkıp, protesto etmediler ? Bunun gibi sorular çoğaltılabilir.

6- Dış politika konularında da çok zayıfsınız. Sadece bir milletvekiliniz ile cavaplar veriyorsunuz. Oysa dış politika konusunda da elinizde çok sayıda kullanacağınız döküman, belge bulunmaktadır. (İktidar partisinin geçmişte söylediklerini kullansanız, bu bile onları zora sokacaktır.) Çalışan bir örgütle psikolojik üstünlüğü ele geçireceğinize inanıyorum. Basın yayın organlarına bile, ihtiyaç kalmayacaktır. Kaldı ki, siz mücadele edince basın da, sizin mücadelenizi eninde sonunda görmeye mecbur olacaktır.

Sayın Kılıçdaroğlu,

Görüş ve önerilerimi bilginize sunuyorum. Umarım hoş görü ile karşılarsınız. Mücadelenizde başarılar dileğiyle selam ve saygılarımı sunuyorum.

Hamdullah Dedeoğlu

23.08.2017.
* Sayın Kılıçdaroğlu, elektronik posta ile teşekkürlerini iletmiştir.


12 Şubat 2018 Pazartesi

BİZİM ERMENİLERE NE OLDU ?


    Amasya, 2020.

BİZİM ERMENİLERE NE OLDU ?

Amasya merkezde oturan ve yaşı ellinin üzerinde olanlar mutlaka hatırlayacaktır. Amasya çarşılarında çok az da olsa, Ermeni kökenli esnaflarımız vardı. Kimi dikiş makinesi tamir ederdi, kimi de odun ve kömür sobası yapardı. Ama ne yazık ki, 1970’lerden sonra, onları da kaybettik. Ya büyük şehirlere, ya da yurt dışına gittiler. İşte, yok olan bu hemşehrilerimiz ve komşularımız bir zamanlar Amasya nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturuyordu. Bu rakamları görmek için, Amasya belediyesinin yayınladığı “ AMASYA NÜFUS DEFTERLERİ 1840 “ adlı kitaba bakmamız yeterli olacaktır.

Yeniçeri ocağının ikinci Mahmut zamanında kaldırılmasından sonra kurulan “ ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYE “ ordusuna asker toplamak amacıyla 1831 yılında nüfus sayımı yapılıyor. Sadece erkeklerin sayıldığı bu sayımda, Amasya merkez nüfusu, kadınlar dahil (kadın-erkek sayısı eşit var sayılarak) Müslümanların sayısı 8.652, gayri müslim (hiristiyan) sayısı, 4.106 kişidir. Hiristiyan nüfus içinde Ermeni ve Rum kökenliler yer alıyor. Toplam nüfusu 12.758 olarak değerlendirdiğimizde, hiristiyan nüfus, yüzde otuzunu oluşturmaktadır.

Amasya sancağının en kalabalık kazası olan Merzifon’un merkez nüfusu ise şöyle; Müslüman (kadın dahil) 3.732, Hiristiyan 4.356 (kadın dahil) kişiden oluşmaktadır. Merzifon merkezde Hiristiyan nüfusun daha fazla olduğu görülmektedir. Ancak, nahiye ve köylerde nüfusun tamamını müslümanlar oluşturuyor.

1907 Sivas Vilayeti salnamesine göre, Amasya sancağının toplam nüfusu 252.828, Müslüman nüfus 205.324, Rum 23.414, Ermeni 24.090 kişiden meydana gelmektedir.

1914 yılında erkek ve kadınlar birlikte sayılıyor. Amasya Merkezde 11.631 Müslüman, 1.164 Rum, 8.891 Ermeni yaşıyor.

Yukarıdaki nüfus sayıları incelendiğinde, Hirirstiyanların şehir ve ilçe merkezlerinde ikamet ettiklerini görüyoruz. Müslaman kitlenin büyük çoğunluğunun ise, köylerde yaşadıklarını tespit ediyoruz. Hirirstiyanlar ticaret ve zenaatla, Müslüman kitlenin ise, daha çok tarım ve hayvancılıkla uğraştıklarını anlıyoruz.
1927 yılında yapılan sayımda, Amasya merkezde 777 Ermeni görünüyor. Rumlar 1925 yılında Yunanistan ile varılan anlaşma gereği, oradaki Türk kitlesiyle yer değiştiriyor. Ermenilerin büyük çoğunluğu ise, 1915 yılında çıkarılan kanunla Osmanlı’nın Şam ve Beyrut vilayetlerine tehcir ediliyor.

Bu sayılardan ortaya çıkan gerçek, Ermenilerin tehcir, Rumların mübadele ile şehrimizden ayrıldıklarıdır. Dokuz yüz yıl birlikte yaşayan halklar, Maalesef, hem iç, hem de dış kışkırtmalar sonucunda ayrılıklar ve acılar yaşadılar. Bu komşularımızla bugün de birlikte yaşamayı isterdik. Soba imalatçısı Artin usta Kombi üretecekti. At arabası imalatı yapan Dikran usta, yerli otomobilimizin dizaynını yapacaktı. Sanayimiz yerli imkanlarla daha gelişmiş, ülkemiz de daha kalkınmış olacaktı. Ama ne yazık ki, fırsat vermediler. Buradan eski komşularımızın çocuklarına ve torunlarına selamlarımızı iletiyoruz.
Saygılarımla.

Yazan: Hamdullah DEDEOĞLU

23. 01. 2015

10 Şubat 2018 Cumartesi

İSLAM’IN ÖZÜ-DİREĞİ NAMAZ MI ?

İSLAM’IN ÖZÜ-DİREĞİ NAMAZ MI ?

Son yıllarda, cuma namazları öncesinde, hemen hemen bütün vaaz ve hutbelerde “ namaz islamiyetin özü ve direğidir” sözlerini duymaktayız. Peki, bu sözlerin doğruluk payı var mı ?

 Bu sorunun cevabını Kur’an’ı Kerim’de bulabiliriz. Mekke’deki “müşrikler” in kıldıkları namazla ilgili olarak,  Hz. Muahammed’e inen MAUN suresinden başlayalım.

“ Gördün mü o, dini yalan sayanı ?
İşte odur yetimi itip kakan,
Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
Lanet olsun o namaz kılanlara-dua edenlere ki,
Namazlarından gaflet içindedir onlar !
Riyaya sapandır onlar, gösteriş yaparlar.
Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına-zekata-yardıma-iyiliğe engel olurlar. “
(Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ı Kerim’in Türkçe meali)

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, İslamiyetten önce cahiliye döneminde de namaz vardı. Yani, “ müşrik” lerde namaz kılıyordu. Yahudilikte, Hiristiyanlıkta ve Zerdüştlük inancında da namaz ibadeti bulunuyordu. Bu konuyla ilgili olarak, eski diyanet işleri başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Ateş şöyle yazmaktadır:

“HİRİSTİYAN SÜRYANİLER BEŞ VAKİT NAMAZ KILAR”

” Namaz bütün ilahi dinlerde vardır. İslam’dan önce Araplarda da vardı. Maun suresinde huzursuz, gafletle namaz kılan, gösterişçi cahiliye Araplarının davranışları kınanmaktadır.
Yahudilik’te ve Hiristiyanlık’ta namazın olmadığı sanısı da doğru değildir. Yahudilikte de beş vakit namaz vardır. Şeklinin biraz farklı olması önemli değil, önemli olan Allah’ı anmak üzere bir ibadetin yapılmasıdır. Hirirstiyanlıkta da namaz vardı. Bochum’da tanıştığım dindar bir Hiristiyan her gün üç vakit ibadet yaptıklarını söyledi. Ancak, Hirirstiyanlık çeşitli mezheplerle değişimlere uğradı. Pazar günkü toplu ayin onlarda önemlidir. Güney Anadolu ve Suriye’de bulunan Süryanilerde de aynen bizde olduğu gibi, beş vakit, hatta yedi vakit ibadet vardır. “ (6 Temmuz 2006, Vatan gazetesi)

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Zerdüştlük inancında da namaz kılmak vardı. Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Cahit Can, “ Zerdüştçülükte Namaz “ bölümünde şunları yazmaktadır:

“ Zerdüştçülükte de, günde beş defa namaz kılınır. Sabah namazının Zerdüştçülükte özel bir yeri olduğundan ve sabah namazını da insanlara horoz kaldırdığından, bu hayvan kutsal kabul edilir. Asıl kıble güneştir. Güneş olmadığı zaman ateşe yönelinir. Önceleri ibadet açıkta yapılırken, daha sonra ateşgahlarda yapma usulu yerleşmiştir. “ (A. Ü. Hukuk Fak.Dergisi, 1968, cilt 1-2 sayfa, 278)

Gerek, Kur’an’ı Kerim’den aktardığımız ayetlerden olsun, gerekse, bilim insanlarının yazdıklarından da anlaşılacağı gibi, “ namaz islamiyetin özü ve direğidir” anlayışının doğru olmadığı ortadadır. O halde, bu anlayış neden öne çıkarılmaktadır ? Bunu, sadece yanlış bir yoruma bağlayabilir miyiz ? Sorunun cevabı kesinlikle ” hayır “ olacaktır. Bu anlayışı ısrarla savunmak, insanoğluna iyilik, güzellik, yardımlaşma ve adaletli olmayı öğütleyen Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin içini boşaltmaktır. Daha önceki dinler nasıl amacından saptırılmışsa, aynısı tekrarlanmak istenmektedir. Bu yorumun esas sahibi İngilizlerin beslemesi olan ve Suud’ların bağlı bulunduğu “ VAHABİ” liğin kurucusu olan Abdulvahap’tır. Takipçileri, tarihte olduğu gibi efendilerine hizmet etmeye devam etmekteler. İyi niyetli olanlara, bu şahsın Osmanlıya karşı, İngiliz emperyalistleriyle nasıl işbirliği yaptığını araştırmalarını öneririm.
Saygılarımla.

30.10.2016
Yazan: Hamdullah Dedeoğlu

ALFABE DEVRİMİ İLE BİR GECEDE “ CAHİL ” Mİ OLDUK ?

ALFABE DEVRİMİ İLE BİR GECEDE “ CAHİL ” Mİ OLDUK ?

Cumhuriyet karşıtları, son zamanlarda, özellikle de AK Parti iktidarı döneminde hızlarını kesmeden Cumhuriyetin getirdiği yeniliklere saldırmaya devam ediyorlar. Basın, yayın organlarının yüzde doksanını eline geçiren iktidar yanlıları, karşılarında onlara cevap verenlerin olmadığı ortamlarda, tek taraflı olarak, bol keseden atıp tutmaktalar. Bu kara propagandaların hedeflerinden biri de, Mustafa kemal Atatürk’ün önderliğinde 1928’de yapılan alfabe devrimidir. İktidar yanlıların, bu yeniliğe karşı çıkma gerekçesi, “ Toplum bir gecede cahil oldu” şeklindeki propagandasıdır. Peki gerçekler böyle miydi ? Alfabe devriminin amacı neydi ? Toplum gerçekten bir gecede cahil mi oldu ? Bu makalemizde bu sorulara cevaplar vereceğiz.

Öncelikle, bu iddiayı ortaya atanların Osmanlı döneminde yapılan tartışmalardan bi haber olduğunu belirtmekte fayda var. Osmanlı’da, 1850 yılından beri, Arap alfabesinin yerine, latin alfabesine geçilmesi konuları hükümete kadar iletilmiş, hatta Encümeni Daniş’de ele alınıp tartışılmıştı. Konu Abdülhamit döneminde tekrar gündeme gelmiş, ancak uygulamaya geçirilememişti. Sultan Abdülhamit’in konuyla ilgili olarak şöyle dediği belirtilmektedir. “ Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma-yazma öğrenmedeki güçlüktür. Belki bu işi kolaylaştırmak için, Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.” (Siyasi hatıratım, Çeviren, Salih Can, 1974, sayfa, 177-178)

Buradan da anlaşılacağı gibi, Padişah Abdülhamit’de latin alfabesine geçilmesine olumlu bakmaktadır. Ancak, en büyük direnci Şeyhülislam göstermiştir. Gerekçesi şöyledir: “ Latin alfabesiyle yazmak, Şeriat’a aykırıdır.” En büyük engel bu olmuştur. Yani, hükümet ve toplum üzerinde, büyük etki sahibi olan Şeyhülislam, buna izin vermeyip, dini gerekçeler öne sürmüştür. Bu nedenle, hiç kimse, Şeyhülislam’ın karşısına çıkma cesaretini gösterememiştir.

Osmanlı dönemindeki aydınlar da, latin alfabesine geçilmesini kendi aralarında tartışmışlardı. Bir grup, Arap alfabesi ile yazmanın zor olduğunu, türkçeye uyumlu harflerden oluşmadığını, okuma ile yazma arasında fark olduğunu ve bunun da okuma ve yazma oranını düşürdüğünü belirtmişti. Karşı görüş ise, türkçeye uyumlu harflerin eklenmesini ve imla ile düzeltilmesini savunmuştu. Birinci görüşü savunanları desteklemek amacıyla, biz de bazı örnekler vermek istiyoruz:

1- Arap alfabesinde bazı harfler birleşik, bazıları da ayrı yazılmaktadır. Kendisinden önceki harflerle birleşen, fakat kendisinden sonraki harflerle birleşmeyen harfler şunlardır. Elif, dal, zel, re, ze, je, vav’dır. Diğer harfler bitişik yazılır.
2- Harfler arasında büyük- küçük ayırımı yoktur. Harflerin çoğu, Kelimenin başında, ortasında ve sonunda değişmektedir. Örneğim he harfi bir cümlede üç değişik şekilde yazılmaktadır.
3-Harflerde, çok sayıda nokta (hemze-hareke) kullanılmaktadır. Bir nokta eksik ya da fazla yazıldığında, hem kelime, hem de anlamı değişmektedir. Örneğin te ve se harfi gibi.
4-Kelimeler yazılırken, harflerin hepsi yazılmamaktadır. Örneğin : Hiyanet- yazılırken-h-y-a-n-t harfleri kullanılır.
5-Kelimelerin anlamı karışmaktadır. Örneğin: Ser-anlamı baş, s ve r harfleri ile yazılır. Ancak aynı kelime, sır, ve Sarımsak için de kullanılır. Bunu ayırmak ve anlamak okuyucunun bilgisine kalmıştır.

Görüleceği gibi, çok basit bir alfabe değildir. Öğrenmesi uzun süre gerektirmektedir. Bu nedenle, eğitimde kullanılması zaman kaybına neden olmaktadır. Bu tezi istatistik rakamları da doğrulamaktadır. 1727-1830 yılları arasında bu alfabe ile sadece seksen kitap basılmıştır. Az sayıda da el yazması bulunmaktadır. Alfabe devrimi yapıldığında, Türkiye cumhuriyetinin nufusu on üç milyondu. Okuma yazma oranı, erkeklerde yüzde yedi, kadınlarda, binde dörttü. 1935’de okuma yazma oranı yüzde yirmi olmuştur. 1935’de beş yüz bin kadın okuma-yazma öğrenmiştir. Bu bir devrimdir. Dünyada bir benzeri bulunmamaktadır. Bu gelişme ve ilerlemeyi “ cahil oduk”
safsataları ile kapatmak, güneşi balçıkla sıvamaya benzemektedir. Okuma-yazma oranı yetmiş yılda yüzde doksan sekiz olmuştur. Bu da, cumhuriyetin en büyük başarılarından biridir. Osmanlı’da, toplum sanki çok eğitimliymiş ve aydınmış gibi, bir gecede karanlığa gömülmüş. Zaten karanlıkta olan toplum, cumhuriyetle birlikte, aydınlığa kavuşmuştur. Buna karşı çıkanlar, Şeyhülislam’ın yüz elli yıl önceki gerekçelerini söylemek istiyorlar. Ancak, bunu açıktan söyleyemedikleri için, başka kılıflarda kendilerini gizlemek istiyorlar. Biz, onların niyetlerini ve amaçlarını çok iyi biliyoruz. Toplumu, karanlıkta bırakıp, köhnemiş düzenlerini yeniden kurmak istiyorlar. Ancak, bu mümkün değildir. Tarihin tekerleği ileriye gitmeye devam edecektir. O yoldan geriye değil, daha ileriye gidilecektir. İnanmak istemiyenler varsa, onlara tarihi gelişmeleri incelemelerini öneriyorum.

Arap alfabesiyle, Osmanlıcayı eğitim dili olarak savunanlara da, bir kaç cümle ile cevap vermek istiyorum. Yüz on yıl sonra, örnek aldıkları Abdülhamit’in bile çok gerisine düşmüşlerdir. Abdülhamit döneminde açılan Askeri tıp akadamisini, Harp akademilerini kapatmaları da bunu göstermektedir. Abdülhamit’i kendilerine kalkan yapanlar, onun reformlarından bile habersizdirler. Kendi “cahil”liklerinin üstünü örtmek için, halkın “ cahil” bırakıldığı yalanının arkasına saklanmaktadırlar. Kendilerini de halka “aydın” diye tanıtıyorlar. Ekranlarda, tek taraflı kalem oynatmaya devam ediyorlar. Ne diyelim; Allah akıl, fikir versin.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
08.10.2017



YA ALİ YA ALİ (DEYİŞ)

YA ALİ YA ALİ (DEYİŞ)

KUTSAL KABE'DE DOĞAN SENSİN
HZ. MUHAMMED'E İLK İNANAN SENSİN
HİCRET İÇİN HAYATINI ORTAYA KOYAN SENSİN
ZORLUKLARA GÖĞÜS GEREN SENSİN
YA ALİ YA ALİ

BEDİR'DE, HENDEK'DE, HAYBER'DE VARSIN
AYETLERİN KALEME ALINMASINDA VARSIN
SAVAŞTA, BARIŞTA, YARIŞTA VARSIN
İLMİN VE BİLİMİN KAPISINDA VARSIN
YA ALİ YA ALİ

YÖNETİCİLERE HEP ADALET DEDİN
HALKIN YANINDA OLUN DEDİN
HAKLININ HAKKINI KORUYUN DEDİN
TERAZİDEN ŞAŞMAYIN DEDİN
YA ALİ YA ALİ

BİLDİĞİN VE İNANDIĞINI YAPTIN
DOĞRULARI HAKİM KILMAK İÇİN SAVAŞTIN
DÜŞMANLARINA DAHİ HOŞGÖRÜ İLE YAKLAŞTIN
YİYECEĞİNİ, İÇECEĞİNİ KOMŞUNLA PAYLAŞTIN
YA ALİ YA ALİ

İNSANLIK SENİN YOLUNDA AYDINLANDI
MEDENİYET GETİRENLER DE AYNI YOLDANDI
UĞRUNA SAVAŞTIĞIN DEĞERLER ASLA KAYBOLMADI
ADIN GİBİ YÜCESİN YA ALİ YA ALİ

11.01.2017.
YAZAN : AŞIK DEDEOĞLU

Zakir: Serkan Yanık


9 Şubat 2018 Cuma

KERBELA'DA BİR HORASAN'LI



KERBELA'DA BİR HORASAN'LI

Duydum ki, Hüseyin'im Kerbela'da çadır kurmuş.
Şimir'in askerleri etrafını sarmış.
İçmeye su bile vermemişler.
Fırat'ı, iki taraftan da çevirmişler.

Yardım için, çıktık yola.
Yezid'in ordusu dikildi, karşımıza
Geçirmediler bizi, suyun öbür tarafına.
Karanlıkta çemberi yardık, Ok yağmuru altında.

Geldiğimiz haber verildi imama.
Kendimizi tanıttık orada.
Horasan'lı Türkmeniz.
Küfe'den çıktık yola.
Müslim ve oğlu, hizmetindeyiz” dedik, ona.
İki elini açarak, kucakladı bizi makamında.
Gözlerinden yaşlar akıyordu, bize sarıldığında.

İzin isteyip, oğlumla çıktık er meydanına.
Kılıcımızı çekip, meydan okuduk düşmana.
Mertçe çıkamadılar karşımıza.
Arkadan ok attılar sırtımıza.
Şehit olduk imamızın yanında.
Feda olsun her şeyimiz, onun yolunda.

Yazan: Hamdullah DEDEOĞLU
24.07.2017.
* Kerbela'da şehit olan Türkmenlere
ithaf edilmiştir.




İLK KIZILBAŞ DEVLETİNİ KURAN ŞAH İSMAİL : "TOPLA, TÜFEKLE SAVAŞMAYI YİĞİTLİĞE HAKARET SAYARIM "


 İLK KIZILBAŞ DEVLETİNİ KURAN ŞAH İSMAİL :

"TOPLA, TÜFEKLE SAVAŞMAYI YİĞİTLİĞE HAKARET SAYARIM "

Alevilerin yedi ulu ozanından biri olan, cem ibadetlerinde semahı getiren kişi olarak bilinen ve tarihte ilk KIZILBAŞ devletini kuran ŞAH İSMAİL KİMDİR ? Hakkında onlarca kitap yazılan ve ŞAH HATAYİ mahlasıyla yazdığı deyişleri bugün de söylenen Şah İsmail’i ben de merak etmiştim. Kendisi hakkında çok derin olmamakla birlikte az da olsa, bilgiye sahiptim. Türkiye’deki kaynakların çoğu taraflı ve ön yargılıydı. Bu kaynakların büyük çoğunuluğu, onun ve kurduğu devlet olan Safevi’lerin aleyhineydi. Onlar, hem Şah İsmail’in İslami anlayışına, hem de Osmanlı’ya rakip olmasından dolayı olumsuz bakıyorlardı. Çünkü, yararlandıkları kaynaklar Osmanlı kaynaklarıydı. Oysa, Şah İsmail, Azerbeycan Türkleri arasında büyük üne sahipti. Azerbeycan’lılar, onu devletlerinin kurucusu ve ataları olarak görüyorlardı. Doğrusu neydi ? Şah İsmail Kimdi ? Her iki taraftaki kaynakları okuyup, inceledikten sonra, edindiğim bilgleri sizinle paylaşmak istedim.

Şah İsmail’i anlamamız için, önce dedesi Şeyh Cüneyt, sonra da babası şeyh Haydar’ı anlatmamız gerekecektir. Şeyh Cüneyt, Merkezi Erdebil’de bulunan Safevi dergahında dini eğitim almış, sonra Anadolu’ya geçerek Karaman, Halep, Maraş ve kilis vilayetlerinde görüşlerini yaymış bir dervişti. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, taraftarlarından yararlanmak için, onu himayesine alıp, kız kardeşi ile evlendird,. (M. 1459) Akkoyunlular adına Şirvanşah’la yapılan savaşta hayatını kaybetti. Oğlu şeyh Haydar (Şah ismail’in babası) dayılarının yanında büyümüş, onun kızıyla evlenmiş ve iyi bir eğitim almıştı. O da Azaerbeycan hakimi olan Şirvan hükümdarı ile yapılan bir savaşta hayatını kaybetmiş, geriye üç oğlu kalmıştı. Bunlar İbrahim, Sultan Ali ve İsmail’di. Akkoyunlu’da baş gösteren taht kavgaları neticesinde, Sultan Ali, yedi yaşında olan küçük kardeşi İsmail’in Şeyh olarak tanınmasını isteyerek, korumalarıyla birlikte onu Erdebil’e gönderdi. Ancak burada da can güvenliği nedenyle, Gilan bölgesinin hakimi olan Mirza Ali’nin sarayına sığındı. (M. 1494)

İLK KIZILBAŞ DEVLETİ KURULUYOR

 Ağabeyleri Sultan Ali ve ibrahim taht kavgalarında hayatlarını kaybetmişti. Mirza Ali, İsmail’e hoca olarak Şemseddin Lahici’yi tuttu. İsmail, ondan Kur’an’ı ve Farsça’yı öğrendi. Bu sırada Akkoyunlu hükümdarı olan Rüstem, Mirza Ali’den İsmail’in kendisine teslim edilmesini istedi. Ancak bu talebi reddedildi. Mirza Ali, Şia (Hz. Ali) taraftarıydı. İsmail yaklaşık altı yıl Gilan-Lahican’da kaldı. Altı yıl sonra, yedi koruması ile birlikte Erdebil’e geldi. Buradan Tarama bölgesine geçip, tarikat taraftarlarının toplanmasını istedi. Buraya yaklaşık bin beş yüz kişi gelmişti. Gelenlerin hepsi silahlı savaşçıydı. Kışı Ercüven denilen bölgede geçirdiler. Baharın gelmesiyle, Erzincan’a hareket ettiler. Erzincan yaylasına Şamlı, ustacalı, tekeli, Kaçar,Varsak Türkmenlerden katılımlar oldu. Burada yapılan kurultay’da, Şirvanşah Faruk Yesar’a karşı hareket edilmesi kararı alındı. (M. 1500) Gülüstan bölgesinde Cebani adlı bölgede yapılan savaşta Şirvan şahı yenildi ve hayatını kaybetti. Şahın Bakü’deki sarayı zapt edildi ve hazineleri Şah İsmail’in ordusunun eline geçti. Bir yıl sonra, Akkoyunlu’ların yeni hükümdarı Elvan, Şah ismail’e karşı ordusu ile harekete geçti. Tarihi kaynaklara göre, Akkoyunlu ordusu 30 bin, Şah İsmail’in ordusu 7 bin askerden oluşmuştu. Şah İsmail’in askerleri kırmızı renkl on iki dilimli bir şapka giymişlerdi. Kendilerine “ Kızılbaş” denilmelerinin nedeni de buydu. Onlar da bu ismi benimsemişti. İki ordu Nahçıvan’a bağlı Şerer adlı bölgede karşı karşıya geldi. (M. 1501) Kızılbaşların ordusu galip geldi, Elvan kaçtıysa da sonradan yakalanarak öldürüldü. Bu savştan sonra, Şah İsmail ve ordusu Tebriz’e girdi ve burada şahlığını ilan etti. Kurduğu devlete de “DEVLETİ KIZILBAŞ” adını verdi. Burada sikke bastırdı. Paranın üzerinde “ ALLAH’TAN BAŞKA TANRI YOKTUR. Hz. MUHAMMED ALLAH’IN ELÇİSİDİR. Hz. ALİ ALLAH’IN DOSTUDUR” yazıyordu. (Oktay Efendiyev, Azerbaycan Safeviler Devleti Tarihi Sayfa, 58)

Şah İsmail, M. 1510 yılına gelindiğinde, Diyarbakır’dan, Orta Asya’daki Ceyhun nehrine kadar olan bölgenin hakimi olmuştu. Şah İsmail, bütün bunlara 23 yaşında sahip olmuş, babasının hedeflerine ulaşmıştı.

Şah ismail, devletin resmi dilini türkçe (Azerbeycan dili)dinini de Hz. Ali-Ehli Beyt taraftarlığı (ŞİA) olarak belirledi. Bunu ilan ettiğinde bölgenin ezici çoğunluğu “ sünni” mezhebine bağlıydı. Ama, buna aldırmadı ve devletinin temellerini bu şekilde attı.

ÇALDIRAN SAVAŞI

Şah İsmail’in sıfırdan gelip, devlet kurduğunu en yakından bilenlerden birisi şüphesiz Yavuz Sultan Selim’di. Zira, Selim o zaman Trabzon’da şehzade olarak bulunuyordu. Bütün gelişmeleri yakından takip ediyordu. Safevi devletini, Osmanlı için, bir tehdit olarak görüyordu. Safevi devleti, Hindistan ve Çin’den gelen ipek ve baharat ticaretinin önemli bir kısmına sahip olmuştu. Ayrıca, Kuzey ve güney Azerbeycan ham ipek üretilen merkezlerin de başında geliyordu.

Yavuz Sultan Selim, babası ikinci Bayazıt’ı tahttan indirip, kardeşleri ile girdiği taht kavgasından yeniçerilerin desteği ile galip ayrıldı ve padişah oldu. (M.1512) Hedefinde doğu ve güney bölgelerini feth etmek vardı. Karşısında iki güç bulunuyordu. Güneyde Memluklular, doğuda Şah İsmail’in kurduğu “ Kızılbaş Safevi devleti” vardı. Şah ismail, Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerinin bütün topraklarını ele geçirmiş, batıda Erzincan, Diyarbakır, Maraş’a kadar, doğuda Orta Asya’ya, Ceyhun nehrine kadar bölgenin hakimi olmuştu.

KATLİAMA KILIF ARANIYOR

Şah İsmail’in hakimiyeti altında olan bölgenin üçte ikisi “sünni” mezhebine bağlıydı. Anadolu’da ise, tam tersi bir durum vardı. Avrupalı ve Rus tarihçilerin kayıtlarına göre, On altıncı yüzyılda Anadolu’nun beşte dördü Hazreti Ali-Ehli Beyt taraftarlığı olan “ŞİA” mezhebine mensuptu. İkinci Bayazıt zamanında Anadolu’dan binlerce Türkmen, Şah İsmail’in kuvvetlerine katılmıştı. Şah İsmail’in ordusunun yarısından fazlası, Anadolu’dan giden, Tekeli, Ustacalı, Varsak, Şamlı Türkmenlerden meydana getirilmişti. Yavuz Sultan Selim bunun bilincindeydi. Şah İsmail’e karşı hareket yapabilmesi için, itibarının düşürülmesi ve fetih seferine gerekçe bulması gerekiyordu. İşte burada mezhep ayrılığını gerekçe yaptı ve karşı propagandaya geçti. “ Onun inancı sapıktır. Halifelere hakaret etmektedir. Hz. Ali’yi tanrı yerine koymaktadır” 1513 yılında Edirne’de yapılan toplantıda Safevi devletine karşı yapılacak savaşın gerekçesi de din adamlarının fetvalarıyla meşrulaştırıldı. İdrisi Bitlisi, “Selim- Şah -Name “ adlı kitabinda o gün alınan kararları şöyle özetliyor:

ANADOLU'DA  ALEVİ - TÜRKMEN KATLİAMI

“Bu toplantıda ilim ehliyle diyanet ve takva sahipleri bu hareket hakkında ve bunun kafirlere karşı cihat ve gaza bulunmaktan daha öncelikli olduğu konusunda fetva verdiler. ... Büyük imamlar şöyle dedi: Bu zalim taifesinin ortadan kaldırılması ve bu günahkar mülhit (din dışı) fırkanın yok edilmesi kudretli Sultan’ın kahredici vaadi için, kafirlerle Frenk ve Tatarlarla savaşmaktan daha öncelikli ve önemlidir.”

Bu propaganda kısmen etkili oldu. Ancak, Şah İsmail’le gireceği bir savaşta arka cepheyi de sağlama alması gerekiyordu. Bu nedenle, Anadolu’da Şah İsmail’e destek verebileceklerin isimlerinin tespiti için, devlet görevlilerine talimat verildi. Destek verebileceklerin sayısı kırk bin ile yüz bin arasında olduğu belirlendi. Yavuz sultan Selim, bunların etkisiz hale getirilmesini istedi. Bu kararla birlikte Anadolu’da bugünkü deyimle Alevilere karşı bir katliam başladı. Yüz bine yakın alevi ya kılıçtan geçirildi, ya da idam edildi. İdrisi Bitlisi o dönemde yapılanları övünerek şöyle anlatıyor:

“ Dediler ki, ister Şam’dan çıksın, ister Irak’tan olsun memleketleri nifak ehlinden ( Kızılbaşlardan-Alevilerden) temizleyelim. Aydın kalpli KÜRT beyleri sultana karşı ihlasta parlak ay gibiydiler. Davetçi olarak aralarında rehindim, dinin iyi hususunda şefaatçi bir arkadaştım. Sultanın (Yavuz’un) haberleriyle (emiri ile) Kızılbaşlar diri diri yokluk mülküne gittiler. (öldürüldüler.)”

SAVAŞ BAŞLIYOR

Yavuz Sultan Selim, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra, 1514 baharında İstanbul’dan yola çıktı. Bu arada Şah İsmail ile mektuplaşmalar başladı. Şah İsmail savaşma taraftarı değildi. Ancak, Yavuz Sultan Selim, doğudaki ticaretin gelirlerine sahip olmak ve bölgeyi fethetmek istiyordu. Sonunda, iki ordu 23 Ağustos 1514’de, Van’ın Çaldıran mevkiinde karşı karşıya geldi. Osmanlı ordusunda üç yüz top ve ateşli silah olarak tüfek bulunuyordu. Safevi ordusunun ateşli silahı bulunmuyordu. Şah İsmail ateşli silahlarla savaşmayı “ yiğitliğe” ve “delikanlılığa” hakaret olarak görüyordu. Komutanları ateşli silahlar lonusunda kendisini uyardıysa da dinlemedi. Komutanları ayrıca gündüz değil, gece savaşmayı ve pusu kurmayı da önerdiler. Ancak, Şah İsmail, bunların hepsini reddetti.

Savaş, Safevi süvarisinin saldırısıyla başladı. Osmanlı ordusu zor da olsa, bu öncü kuvvetlerin saldırısını püskürttü. Saldırıların devamında Osmanlı ordusu, topları ve tüfekleri devreye soktu. Safevi sipahileri zor durumda kalmıştı. Topların ve tüfeklerin bulunduğu merkez kuvvetlerine karşı saldırıya geçtiler. Ancak başarılı olamadılar. Zira, topların etrafı deve, katır ve yük hayvanları ile sarılmıştı. Hayvanlar, zincirle birbirine bağlanmış, aşılmaz bir kale gibiydi. Onların arkasında da tüfekli yeniçeri askerleri bulunuyordu. Safevi süvarileri bu seti bir türlü aşamıyordu. Bu sırada, Fars hakimi Halil Zülkadir ve Kürt bölgelerinden gelen askerler savaş meydanında çekildiler. Buna rağmen, Safevi süvarileri saldırılarına devam etti. Bu saldırı sırasında Şah İsmail’in atı telef olmuş, etrafını yeniçeri askerleri sarmıştı. Bunu gören Sultan Ali isimli bir savaşçı, kendi atını Şah İsmail’e vererek, onu esir düşmekten kurtardı. Tüfekler devreye girdikten sonra, Safevi ordusu çok kayıp vermeye başladı ve geri çekildi. Savaşın galibi Osmanlı ordusu olmuştu.

YENİÇERİLER SAVAŞMAK  İSTEMİYOR

Yavuz Sultan Selim, orduyla birlikte Safevilerin baş şehri Tebriz’e kadar girdi. Onun amacı daha da ileriye gitmekti, ancak yeniçerilerin direnişi ile karşılaştı. Askerler geri dönmek istiyordu. Bunun üzerine, Yavuz Sultan Selim gerekçelerini yazılı olarak bildirilmesini istedi. Yeniçerilerin verdiği dilekçede şöyle deniliyordu:

“ ... kırk beş bine yakın insan bizim memleketimizde, yirmi bine yakını da İran topraklarında rafiz ve ilhad suçuyla kılıçtan geçirildi. Bizim mutassıp ulemamız da rafiz ve ilhad konusunda bizi haberdar etmedi. Sultanı dahi gafil avladılar. Bu günahsız insanların kanlarının dökülmesine sebep oldular. Müslümanları öldürmemiz için bizi tahrik ettiler. ... Gerçek Şudur ki, biz İranlılarla savaşmayacağız. Bizim savaşımız ancak mülkümüzde olur. Bu viran olmuş memleket bu kadar kanın akmasına değmez. “

Bu dilekçeden de anlaşılacağı gibi, askerler, karşısındakilerin söylendiği gibi olmadığını ve aynı dine ve aynı dile sahip olduklarını fark etmişlerdi. Bu dilekçeden sonra, Osmanlı ordusu geri çekildi ve kışı Amasya’da geçirdikten sonra, İstanbul’a döndü.

ALEVİ TÜRKMEN  TOPRAKLARI KÜRT BEYLERİNE VERİLİYOR

Bu savaştan sonra, Erzincan, Diyarbakır bölgeleri Osmanlı’nın yönetimine geçti. Osmanlı’da o bölgelere daha güneyde bulunan kürtleri getirip yerleştirdi. Bunun başına da, bu savaşta kendisine hem fikri yönden, hem de kürt beylerini savaşa destek olmaları için ikna eden İdrisi Bitlisi’yi görevlendirdi. Kürtlerin iskanıyla birlikte, Türkmen nüfusun bir kısmı göç etti,, bir kısmı Kürt beylerine tabii oldu. Tabi olanların hem mezhepleri, hem de dilleri değişti. On altıncı asırda sadece Diyarbakır çevresinde üç yüze yakın Türkmen köyü bulunduğu kayıtlarda yer alıyor. Bugün Türkmen ve Alevi olarak, sadece dokuz köy kalmıştır.

Sonuç olarak, savaşların ekonomik nedenlerden kaynaklandığı, bu savaşla da ortaya çıkmıştır. Geri kalan, din ve mezhep farklılıkları bir araçtır. Savaşlar bugün de aynı gerekçelerle devam etmiyor mu ? Çaldıran savaşından bin yıl önce, aynı bölgede Perslerle, Romalılar savaşıyordu. Bin yıl sonra Osmanlılarla, Safeviler savaştı. Bugün de onların yerine süper devletler bölgede hakim olmak için savaş yürütüyor. Değişen bir şey yok. Önemli olan onların planlarına piyon olmamak, başı dik ve bağımsız yaşamaktır.

24.10.2017
Hamdullah DEDEOĞLU
Kaynaklar:
-Oktay Efendiyev-Azerbaycan Safevi Devleti Tarihi
-Zeynel Coşar -40 bin Alevi öldurülmedi mi ?
- Reha Çamuroğlu-İsmail
-Vural Genç-İran tarihçilerinin kaleminden Çaldıran
-Hicabi Kırlangıç-İdrisi Bitlisi, Selim- Şah-Name

“ALEVİLER NEDEN NAMAZ KILMAZ ?”

“ ALEVİLER NEDEN NAMAZ KILMAZ ? ”

Namaz kelimesi, dilimize Farsça'dan geçmiştir. Anlamı, Allah'a secde etmek, dua etmektir.(1) Türkçe karşılığı niyaz'dır. Aynı anlama gelmektedir. Arapça karşılığı ise, salat’tır.

Kendisini “sünni” olarak gören bazı kişiler bir alevi ile karşılaştıklarında ilk sorduğu soru, “Aleviler neden namaz kılmaz “ olmuştur. Bunu duyan bir alevi daha önce de, bu tür sorularla mutlaka muhatap olmuştur. O yüzden yadırgamaz. Ancak soruyu soran kişi, kendisine şu sorunun sorulmasını da istemez, “ neden namaz kılıyorsun ? ”  Allah'a yapılan ibadet başkası için değildir. Herkes ibadetini kendisi için yapar. İslam dininin bu temel kuralını bile bilmez. Ancak, egemen olan anlayış, bunu sormayı kendisine bir vazife sanır. İbadetin kul ile Allah arasında olduğunu, bu hakkın kendisinde olup, olmadığını sorgulama ihtiyacını dahi duymaz. Çünkü, kendi din anlayışının en doğru ve üstün olduğuna inanır. Karşısındakini  ise, " eksik " birisi olarak algılar. Namazı ise, tek başına dinin özü olarak görür. Bu anlayış maalesef yaygın bir inançtır. Çünkü, kendisine böyle öğretilmiştir.

KUR'AN'DAKİ NAMAZ

Şimdi gelelim konumuza. İslam dininin ana kaynağı Kur'an'dır. Kur'an-ı Kerim'de namaz-salatla ile ilgili  en açık ayet, Bakara suresinin 238-239. ayetleridir. Aynen şöyledir:

Namazları-duaları ve orta namazı-orta duayı koruyun. Tam bir saygıyla Allah'ın huzurunda kıyam edin! Bir korku ve endişe duyarsanız yürüyerek veya binit üzerinde yerine getirin. Güvene kavuştuğunuzda bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin. “ ( Kuran- ı Kerim Meali, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, sayfa 48-49)

Ayetten de anlaşılacağı gibi, orta namaz-duadan bahsedilmektedir. Yani günde üç kez namaz-dua edildiği, orta kelimesi ile öğle namaz-dua kast edildiği anlaşılmaktadır. Aleviler bu ayeti esas alarak, namaz-dua'nın günde beş değil, üç kez olduğuna inanmaktadırlar. Beş vakit namaz-duanın ve ritüellerinin EMEVİLER döneminde, uygulamaya girdiğini belirtmekteler. Ancak beş vakit namazın kılınmasına da saygı duyarlar. Allah’a daha fazla dua edilmesinde bir sakınca görmezler. Allah ile kul arasındaki ibadet şekline hürmet ederler. Bakara suresindeki ayette, namaz-dua ile “Allah'ı zikredin” deniliyor. Türkçeye çevirirsek “Allah'ı anın-yakarın” denilmektedir. Yani, esas amaç Allah'ı anmak, yalvarmak ve ona secde etmektir.

Çocukluğumun bir kısmı köyde geçtiği için, rahmetli dedem, (kendisi Alevi dedesiydi) her sabah güneş doğmadan kalkar, kıbleye dönerek, ellerini açar dua eder ve secde ederdi. Bugün bu ibadet şekli her yerde var mıdır bilemiyorum. Köyden şehire göç nedeniyle, bunu öğretecek ve yapacak ortamlar olmadığından, unutulmuş olduğunu tahmin ediyorum. Bütün köylülerin yaptığını da söylemek istemiyorum. Kırsal kesimde bu ibadeti yapmak her zaman mümkün olmayabiliyordu. Bu açığı kapatmak için, dedeler her hafta, perşembeyi cumaya bağlayan gece, (özellikle kışın) “CUMALIK” denilen Cem'lerde, insanlara toplu ibadet yaptırırlardı. Burada iki rekat namaz kılınırdı. (iki kez secde edilirdi. BUGÜNKÜ Cem'lerde de aynısı yapılmaktadır.) Köylülere dini bilgilerin yanında, dürüst ve adaletli olmaları, bir birlerinin haklarına saygılı olmaları öğretilirdi. Cem ibadetine katılma kuralları da çok ağır ve sertti. Örneğin, evli olup kız kaçıran, gerekçesiz ikinci evlilik yapan, hırsızlık, adam öldürme gibi yüz kızartıcı ve ağır suç işleyenler Cem'e alınmazlardı. Bunun yanında küs olanlar dahi, barışmadan Cem ibadetine katılamazlar. Hafif suç işleyenler ise, dede tarafından belirlenen cezaları yerine getirdikten sonra ibadete katılırdı. Görüldüğü gibi, şartlar ve kriterler Cami'ye gitmekten çok çok ağırdır.

Yukarıda anlattıklarımız göz önüne alındığında, Alevilik'deki ibadetin, Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in Mekke'deki ibadetine yakın olduğu görülecektir. Peygamber efendimiz de, inananların evinde toplanarak, onlara dini bilgilerle birlikte, ahlaki kurallar da öğretiyordu.(örneğin ERKAM B. EBUL ERKAM'ın evinde) Aynı Cem'lerde olduğu gibi kadın, erkek birlikte ibadet ediyordu. (MÜZEMMİL SURESİ 20. AYET) Bu ibadet şekli Medine'ye hicret edene kadar devam etmiştir. Bugün Cami'lerde kadın-erkek birlikte ibadet edebiliyor mu ? Yine peygamber efendimiz döneminde, mescitler hem ibadet, hem kültür, hem eğitim, hem de sosyal faaliyetlerin merkeziydi. Oysa, camiler bugün sadece namaz kılınan ve yazın Arapça Kur’an öğretilen bir merkez olarak işlev görmektedir. Ayrıca, Osmanlı döneminde Aleviler (Kızılbaşlar, ışıkçılar v.b.) İslam dinini  iktidardakilerden  farklı yorumlamaları nedeniyle, Şeyhülislamlar tarafından haklarında verilen  fetvalar bulunuyordu. Bu fetvalarda, “Öldürülmeleri vacip, malları da helal” sayılıyordu. Bu şartlarda camilerde (Mescitlerde) ibadet etme şansları var mıydı ? Olayın tersini düşünelim; Ehli sünnet mezhebinde olanlar hakkında da aynı doğrultuda bir fetva bulunsaydı, bugün Anadolu'da “Sünnü-Hanefi-Şafii” mezhebinden kaç kişi kalırdı ? Kaldı ki, “Sünnü” mezhebinde olanların hepsinin namaz kıldığı nereden tespit edilebiliyor ? Osmanlı döneminde, Anadolu'da cami-mescit sayısının beş-altı bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Köylerde ve küçük kasabalarda cami yapımı Cumhuriyetten sonra hızlı bir şekilde artmıştır. Yani, Hanefi mezhebinden olanların da camii ile ilgileri çok eski değildir. Ayrıca, ehli-sünnet mezhepleri de peygamber efendimizin vefatından dört yüz yıl sonra Abbasi halifesi Kadir Billah döneminde kabul edilmiştir. Diğer islami yorumlar ise, yasaklanmıştır. Bu da ayrı bir konudur. Üstelik, İslamiyet dört mezheple sınırlandırıldığında (M.1029) Mezheplerin imamları olan Ne Ebu Hanife, Ne İmam Şafi, ne İmam Maliki, ne de imam Ahmet bin Hanbel yaşamıyorlardı. 

Ülkemizdeki Ehli-Sünnet mezhebinin bağlı bulunduğu İmam-ı Azam'ın (Ebu Hanife) İslam anlayışı, bugün uygulananlar ile de uyumlu değildir. Zira, Ebu Hanife, şekli değil, özü esas alır. Eğer öyle olsaydı, Emevilerin şekilci anlayışına karşı çıkmaz ve ZİNDANLARA atılmazdı. Bugün okullarda öğretilen din dersleri de İmam-ı Azam'ın (İmam Ebu Hanife) Kur'an yorumundan uzaktır. Zira, dinin özü yerine, selefi ve Vahabilikten kaynaklanan şekilci anlayış öğretilmektedir. Önlem alınmazsa, ilerde EL KAİDE, İŞİD-DAEŞ benzeri örgütlerin üremesi için zemin  müsait olacaktır.

Anadolu'daki İslam anlayışı, halifeliğin Osmanlı'ya geçmesine kadar, nispeten daha hoş görülü ve akılcıydı. Hilafetten sonra, Yavuz Sultan Selim ile birlikte iki bine yakın “din adamı”nın MISIR'DAN getirilmesi, bu geleneğin yavaş yavaş ortadan kalkmasına neden olmuştur. Yani aklı unutup, şekli ön plana çıkartmıştır. Oysa, bu şekli ibadetler İslam dininden önce de vardı. Mekke'deki müşrikler de namaz kılıp, oruç tutuyor, Kabe'yi tavaf ederek, haç vazifesini yapıyorlardı. Bu durumu çok güzel anlatan Maun suresi buna delildir. Maun suresinde şöyle denilmektedir:

MAUN SURESİNDEKİ NAMAZ

Gördün mü o, dini yalan sayanı ? İşte odur yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayı özendirmez o. Lanet olsun o namaz kılanlara-dua edenlere ki, namazlarından-dualarından gaflet içindedir onlar ! Riyaya sapandır onlar, gösteriş yaparlar. Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına-zekata-yardıma-iyiliğe engel olurlar. “ (Kuran-ı Kerim Meali- Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk. s. 573)
Mekke döneminde peygamber efendimize indiği belirtilen bu ayetlerin gerekçesi ise, ilahiyatçılar tarafından şöyle anlatılmaktadır:

Mekke'de yaşayan yoksul bir kişi, peygamber efendimize gelerek yardım ister. Efendimiz de, onu daha varlıklı olan Ebu Cehil'e gönderir.* Fakat, Ebu Cehil, yardım yapmadığı gibi, o kişiyi bir de azarlar. Maun suresi, bunun üzerine peygamber efendimize, nail olmuştur. “

Maun suresinden de anlaşılacağı gibi, sadece ibadet etmekle, dinin gerekleri yerine getirilmiş olmaz. Dinin özü; iyi ahlak, adalet, yetime ve yoksula yardım etmektir. Peygamber efendimiz de, bunu bir çok hadiste belirtmiştir. İşte, Alevilerin İslam anlayışı bunu esas alır. Ayrıca, Hacı Bektaş-ı Veli'nin Kuran-ı Kerim'i özetleyen, “Eline, beline ve diline sahip ol” ilkesini kendisine rehber edinmiştir.

Sonuç olarak, Aleviler Cem’lerde iki rekat namaz kılmaktadır. Muharrem ayında oruç tutmaktadır. Dolayısıyla, “ Aleviler namaz kılmaz” iddiaları dayanaktan yoksundur. Sadece Allah’a ulaşmak ve yakınlaşmak için yaptıkları ibadetlerin şekli farklıdır. Ama, İslam’ın özüne bağlıdırlar. Allah'a, Kitaba, peygamberlere, meleklere ve ahirete iman etmektedirler. Önemli olan budur. İslam dininin esası da iman'dır. " Ehli sünnet" imamlarından ve Türkiye'deki büyük çoğunluğun bağlı bulunduğu Hanefi mezhebinin  imamı olan Ebu Hanife de aynısını belirtmiştir. Konuyu merak edenlere Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'ün " İMAMI AZAM SAVUNMASI" adlı eserini okumalarını öneriyorum. 

Saygılarımla.
14.02.2017
Yazan: Hamdullah DEDEOĞLU

(1)-Türkçe'deki Namaz kılmak kelimesinin, Farsça’daki karşılığı, “dua okumak” anlamına gelen “namaz handen “ şeklindedir.

*Ebu Cehil, Bedir savaşında müslümanlar tarafından öldürülmüştür. 

Popular