28 Şubat 2018 Çarşamba

ALEVİLER NEDEN TAVŞAN ETİ YEMEZ ?


ALEVİLER NEDEN TAVŞAN ETİ YEMEZ ?

Alevilerin tavşan eti yemediğni herkes bilir. Alevilere en çok sorulan sorulardan biri de buydu. Klasik cevap: “ Adet gördüğü için tavşan eti yemeyiz. “ Karşı cevap “ Tavşanın geçtiği tarlaları ekmezmişsiniz doğru mu ? “ Verilecek en iyi cevap, “ Tavşanın geçmediği tarla mı olur.  O zaman hiç bir tarla ekilmez. “ Konu, bu tür tartışmalarla devam ediyordu.

Anadoluya, Horasan bölgesinden gelip yerleşen aşiret, oymak ve boylarla ile ilgili bir araştırma yaparken, dikkatimi oğuzların Bozok koluna mensup, Yıldız Han oğulları çekti. Yıldız Han oğullarının tavşana benzeyen Tavşancıl kuşunu kendilerine sembol yaptıkları ve kutsal saydıkları için etini yemediklerini okudum. Biraz şaşırmıştım ama, tavşan etinin aleviler tarafından yenmemesinin nedeni bu olabilir miydi ? Çünkü tavşan etinin yenmemesi, İslamiyete dayanmıyordu. Zira, hicaz bölgesinde tavşan etinin yenildiğine dair hadisler bulunuyordu. Bu inancın bir alt yapısının olması gerekiyordu. Bu alt yapı, Yıldız Han oğullarının tavşancıl kuşunu kutsal saymasından ve Oğuz boylarının taştan yaptıkları tavşan heykellerine adak, kurban kesmelerinden kaynaklanabilir miydi ? Bilgilerin özetini  paylaştıktan sonra, kararı size bırakmak istiyorum.

11. yüzyılda yaşamış Kaşgarlı Mahmut, yazdığı Divanı Lügatı Türk’te ve 13. yüzyılda yaşamış ünlü tarihçi Reşidüddin, “Cami üt- Tevarih “ ve “ Oğuz destanı “adlı eserlerinde, Oğuzlar hakkında şu bilgileri veriyor:

“ Oğuzlar, teşkilat olarak, Bozoklar ve üçoklar şeklinde ikiye ayrılmışlardı. Boyların başında bulunanlara “ boy beyi” deniliyordu. Boylar, kabilelere, kabileler de obalara, (bugünkü deyimle aşiretlere) ayrılmışlardı. Bozoklar, Gün Han, Ay Han,Yıldız Han, Üç oklar da Gök Han, Dağ Han, Deniz Han olarak üçe ayrılmışlardı. Her boyun kendisine kutsal saydığı ve etini yemediği hayvanlar vardı. Gün Hanların sembolü Şahin, Ay Hanların Kartal, Yıldız Hanların Tavşancıl (Tavşana benzeyen bir kuş), Gök Hanların Sungur, Dağ Hanların uç kuş, Deniz Hanların Çakır’dı. .... Yıldız Han, Avşar, Kızık, Beğdil, Karkın boylarından meydana geliyordu. Avşar- çevik, Kızık-Güçlü, Beğdil-ulu, Karkın-doyuran anlamını taşıyordu. Oğuzlar, sembol olan bu hayvanların etlerini yemezlerdi."

Türkler, bu sembol kuşların dışında İslam'ı kabul etmeden önceki dinleri olan Şamanizmde de Tavşanı kutsal bir hayvan olarak görüyorlardı. Tavşan, Kurt ve Ayıların taştan heykellerini (Balbal) yapıyorlardı. Bu Balballara kurbanlar, adaklar kesiyorlardı. Taştan heykellerini yaptıkları bu hayvanların etini de yemezlerdi.

Tarihi bilgilere göre, Bozokları oluşturan, Yıldız Han oğulları 9. ve 10 yüz yılda Aral gölü bölgesinden ayrılarak, önce Horasan’a, daha sonra da batıya göç ettiler. Bir kol, bugünkü Azerbeycan bölgesine yeleşirken, diğer bir kol da, Selçuklularla birlikte Anadolu’ya geldi. İslam dinini yaklaşık  üç yüz yıl sonra kabul eden Türk kavimleri,  Emevi- Ehli Beyt, Abbasi-Ehli Beyt çatışmasında, daima Ehli Beyt taraftarlarına destek olmuşlardı.

Bugün, Ehli Beyt taraftarlığına sadık kalan aşiretlerin çoğunluğunu, Yıldızhan koluna mensup olanlar oluşturmaktadır. Örneğin, Amasya, Çorum, Yozgat ve Sivas alevileri, Beğdil, Avşar, Karkın, Kızık, boyuna bağlı Alamaslı, Kuyumcu, Rişvan, Milli, Badıllı, Cihanbeyli aşiretlerine mensupturlar. aşiretlerle ilgili bilgilerin kaynağını da  Cevdet Türkay’ın yazdığı “ Osmanlı imparatorluğunda, oymak, aşiretler, cemaatler” adlı eseri ile Prof. Dr. Yusuf Hallaçoğlu’nun yazdığı, “ Türkiye’nin Derin Kökleri” isimli kitabı oluşturmaktadır. Her iki akademisyen de bu alanda uzman olup, Osmanlı arşivlerinde yıllarca araştırma yapan bilim insanlarıdır. Eserleri belgelere dayanmaktadır. Dolayısıyla, güvenilirdir, akademik çevrede saygınlıkları vardır.

Oğuz Türkmenlerinin özellikle de Yıldız Han’ın kollarından gelen aşiretlerin, “ tavşan etini yememe” inancı, acaba atalarına olan bağlılığından ve önceki inançları olan Şamanizm'den mi geliyor ? Siz ne dersiniz ?

Saygılarımla.
28.02.2018
Haamdullah Dedeoğlu

*** Blog'da "Tavşan etinin yenmemsinin Şamanizmle ilgisi var mı" adlı ayrıca bir makalemiz daha bulunmaktadır.



20 Şubat 2018 Salı

MİLLİ AŞİRETİNİN ETNİK YAPISI

MİLLİ  AŞİRETİNİN  ETNİK  YAPISI

Salih Kahriman -Fevzi Gür tarafından kaleme alınan, Amasya belediyesinin 2012 yılında yayınladığı “Amasya nüfus defterleri 1840 “ isimli kitapta, osmanlı tahrir defterlerine göre, ÇULPARA köyünün kurucuları olan MİLLİ aşiretine mensup ailelerin, 1766 yılında iskan edildiklerini bir önceki yazımızda belirtmiştik. Aynı aşirete mensup ailelerin yörük Türkmenlerle birlikte 1831 yılında Amasya sancağına bağlı kazalara yerleştirildikleri de belirtilmektedir. (sayfa 44) Tahminimiz, bu göçerlerin Çorum suyu havzasına yerleştirildikleri şeklindedir. Dolayısıyla bunlarla da akrabalık bağlarımızın bulunduğu kesindir.

O halde MİLLİ aşireti nereden gelmişti ? Hangi etnik gruba mensuptu ? Bu sorunun cevabını da devlet tarafından hazırlanan “GİZLİ” ibaresini taşıyan bir rapordan öğreniyoruz. 1972 yılında hazırlandığı tahmin edilen bu rapor, “ Kaynak Yayınları “ tarafından ilk basımı 1998 de yapılmış. Bu rapora göre, Milli aşiretinin bakiyesi, bugun URFA'nın HİLVAN ilçesine bağlı ARINIK, MANTARLI VE DOĞRULAR köyünde ikamet ediyor. Ana dili arapça olan bu aşiret HANEFİ mezhebine mensup. Raporda MİLLİ aşiretinin çok büyük bir aşiret olduğu, ancak daha sonra, bilinmeyen nedenlerden dolayı dağıldığı belirtiliyor. (sayfa 332)

Aynı raporun SURİYE bölümünde, MİLLİ aşiretinin 60.000 (altmış bin) hanesinin bugün RESUL-AYN, TELEBYAD VE DEYRZOR bölgelerinde ikamet ettiği belirtilmektedir. (sayfa, 368)

MİLLİ aşiretine ait diğer bir kaynak ise, KRİPTO yayınlarından çıkan ALİ RIZA ÖZDEMİR'E ait “KAYIP TÜRKLER” adlı eser. Yazara göre, aşireti oluşturanlar oguzların Yazır boyuna mensup. Ancak, aşiretin bir kofederasyon aşireti olduğu da belirtiliyor. (sayfa 300) Özdemir, aynı eserinde Ziya Gökalp’e dayanarak, Milli aşireti içinde, ADVAN, BEGGARE, HADİDİ gibi Arap aşiretleri, TÜRKAN gibi Beğdilli boyuna mensup olup, Kurmanç dilini konuşan Türk aşireti, DINNAN, ŞARKİYAN gibi EZİDİ inanca mensup Kürt aşiretleri ve Şafi Kurmanç aşiretleri de bulunmaktadır. (Sayfa, 251)

Aynı yazar “ZAZALAR, KÜRTLER, ALEVİLER” adlı eserinde MİLLİ aşiretin KÜRT, ARAP,
VE TÜRKMENLER' den oluştuğunu belirtmektedir. Yazar, bunu Prof .Dr. YUSUF HALAÇOĞLU VE CEVDET TÜRKAY' ın araştırmalarına dayandırmaktadır. (sayfa 61)

Tarihi kaynaklarda yer alan bilgilere göre, Milli aşiretinin doğu ve güney doğu bölgesinde, diğer aşiretlerle çatışmaya girmesi, arkasından da isyanlarda bulunması nedeniyle, 18. yüzyılda  küçük parçalara ayrılarak, Osmanlı imparatorluğunun değişik vilayetlerine iskan edilmiştir.

Milli aşiretinin oturduğu bölge, Dersim’den başlayarak, Erzincan, Diyarbakır, Urfa, Mardin, Deyrizor’a kadar geniş bir alanı kapsıyordu. Milli aşiretine mensup ailelerin bakiyleri bugün aynı bölgelerde yaşamaya devam ettikleri belirtiliyor. Ancak aşiretin isimi küçük parçalara ayrılması nedeniyle değişimlere uğramıştır.

Saygılarımla.

20.02.2018
Cem Yanık
Gemi İnş.ve Gemi Mak. Mühendisi

HANGİ KÖYLERLE AKRABAYIZ ?

AMASYA’YA GÖÇLERİN TARİHİ

HANGİ KÖYLERLE AKRABAYIZ ?

ÇULPARA Köyümüzün de içinde yer aldığı Çekerek ve Çorum suyu ırmağının suladığı havzaya insanların yerleşimi, M.Ö. 3000 yıllarına dayanmaktadır. Yaklaşık 5000 yıl geçmişi olan bu bölgeye, HİTİTLER, ROMALILAR, SELÇUKLULAR VE OSMANLILAR hakim olmuşlar. Osmanlı'dan önceki dönemlere ait elimizde fazla belge ve kayıt bulunmamaktadır. Bu döneme ait belge ve tarihi eserlere ulaşmak için, arkeolojik kazılar yapmak gerekiyor. Ne yazık ki, arkeoloji bilimine gerekli önem verilmediği için, bu eserler yer altından çıkarılmayı ve incelenmeyi bekliyor. Bunlar ortaya çıktığında, bölgenin tarihi de aydınlanmış olacaktır.

Osmanlı dönemine ait yazılı belgeleri inceleyen bilim adamları, bölgemize ait bilgileri de ortaya çıkardı. Bölgemize en yoğun göçlerin 18. ve 19. yüzyılda gerçekleştiği görülüyor. En büyük göçlerin Osmanlı devletinin toprak kaybı yaşadığı Kafkasya ve Rumeli bölgelerinden gelenlerin oluşturduğunu görmekteyiz. Aynı tarihlerde Anadolunun doğu ve Güney doğu bölgelerinden de göçerlerin buraya iskan edildiklerini raporlardan öğreniyoruz. 

Amasya Belediyesince yayınlanan, Salih Kahriman-Fevi Gür tarafından yazılan “ AMASYA NÜFUS DEFTERLERİ 1840” adlı kitapta yer alan bilgilere göre, MİLLİ aşiretinden Hacı Halil bey ve ailesi, 1766 yılında, bugün adı Gediksaray olan VARAY nahiyesine bağlı KIŞLA KÖYÜNE yerleştiriliyor. Bugün böyle bir köy bulunmuyor. Ancak, o tarihlerde bugünkü köyümüzün bulunduğu yerin güney doğusunda yer alan mevkiye “Kışla” denilmektedir. (yaşı altmışın üstünde olanlar, Kışla mevkisini bilirler.)Sonradan, buradaki yerleşim yerleri daha yukarılara taşınmış. Bu bilgileri yaşlı olan akrabalara teyit ettirdim. Yine onların anlattığına göre, Kışla ve civarında bulunanların birleşip, “ Çal pare” (eski Türkçe- Osmanlıca’da kırk parça demektir) kırk hanelik bir köy kurdukları belirtiliyor. Çal pare isminin daha sonra, “ Çulpara” olarak değişmiş olabileceği var sayılmaktadır. Bunu kuvvetlendiren bulgular kitabın 42. sayfasında yer almaktadır. İskan edilenler listesinde, 1900 yılında “ muhacirler” ismiyle “ göçerlerin Amasya sancağı, GELDİKLAN (Doğantepe) nahiyesine bağlı Çulpara köyü, Kızılörükaltı mevkisine “ yerleştirildiği belirtilmektedir. O tarihte köyümüze göçmen muhacir yerleştirildiği ve bugün hala o ailelerin isimleri söylenirken “ Muhacir” sözünün kullanılması da bu bilgileri doğrulamaktadır. Bu bilgilerin ışığında köyümüzün 1766’dan sonra, bugünkü yerine taşındığını söyleyebiliriz.
Çulpara Köyü (2017)

MİİLİ aşiretine mensup göçerler, 1850 yılında Amasya sancağı, EZİNE PAZARI nahiyesine bağlı İlyas Köyüne, 1863 yılında da GELDİKLAN (DOĞANTEPE) nahiyesine bağlı GAFARLI köyüne iskan ediliyorlar. Amasya belediyesinin yayınladığı “Amasya nüfus defterleri 1840” adlı belgesel kitaba göre, İlyas köyüne İbrahim bey, Gafarlı köyüne ise, Dervişoğulları ailesi iskan edilmişler. Bu belgelerden, köyümüzün kurucuları ile GAFARLI VE İLYAS köyüne yerleşenlerin akraba oldukları ortaya çıkmaktadır. Adı geçen köylerle kan bağı olduğu biliniyordu, ancak bu belgelerle de kanıtlanmış oldu.

Aynı eserde, komşu köylere de göçmenlerin iskan edildiğini görmekteyiz. 1849 tarihli bir belgede Hoçanlı aşiretine mensup 39 hanenin, Bulduklu, Yavru, Yığılca, Boğa, Soma, Gerne, Oluz, Zara, ilgazi, Kutu, Çavuş, Böke, Musa ve Büyük kızılca köylerine, 1863 yılında da Cihanbeyli aşiretine mensup ailelerin Göynücek köyüne iskan edildikleri belirtiliyor.

Soy köklerini merak edenlere, 1831 yılında yapılan nüfus sayımlarını incelemelerini öneriyoruz. Amasya belediyesinin yayınladığı eserde, Amasya sancağına bağlı kaza, nahiye ve köylerin erkek nüfusları ile birlikte, aile lakapları da yer almaktadır. Amasya belediyesine, bu çalışmalarından dolayı tebriklerimizi iletiyoruz.


Saygılarımla.
CEM YANIK
Gemi İnşaat ve Gemi Makinaları Mühendisi
19.02.2018

19 Şubat 2018 Pazartesi

ARABİSTAN’IN ÖZGÜR İNSANLARI “SALUKLAR”

ARABİSTAN’IN ÖZGÜR İNSANLARI “SALUKLAR” 

İslamiyetten önce, Arabistan-Hicaz’da nasıl bir yaşam vardı ? Hangi inançlar bulunuyordu ? Geçim kaynakları neydi ? Tüm bu bilgileri günümüze kadar gelen yazılı kaynaklarda bulmak mümkün mü ? Konuyla ilgili olarak M. Asım Köksal’ın kaleme aldığı “ Doğuştan Günümüze İslam Tarihi Mekke dönemi” adlı eserde bu soruların cevabını bulabiliriz.

M. Asım Köksal, ilgili kitabında Mekke-Medine arasındaki topraklarda yaşayan Türkçeye çevirdiğimizde “ Özgür İnsan “ anlamına gelen “SALUKLAR” isminde bir topluluk bulunduğunu belirtmektedir. İslamiyetten önce yaşayan bu topluluk, fakir ve yoksul kabilelerden meydana geliyordu. Yiyecek ve içeceklerini paylaşan bu topluluk, tam bir “komün” hayatı yaşıyordu. Bu topluluk, kabilelerinden dışlanan, atılan ve siyahi kadınlardan doğup, kimsesiz olan çocuklara da sahip çıkıyordu.

Saluklar, geçimlerini hayvancılık ve çok az olan topraklarında tarım ürünleri yetiştirerek sağlıyorlardı. Ancak, ürettikleri kendilerine yetmiyordu. Bu durumda, zengin olan kervan sahiplerinden sağladıkları bağışlarla yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Bağışta bulunmayan kervan sahiplerine ise, zaman, zaman mallarına zorla el koyarak, bir nevi “vergi” alıyorlardı. Elde ettikleri tüm ürünleri ihtiyaç sahiplerine eşit dağıtıyorlardı. Hiç kimse fazlasını talep etmiyordu. Yani tam bir “ komün” hayatı yaşıyorlardı. Bu topluluğun felsefesi kısaca şöyleydi:

“ MÜLK ALLAH’INDIR “

Cimri zenginlerden alınan mal helaldir. Çünkü, bu mallar ALLAH tarafından bütün insanlara sunulmuştur. Bu mallar, cimri zenginler tarafından zorla alınmıştır. Malların esas sahibi
ALLAH’TIR. Mülk de, ALLAH’ındır. “

Bu topluluğa ait bazı veciz sözler de şunlardır:

Şerefsiz uzun yaşamaktansa, şerefli kısa yaşamak daha onurludur. “
Ekmeğimi aç ve yoksullarla paylaşmak, bana doymaktan daha çok zevk ve huzur veriyor. “
Ben, bana yetecek olandan fazlasını istemem. “

Salukların yaptığının benzerini yaklaşık dört yüz yıl sonra yapan ROBİN HOOD hakkında onlarca film yapıldı. Robin Hood’u tanımayanımız yoktur. Ancak, aynı şeyleri ondan dört yüz yıl önce yapan “ Saluklar “ hakkında fazlaca bilgiye sahip değiliz. Bu da batı ile doğunun farkını gösteriyor sanırım. Üstelik, Robin Hood, bu eylemleri bireysel yaparken, Saluklar toplu ve örgütlü olarak yapıyorlar.

Tarihi kaynaklar, Hz. Muhammed’in sahabelerinden olan Ebuzer GİFFARİ’nin müslüman olmadan önce, Salukların bir üyesi olduğunu, Hz. Peygamberin İslamiyeti tebliğ ettiğini duyunca, Mekke’ye gelerek, görüştüğünü ve ilk müslümanlar arasında yer aldığını belirtir. Ebuzer Giffari, Saluklardan gelen bu anlayışı, Hz. Osman zamanında da savunmaya devam eder, ancak sonu REBEZE çölüne sürülmek olur. Ve yaşamı da orada son bulur. Ancak, Salukların zenginlerden aldıkları “ vergi” nin yerini, İslam dininde “ zekat" alır. Salukların İslam dinini ilk kabul eden topluluklardan olmalarının nedenlerinden biri de, bu olmalı sanırım.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
17.02.2018

MEKKE İMAMI SUDEYSİ : “ AMERİKA İLE BİRLİKTE DÜNYAYI YÖNETİYORUZ “

MEKKE İMAMI SUDEYSİ :

AMERİKA İLE BİRLİKTE DÜNYAYI YÖNETİYORUZ “

ÖZGÜR OLMAYAN MEKKE'DE HAC YAPMAK HELAL Mİ ?

Suudi Arabistan’ın Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi İşleri genel başkanı Şeyh Dr. Abdurahman Es-Sudeysi’nin yukarıdaki sözleri on yedi eylül 2017 tarihli Yeni Çağ gazetesinin internet sitesinde yer aldı. Site, Milli gazeteyi kaynak göstermişti. Dolayısıyla, haber mutaberdi. Yanlışlık olamazdı. Başlıktaki haberi görünce, inanın kendimden ve müslüman olmamdan utandım. Bilmem sizler de aynı duyguları hissetiniz mi ? İnsan bu kadar alçalabilir mi ? Mescid-i Haram ve mescid-i Nebevi’yenin imamı olan bir şahsın, böyle bir konuşma yapmaya ne hakkı olabilir ? Bundan daha rezilce bir açıklama olabilir mi ? Temsil ettiği makam, sadece Suud’lara ait bir mekan değildir. Tüm müslümanlarca kutsal sayılan ibadet merkezleridir. O halde, bu kendini bilmez, sözde doktor kariyerli, şeyh bozuntusu bu sözleri söyleme cesaretini kimden almaktadır ? Konuştuğu yere bakarsak, bunu daha iyi anlayabiliriz. Şeyh bozuntusu, bunları, New York’ta katıldığı bir konferasta açıklamaktadır. Efendisinden güç alarak şöyle devam ediyor:

ABD BAŞKANI TRUMP’A DUALAR EDİYORUM “

Bugün Suudi Arabistan ve Amerika birleişk devletleri, dünyanın iki kutbudur. Allah’a hamd olsun, dünyayı birlikte yönetiyorlar. Suudi Arabistan ve ABD, dünyanın güvenliğine ve istikrarına öncülük ediyorlar. Buradan, kralımız Selman Bin Abdülaziz ve ABD başkanı Donald Trump’a dualar ediyorum. “

Emperyalizmin işbirlikçisini görmüştük de, bu kadarını görmemiştik. Emperyalistlerin, özellikle de ABD emperyalistlerinin islam coğrafyasını nasıl kan gölüne çevirdiğini, yaptığı katliamları ve tecavüzleri bize istikrar diye satmaya çalışıyor. Yüzsüzlüğün ve pervasızlığın bu kadarına da pes doğrusu. Afganistan’ı, Irak’ı işgal edenler bunlar değil mi ? Libya’da sivil halkın üzerine bomba yağdıranlar bunlar değil mi ? Suriye’de iç savaş çıkartıp kardeş kanı döken bunlar değil mi ? Irak’ta binlerce kadına tecavüz edenler Amerikan askerleri değil mi ? Bütün bu ülkeler müslüman değil mi ? Şimdi çıkmış şeyh bozuntusu, bunları bize istikrar diye yutturmaya çalışıyor. İşbirlikçilik senin ruhuna işlemiş. Bu mikrobu bize de mi, bulaştıracaksın. Dedelerin, İngilizle birleşip, kutsal mekanları savunmak için canını veren Osmanlı askerlerine arkadan saldırmıştı. Sen de, Amerikayı arkana alarak, yine müslümanlara saldırıyorsun, bir de bundan övünçle bahsediyorsun. Sen de hiç utanma yok mu ? Sen de hiç haysiyet yok mu ?

Şeyh bozuntusunun bu sözlerini okuyunca bizim “ İslamcı” kesimin ne diyeceğini ve ne yapacağını on beş gün merakla bekledim. Ben bir tepki ve karşı bir açıklama görmedim ve okumadım. Türbanı bahane ederek, yıllarca “özgürlük” eylemleri yapanlar kafalarını kuma gömmüşlerdi. Beşar Esat’a kükreyenler sus pus kesilmişlerdi.

Gelelim makalenin başlığında yer alan “ Özgür olmayan Mekke’de hac yapmak helal mi ?” Bu soruya öncelikle resmi bir kurum olan ve hac ziyaretlerinden sorumlu olan diyanet işleri başkanlığının cevap vermesi gerekir. Vereceği cevabı bilmeme rağmen, ben yine de soruyorum;

Ey Diyanet işleri başkanlığı; Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’yeden sorumlu baş imamın bu söylediklerinden sonra, Mescid-i haramı ziyaret etmek helal mi ? Müslümanların umre için gittikleri Mescid-i Nebevi’ye gitmeleri helal mi ? Bu imamın arkasında namaz kılmak helal mi ?

Yazan : Hamdullah Dedeoğlu
02.10.2017


15 Şubat 2018 Perşembe

HIZIR ORUCUNUN KAYNAĞI NEDİR ?

HIZIR ORUCUNUN KAYNAĞI NEDİR ?

Hızır, arapça kaynaklarda, “ Hadır “ “Hıdr” şeklinde yer almaktadır. Türkçeye “ Hızır” olarak geçmiştir. Anlamı, “ Yeşillik” “ yeşil olan yer “ demektir. Tarihi kaynaklara göre, Hızır Aleyhiselam, Hz. Musa zamanında yaşamış, Ab-ı Hayat (ölmezlik suyu) içmiş, ölümsüzlüğe ermiş bir velidir.  Hz. Musa’ya yol göstermiş, mürşitlik yapmıştır. Kur’an’ı Kerim’de Kehf suresinde, Hz. Musa’ya yol gösteren kişi “ Kullardan bir kul” olarak geçmektedir. Kur’an yorumcuları, Kehf suresinin 60-82. ayetlerindeki “ Kul” un Hızır Aleyhiselam olduğunu belirtmişlerdir.

Hızır orucunun kaynağı da Kur’an’a dayanmaktadır. Bakara suresinin 203. ayetinde “ Sayılı günlerde Allah’ı zikredin” denilmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın Kur’an mealinde, bu sayılı günlerin Zilhicce ayı olup, oruç günlerinin ise, 13,14,15 Şubat’a tekabül ettiği belirtilmiştir.

Alevi kaynaklara göre, Kur’an’daki “ İnsan “ suresinin 7-8-9. ayetlerinin Hz. Ali ve Hz. Fatıma ile ilgili olarak geldiği belirtilir. Ayetlerin Hz. Muhammed’e nail olması ise, hadislerde şöyle anlatılır:

“ İmam Hasan ile İmam Hüseyin bir gün hastalanır. Üç gün yemeden, içmeden baygın bir şekilde yatarlar. Hz. Fatıma, çocuklarının bu haline üzülür ve Hz. Muhammed’in yanına gider. Babasına ne yapması gerektiğini sorar. Bunu üzerine Hz. Peygamber, “ Kızım, niyet edin üç gün nezir orucu tutun “ der. Hz. Fatıma, eve gelir, Hz. Ali’ye durumu anlatır. Ve niyet edip oruca başlarlar. Akşama oruçlarını açmaya başladıklarında, kapı çalınır. Gelen bir yoksuldur. “ Ya Ali, ben çok yoksulum. Kaç gündür açım. Bana yiyecek verirmisin “ der. Hz. Ali ve Hz. Fatıma yiyeceğin çok az bir kısmını kendilerine ayırarak, geri kalanını yoksula veririler. Orucun ikinci günü, sofrayı hazırlarlar, henüz iki lokma yemeden, kapı çalınır, “ Ya Ali, ben bir yetimim çok açım bana yiyecek bir şeyler verirmisin ? “ der. Yemeklerinin çoğunu bu kez de bir yetime verirler. Üçüncü gün de aynısı olur. Bu kez gelen bir esirdir. Günlerdir aç olduğunu söyler. Hz. Ali ve Hz. Fatıma yine aynı şeyi yaparlar. Yemeğin çok az bir kısmını kendilerine, çoğunu esire verirler. Esir gittikten sonra, kapı tekrar çalınır. Bu kez gelen Hazreti Muhammed’dir. “ Orucunuz nasıl geçti ya Ali “ der. Hz. Ali, “ Sana ayandır ya Allah’ın Resulu, Allah rızası için üç gün oruç tuttuk, birinci gün bir yoksul, ikinci gün bir yetim, üçüncü gün bir esir geldi. Yiyeceklerimizi de onlarla paylaştık” der. Hz. Peygamber, “ gelenler kimdi ? tanıdın mı ya Ali “ der. “ Sana ayandır, Allah’ın Resulu” cevabından sonra, “ Gelen Hızır’dı, sizin sabrınızı ölçtü ya Ali” der.

İlgili ayetlerde şöyle denilmektedir:

“ Onlar adaklarını yerine getirirler, kötülüğe yayılan bir günden korkarlar. Onlar canları çektiği halde (ihtiyaçları olduğu halde) yemeklerini yoksula, yetime, esire verirler. Onları doyururlar. Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir şükür istemeyiz. “ (  İnsan suresi, 7-8-9. ayet, Kur’an’ı Kerim’in meali, Milliyet yayınları 1982)

Alevilikteki on iki posttan biri de Hz. Hızır’a aittir. Hz. Hızır bazen Hz. Ali adı ile de anılmaktadır. “ Yetiş Ya Ali” buradan gelmektedir. Hz. Hızır, genellikle ak sakallı, nurani yüzlü, merhametli, cana yakın, tatlı dilli bir kimse olarak da tarif edilir. Bazen de yoksul, üstü başı dağınık biri olarak da görünür. Hz. Hızır, darda kalan insanların imdadına yetişir, onları sıkıntıdan kurtarır. “ Hızır gibi yetişmek”, “ Kul sıkışmayınca Hızır Yetişmez” deyimleri bu inançla ilgilidir.

Hızır Aleyhisellam’a mayıs ayının altıncı gününde rastlanacağına inanılır. Altı Mayıs gününe, “Hıdırellez” denmesinin nedeni de budur.

Hızır orucu, her yılın 13-14,15 Şubat günleri tutulur. Hızır, her an hazır ve nazırdır, Cömerttir, çaresizlerin çaresidir. Umutsuzlara, umuttur, zorda kalanların darına yetişendir. Cümlemizin, gözcüsü, yardımcısı, bekçisi ola. Gerçeğe Hü.

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu
15.02.2018
-Kaynaklar:
-Diyanet vakfı İslam ansiklopedisi Cilt 1,
sayfa, 409-414
-Tarihçi yazar Ali Kaya, Hızır orucu, anlamı ve Önemi
isimli yazıları

14 Şubat 2018 Çarşamba

FIRAT'IN SUYUNU İÇİRMEDİLER


FIRAT'IN SUYUNU İÇİRMEDİLER
  

Fırat’ın, Dicle’nin yıllarca suyunu içtin.
Peygamberlere ev sahipliği yaptın.
Nice doğumlar ve ölümler gördün.
Hangi ölümlere daha çok üzüldün?

“ En hüzünlü olanı, Hz. Hüseyin'in şehadetiydi.
Etrafını orduyla çevirmişlerdi.
Kundaktaki bebekleri hedef seçmişlerdi.
Onlara, Fırat'ın suyunu bile içirmemişlerdi.

Kana susamıştı Yezid'in ordusu,
Doyuramamıştı onları, Fırat'ın suyu.
Gözlerini kamaştırmıştı altınların rengi.              
Kalplerinde yoktu, peygamber sevgisi.

Vahşice katlettiler, yetmiş iki kişiyi.
Hepsi de yiğitçe savaşarak şehit düştü.
Gözlerimle gördüm, kahramanca direnişi.
İnsanlığa ümit oldu, boyun eğmeyişleri.”

Yazan: Hamdullah DEDEOĞLU
10.04.2017
*Kerbela şehitlerini anmak için yazılmıştır. 


Sn: KILIÇDAROĞLU’NA ÖNERİLER

Sn: KILIÇDAROĞLU’NA ÖNERİLER

CHP GENEL BAŞKANI
SAYIN KEMAL KILIÇDAROĞLU

Sayın genel başkan,

Adalet yürüyüşünde göstermiş olduğunuz cesaret ve kararlı tutumunuzdan dolayı sizleri tebrik ediyorum. Ayrıca, CHP Tunceli il örgütünün öğretmen Necmettin Yılmaz'ın katledilmesini protesto eden yürüyüşünden dolayı da katkıda bulunan herkesi kutluyorum.

Sayın Kılıçdaroğlu,

Aktif bir muhalefet ve uygulanacak politikalar konusunda, müsadenizle görüşlerimi maddeler halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.

1-CHP üyesi olmamakla birlikte, il ve ilçe örgütlerinizin yeterli ve bilinçli bir çalışma içersinde olmadığını ve maalesef kitle örgütlerinden kopuk olduğunu gözlemliyorum. Halkın sorunları ve dertleri ile birebir ilgilenmekten uzaklar.

2-Yönetim kademesinde bulunanların sağlam ve köklü bir ideolojiye sahip olmadıklarını tespit ettim. Tartışma ve propagandalarda çok zayıflar. Bu eksikliğin parti içi eğitimle mutlaka giderilmesi gerekir.

3-CHP'nin Atatürk devrim ve ilkelerine genel merkeziniz dahil, yeterli ve kararlı bir savunma içinde olmadığını gözlemliyorum. (örneğin Atatürk heykellerine yapılan saldırılar, Atatürk orman çiftliği arazisinin yasadışı olarak ABD elçiliğine satılması gibi)

4- FETÖ VE PKK konularında muhalefetin elinde o kadar malzeme bulunmasına rağmen, ülkeyi on beş yıldır çok kötü yöneten iktidara karşı kullanamıyorsunuz. Örneğin FETÖ ve PKK ile yıllarca işbirliği yapan AKP, sütten çıkmış ak kaşık gibi lanse edilirken, partiniz onlarla işbirliği ile suçlanıyor. Oysa, iktidar partisi yıllarca onlarla içiçeydi. Bunu halka anlatamıyorsunuz.

5-PKK terörünü açıkça kınamayan HDP'ye höş görü ile bakmanız halk içinde tepki toplamaktadır. Bu da İktidar partisine fırsat vermektedir. Emperyalizme karşı çıkmayan, feodalizmi ve gericiliği savunan bir partiye sempati ile bakılabilinir mi ? Onunla işbirliği yapılabilinir mi ? Geçmişte iktidar partisi ile iş birliği yapanlar bunlar değil miydi ? Ülkenin bu duruma gelmesinde katkıları yok mu ? Gezi direnişinde AKP parti iktidarını desteklemediler mi ? Haksızlık ve adaletsizlik varsa, buna herkesin karşı çıkması gerekiyor. Buna katılıyorum. Ancak, kendileri adalet ve haktan yanalar mı ? Yönetimde oldukları belediyelerde teröre destek verip, övmediler mi ? PKK cinayet ve katliamlar yaparken neden karşı çıkıp, protesto etmediler ? Bunun gibi sorular çoğaltılabilir.

6- Dış politika konularında da çok zayıfsınız. Sadece bir milletvekiliniz ile cavaplar veriyorsunuz. Oysa dış politika konusunda da elinizde çok sayıda kullanacağınız döküman, belge bulunmaktadır. (İktidar partisinin geçmişte söylediklerini kullansanız, bu bile onları zora sokacaktır.) Çalışan bir örgütle psikolojik üstünlüğü ele geçireceğinize inanıyorum. Basın yayın organlarına bile, ihtiyaç kalmayacaktır. Kaldı ki, siz mücadele edince basın da, sizin mücadelenizi eninde sonunda görmeye mecbur olacaktır.

Sayın Kılıçdaroğlu,

Görüş ve önerilerimi bilginize sunuyorum. Umarım hoş görü ile karşılarsınız. Mücadelenizde başarılar dileğiyle selam ve saygılarımı sunuyorum.

Hamdullah Dedeoğlu

23.08.2017.
* Sayın Kılıçdaroğlu, elektronik posta ile teşekkürlerini iletmiştir.


ETNİK MİLLİYETÇİLİK VE SOL

 ETNİK MİLLİYETÇİLİK VE SOL

Etnik milliyetçilik nedir ? Etnik milliyetçiliği savunmak sol ideoloji ile bağdaşır mı ? Kürt millyetçiliği sol bir hareket midir? Bu makalemizde bunları tartşacağız.

Etnik, kelime anlamı ile azınlıkta olan, bir bölgede veya bir ülkede çoğunluk sağlayamayan toplumlar için kullanılır. Bu farklı dini bir grup, farklı bir ırk ve farklı bir dil konuşanlar için de kullanılabilir. Bizim konumuz Türkiye’de farklı bir dil konuşan Kürt halkıdır. Bugün onların hakları için mücadele ettiğini iddia eden örgütün ideolojisinin sol düşünce ile ilişkisi var mı ? Zira, sol’un bir kesimi PKK’yı öyle görmektedir. Bir örgütün söylemleri öyle olabilir, ancak yaptığı eylemler ve pratikteki uygulamaları o düşünceyle uyumlu mu, değil mi, belirleyici olan budur. O halde, PKK’nın kuruluşunu ve eylemlerini incelersek, bu soruya cevap bulacağımız kanaatindeyim.

PKK’nın bugünkü yöneticilerinin çoğu 1980 öncesi, sol örgütlerin içinde yer alıyordu. Örgütü kuranlar başta Aptullah Öcalan olmak üzere, o dönemde “Devrimci Gençlik” dergisini çıkaran grubun siyasi görüşlerini savunuyordu. Aptullah Öcalan, Ankara Yüksek Öğrenim Derneğinin, (AYÖD) yönetim kuruluna, bu grubun listesinde seçilerek girmişti. Bu grup, daha sonra, haftalık “ Devrimci Yol” adlı bir dergiyi çıkardı. Savunduğu görüşler, Mahir Çayan’ın kurmuş olduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi doğrultusundaydı. Aptullah Öcalan ve arkadaşları, 1978’de bu gruptan ayrılarak, Türkçe adı Kürdüstan İşçi Partisi olan, PKK’yı (Partiya Karkeriya Kürdüstan) kurdular.

PKK’NIN 1980 ÖNCESİ EYLEMLERİ

Ayrılma nedenleri, azınlık bir millet olan Kürt’lerin ayrı örgütlenmesi gerekçesine dayanıyordu. Bu örgüt, örgütlenme alanı olarak, kendisine doğu ve güney doğu Anadolu bölgesini seçmişti. Bölgeye yerleşmeleri ile, diğer sol gruplara karşı şiddet eylemlerine başlamaları bir oldu. Kendi dışındaki grupların bölgede örgütlenmelerine izin vermiyorlardı. Saldırı eylemlerini silahla yapıyorlardı. Bu saldırılarda çok sayıda SOLCU-İLERİCİ-DEVRİMCİ genci katlettiler. Diğer gruplara örgütlenme ve yaşama hakkı tanımıyorlardı. Dönemin güvenlik ve istihbarat örgütlerini yönetenler bu saldırı ve çatışmaları ellerini ovuşturarak izliyordu. Hatta, el altından PKK’nın saldırılarına göz yumuyorlardı. Sol grupların bir birleriyle çatışmasından fayda görüyorlardı. PKK’nın bu bölgelerde çatışmadığı ve katlettmediği grup kalmamıştı. Karşısında kim varsa ona saldırıyordu.

PKK’nın eylemleri 1980’e kadar devam etti. 1980 askeri darbesinde, sol örgütlerin üst düzey yöneticileri tutuklanıp, ceza evlerine atıldı. Yine, tuhaf bir şekilde, PKK yöneticilerinin çoğu yurt dışına kaçmıştı. Daha sonra da, Suriye devletinin istihbarat örgütü olan EL Muhaberat’ın koruması altında Lübnan’ın Beka vadisinde örgüt çalışmalarına devam ettiler. Bundan sonrası ayrı yazıların konusu, oraya girmiyeceğiz.

PKK VE MOLLA MUSTAFA BARZANİ

Adı İşçi Partisi olan örgüt, İşçilerin hiç bir sorunu ile ilgilenmiyordu. Tam tersine, bölgede hakim olan ağa ve derbeylerinden bazılarının desteğini alarak, diğerlerine karşı silahlı eylemler yapıyordu. Bölgedeki işçilerin sendika ve sosyal haklarını savunmak yerine, etnik milliyetçiliğe dayanan propaganda yapıyordu. Yani ideolojisi “ Kürt milliyetçiliği” olmuştu. “Marksist” ideoloji gitmiş, milliyetçi söylemler öne çıkmıştı. PKK, aslında geçmişteki etnik kürt millyetçiliğinin mirasını devralmıştı. Hakkında övgüler dizdikleri ve anma toplantıları yaptıkları, ŞEYH SAİD de 1925’de, genç cumhuriyete karşı etnik milliyetçilik temelinde ayaklanmış ve o dönemin en büyük emperyalist gücü olan İngiltere’nin desteğni almıştı. Aynı benzeri ayaklanmaları örgütleyen Mesut Barzani’nin babsası Molla Mustafa Barzani de Irak hükümetine karşı, ABD ve onun işbirlikçisi İran şahı Rıza Pehlevi’nin desteğini almıştı. Aynı eylemler ve aynı destekçiler  bugün de  yine sahnedeki yerini almış görünüyor. Emperyalistler çıkarları için bölgeyi kaosa ve iç çatışmalara götürmeye devam ediyorlar. Çıkarları değiştiğinde veya amaçlarına ulaştıklarında, bölge kan gölüne dönmüş olacak ve iç çatışmaların sonu gelmeyecektir. Onlar, beş, on yıllık planlar değil, yüz yıllarca sürecek planlar ve politikalar tasarlar. Ona göre uygulamaya sokarlar. Emperyalist politikalara daima böyle bakmalıyız.

 Emperyalistlerin bölgeyle ilgili politikalarından en fazla mağduriyeti Kürt halkı yaşayacaktır. Zira, bölgenin dört ülkesi, Türkiye, İran, Suriye ve Irak, kendilerinin bölünmesine asla izin vermezler. Toprak bütünlüklerini korumak için de savaşmaktan vaz geçmeyeceklerdir. Bu da, Kürt halkının menfaatine olmaz. Başta Kürt halkı olmak üzere, bölge halkının çıkarı ortak menfaatler temelinde birleşmekten geçiyor. Emperyalist politkalara karşı en doğru yol bu olmalıdır.

Sonuç olarak, etnik milliyetçilik dışardan büyük bir gücün desteğini almadan devlet kuramaz ve yaşayamaz. Etnik milliyetçiliği sol’la ilişkilendirmek dayanaksızdır. Gerçekçi de değildir. Zira, sol düşünce emperyalizmle iş birliğini reddeder. En büyük emperyalistin kara gücü olmaz. Üç yüz dolar maaşla onlara askerlik yapmaz. Onların planlarında yer almaz. Ayrıca, Emperyalistlerin bağımsızlık, özgürlük getirmeyeceğini de bilir. PKK’yı, hala sol içinde görenlere bunu yeniden düşünmelerini öneriyorum. Eski görüşlerinde ısrar etmeye devam ederlerse, sol düşünceyle bağları kalmaz, emperyalizmin işbirlikçisi konumundan kurtulamıyacakları bir sonla karşılaşacakları kaçınılmaz olacaktır.

Saygılarımla.
Hamdullah DEDEOĞLU
05.10.2017

13 Şubat 2018 Salı

PKK'NIN “ SÖMÜRGE “ TEORİSİNİN SONU

PKK'NIN “ SÖMÜRGE “ TEORİSİNİN SONU

Konuya yabancı olanlar, başlıktaki “ sömürge “ teorisinin ne olduğunu bilmeyebilirler. Ya da genç nesil, yetmişlerde yapılan konu ile ilgili tartışmaları okumamış olabilirler. Bu teorinin içeriğini kavramadan, PKK'nın yaptığı eylemlerinin analizini ya da mantığını anlayamayız. O halde, bu teori nedir ? Neyi savunmaktadır ?

“Sömürge” teorisi yetmişli yıllarda çokça tartışılan bir teori ve görüştü. Kısaca şunu savunmaktadır: “ Kürtlerin yaşadığı bölgeler(Kürdistan) egemen devletlerin işgali altındadır. İşgalciler, Türkiye Cumhurriyeti, İran, Irak ve Suriye'dir. Baş düşmanlar, bu devletlerdir. Bu devletlere karşı, silahlı kurtuluş mücadelesi meşru bir haktır. Bunu da, ulusların kendi kaderini tayin hakkından almaktadır. Baş düşmanlara karşı, bütün devletlerle işbirliği yapmak ve onların desteğni almak hakkımızdır. “ PKK'nın yetmişli yıllardaki yönetici ve teorisyenleri, bu tezlerini de “Marksist ve Leninist “ Tezler olarak sundular. Peki, bu tezler gerçekten öyle miydi ?

1- Sömürge ülke Teorisi:
-----------------------------------
Marksizme göre, bir devletin sömürgeci olabilmesi için; kapitalist bir ülke ve aynı zamanda emperyalist olması gerekir. Peki, Türkiye, İran, Irak ve Suriye hem kapitalist, hem de emperyalist bir ülke midir ? Bırakın emperyalist olmayı, kendileri emperyalizmin tehditi, bazıları da bugün maalesef, işgali altındadır. Sömürgesi olan devletlere baksalar, herşeyi aslında görebilecekler. Lenin’in Osmanlı devleti ve sömürgeciler için söylediklerine baksınlar. Sömürgeciler, ABD, İngiltere, Hollanda, Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya gibi kapitalist ve emperyalist ülkelerdi. Lafla, sözle bir ülke emperyalist olabilir mi ? Bu teori, gerçek sömürgeci ve emperyalistleri perdelemeye, gizlemeye hizmet eden bir teoridir. Bu tezi savunanların, bugün hangi noktaya geldiğini aşağıda açıklayacağız.

2-Baş düşmanlar bölge ülkeleri, Onlara karşı herkesle işbirliği yapılabilir:
-----------------------------------------------------------------------------------------
Bu mantığın vardığı sonuç ortadır. Eğer, bölge ülkelerini baş düşman alırsanız, emperyalizmin üç yüz dolarlık maaşlı askeri olursunuz. ABD'nin çıkarları için savaşırsınız. Emir, komuta da onlarda olur. Onlar ne emir ve hedef verirse, onların talimatlarını yerine getirmek zorunda kalırsınız. ABD, kendi vatandaşlarına üç bin dolar maaş verirken, PYD(PKK)'nin Suriye’de sahaya sürdüğü militanlara da üç yüz dolar vermektedir. Sonuçta, üç yüz dolara ABD'nin paralı askeri olursunuz. Sizi de, hayali bir devlet vaadi ile uzun süre bölge ülkeleri üzerinde kullanabileceği bir sopa olarak sallayacaktır. 

ABD'nin, El kaide, Taliban, İŞİD türü örgütleri kurup, bölgeyi ele geçirme operasyonlarına kılıf yaptığını gazete okumayan insanlar bile bilir. Hala bunları anlamayan varsa, onların iyi niyetinden şüphe etmek gerekir. ABD, kurduğu ve örgütlediği bir örgütü, bir yenisi ile değiştiriyor. Onun da kullanma süresi dolunca, diğerlerine yaptığını , ona da yapacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. O halde, sonucu nasıl değerlendirmek lazım ? Emperyalizmle işbirliği yapana “ sol” termonolojide ne denir ? Onu sizlere bırakıyorum.

3-”Kürdistan işgal altındadır”:
---------------------------------
Söz konusu bölge ve şehirleri, kim ve ne zaman işgal etmiş ? İleri sürdükleri bölge birinci dünya savaşından önce, Osmanlı imparatorluğuna aitti. Osmanlı devleti, millet temelinde değil, ümmeti esas alan ve resmi dini de İslam olan bir imparatorluktu. Ve feodal, yani tarım ve hayvancılığın hakim olduğu bir ekonomiye sahipti. Kürt halkı da diğerleri gibi aynı haklara sahipti. Yani, İngilizlerin ve Fransızların Afrika'lı siyahilere yaptıkları gibi, Kürt halkı esir alınıp, köle pazarlarında satışa çıkarılmadılar, ya da zorla şeker kamışı tarlalarında çalıştırılmadılar. Osmanlı, oradaki yönetimi tamamen Kürt beylerine bırakmıştı. Üstelik, Osmanlı devletinin kendisi de yarı sömürge durumundaydı. Bunu Lenin de yazılarında belirtmektedir.  Eğer bir baskıdan bahsedilecekse, feodal beylerin halka yaptıkları vardır. Ağa ve beylerin bölgedeki hakimiyeti hala devam ediyor. Nedense, Ondan hiç söz edilmiyor.

Yetmişli, seksenli ve doksanlı yıllarda Kürt halkının üzerinde baskılar vardı. Doğrudur, ona da ayırım yapılmadan, hepmiz o baskılara karşı çıktık ve demokratik haklarını savunduk. O dönemde, kürtçe kaset dinlemek bile yasaktı. İnsan haklarından ve demokrasiden yana olanlar, bunlara karşı çıktı ve bugün Kürtçe, tv, radyo, gazete kurmak ve yayınlamak serbestse, o mücadelelerin katkısı ile oldu. Bunu inkar etmek mümkün mü ?

İşgal terimini kullananlara soruyorum: batıda milyonlarca Kürt kökenli vatandaşımız bulunuyor. O zaman, batı da “kürtlerin işgali altında” mı diyeceğiz. Kürt kökenli vatandaşlarımız bugün Türk kökenlilerle aynı haklara sahipler. Kürt köylüsünün ürettiği buğdaya da, Türk kökenli çiftçinin ürettiği buğdaya da aynı fiyat verilmektedir .Kürt kökenli işçi de, Türk kökenli işçi de, aynı asgari ücreti almaktadır. Ezilme ve sömürülme varsa, bu herkes için geçerlidir.

Ayrıca şunu da belirtmekten geçmiyeceğiz. Ülkemizi işgal edenlere karşı yapılan savaşlarda, birlikte mücadele edilmedi mi ? Çanakkale'de, Erzurum'da, Maraş'ta ve Urfa'da emperyalist işgalcilere karşı verilen savaşta şehitler verilmedi mi ? Emperyalistler Kürt, Türk ayırımı mı yaptı ? Bağımsızlık savaşında hem Kürt, hem Türk ve diğer halktan insanların kanı akmadı mı ? Bu saçma, bir o kadar da mantıksız olan “ İşgal” ve “ Sömürge “ teorisine aklı başında hangi insan inanır ? Bunu körü körüne savunana vatansever, yurtsever, solcu denilir mi ?

4- Ulusların kendi kaderini tayin hakkı:

Sovyet devriminin lideri Lenin, bu ilkeyi yirminci yüzyılın başında avrupalı emperyalistlerin işgalinde olan, sömürge veya yarı sömürge durumundaki ülkelerin bağımsızlıklarını elde etmeleri için savunmuştur. Bizim gibi ülkelerdeki hareketler için söylememiştir. O dönemde Afrika, Asya ve Güney Amerika'da çok sayıda ülke, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa, İngiltere ve ABD'nin ya işgali ya da sömürgesi durumundaydı. Lenin, Osmanlı devleti için "yarı sömürge"  deyimini kullanmıştır. Çanakkale-Gelibolu yarımadasının işgalinde İngiliz ordusunun yarısı, sömürge ülkelerin askerlerinden oluşuyordu. Bugün o ülkeler bağımsız birer devlet olmuşlardır. O günkü dünya haritasına baksalar bunu çok rahat görecekler. Çin, Hindistan, Kore, Vietnam gibi ülkeler buna örnektir. Bu ülkeler, o yıllarda batılı emperyalistlerin sömürgesi durumundaydı. Ancak, niyet başka olunca herşeye bir kılıf uyduruluyor. İnsanlar da söylenenlere inanabiliyor.

EMPERYALİSTLERE ALET OLMAYIN

Sonuç olarak, bu tezlere dayanarak, terör eylemleri yapanlara ve savunanlara şu çağrıyı yapmalıyız: Emperyalistlerin paralı askeri olmayın. Bu, Anadolu topraklarında yaşayanlara yakışmayan bir tutumdur. Öz eleştiri yapın. Sömürge teorisinden vazgeçin. Batılı emperyalistler bugün var, yarın yoklar. Bizler, yine bölgede birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Onların bölgeyi ele geçirmek için, halkları birbirine kırdırma politikalarına alet olmayın. Bölge ülkeleri İran, Türkiye, Irak ve Suriye , kendileri için tehdit olarak gördükleri Kürdistan görünümlü “ikinci bir İsrail” devletinin oluşumuna ve devamına kesinlikle izin vermez ve vermiyecektir. Kürt halkının menfaati de, bölge ülkeleri ile birlikte barış içinde bir arada yaşamaktan geçmektedir. Batılı devletlerin desteği ile bir devlet kurmada ısrar etmek, en fazla Kürt halkına zarar verecektir. Bunu görmek için kahin olmaya gerek de yoktur. Birinci dünya savaşı sırasında Ermeni milliyetçisi Taşnak ve Hınçak partilerinin izlediği yolda ısrar etmek, felaket ve çok büyük ızdıraplara yol açacaktır. Ermeni kökenli aydın, gazeteci-yazar Hırant Dink’in o dönemle ilgili Malatya’da yaptığı konuşmayı tekrar tekrar okumalarını öneriyorum.

Emperyalistlerle işbirliği yaparak, ülkelerine savaş açanlar, masum Ermeni halkının acı çekmesine ve yurtlarından ayrılmasına neden oldu.Siz de aynı yoldan ısrar etmeyin.  Yüzlerce yıldır birlikte yaşamış, kader birliği yapmış insanlar olarak gelin, kardeşçe ülkemizi ve bölgemizi daha modern, daha uygar, refahtan herkesin eşit pay aldığı ülkeler yapalım. Hatta, daha da ileriye giderek, bölge ülkelerinin ortak pazarını kuralım. Nerede bir haksızlık ve ayırım olursa, hep birlikte karşı çıkalım. Birlik ve beraberlikten güç doğar. O zaman hiç bir güç de, ülkemiz ve bölgemiz üzerinde oyunlar kurmaya cesaret edemez. Ülkelerimizin de, bizden beklediği budur.
Saygılarımla.

Hamdullah DEDEOĞLU
13.09.2017.


12 Şubat 2018 Pazartesi

BİZİM ERMENİLERE NE OLDU ?


    Amasya, 2020.

BİZİM ERMENİLERE NE OLDU ?

Amasya merkezde oturan ve yaşı ellinin üzerinde olanlar mutlaka hatırlayacaktır. Amasya çarşılarında çok az da olsa, Ermeni kökenli esnaflarımız vardı. Kimi dikiş makinesi tamir ederdi, kimi de odun ve kömür sobası yapardı. Ama ne yazık ki, 1970’lerden sonra, onları da kaybettik. Ya büyük şehirlere, ya da yurt dışına gittiler. İşte, yok olan bu hemşehrilerimiz ve komşularımız bir zamanlar Amasya nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturuyordu. Bu rakamları görmek için, Amasya belediyesinin yayınladığı “ AMASYA NÜFUS DEFTERLERİ 1840 “ adlı kitaba bakmamız yeterli olacaktır.

Yeniçeri ocağının ikinci Mahmut zamanında kaldırılmasından sonra kurulan “ ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYE “ ordusuna asker toplamak amacıyla 1831 yılında nüfus sayımı yapılıyor. Sadece erkeklerin sayıldığı bu sayımda, Amasya merkez nüfusu, kadınlar dahil (kadın-erkek sayısı eşit var sayılarak) Müslümanların sayısı 8.652, gayri müslim (hiristiyan) sayısı, 4.106 kişidir. Hiristiyan nüfus içinde Ermeni ve Rum kökenliler yer alıyor. Toplam nüfusu 12.758 olarak değerlendirdiğimizde, hiristiyan nüfus, yüzde otuzunu oluşturmaktadır.

Amasya sancağının en kalabalık kazası olan Merzifon’un merkez nüfusu ise şöyle; Müslüman (kadın dahil) 3.732, Hiristiyan 4.356 (kadın dahil) kişiden oluşmaktadır. Merzifon merkezde Hiristiyan nüfusun daha fazla olduğu görülmektedir. Ancak, nahiye ve köylerde nüfusun tamamını müslümanlar oluşturuyor.

1907 Sivas Vilayeti salnamesine göre, Amasya sancağının toplam nüfusu 252.828, Müslüman nüfus 205.324, Rum 23.414, Ermeni 24.090 kişiden meydana gelmektedir.

1914 yılında erkek ve kadınlar birlikte sayılıyor. Amasya Merkezde 11.631 Müslüman, 1.164 Rum, 8.891 Ermeni yaşıyor.

Yukarıdaki nüfus sayıları incelendiğinde, Hirirstiyanların şehir ve ilçe merkezlerinde ikamet ettiklerini görüyoruz. Müslaman kitlenin büyük çoğunluğunun ise, köylerde yaşadıklarını tespit ediyoruz. Hirirstiyanlar ticaret ve zenaatla, Müslüman kitlenin ise, daha çok tarım ve hayvancılıkla uğraştıklarını anlıyoruz.
1927 yılında yapılan sayımda, Amasya merkezde 777 Ermeni görünüyor. Rumlar 1925 yılında Yunanistan ile varılan anlaşma gereği, oradaki Türk kitlesiyle yer değiştiriyor. Ermenilerin büyük çoğunluğu ise, 1915 yılında çıkarılan kanunla Osmanlı’nın Şam ve Beyrut vilayetlerine tehcir ediliyor.

Bu sayılardan ortaya çıkan gerçek, Ermenilerin tehcir, Rumların mübadele ile şehrimizden ayrıldıklarıdır. Dokuz yüz yıl birlikte yaşayan halklar, Maalesef, hem iç, hem de dış kışkırtmalar sonucunda ayrılıklar ve acılar yaşadılar. Bu komşularımızla bugün de birlikte yaşamayı isterdik. Soba imalatçısı Artin usta Kombi üretecekti. At arabası imalatı yapan Dikran usta, yerli otomobilimizin dizaynını yapacaktı. Sanayimiz yerli imkanlarla daha gelişmiş, ülkemiz de daha kalkınmış olacaktı. Ama ne yazık ki, fırsat vermediler. Buradan eski komşularımızın çocuklarına ve torunlarına selamlarımızı iletiyoruz.
Saygılarımla.

Yazan: Hamdullah DEDEOĞLU

23. 01. 2015

10 Şubat 2018 Cumartesi

İSLAM’IN ÖZÜ-DİREĞİ NAMAZ MI ?

İSLAM’IN ÖZÜ-DİREĞİ NAMAZ MI ?

Son yıllarda, cuma namazları öncesinde, hemen hemen bütün vaaz ve hutbelerde “ namaz islamiyetin özü ve direğidir” sözlerini duymaktayız. Peki, bu sözlerin doğruluk payı var mı ?

 Bu sorunun cevabını Kur’an’ı Kerim’de bulabiliriz. Mekke’deki “müşrikler” in kıldıkları namazla ilgili olarak,  Hz. Muahammed’e inen MAUN suresinden başlayalım.

“ Gördün mü o, dini yalan sayanı ?
İşte odur yetimi itip kakan,
Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
Lanet olsun o namaz kılanlara-dua edenlere ki,
Namazlarından gaflet içindedir onlar !
Riyaya sapandır onlar, gösteriş yaparlar.
Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına-zekata-yardıma-iyiliğe engel olurlar. “
(Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ı Kerim’in Türkçe meali)

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, İslamiyetten önce cahiliye döneminde de namaz vardı. Yani, “ müşrik” lerde namaz kılıyordu. Yahudilikte, Hiristiyanlıkta ve Zerdüştlük inancında da namaz ibadeti bulunuyordu. Bu konuyla ilgili olarak, eski diyanet işleri başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Ateş şöyle yazmaktadır:

“HİRİSTİYAN SÜRYANİLER BEŞ VAKİT NAMAZ KILAR”

” Namaz bütün ilahi dinlerde vardır. İslam’dan önce Araplarda da vardı. Maun suresinde huzursuz, gafletle namaz kılan, gösterişçi cahiliye Araplarının davranışları kınanmaktadır.
Yahudilik’te ve Hiristiyanlık’ta namazın olmadığı sanısı da doğru değildir. Yahudilikte de beş vakit namaz vardır. Şeklinin biraz farklı olması önemli değil, önemli olan Allah’ı anmak üzere bir ibadetin yapılmasıdır. Hirirstiyanlıkta da namaz vardı. Bochum’da tanıştığım dindar bir Hiristiyan her gün üç vakit ibadet yaptıklarını söyledi. Ancak, Hirirstiyanlık çeşitli mezheplerle değişimlere uğradı. Pazar günkü toplu ayin onlarda önemlidir. Güney Anadolu ve Suriye’de bulunan Süryanilerde de aynen bizde olduğu gibi, beş vakit, hatta yedi vakit ibadet vardır. “ (6 Temmuz 2006, Vatan gazetesi)

Yukarıda belirttiğimiz gibi, Zerdüştlük inancında da namaz kılmak vardı. Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Cahit Can, “ Zerdüştçülükte Namaz “ bölümünde şunları yazmaktadır:

“ Zerdüştçülükte de, günde beş defa namaz kılınır. Sabah namazının Zerdüştçülükte özel bir yeri olduğundan ve sabah namazını da insanlara horoz kaldırdığından, bu hayvan kutsal kabul edilir. Asıl kıble güneştir. Güneş olmadığı zaman ateşe yönelinir. Önceleri ibadet açıkta yapılırken, daha sonra ateşgahlarda yapma usulu yerleşmiştir. “ (A. Ü. Hukuk Fak.Dergisi, 1968, cilt 1-2 sayfa, 278)

Gerek, Kur’an’ı Kerim’den aktardığımız ayetlerden olsun, gerekse, bilim insanlarının yazdıklarından da anlaşılacağı gibi, “ namaz islamiyetin özü ve direğidir” anlayışının doğru olmadığı ortadadır. O halde, bu anlayış neden öne çıkarılmaktadır ? Bunu, sadece yanlış bir yoruma bağlayabilir miyiz ? Sorunun cevabı kesinlikle ” hayır “ olacaktır. Bu anlayışı ısrarla savunmak, insanoğluna iyilik, güzellik, yardımlaşma ve adaletli olmayı öğütleyen Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin içini boşaltmaktır. Daha önceki dinler nasıl amacından saptırılmışsa, aynısı tekrarlanmak istenmektedir. Bu yorumun esas sahibi İngilizlerin beslemesi olan ve Suud’ların bağlı bulunduğu “ VAHABİ” liğin kurucusu olan Abdulvahap’tır. Takipçileri, tarihte olduğu gibi efendilerine hizmet etmeye devam etmekteler. İyi niyetli olanlara, bu şahsın Osmanlıya karşı, İngiliz emperyalistleriyle nasıl işbirliği yaptığını araştırmalarını öneririm.
Saygılarımla.

30.10.2016
Yazan: Hamdullah Dedeoğlu

ALFABE DEVRİMİ İLE BİR GECEDE “ CAHİL ” Mİ OLDUK ?

ALFABE DEVRİMİ İLE BİR GECEDE “ CAHİL ” Mİ OLDUK ?

Cumhuriyet karşıtları, son zamanlarda, özellikle de AK Parti iktidarı döneminde hızlarını kesmeden Cumhuriyetin getirdiği yeniliklere saldırmaya devam ediyorlar. Basın, yayın organlarının yüzde doksanını eline geçiren iktidar yanlıları, karşılarında onlara cevap verenlerin olmadığı ortamlarda, tek taraflı olarak, bol keseden atıp tutmaktalar. Bu kara propagandaların hedeflerinden biri de, Mustafa kemal Atatürk’ün önderliğinde 1928’de yapılan alfabe devrimidir. İktidar yanlıların, bu yeniliğe karşı çıkma gerekçesi, “ Toplum bir gecede cahil oldu” şeklindeki propagandasıdır. Peki gerçekler böyle miydi ? Alfabe devriminin amacı neydi ? Toplum gerçekten bir gecede cahil mi oldu ? Bu makalemizde bu sorulara cevaplar vereceğiz.

Öncelikle, bu iddiayı ortaya atanların Osmanlı döneminde yapılan tartışmalardan bi haber olduğunu belirtmekte fayda var. Osmanlı’da, 1850 yılından beri, Arap alfabesinin yerine, latin alfabesine geçilmesi konuları hükümete kadar iletilmiş, hatta Encümeni Daniş’de ele alınıp tartışılmıştı. Konu Abdülhamit döneminde tekrar gündeme gelmiş, ancak uygulamaya geçirilememişti. Sultan Abdülhamit’in konuyla ilgili olarak şöyle dediği belirtilmektedir. “ Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma-yazma öğrenmedeki güçlüktür. Belki bu işi kolaylaştırmak için, Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.” (Siyasi hatıratım, Çeviren, Salih Can, 1974, sayfa, 177-178)

Buradan da anlaşılacağı gibi, Padişah Abdülhamit’de latin alfabesine geçilmesine olumlu bakmaktadır. Ancak, en büyük direnci Şeyhülislam göstermiştir. Gerekçesi şöyledir: “ Latin alfabesiyle yazmak, Şeriat’a aykırıdır.” En büyük engel bu olmuştur. Yani, hükümet ve toplum üzerinde, büyük etki sahibi olan Şeyhülislam, buna izin vermeyip, dini gerekçeler öne sürmüştür. Bu nedenle, hiç kimse, Şeyhülislam’ın karşısına çıkma cesaretini gösterememiştir.

Osmanlı dönemindeki aydınlar da, latin alfabesine geçilmesini kendi aralarında tartışmışlardı. Bir grup, Arap alfabesi ile yazmanın zor olduğunu, türkçeye uyumlu harflerden oluşmadığını, okuma ile yazma arasında fark olduğunu ve bunun da okuma ve yazma oranını düşürdüğünü belirtmişti. Karşı görüş ise, türkçeye uyumlu harflerin eklenmesini ve imla ile düzeltilmesini savunmuştu. Birinci görüşü savunanları desteklemek amacıyla, biz de bazı örnekler vermek istiyoruz:

1- Arap alfabesinde bazı harfler birleşik, bazıları da ayrı yazılmaktadır. Kendisinden önceki harflerle birleşen, fakat kendisinden sonraki harflerle birleşmeyen harfler şunlardır. Elif, dal, zel, re, ze, je, vav’dır. Diğer harfler bitişik yazılır.
2- Harfler arasında büyük- küçük ayırımı yoktur. Harflerin çoğu, Kelimenin başında, ortasında ve sonunda değişmektedir. Örneğim he harfi bir cümlede üç değişik şekilde yazılmaktadır.
3-Harflerde, çok sayıda nokta (hemze-hareke) kullanılmaktadır. Bir nokta eksik ya da fazla yazıldığında, hem kelime, hem de anlamı değişmektedir. Örneğin te ve se harfi gibi.
4-Kelimeler yazılırken, harflerin hepsi yazılmamaktadır. Örneğin : Hiyanet- yazılırken-h-y-a-n-t harfleri kullanılır.
5-Kelimelerin anlamı karışmaktadır. Örneğin: Ser-anlamı baş, s ve r harfleri ile yazılır. Ancak aynı kelime, sır, ve Sarımsak için de kullanılır. Bunu ayırmak ve anlamak okuyucunun bilgisine kalmıştır.

Görüleceği gibi, çok basit bir alfabe değildir. Öğrenmesi uzun süre gerektirmektedir. Bu nedenle, eğitimde kullanılması zaman kaybına neden olmaktadır. Bu tezi istatistik rakamları da doğrulamaktadır. 1727-1830 yılları arasında bu alfabe ile sadece seksen kitap basılmıştır. Az sayıda da el yazması bulunmaktadır. Alfabe devrimi yapıldığında, Türkiye cumhuriyetinin nufusu on üç milyondu. Okuma yazma oranı, erkeklerde yüzde yedi, kadınlarda, binde dörttü. 1935’de okuma yazma oranı yüzde yirmi olmuştur. 1935’de beş yüz bin kadın okuma-yazma öğrenmiştir. Bu bir devrimdir. Dünyada bir benzeri bulunmamaktadır. Bu gelişme ve ilerlemeyi “ cahil oduk”
safsataları ile kapatmak, güneşi balçıkla sıvamaya benzemektedir. Okuma-yazma oranı yetmiş yılda yüzde doksan sekiz olmuştur. Bu da, cumhuriyetin en büyük başarılarından biridir. Osmanlı’da, toplum sanki çok eğitimliymiş ve aydınmış gibi, bir gecede karanlığa gömülmüş. Zaten karanlıkta olan toplum, cumhuriyetle birlikte, aydınlığa kavuşmuştur. Buna karşı çıkanlar, Şeyhülislam’ın yüz elli yıl önceki gerekçelerini söylemek istiyorlar. Ancak, bunu açıktan söyleyemedikleri için, başka kılıflarda kendilerini gizlemek istiyorlar. Biz, onların niyetlerini ve amaçlarını çok iyi biliyoruz. Toplumu, karanlıkta bırakıp, köhnemiş düzenlerini yeniden kurmak istiyorlar. Ancak, bu mümkün değildir. Tarihin tekerleği ileriye gitmeye devam edecektir. O yoldan geriye değil, daha ileriye gidilecektir. İnanmak istemiyenler varsa, onlara tarihi gelişmeleri incelemelerini öneriyorum.

Arap alfabesiyle, Osmanlıcayı eğitim dili olarak savunanlara da, bir kaç cümle ile cevap vermek istiyorum. Yüz on yıl sonra, örnek aldıkları Abdülhamit’in bile çok gerisine düşmüşlerdir. Abdülhamit döneminde açılan Askeri tıp akadamisini, Harp akademilerini kapatmaları da bunu göstermektedir. Abdülhamit’i kendilerine kalkan yapanlar, onun reformlarından bile habersizdirler. Kendi “cahil”liklerinin üstünü örtmek için, halkın “ cahil” bırakıldığı yalanının arkasına saklanmaktadırlar. Kendilerini de halka “aydın” diye tanıtıyorlar. Ekranlarda, tek taraflı kalem oynatmaya devam ediyorlar. Ne diyelim; Allah akıl, fikir versin.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
08.10.2017



EMEVİLER VE İSLAM

                                                EMEVİLER VE İSLAM

Emevi oğulları, İslam’a karşı mücadele eden ailelerin en başında geliyordu. Mekke’nin en zengin ve en varlıklı ailelerindendi. Hz. Muhammed’in gelirin paylaşılmasını, yoksullara ve yetimlere haklarının verilmesini istemesine en çok karşı çıkan ve direnç gösteren de onlardı. Onlar da, Kureyş kabilesindendi. Yani, Hz. Muhammed ile akrabaydı. Peygamber efendimizin amcası olan Ebu Cehil de en sert muhalefet edenlerdendi. Bedir savaşında öldürülenler arasındaydı. İslam davası, akraba, amca tanımıyordu. Kıyasıya bir mücadele vardı. Dişe diş, kana kan bir mücadeleydi.

Mekke kenti tam bir tüccar kentiydi. Hindistan ve Çin’den gelen güney ticaret yolunun üzerindeydi. Ticaret malları, (ipek, baharat, inci) Yemen ve Mekke üzerinden Anadolu’ya, Akdeniz’e, Avrupa’ya buradan sevk ediliyordu. Mekke’li tüccarlar, bu ticaretten hatırı sayılır karlar elde ediyordu. Onlar da tek tanrı “ Allah’a” inanıyorlardı. Ancak, Hz. İbrahim’in getirdiği dinin gereklerini yerine getirmekten uzaktılar. İbadetleri yerine getiriyorlardı ama, dinin özü olan “iyi ahlak”, “yardımlaşma”, “paylaşma” “zekat” vermeyi unutmuşlardı. Yani, dinin özünü boşaltmışlardı. Sadece şekil olarak, namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar ve hac yapıyorlardı. Hz. Muhammed, bu kaybolan değerleri tebliğ için, insanları uyarmak için, görevlendirilmişti. İşte, Mekke’li zenginler esas olarak, buna karşı çıkıyorlardı. Bunun için, Hz. Muhammed’e ve müslümanlara eziyet etmeye başladılar. Hz. Muhammed’e davadan vaz geçmesi için cariye ve köle teklif ettiler. Hz. Muhammed, bunların hepsini elinin tersiyle geri çevirdi. O, verilen görevi tamamlamak istiyordu. Hayatı pahasına da olsa, kutsal davayı sonuna kadar götürmekte kararlıydı.

Mekke’li zengin tüccar sınıfı ile müslümanlar arasındaki mücadele BEDİR, UHUT, HENDEK savaşları ile devam etti. Miladi takvimle 630 yılında Mekke’nin fethiyle, tüccar sınıfının direnci kırıldı. Ümeyye oğullarının (Emeviler) ve diğer zenginler, Mekke feth edildikten sonra, müslümanlığı kabul ettiler. Ancak, temel amaçlarından asla vaz geçmediler. Onlar, yine yönetimde bulunup, daha fazla gelir elde etmeyi hedeflediler. Onların bu amacını en iyi özetleyenlerden biri, Hz. Ömerd’di. Hz. Ömer vali olarak atadığı tek gözlü Muğire bin Şubi’ye şöyle diyordu:
“ Ey Muğire! Kazaya uğradığın günden beri, şu sakat gözünle hiç görebildin mi ? Allah’a yemin ederim ki; Ümeyye oğulları’nın İslam’a bakışları tıpkı şu senin kör gözünün baktığı gibidir. Onlar, bu çarpık bakışlarıyla İslam’ı da, kendilerini de Çarpıttılar. “ (Zübeyr bin Bekkar, El Muvaffakıyat, s. 494, İbn Ebil-Hadid, Şerhu Nehcil Belaga, 3. cilt, s. 805)

Emeviler, yönetim basamaklarına hızla yükseldiler. Halife Hz. Osman döneminde, devletin önemli kadamelerinde görevlere geldiler. Ebu Süfyan’ın oğlu olan Muaviye, Hz. Osman döneminde Şam genel valiliğine atandı. Akrabaları, ordu komutanlıklarına getirildiler. İslam devletinin çekirdeği zenginlerin eline geçti. Ehi Beyt ve onların en yakınında bulunanlar yönetimden dışlanmışlardı. Örneğin Hz. Ali üç halife döneminde de devlet görevlerinde bulunmamış ve hiç bir fetihte yer almamıştı. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra, devletteki kargaşalığa son vermek için, kendisine teklif edilen halifeliği zorunlu olarak kabul etti. Onun halifelik dönemi, başını emevilerin ve diğer zengin sınıfın çektiği isyan ve savaşlarla geçti. En sert ve güçlü muhalefet de emevilerin temsilcisi olan Şam valisi Muaviye’den gelmişti. Muaviye, Hz. Ali’nin halifeliğini kabul etmemiş, Hz. Osman’ın katillerini bahane ederek, ayrı bir hükümdarlık kurmuştu. Hz. Ali’nin hariciler tarafından şehit edilmesinden sonra da, (M. 661) İslam devletini saltanata çevirerek, halifeliği kendisinden sonra, oğluna bıraktı.

Emeviler dönemi, yaklaşık doksan yıl sürdü. Bu sürede, saraylarda zevk ve sefa içinde hayatlarını sürdüler. Kendileri gibi düşünmeyen, başta Ehli Beyt’e ve onlara destek olanlara karşı zulüm uyguladılar. Hutbelerde, Hz. Ali’ye lanet edip, bed dualar okudular. Bunda, Hz. Ali’ye karşı duydukları kin ve nefretin de payı vardı. Sırf Bedir savaşında, Hz. Ali, Muaviye’nin hem ağabeyini, hem annesinin babasını, hem de dayısını öldürmüştü. Kendisinden sonra halife olan oğlu Yezid, Hz. Hüseyin’in kesik başı Şam’daki sarayına getrildiğinde şöyle demişti: “ Amcamın, dayımın ve büyük babamın intikamını aldım” Bu sözler bile onların neyi hedeflediklerini ve amaçlarını en iyi özetleyen cümleydi.

Şüphesiz Emeviler, sadece Ehli Beyt’e değil, sonradan müslüman olan diğer kavimlere de çok zulüm uyguladılar. Onlara köle gözüyle bakıyorlardı. Onlara, “ yabancı” “köle” anlamına gelen “MEVALİ” diyorlardı. Doksan yıl boyunca onlara devlet kademelerinde üst düzey görevler vermediler. “ mevali” kadın ve kızlarla evlendiler, ama onlara hiç bir zaman kız vermediler ve bunu da yasakladılar. İslam dininin bütün insanları eşit gören düşüncesinin yerine, ırkçı, Arap kavimiyetçiliğini hakim kıldılar. Onların bu düşüncesi, maalesef bugün de devam etmektedir. Uydurdukları hadislerle, dini yozlaştırarak, adeta yeni bir din yarattılar. Sadece hadis uydurmakla da kalmadılar, yalana da başvurdular. Öyle ileriye gittiler ki, bugün bile, ehli sünnet olarak adlandırılan kesimde Muaviye’nin “ Vahiy katibi” olduğu fikri hala devam etmektedir. Oysa, Muaviye ve babası Mekke’nin fethiyle müslüman olmuştu. Mekke’nin fethinden önce vahiy tamamlanmıştı. Dolayısıyla, vahiy katipliği yapması mümkün değildi. Parayla tuttukları yazarlara, kendi istek ve amaçları doğrultusunda, neye ihtiyaç duydularsa onu yazdırdılar. Öyel bir yalan propagandasına başvurdular ki, Hz. Ali ve Ehli Beyt’in “ İslam dışı” olduğunu dahi söylediler. Bu günkülere ne kadar benziyor değil mi ?

Sonuç olarak, rahmetli Yaşar Nuri Öztürk hocanın dediği gibi yeni bir “ din” yarattılar. İslam dininin içini boşaltarak, Mekke dönemindeki Arapların gelenek ve göreneklerini “din” yaptılar. Mekke’li tüccarların çıkarlarının devamı için, her şeyi “kader”e bağladılar. “Hayır da şer de Allahtan’dır” diyerek, Yaptıkları zulüme kılıf yaptılar. Yağma ve talanlarına gerekçe yarattılar. Bunu da “ din” diye topluma sundular. Yeni “ Emevi”ciler Çıkarları için, bunu hala kullanmaya devam ediyorlar.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
26.10.2017.


YA ALİ YA ALİ (DEYİŞ)

YA ALİ YA ALİ (DEYİŞ)

KUTSAL KABE'DE DOĞAN SENSİN
HZ. MUHAMMED'E İLK İNANAN SENSİN
HİCRET İÇİN HAYATINI ORTAYA KOYAN SENSİN
ZORLUKLARA GÖĞÜS GEREN SENSİN
YA ALİ YA ALİ

BEDİR'DE, HENDEK'DE, HAYBER'DE VARSIN
AYETLERİN KALEME ALINMASINDA VARSIN
SAVAŞTA, BARIŞTA, YARIŞTA VARSIN
İLMİN VE BİLİMİN KAPISINDA VARSIN
YA ALİ YA ALİ

YÖNETİCİLERE HEP ADALET DEDİN
HALKIN YANINDA OLUN DEDİN
HAKLININ HAKKINI KORUYUN DEDİN
TERAZİDEN ŞAŞMAYIN DEDİN
YA ALİ YA ALİ

BİLDİĞİN VE İNANDIĞINI YAPTIN
DOĞRULARI HAKİM KILMAK İÇİN SAVAŞTIN
DÜŞMANLARINA DAHİ HOŞGÖRÜ İLE YAKLAŞTIN
YİYECEĞİNİ, İÇECEĞİNİ KOMŞUNLA PAYLAŞTIN
YA ALİ YA ALİ

İNSANLIK SENİN YOLUNDA AYDINLANDI
MEDENİYET GETİRENLER DE AYNI YOLDANDI
UĞRUNA SAVAŞTIĞIN DEĞERLER ASLA KAYBOLMADI
ADIN GİBİ YÜCESİN YA ALİ YA ALİ

11.01.2017.
YAZAN : AŞIK DEDEOĞLU

Zakir: Serkan Yanık


Popular