30 Aralık 2024 Pazartesi

SAZ KURSUNA DÖRT YÜZ BİN TL CEZA






SAZ KURSUNA DÖRT YÜZ BİN TL CEZA

Amasya Milli Eğitim Müdürlüğü, Amasya merkezde müzik enstrümanı satış ve saz kursu veren bir işletmeye dört yüz bin lira idari ceza parası ile birlikte kapatma kararı verdi. Kararın gerekçesi olarak da Milli Eğitim Bakanlığının 2023/ 26 nolu genelgesi gösterildi. İşyeri sahibi Yurdagül Akkız’ın eşi ve saz sanatçısı Özgür Akkız’ın verdiği bilgiye göre olay şöyle oldu:

“Başlarında Amasya Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı bir ekip, 24.10. 2024 günü Hacılar Meydan mahallesi Prof. Dr. Necmettin Erbakan caddesi No: 19/A da bulunan işyerimize gelerek “hakkınızda şikayet var” diyerek incelemede bulunacaklarını söylediler. Müzik enstrümanı satışı yapılan yeri gezdikten sonra müzik eğitiminin verildiği alanı da incelemek istediklerini ilettiler. Ancak işyerinin üstü oturduğum konut olduğu için orayı göstermek zorunda olamayacağımı belirttim. Bunun üzerine, tarafıma herhangi bir yazı ya da tutanak verilmeden gittiler. 22.11.2024 günü ise, eşim adına vergi dairesine kayıtlı olan işyerimize Amasya valisi Önder Bakan’ın onayı ile dört yüz bin elli TL cezanın verildiğini öğrendik. 28.11.2024 günü ise, Amasya Milli Eğitim Müdürlüğünden tarafımıza verilen ceza tebliğ edildi.”

Özgür Akkız, Milli Eğitim Müdürlüğünün tutanağında cezaya gerekçe olarak gösterilen “ Müzik derslerinden özel ders kapsamında ilk okul, ortaokul ve Lise öğrencilerine dersler verildiği iddia edilmektedir. Oysa evimizin bir odasında sadece benim tarafımdan satışını yaptığımız saz ve diğer enstrüman kursu verilmektedir. Yani okullardaki müzik dersleri ile herhangi bir ilgimiz bulunmamaktadır. Tarafımıza herhangi bir uyarı yapılmadan direkt cezalandırma yönteminin seçilmesinin kasıtlı olduğu görülmektedir. Ayrıca müzik aleti kursu veren çok sayıda işletme bulunmasına rağmen sadece üç kuruma ceza verilmesi ve diğerlerine sadece uyarı yapılması dikkatimizi çekti. Bu da bize karşı bir kasıt olduğu şüphesini artırmaktadır."

Kararın iptali için yargıya başvurduklarını belirten özgür Akkız, gerek müzik enstrümanın satışının yapıldığı dükkanın gerek oturduğu evin kira olduğunu belirterek, “Bundan sonra geçimimi ne ile sağlayacağım. Bu kararı verenleri vicdanlarıyla baş başa bırakıyorum.” Dedi.  

Hamdullah Dedeoğlu

31.12.2024.

BABA İLYAS HORASANİ TÜRBESİNDEN FOTOĞRAFLAR

AMASYA MERKEZE BAĞLI İLYAS KÖYÜNDEKİ BABA İLYAS HORASANİ TÜRBESİNDEN FOTOĞRAFLAR












BABA İLYAS DESTANI

Horasan’dan çıktık yola.
Sürülerimizle vardık Rum’a.
Sultan izin vermedi geçmeye.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Bebelerimiz açlıktan ağlar burada.
Köpek vezir izin vermez Kızıldağ’da.
Bizden önce namımız gitmiş makama.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Şeyhimiz İlyas bekler bizi Amasya’da.
Bize de yurt tutmuş orada.
Çadırlarımız boş duruyor ırmak kenarında.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Sultan saldı askerlerini üzerimize.
Aman vermedi hiç birimize.
Mecbur etti bizi direnmeye.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Kılıç kuşandı analar, bacılar.
Açıldı yollar, meydanlar.
Yara, yara çıktık Gavur dağında.
Kılıç şakırtıları, ok vızıltıları arasında.

Ekim’de vardık Amasya’ya.
Şeyhimizi asmışlar kaleye.
Viran eyledik, Harşena’yı Kör Kadıya.
Yürüdük oradan Konya’ya.

Korkuya kapıldı, bizi duyduğunda.
Tahtını bırakıp, kaçtı adaya.
Frenkleri çıkarttı en son  karşımıza.
Oklarımız işlemiyordu zırhlarına.

Etrafımız sarılmadan çıktık dağa.
Siper oldu bize Kartalkaya.
Nam saldık bütün dünyaya.
Bir daha ki bahara kaldı...
Payitahta el koymaya...

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu
23.03.2019

*Babai isyanında hayatını kaybedenlere ithaf edilmiştir.

29 Aralık 2024 Pazar

BABA İLYAS DESTANI


BABA İLYAS DESTANI


Horasan’dan çıktık yola.
Sürülerimizle vardık Rum’a.
Sultan izin vermedi geçmeye.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Bebelerimiz açlıktan ağlar burada.
Köpek vezir izin vermez Kızıldağ’da.
Bizden önce namımız gitmiş makama.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Şeyhimiz İlyas bekler bizi Amasya’da.
Bize de yurt tutmuş orada.
Çadırlarımız boş duruyor ırmak kenarında.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Sultan saldı askerlerini üzerimize.
Aman vermedi hiç birimize.
Mecbur etti bizi direnmeye.
Sıkıştık kaldık Gavur dağında.

Kılıç kuşandı analar, bacılar.
Açıldı yollar, meydanlar.
Yara, yara çıktık Gavur dağında.
Kılıç şakırtıları, ok vızıltıları arasında.

Ekim’de vardık Amasya’ya.
Şeyhimizi asmışlar kaleye.
Viran eyledik, Harşena’yı Kör Kadıya.
Yürüdük oradan Konya’ya.

Korkuya kapıldı, bizi duyduğunda.
Tahtını bırakıp, kaçtı adaya.
Frenkleri çıkarttı en son  karşımıza.
Oklarımız işlemiyordu zırhlarına.

Etrafımız sarılmadan çıktık dağa.
Siper oldu bize Kartalkaya.
Nam saldık bütün dünyaya.
Bir daha ki bahara kaldı...
Payitahta el koymaya...

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu
23.03.2019

*Babai isyanında hayatını kaybedenlere ithaf edilmiştir.


28 Aralık 2024 Cumartesi

YILBAŞININ HRİSTİYANLIKLA İLGİSİ VAR MI?

 

YILBAŞININ HRİSTİYANLIKLA İLGİSİ VAR MI?

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın cuma hutbelerindeki sözleri ve yaptığı konuşmalar son dönemlerde iyice öne çıkmaya başladı. Konuşmalarının içinde herkesin kabul gördüğü olumsuz alışkanlıkları belirttikten sonra, esas amacını gizlemeye çalıştığı görülmektedir. Öyle ki; unvanı profesör olan bir ilim adamından beklemediğimiz açıklamalara şahit olmaktayız. Önemli günlerde bu ülkenin kurucu önderlerini anmayı aklına getirmeyen hatta onlara dolaylı olarak beddua anlamına gelecek sözler ima etmesi başka niyetler içinde olduğu konusundaki şüphelerimizi artırmaktadır.

Son olarak, “Yılbaşı kutlamaları İslami değerlere uygun değildir” sözleri aydın ve laik kesimlerde oldukça tepki çekti. Oysa bir ilim ve bilim adamının yılbaşı kutlamalarının ve miladi takvimin Hristiyanlıkla doğrudan bir ilgisinin bulunmadığını bilmesi gerekirdi. Ayrıca görevi gereği halkını aydınlatması ve milletler arasında bir hoş görü ve barışa katkı yapması gerekirken, tam tersine ayrıştırmayı ve kutuplaştırmayı seçmektedir. Oysa, ülkemizde Hristiyan inancına mensup vatandaşlarımız da bulunmaktadır. Bu ülkede yaşayan farklı inanca ve dine mensup vatandaşlarımızın birlikte yeni yılı kutlamasında ne mahsur var, anlamak mümkün değildir. Ayrıca, bir Diyanet İşleri Başkanı İnsanlarımızı ayrıştırmak yerine, birlikte olmaya ve dayanışma içinde yaşamaya teşvik etmelidir. Ülkemizin buna ihtiyacı bulunmaktadır.

Yılbaşı kutlamaları Miladi takvime göre yeni bir yılın başlangıcı olarak bütün dünyada kabul görmüş bir gelenektir. Bunu sadece Hristiyanlar kutlamıyor. En doğusundan en batısına kadar Japonya’dan Amerika’ya kadar tüm milletler hiçbir inanç ayırımı yapmadan kutlamaktadırlar. Miladi takvimin doğrudan Hristiyan kültürü ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Miladi takvim ilk defa Mısırlılar tarafından uygulanan bir takvimidir. Dünyanın güneş etrafında dönüş süresi olan 365 gün altı saat zaman dilimini kapsamaktadır. Bu takvim Yunanlılar aracılığı ile Roma imparatorluğuna, oradan da batıya geçmiştir. Bizde ise, 1917 yılında Osmanlı devleti döneminde “Takvimi Garbi” adıyla, Cumhuriyet döneminde ise, 1925 yılında son şeklini alarak uygulanmaya başlanmıştır. Buradaki amaç bütün dünyanın kullandığı takvimi kabul ederek milletler arasındaki yazışmalara standart getirmek ve ülke içinde de buna uyum sağlamayı amaçlamaktadır.  

Yılbaşı kutlamalarının ayrıca Hz. İsa’nın doğum günü ile de ilgisi yoktur. Zira Katolik ve Protestan Hristiyanlar Noeli 25 Aralık’ta, Gregoryan ve Süryani kiliseleri ise, 6 Ocak’ta kutlamaktadırlar. Dolayısıyla yılbaşı kutlamalarının Hz. İsa’nın doğum günü ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Kaldı ki öyle bir şey olsa da Kur’an’da hem Hz. Musa’nın hem de Hz. İsa’nın peygamberliği kabul edilmektedir. Din üzerinden bu kadar ayrıştırmanın bir gereği var mı? Hangi çağda yaşıyoruz. İnsanları tekrar Orta çağa mı götüreceksiniz?

Hristiyan kültürü adı altında dünyanın ortak değerlerine karşı çıkanlara şunu hatırlatmak isterim. O halde, Hristiyan batının ürettiği lüks arabalara neden biniyorsunuz? Lüks cep telefonlarını neden kullanıyorsunuz? Kısaca batının ürettiği teknolojiyi kullanmaktan neden vaz geçmiyorsunuz? İşinize gelince medeniyet, işinize gelmeyince Hristiyan kültürü mü oluyor?

Din ve inançlar üzerinden ayrıştırmalar yapanlara şunu öneriyorum: Lütfen artık bu dili kullanmaktan vazgeçin. 7. Yüzyılda değil, 21. Yüzyılda yaşıyoruz. Dinler, insanları düşmanlaştırmak ve savaştırmak değil, barış ve hoş görü içerisinde yaşamayı öğütlemiştir.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

28.12.2024.

 

25 Aralık 2024 Çarşamba

DÜŞMÜŞSÜN DÖRDÜN PEŞİNE

 

DÜŞMÜŞSÜN DÖRDÜN PEŞİNE

Şeriat, şeriat diye vuruyorsun kürsüye.

Bir taneyle yetinmiyorsun belli.

Fakir, fukara bulamazken birini.

Sen düşmüşsün dördün peşine.


Dörtten sonra istersin bir de cariye.

Süfyan vermez sana bir daha hediye.

Bütün günün geçecek yemeyle, içmeyle.

Sonra yürüyerek gidemeyeceksin mescide.


Öbür tarafa bir günah bırakma sakın.

Mahrum kalırsın hurilerden, perilerden.

Zebani bekliyor seni kapının girişinde.

Dosyanı temiz tut ki; geçebilesin köprüden.

Yazan: Aşık Dedeoğlu

25.12.2024.

22 Aralık 2024 Pazar

SURİYE'DEKİ OLAYLAR BİR DEVRİM Mİ?

 

SURİYE'DEKİ OLAYLAR BİR DEVRİM Mİ?

Son günlerde iktidar yanlısı basın ve yayın organlarında ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında Suriye’de yaşanan olayların bir “devrim” olduğu sık sık tekrarlanmaktadır. Hatta bunun silahlı bir “devrim” olduğu savunulmaktadır. Yine aynı şekilde, PKK-YPG yanlısı televizyon ve You Tube kanallarında da “ROJOVA” devriminden bahsedilmektedir. Peki; bu yaşananlara bir devrim diyebilir miyiz? Bu olayları dünyada meydana gelen devrimlerle aynı görmek ya da eşitlemek mümkün mü? Bugünkü makalemizde buna cevaplar vereceğiz.

Öncelikle devrimler, eski, köhnemiş, yozlaşmış bir düzeni ya da sistemi yıkıp, yerine adaletin, eşitliğin hakim olduğu ekonomik ve siyasi bir sistem kurmayı amaçlamıştır. 1789 Fransız devrimi, 1917 Rus devrimi, 1920 Türk devrimi, 1949 Çin devrimi, 1975 Vietnam devrimleri buna örnektir. Bu devrimler krallık rejimlerine, işgalci emperyalistlere ve onların iş birlikçilerine karşı yapılan bağımsızlık ve özgürlük hareketleridir. Amaçları, ülkelerinin bağımsızlığını sağlamak ve halklarını daha ileriye götüren modern bir sistem kurmak olmuştur.

Peki; Libya’da, Irak’ta ve Suriye’de yaşanan olayları, bu devrimlere dahil edebilir miyiz? Kesinlikle dahil edemeyiz. Zira, gerek ABD'nin kurup örgütlediği İŞİD-El Kaide kalıntısı HTŞ, gerek PKK-YPG’nin mücadeleleri emperyalizme karşı bir mücadele değildir. Evet gerek Suriye de gerek Irak’ta gerek Libya’da despot rejimler vardı. Ancak bu rejimler despot olmakla birlikte, emperyalistlerin hedefindeydi. Çünkü; emperyalizme karşı bir mücadele yürütüyorlardı. Kendi ülkelerinin bağımsızlığını savunurlarken, aynı zamanda  İsrail yönetiminin saldırılarına karşı Filistin halkıyla dayanışma içerisindeydiler. Filistin’in bağımsızlığı için mücadele eden örgütlerin merkezleri bu ülkelerin başkentlerinde serbestçe faaliyetlerde bulunabiliyorlardı. Oysa, burada emperyalistlerle iş birliği içinde olan HTŞ ve PKK-YPG örgütleri bulunmaktadır.

Nitekim; her iki örgütün hedefinde ne işgalci İsrail var ne de ABD ve yandaşları var. Bir tarafta dünyanın en büyük emperyalist gücünden binlerce tır silah ve milyonlarca dolar para  yardımı alan YPG-PKK, diğer tarafta da ABD ve İsrail’in güvenliğini sağlayacaklarını açıklayan İŞİD-EL KAİDE türevi Hizbi Tahrir-i Şam örgütü var. Bunların yaptıkları eylemlere “devrim” kendilerine “devrimci” diyebilir miyiz? Bunlara olsa olsa karşı devrimci ve iş birlikçi denilir. Zira her ikisi de emperyalistlerle iş birliği içinde olup, ülkelerinin bölünmesine ve onların çıkarlarına hizmet etmektedirler. Bir tarafta emperyalistlerin ve Siyonistlerin “Davut Koridoru” dedikleri projenin içinde yer alıp, Irak ve Suriye’nin petrol ve doğal kaynaklarının peşkeş çekilmesine hizmet edeceksiniz, diğer taraftan da kendinize “devrimci” diyeceksiniz. Hem iş birlikçi hem devrimci olunmaz. Bu tarihin akışına ve doğasına aykirıdır. 20. Ve 21. Yüzyılda emperyalizme karşı olmayan bir hareket devrimci olamaz. Çünkü; dünyanın en saldırgan olan ve mazlum ülkelerin bağımsızlığına düşmanlık yapanlar emperyalistlerdir. Vietnam’da, Kore’de, Irak’ta ve Afganistan’da işgaller gerçekleştirip, binlerce insanı bunlar katletmedi mi? Yüz binlerce kadına tecavüz etmediler mi? 

Emperyalistler “Arap Baharı” adı altında iş birlikçileri aracılığı ile Orta Doğu’ya özgürlük ve demokrasi getireceklermiş. Arap Baharının diğer bir adı olan Büyük Orta Doğu Projesinin ne anlama geldiğini Irak’ta ve Libya’da gördük ve yaşadık. “Arap Baharı” dediniz. Arap halkına kan ve gözyaşı getirdiniz. Bunların süslü yalanlarının sonu gelmez. Amerika'daki Kızıl Derilileri, Afrika'daki masum Siyahi halkları yalanlarla, hilelerle kandırdınız. Ülkelerini ellerinden aldınız, köle pazarlarında insanları sattınız. Demokrasi ve özgürlüğü sizden mi öğreneceğiz? Şimdi de kadim coğrafyada binlerce yıl önce medeniyetler kurmuş olan halkları mı kandıracaksınız? Hadi oradan…Bu topraklar size göre değil, siz gidin önce kendi ülkelerinize demokrasi ve özgürlük getirin. Guantanamo hapishanesinde yaptiklarınizı niye söylemiyorsunuz. Kendi ceza evleriniz çok mu insani? Kurduğunuz ekonomik ve siyasi sistem çok mu adaletli?

ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesinin bir parçası olan Suriye'deki olaylara  "devrim" diyenlere bölgedeki değişimlere emperyalizm açısından bakmalarını öneriyorum. Yapılan eylemler emperyalizme mi hizmet ediyor, yoksa emperyalizmi mi zayıflatıyor? Suriye'deki olayların sonucunda hem İsrail'in güvenliği garantiye alındı. Hem de Orta Doğu'daki petrol ve doğal gaz kaynaklarının denetimi sağlandı. Kısaca emperyalistlerin lehine oldu. Devrim bunun neresinde? Emperyalizmin güçlenerek çıktığı bir hareket devrim olur mu?

Suriye'deki olaylara "devrim" diyenler, eğer bu görüşlerinde ısrar etmeye devam ederlerse, niyetleri ve amaçları ne olursa olsun, gidecekleri en son yer emperyalistlerin safı olacaktır. 

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

22.12.2024.

20 Aralık 2024 Cuma

EMEVİLER VE EMEVİ CAMİSİ

 

EMEVİLER VE EMEVİ CAMİSİ

Bugünkü makalemizde adı Şam’daki bir camii ile anılan Emeviler kimdi? İslam tarihindeki rolü neydi? Doksan yıllık hanedanlık yönetimlerinde neler yaptılar?  Kısaca onun üzerinde duracağız.

Emevi sülalesi İslamiyet’ten önce Mekke’nin siyasi ve idari yönetimini elinde bulunduran bir aileydi. Ö dönemde, Ümeyye oğulları olarak tanınıyorlardı. Mekke’deki yönetimin başında bu aileden olan Ebu Süfyan bulunuyordu. Ümeyye (Emevi) oğulları, aynı zamanda Mekke’nin en zengin ve en varlıklı ailelerindi. Hz. Muhammed, İslam’ı tebliğ etmeye başladığında en sert tepki verenlerin başında bu aile geliyordu. Onlar da Hz. Muhammed gibi Kureyş kabilesindendi. Yani, Hz. Peygamberle akrabaydılar. Ancak İslam davası, akraba, amca tanımıyordu. Zira, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam dini, Mekke oligarşisinin Allah’a şirk (ortak) koştuğu inanca karşı çıkarken, aynı zamanda ekonomik sisteme ve ahlak anlayışına da karşı çıkıyordu. Yani, bu aynı zamanda egemenlerle, ezilenlerin bir mücadelesiydi. Mekke’nin 7. Yüzyıldaki durumunu ve konumunu açıkladığımızda bunu daha iyi anlatmış olacağız.

Mekke, tam bir tüccar kentiydi. Hindistan ve Çin’den gelen güney ticaret yolunun üzerindeydi. Ticaret malları, (ipek, baharat, inci) Yemen ve Mekke üzerinden Anadolu’ya, Akdeniz’e, Avrupa’ya buradan sevk ediliyordu. Mekkeli tüccarlar bu ticaretten hatırı sayılır karlar elde ediyordu. Onlar da tek tanrı “Allah’a” inanıyorlardı. Ancak, Hz. İbrahim’in getirdiği dinin gereklerini yerine getirmekten uzaktılar. İbadetleri yerine getiriyorlardı ama, dinin özü olan iyi ahlak, yardımlaşma, paylaşma ve zekat vermeyi unutmuşlardı. Ayrıca, Allah'a ulaşmak için araya putlar koymuşlardı. Yani, dinin özünü boşaltmışlardı. Sadece şekil olarak, namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar ve hac görevini yerine getiriyorlardı. Hz. Muhammed, bu kaybolan değerleri tebliğ etmek ve insanları uyarmakla görevlendirilmişti. İşte, Mekkeli zenginler esas olarak, buna karşı çıkıyorlardı. Mekkeli zenginler, Hz. Muhammed’e davadan vazgeçmesi için istediği kadar cariye ve köle vermeyi bile teklif ettiler. Hz. Muhammed bunların hepsini elinin tersiyle geri çevirdi. O, verilen görevi tamamlamak istiyordu. Hayatı pahasına da olsa, kutsal davayı sonuna kadar götürmekte kararlıydı.

Mekke’li zengin tüccar sınıfı ile Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dini kabul eden Müslümanlar arasındaki mücadele BEDİR, UHUT, HENDEK savaşları ile devam etti. Miladi takvimle 630 yılında Mekke’nin fethiyle, tüccar sınıfının direnci kırılmıştı. Ümeyye oğullarının (Emeviler) ve diğer zenginler Mekke fethedildikten sonra Müslümanlığı kabul ettiler. Ancak, temel amaçlarından asla vazgeçmediler. Onlar, yine yönetimde bulunup daha fazla gelir elde etmeyi hedeflediler. Onların bu amacını en iyi özetleyen, Hz. Ömer’di. Hz. Ömer vali olarak atadığı tek gözlü Muğire bin Şubi’ye şöyle diyordu:

“ Ey Muğire! Kazaya uğradığın günden beri, şu sakat gözünle hiç görebildin mi? Allah’a yemin ederim ki; Ümeyye oğulları’nın İslam’a bakışları tıpkı şu senin kör gözünün baktığı gibidir. Onlar, bu çarpık bakışlarıyla İslam’ı da kendilerini de Çarpıttılar. “(Zübeyr bin Bekkar, El Muvaffakıyat, s. 494, İbn Ebil-Hadid, Şerhu Nehcil Belaga, 3. cilt, S. 805, Aktaran Yaşar Nuri Öztürk, İmam Azam savunması, s.138))

(Hz. Ali’nin miladi 661’de şehit edilmesinden sonra yönetimi ele geçiren Emeviler, Hz. Ömer’in bu tespitini doğrulayacaklardı.)

Ebu Süfyan’ın oğlu olan Muaviye, Hz. Osman döneminde Şam genel valiliğine atanmıştı. Akrabaları ordu komutanlıklarına getirilmişti. İslam devletinin çekirdeği Mekkeli zenginlerin eline geçmişti. Ehli Beyt (Hz. Peygamberin ailesi) ve onların en yakın olanlar yönetimden dışlanmışlardı. Hz. Ali, Halife Osman’ın şehit edilmesinden sonra, devletteki kargaşalığa son vermek için kendisine teklif edilen halifeliği zorunlu olarak kabul etmişti. Onun halifelik dönemi, başını Emevilerin ve diğer zengin sınıfın çektiği isyan ve savaşlarla geçti. En sert ve güçlü muhalefet de Emevilerin temsilcisi olan Şam valisi Muaviye’den gelmişti. Muaviye, Hz. Ali’nin halifeliğini kabul etmemiş ve Sıffin’de savaşmıştı. Hz. Ali’nin hariciler tarafından şehit edilmesinden sonra da (M. 661) İslam devletini ele geçirdi. İslam devletini  saltanata çeviren Muaviye, halifeliği kendisinden sonra oğlu Yezid’e bıraktı.

Emeviler dönemi, yaklaşık doksan yıl sürdü. Bu sürede, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve torunlarını Kerbela’da şehit ettiler. İran’da, Horasan’da ve Türkistan’da binlerce insanı katlettiler. Saraylarda zevk ve sefa içinde hayatlarını sürdüler. Kendileri gibi düşünmeyen ve muhalefet eden başta Ehli Beyt’e ve onlara destek olanlara karşı zulüm uyguladılar. Hutbelerde, Hz. Ali’ye lanet edip, beddualar okudular. Bunda, Hz. Ali’ye karşı duydukları kin ve nefretin de payı vardı. Sırf Bedir savaşında, Hz. Ali, Muaviye’nin hem ağabeysini hem annesinin babasını hem de dayısını öldürmüştü. Kendisinden sonra halife olan oğlu Yezid, Kerbela’da şehit edilen Hz. Hüseyin’in kesik başı Şam’daki sarayına getirildiğinde; şöyle demişti:

“Amcamın, dayımın ve büyük babamın intikamını aldım”  Bu sözler bile onların hedeflerini ve amaçlarını en iyi özetleyen cümleydi.

Şüphesiz Emeviler, sadece Ehli Beyt’e değil, sonradan Müslüman olan diğer kavimlere de çok zulüm uyguladılar. Onlara, “yabancı” “köle” anlamına gelen “MEVALİ” diyorlardı. Doksan yıl boyunca onlara devlet kademelerinde üst düzey görevler vermediler. Mevali kadın ve kızlarla evlendiler, ama onlara hiçbir zaman kız vermediler ve Arapların bunlarla evlenmesini dahi yasakladılar. İslam dininin bütün insanları eşit gören düşüncesinin yerine, ırkçı Arap kavmiyetçiliğini hakim kıldılar.

Uydurdukları hadislerle dini yozlaştırarak adeta yeni bir din yarattılar. Sadece hadis uydurmakla da kalmadılar, yalana da başvurdular. Öyle ileriye gittiler ki, bugün bile bazı kesimlerde Muaviye’nin “Vahiy katibi” olduğu fikri hala devam etmektedir. Oysa, Muaviye ve babası Mekke’nin fethiyle Müslüman olmuştu. Dolayısıyla, vahiy katipliği yapması mümkün değildi. Parayla tuttukları yazarlara kendi istek ve amaçları doğrultusunda, neye ihtiyaç duydularsa onu yazdırdılar. Öyle bir yalan propagandasına başvurdular ki, Hz. Ali ve Ehli Beyt’in “İslam dışı” olduğunu bile söylettirdiler. Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk hocanın dediği gibi, yeni bir “din” yarattılar. İslam dininin içini boşaltarak, Mekke dönemindeki Arapların gelenek ve göreneklerini “din” yaptılar. Mekkeli tüccarların çıkarlarını savunmanın gerekçesini “kader”e bağladılar. “Hayır da şer de Allahtan’dır” diyerek, Yaptıkları zulüme kılıf yaptılar. Bunu yağma ve talanlarına gerekçe olarak kullandılar. Ve topluma “din” diye  sundular.

Emevilerin bu zulümlerine, Ehli-sünnet mezheplerinden Hanefilik ekolünün kurucu imamı olan Ebu Hanife (İmam-ı Azam) de karşı çıkmıştır. Ebu Hanife, Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd’in, Miladi 740 yılında başlattığı isyana hem maddi hem de manen destek vermişti. Bu nedenle de Emeviler tarafından onlarca kez meydanlarda halkın önünde kırbaçla cezalandırılmıştı.

İşte son günlerde adı geçen Emevi camisini kiliseden bozup, ilaveler yaparak Cami yapan Emevi hanedanlığı buydu. Kurdukları zulüm hanedanlığı doksan yıl hüküm sürdü. Emeviler devleti, Miladi 750 yılında Ebu Müslim Horasani önderliğindeki ordu tarafından ortadan kaldırıldı. Bu tarihten sonra Hz. Muhammed’in amca çocuklarının yönetime geldiği Abbasiler hanedanlığı kuruldu. Bu hanedanlık da 1258 yılında Moğollar tarafından yıkıldı.

Makalemizi yine Yaşar Nuri hocamızın EMEVİLER ilgili sözleri ile bitirelim.

“Gerçek şu ki; Emeviler, inanç açısından İslam’ın en büyük düşmanı sayılabilecek herhangi bir gayrı Müslim ekip ve zihniyetin bu dinin peygamberine ve mensuplarına yapmadığı ve yapamayacağı kötülükleri yapmıştır. Emeviler, bu haliyle insanlık tarihinde de dinler tarihinde de eşi emsali görülmemiş şer ve zulümlerin temsilcisidir.” İmam-ı Azam savunması, sayfa 141, Yeni Boyut Yayınları, 2017)

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

16.12.2024.

 

KUR’AN’DA MEŞRU SAVUNMA DIŞINDA ADAM ÖLDÜRMEK VAR MI ?

KUR’AN’DA MEŞRU SAVUNMA DIŞINDA ADAM ÖLDÜRMEK VAR MI ?

Doksanlı yıllardan beri batılı basın yayın organları ve entelektüelleri İslam dinini “terörizm” ile eşdeğer tutan kampanyalar yürütmektedirler. Bu propagandalarına malzeme olarak da kendi istihbarat örgütlerinin kurup yönlendirdiği terör örgütlerinin eylemlerini göstermektedirler. Bu örgütler aracılığı ile İslam coğrafyasını kana buladılar. Kardeşi kardeşe kırdırdılar. 

Emperyalistlerin amacı nedir? İslam ülkeleri bu saldırıları neden engelleyemiyor?

Konumuzun daha iyi anlaşılması için bu örgütlerin ne zaman ve nasıl kurulduğunu kısaca özetlememiz gerekiyor.

Sovyetler Birliğinin 1979 yılında Afganistan’ı işgal etmesinden sonra ABD, İslami grupları Sovyetlere karşı silahlandırıp destekledi. Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinden sonra bu örgütlerin içinde yer alan yabancılar ülkelerine döndüler. ABD'nin istihbarat örgütü CİA'nin elemanları bu militanlardan adam devşirerek İslam ülkelerinde bunlara örgütler kurdurdular. El Kaide, İşid, Boko Haram gibi terör örgütleri bu tarihten sonra ortaya çıktı. Bu örgütler, Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da vahşice katliamlar yaptılar. Eylemlerini de “İslam” ve “Din” adına yaptıklarını açıkladılar. Batı basını da bu militanların kafa kesen videolarını yayınlandılar. Videoları izleyenler, İslam dinine mensup olanları kafa kesen, canlı bomba patlatan kişiler olarak algıladı. Böylece, İslam ülkeleri ve Müslümanlar hedef tahtasına konuldu.

Katliamlar yapan bu örgütler eylemlerinin dayanağı olarak Ku’an’ı Kerim’i gösteriyorlardı. Peki, din adına katliamlar yapan bu örgütlerin kendilerine dayanak yaptığı Kur’an’ı Kerim’de adam öldürme konusunda ne deniliyor? Din de baskı ve zorlama var mı?  Önce konu ile ilgili ayetleri verelim. Sonra da yorumumuzu yapalım.

FURKAN SURESİ: 68. Ayet: “Onlar Allah’ın yanında başka bir tanrı tutup ona tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana HAKSIZ YERE KIYMAZLAR.”

ENAM SURESİ: 151. Ayet: “Haklı olmadıkça cana kıymayın. Allah bunu size HARAM etmiştir.”

BAKARA SURESİ: 190. Ayet: “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Zulmetmeyin. Şüphe yok ki, Allah ZULMEDENLERİ sevmez.”

194. Ayet: Hürmetler karşılıklıdır. Şu halde size kim tecavüz ederse, onun tecavüz ettiği gibi ona saldırın. “

216. Ayet: “Savaş hoşlanmadığınız halde, size farz kılındı. Bazı şeyler vardır ki, hoşlanmazsınız. Fakat hayırlıdır. Bazı şeyler de vardır hoşlanırsınız. Fakat kötülüğünüzedir.”

MAİDE SURESİ: 32. Ayet: “Bu yüzden İsrailoğulları’na şu hükmü yazdık. Kim cinayet işlememiş veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış bir kimseyi öldürürse, bütün insanları ÖLDÜRMÜŞ gibi olur. Kim birisini ölümden kurtarırsa bütün insanları KURTARMIŞ gibi olur. “

Dinde baskı ve zorlamanın olmadığını belirten ayetler de şunlardır:

GAŞİYE SURESİ: 21 VE 22. Ayet: “Ey Muhammed! Artık sen onlara öğüt ver. Şüphe yok ki, sen ancak bir öğüt vericisin. Sen onların üzerinde bir BEKÇİ veya gözetleyici değilsin.”

ŞURA SURESİ: 48. Ayet: “Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, biz seni onlara bir BEKÇİ göndermedik. Sana ait olan görev sadece tebliğdir.”

BAKARA SURESİ: 256. Ayet: “Dinde BASKI ve ZORLAMA yoktur.”

İSRA SURESİ: 54. Ayet: “...Ey Muhammed! Biz seni onların üstüne VEKİL göndermedik.”

Ayetler dikkatle incelendiğinde, haksız adam öldürmenin yasaklandığı, savaşlarda düşmana “aşırılık yapmayın” “zulmetmeyin” “savaştan hoşlanılmadığı” “dinde baskı ve zorlamanın” olmadığı belirtilmektedir. Bu ayetlerin neresinde terörü ve katliamı onaylayan cümleler var? Batılı ajanlar, ayetlerdeki bazı kelimeleri cümlelerden kopartıp, terör örgütlerine malzeme olarak sunmaktadırlar. Dini bilmeyen gençleri avlayarak, kendilerine eleman devşirmektedirler. Yani, bir taşla iki değil, birkaç kuş avlamış olmaktadırlar. Ama, maalesef bunu yaparlarken kendileri ile iş birliği yapan İslam coğrafyasındaki iktidarları da kullanmaktadırlar. Hatta İslam coğrafyasını kana bulayan terör örgütlerine yaptıkları para ve silah desteğini de yine bu işbirlikçi iktidarlardan sağlamaktadırlar.

Hz. Muhammed, Müslümanları Mekke’den çıkaran,  Medine’ye saldırılar düzenleyenlere karşı kendilerini savunmasınlar mı? Kendilerini öldürmek için gelenlere kafalarını mı uzatsalardı? Bugünkü hukuk anlayışında bile “meşru savunma” hak değil mi? İşte ayetler de bunlar anlatılmaktadır. Hz. Muhammed’in bütün savaşları meşru savunma temellidir. Saldıranlar hep Mekke'li müşrikler ve onlara destek veren kabilelerdir.

O halde, Kur’an’da adam öldürme ve savaş konusunda ayetler gayet açık ve netken, nasıl oluyor da İslam dini terörizmle eşdeğer olarak sunuluyor. Bunda bir art niyet yok mu? Elbette ki amaç başkadır. Küresel güçler, İslam ülkelerini dünya kamuoyunda düşman gibi göstererek, o ülkelerin doğal kaynaklarına el koymak için yaptıkları katliam ve zulümlere meşruluk kazandırmak istemektedirler. Terör örgütlerini organize etmelerinin esas nedeni de budur. Bu algı operasyonlarına maalesef ülkemizdeki bazı “aydın” çevreler de katkı sunmaktadır. Bunlar, İslam dinini ve kültürünü araştırma, inceleme zahmetine katlanmadan batılıların angaje ettiklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Oysa, İslam tarihini ve kaynaklarını araştırıp dinde “adam öldürmenin” ve “Katliam yapmanın” bulunmadığını, İslam’ın bir barış dini olduğunu anlatamazlar mı? Bunu yapsalar hem emperyalistlerin algıları yıkılacak hem de ülkemizdeki gençlerin bu tür terör örgütlerine katılmaları engellenmiş olacaktır.

Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlıkları da üzerilerine düşenleri yapamamaktadırlar. Görevlerini yapmış olsaydılar; Selefi-Vahabi terör örgütleri İslam coğrafyasında yaşam alanı bulabilir miydi? Siz hiç Diyanet İşleri Başkanlıklarının bu terör örgütlerine karşı bir açıklama, bir kınama ya da bilgilendirici bir değerlendirme yaptıklarını duydunuz mu? Oysa, bu Selefi-Vahabi terör örgütlerine karşı fikir mücadelesi verilmeden, emperyalistlerle mücadeleden başarı elde edilemez. İslam coğrafyasının din adamlarının önünde duran en büyük görev bu olmalıdır. İslam coğrafyası ancak bir aydınlanma hareketi ile bu belalardan kurtulabilir. Bunu başlatacak olan da aydın din adamlarıdır. 

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

29.08.2018.

*Kur’an ayetleri Milliyet gazetesinin 1982 yılında din ve dil uzmanlarına hazırlattığı Türkçe çevirisinden alınmıştır.





16 Aralık 2024 Pazartesi

İŞİD, EL KAİDE VE HTŞ YERLİ VE MİLLİ Mİ?

İŞİD, EL KAİDE VE HTŞ YERLİ VE MİLLİ Mİ?

Bugünkü makalemizde gerçek dindar ve muhafazakar insanlarımıza seslenmek istiyorum. Suriye’deki BAAS iktidarının devrilmesine sevinmelerinin ve hatta bazılarının bunu kutlamasının ne anlama geldiği üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle belirtmeliyiz ki; Ortadoğu’daki olaylar, ABD ve yandaşı emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçasıdır. Bu proje, Avrupalı Katolik Hristiyan devletlerin 12. Ve 13. Yüzyılda Anadolu ve Ortadoğu’ya düzenledikleri haçlı seferlerin 21. Yüzyıldaki versiyonudur. Nitekim, İsrail Başbakanı Siyonist Netanyahu, Beşar Esat’ın devrilmesinde esas vurucu gücün kendileri olduğunu açıkladıktan sonra, Suriye’ye ait  Golan tepelerinin tamamını işgal etti. Netanyahu’nun bu açıklaması ve Suriye topraklarını işgal etmesi İslam coğrafyasına yapılan saldırıların bir “Haçlı” saldırısı olduğunun bir kanıtıdır. Ancak emperyalist haçlı orduları bunu yaparken iş birlikçi örgütleri taşeron ve piyon olarak kullanmaktadırlar. Bunların başında PKK-YPG ile İŞİD ve El KAİDE gelmektedir. PKK-YPG ile ilgili olan görüşlerimizi daha önceki makalelerimizde ele alıp değerlendirmiştik. Bugünkü makalemizde EL KAİDE-İŞİD-HTŞ gibi örgütlerin ideolojilerini ve eylemlerini ele alıp, Yerli ve Milli olup olmadıklarını değerlendireceğiz.

Irak’ta, Libya’da ve Suriye’de  EL KAİDE-İŞİD-HTŞ  gibi örgütleri kuran ve örgütleyenler emperyalistlerin kendileridir. Bunu açıklayan da eski ABD dış işleri bakanları ve temsilcileridir. Bu örgütlerin ideolojik kökenleri ise, Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vahabiliğe dayanmaktadır. Nitekim gerek El Kaide’nin kurucusu Usame Bin Ladin gerekse Suriye’deki El Kaide- İŞİD kökenli HTŞ’nin (Heyetu Tahriri Şam) lideri COLLANİ Suudi Arabistan doğumludur. Bu şahıs Irak’taki İŞİD saldırılarında yakalanmış ve beş yıl cezaevinde kalmış bir kişidir. Daha sonra ABD tarafından serbest bırakılıp Suriye’deki terör örgütünün başına getirilmiştir. Bu olay bile örgütün kimler tarafından kurulup, silahlı eylemlere yönlendirildiğini açıkça göstermektedir.

İŞİD,EL KAİDE, HTŞ gibi örgütlerin eylemlerini anlayabilmemiz için; onların savundukları Vahabilik mezhebinin tarihini ve din anlayışını açıklamamız gerekecektir.

Vahabilik mezhebinin kurucusu olan Muhammed bin Abdulvahab, 1703’de Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Hicaz bölgesinin Uyeyne kasabasında doğdu. İbni Abdulvahab, Müslüman kitlesinin altı yüz yıldan beri aldatıldığını, tarikatlara girdiklerini, türbeleri ziyaret ederek ibadetlerini ihmal ettiklerini, bu nedenle bunların mallarının “gerçek Müslümanlara helal” olduğunu iddia ederek, çöl bedevilerini yağma ve talana teşvik etti. Ve etrafına topladığı Bedevilerle (Çölde yaşayan Araplar) bölgedeki halkın mallarına zorla el koymaya başladılar.

Kendisine bağlı bir kitle yaratan İbni Abdulvahab, 1730 yılında Deriye (Riyad) kasabasına (Bugün Suudi Arabistan’ın başkenti) yerleşti. Deriye kasabasında, SUUD kabilesinin reisi olan Muhammed bin Suud’a kendi görüşlerini kabul ettirdi. Kabile reisi, Deriye ve çevresindeki köylerde yaşayanları İbni Abdulvahab’a tabi kıldı. Burada iyice güçlenen Vahabiler saldırılarını daha da artırdılar. Kabile reisi İbni Suud, elde edilen ganimetlerden pay alıyordu. Osmanlı Devleti’nin bölgedeki yöneticileri Vahabilere karşı mücadelede başarısız kalıyorlardı. Vahabilerin kontrol ettikleri bölgeler her geçen gün artıyordu. Osmanlı devleti ise, o yıllarda Ruslarla savaş halindeydi ve balkanlardaki iç isyanlarla uğraşıyordu. 

İbni Vahab 1791’de öldüğünde, Necid ve Yemen’in büyük bir kesimi Vahabilerin denetimine geçmişti. Kendisinden sonra mezhebin başına oğlu Abdülaziz geçti. Onun döneminde bölge halkına yapılan talan ve yağma saldırıları Mekke, Medine, Irak ve Mısır’a kadar ulaştı. Kerbela’ya gönderdiği yağmacılar, Hz. Hüseyin’in türbesindeki altın, gümüş ve kıymetli eşyaları alarak Deriye’ye (Riyad) getirdiler

Hicaz bölgesindeki olayların ciddiyetini öğrenen Osmanlı yöneticileri, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’ya yetki vererek asilerin yakalanmasını ve cezalandırılmasını, bölgenin de tekrar huzura kavuşturulmasını istediler. Mısır valisi ve oğlu İbrahim İki koldan Hicaz bölgesine girdiler. Vahabilerin ele geçirdiği yerleri onlardan temizlediler. İbni Vahab’ın iki oğlu bu çatışmalarda öldürüldü. Vahabi hareketinin başında bulunan diğer oğlu Abdullah ise, yakalanarak İstanbul’a gönderildi. İstanbul’daki yargılamalardan sonra idam edildi. (Miladi 1818)

Vahabi hareketi belli bir süre ortadan kalkmıştı. Ancak ileriki yıllarda İngilizlerden para ve silah desteği alarak, Osmanlı devletine karşı savaş açtılar. Ve Hicaz bölgesini denetim altına aldılar. Birinci dünya savaşının başında ve sonunda yine İngilizlerin desteği ile Osmanlı devletinin ordularıyla savaşarak Hicaz bölgesinde bugünkü Suudi Arabistan devletini kurdular. 

Suudi Arabistan’ın kuruluşunu kısaca anlattıktan sonra, bunların savunduğu İslam anlayışı neydi?

Bunu maddeler halinde şöyle açıklayabiliriz:

VAHABİLİĞİN İSLAM ANLAYIŞI

1-Dinde aklı kullanmayı reddederler. Hukuki içtihatları (yorumları), fen bilimlerini, felsefeyi kabul etmezler.

2-İbadetleri (namaz-oruç) imandan sayarlar. İbadetlerin yerine getirilmesinin imanı artırdığını ileri sürerler.

3-Kabirler üzerine türbe yapılmasını, ziyaret edilmesini dine aykırı bulurlar.

4-Tevhidde Kelime-i Şahadeti yeterli bulmazlar. İbadetlerin de yapılmasını şart koşarlar.

5-Vakıf müesseselerini reddederler, batıl bulurlar.

6-Namazın cemaatle kılınmasını şart koşarlar. Beş vakit namazın Camii’de kılınmasını mecburi sayarlar.

7-Sigara ve nargile içenleri sarhoş olarak kabul ederler. İçenleri kırk değnekle cezalandırırlar.

8-Dinde tasavvufu reddederler. Tarikata girmeyi şirk (Allah’a ortak koşma) sayarlar.

9-Peygamberin hatıralarını anmayı, Hırka-i Şerif, Sakal-ı şerif ziyaretlerini şirk olarak kabul ederler.

10-Hz. Muhammed’e “SEYYİDUNA” diyenleri kafir olarak kabul ederler.

11-Nazar boncuğu takmayı şirk kabul ederler.

Yukarıda Vahabiliğin kısaca din anlayışını özetledik. Görüleceği gibi, savunduğu fikirler tamamen İslam’a aykırı, fanatik ve saldırgan bir yapıya sahiptir. Kendileri gibi inanmayan ve düşünmeyen herkesi düşman olarak kabul etmektedirler. Ve onlara karşı şiddet kullanmayı, onların can ve mallarının gasp edilmesini ve ortadan kaldırılmasını kendi anlayışına göre “HELAL” görmektedirler. Oysa, savundukları ve yaptıkları eylemler İslam’ın temel kitabı olan Kur’an’ı Kerim’in ENAM Suresinin 151. Ve BAKARA Suresinin 256. Ayetlerine aykırıydı.

İşte İŞİD, EL KAİDE ve HTŞ gibi terör örgütleri, Savundukları fikirlerle ve yaptıkları eylemlerle İslam coğrafyasını kan deryasına çevirmişlerdir. İslam coğrafyasını sömürgeleştirmek isteyenlere zemin hazırlamışlar ve onların piyonu olmuşlardır. Aynen birinci dünya savaşında İngiliz emperyalistlerine hizmet ettikleri gibi, bugün de bu görevlerine devam etmektedirler.

Yukarıda verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı gibi İŞİD, EL KAİDE ve HTŞ türevi örgütler ne millidir ne de yerlidir. Kökleri tamamen dışarıdadır. 19. Ve 20. Yüzyılda İngiliz emperyalistlerin kurdukları ve örgütledikleri bir harekettir. Bütün tarihleri boyunca emperyalistlere hizmet etmişlerdir. Bugün de aynı görevlerini yerine getirmektedirler. Filistin halkının haklı davasının yanında olan ülkelerin dağıtılmasında emperyalistlere ve Siyonistlere hizmet etmişlerdir. Libya lideri Kaddafi, Irak lideri Saddam ve en son Suriye lideri Beşar Esat. Bu üç lider de hayatlarının sonuna kadar Filistin halkının yanında yer almış Arap milliyetçisi liderlerdi. Arap ülkelerindeki BAAS (DİRİLİŞ) partilerinin programlarında ülkelerinin bağımsızlığını savunmak ve Filistin’e destek olmak başta gelen ilkelerdi. Emperyalistlerin bu üç Arap ülkesinin liderleri hakkında söyledikleri “diktatör” suçlamaları da sadece kitleleri aldatmaya yöneliktir. Kendileriyle iş birliği yapan Suudi Arabistan’da, Kuveyt’de ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde demokrasi mi var? Acaba kendilerine muhalif olup, silah kullanacak olanlara müsaade edecekler mi? Ya da kendi ülkelerindeki muhaliflerin polis ve askere silah çekmesine müsamaha gösterecekler mi? İşte, tüm muhafazakar ve dindar vatandaşlarımızı bunları irdelemeye ve düşünmeye çağırıyorum.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

09.12.2024.

 


11 Aralık 2024 Çarşamba

VATAN VE HÜRRİYET ŞAİRİ BİR BEKTAŞİ: NAMIK KEMAL



VATAN VE HÜRRİYET ŞAİRİ BİR BEKTAŞİ: NAMIK KEMAL

Bugünkü makalemizde Vatan ve Hürriyet şairi olarak tanınan yazar, gazeteci, fikir adamı ve aynı zamanda bir Bektaşi olan Namık Kemal’i tanıtacağız. Bu vesile ile yurtsever bir aydın olan Namık Kemal’i Hakka yürümesinden 176 yıl sonra tekrar saygı ve rahmetle anıyoruz. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.

Namık Kemal 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ'da doğdu. Asıl adı Mehmet Kemal'dir. II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık (yazı işleri-özel kalem müdürlüğü) yapmış olan Mustafa Asım Bey'in oğludur. Annesi Fatma Zehra’dır. Annesini sekiz yaşında kaybedince, çocukluğunu Bektaşi bir aileden gelen dedesi Abdüllâtif Paşa’nın yanında, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi.

Mutasarrıf (sancaklardaki mülki amir) olan dedesinin yanında özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 18 yaşında İstanbul’a babasının yanına döndü. Dedesi ve anne annesinden Alevi-Bektaşi inancı ve yaşam tarzı hakkında bilgiler aldı. Bunun etkisi şiirlerinde belli olur. Şiirlerinde Kerbela şehitleri anılır, Hz. Ali'nin cengaverliği ve Ehli-Beyt sevgisi anlatılır. Ayrıca şiirlerindeki stili Alevi-Bektaşi ozanlarla benzerlikler göstermektedir. 

Namık Kemal 1863 yılında Babıali (Sadrazamlık sarayında) Tercüme Odası’na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu. Tercüme odasındaki arkadaşlarından Fransızca dersler aldı. Bu sayede Fransız aydınlanma hareketinin düşünür ve fikir adamlarından Voltaire, Monteskiyö’nün eserlerini okudu ve onlardan çok etkilendi.

1865’te kurulan ve daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bu cemiyeti oluşturanların çoğu tercüme odasında çalışan kişilerdi. Yeni Osmanlılar Cemiyetinin kurucuları ve üyeleri arasında çok sayıda Bektaşi de bulunuyordu. Bunlardan en tanınanları Ziya Paşa ve Mithat Paşaydı. Burada bir parantez açarak Mithat Paşa hakkında kısa bir bilgi vermek gerekir.

Mithat Paşa, bir dönem Abdülhamit’in Sadrazamlığını (Başbakanlığını) yaptı. Abdülhamit’i padişah yapanlardan biriydi. Ancak Meclisi Mebusanın (Millet Meclisi) kapatılmasından sonra,  Hicaz bölgesindeki Taif’e sürgün edildi. Üç yıl sonra da Abdülhamit’in cellatlarınca Taif’de boğdurularak katledildi.

Tekrar Namık Kemal’e gelecek olursak, Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılarına devam etti. Bu yazılarda genellikle rüşvet ve yolsuzlukların devlet kademesinde yaygınlaştığını, liyakatın yerine torpil ve adam kayırmanın hakim kılındığını yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin görüşleri doğrultusunda yayın yapması nedeniyle 1867 yılında kapatıldı.

Gazetenin kapatılmasından sonra, Namık Kemal, Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine, yine bir Bektaşi olan Ziya Paşa’yla birlikte Paris’e gitti. Burada Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına çıkarılan "Muhbir" gazetesinde yazılar yazdı. Daha sonra gene Fazıl Paşa’nın desteğiyle Londra’da "Hürriyet" gazetesini çıkardı. Çeşitli anlaşmazlıklar yüzünden desteksiz kalınca 1870 yılında zaptiye nazırı Hüsnü Paşa’nın çağrısıyla İstanbul’a döndü.

Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872 yılında "İbret" gazetesini çıkardı. Aynı yıl hükümeti eleştiren bir yazısı nedeniyle gazete dört ay kapatıldı. Bu kez Namık Kemal’i İstanbul’dan uzaklaştırmak isteyen hükümet, onu Gelibolu mutasarrıflığı görevine atadı. Üç ay sonra görevinden alındı. Orada yazmaya başladığı "Vatan Yahut Silistre" oyunu, 1873 yılında Gedik Paşa Tiyatrosunda sahnelendi. İzleyiciler oyunun bitiminde “Hürriyet ve vatan” sloganları ile yürüyüş yaptılar. Bu olay üzerine, Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle (kale içinde hapis) Magosa’ya (Kıbrıs) sürgüne gönderildi. Magosa’da üç yıl sürgün ve hapis hayatı yaşadı.

1876 yılında I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca, Meclis-i Mebusan kapatıldı. Meclisin kapatılmasını eleştirmeye başlayınca, Namık Kemal yine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879 yılında Midilli mutasarrıfı oldu. 1884 yılında aynı görevle Rodos'a, üç yıl sonra da Sakız Adası’na gönderildi ve hayatının sonuna kadar orada yaşadı. 1888’de  rahatsızlığı nedeniyle vefat etti. Naaşı, vasiyeti üzerine Sakız adasından Gelibolu’ya getirildi ve oraya defnedildi.

Yukarıda kısaca Namık Kemal’in hayatını özetledik. Kırk sekiz yıllık yaşamın çoğunu sürgün ve hapislerle geçirdi.

Osmanlı toplumuna hürriyet ve vatan sevgisini aşılayan Namık Kemal, ömrünü bu uğurda harcayan bir mücadele adamıydı.

Üyesi olduğu Yeni Osmanlılar Cemiyeti, Osmanlı İmparatorluğunu modern bir devlet yapmak istiyordu. Zira, son iki yüz yılda hep toprak kaybetmişti. Avrupa ülkeleri gerek silah sanayinde gerek teknolojide atılım üstüne atılım yapıyordu. Osmanlı Devletinde halkın eğitim seviyesi de çok düşüktü. Bu nedenle, Onlar ülkenin her tarafına okullar açarak, bilime ağırlık vermek, halkı aydınlatmak ve bilinçlendirmek istiyorlardı. Ayrıca, Avrupa ülkelerinden geriye kalmamak için meşrutiyet siteminin (anayasaya dayanan bir meclis) getirilmesini, adaletin hakim kılınmasını, planlı kalkınmanın esas alınmasını, rüşvet ve yolsuzluklara karşı amansız bir mücadelenin yürütülmesini savunuyorlardı.

İşte tüm bu isteklerin gerçekleştirilmesi için kendilerine bu konuda söz veren Abdülhamit’in padişah olmasına destek verdiler. Bunu da başarmışlardı. Ancak Balkanlarda çıkan isyanlar ve Osmanlı-Rus savaşları buna engel oldu. Padişah Abdülhamit verdiği sözlerden cayarak hem meclisi kapattı hem de kendisini iktidara taşıyanlara baskı ve zulüm uygulamaya başladı. Ülke otuz üç yıl istibdatla yönetildi. 

Namık Kemal'in vatan ve hürriyet ile ilgili şiirler yazmasının nedeni de Abdülhamit'in bu baskıcı rejimi ve imparatorluğun bu dönemde aşırı derecede toprak kaybetmesiydi. Zira, toprak kaybedilen bölgelerde (Balkanlar ve Kafkasya) yaşayan Müslümanlar ve Türkler eziyetlere, baskılara ve katliamlara uğruyordu. Bu olaylar onu fevkalade üzmüştü. Vatan ile ilgili şiirlerinin kaynağı da buradan geliyordu. Aşağıda örneklerini vereceğimiz bu şiirleri okuduğumuzda bunu görebiliriz.   

Yeni Osmanlılar cemiyetinin gerçekleştirmek istedikleri reformları, kırk beş yıl sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları başardı. Atatürk de Cumhuriyeti kurduktan ve reformları gerçekleştirdikten sonra bunu şöyle ifade etmişti:

 “Benim ilham kaynağım Namık Kemal ve arkadaşlarının yürüttüğü mücadele olmuştur” demiştir.  

Makalemizi Namık Kemal’in Vatan Şiiri, Vatan Türküsü ve Hürriyet şiirinden bölümler ile tamamlayalım.

Rus ordularının İstanbul Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine yazdığı Vatan adlı şiirden dört kıta:

Iyd kurbânı mıdır kesdiğimiz kurbanlar

Ka’be’yi yıkmak için mi dökülür hep kanlar

Müslümânım diyene rahm ediyor şeytânlar

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini

 

Vatanın yâreledi sînesini düşman eli

Girye-i mâtem imiş tâli’imiz tâ ezelî

Kerbelâ’da dökülen hûn-ı şehîdân-ı Ali

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini

 

Vatan eyvâh hakir oldu perîşân oldu

Düşman İstanbul’a girdi bu dahi şân oldu

Memesinden dökülen süt yerine kan oldu

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini

 

Ey vatan, hasretini ıyd-i visâl eyle bize

Bâri rü’yâda görün arz-ı cemâl eyle bize

Sütünü, ni’metini gayrı helâl eyle bize

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini

 

Girye: Göz yaşı

Hün: Kan

Visal: Kavuşma

İyd: Bayram

Mader: Ana

Rahm: Acımak, merhamet etmek


VATAN TÜRKÜSÜ

İşte adû, karşıda hâzır-silah,

Arş yiğitler vatan imdâdına.

Arş ileri, arş bizimdir felâh,

Arş yiğitler vatan imdâdına!


Cümlemizin vâlidemizdir vatan

Herkesi lûtfuyle odur besleyen.

Bastı adû göğsüne biz sağ iken;

Arş yiğitler vatan imdâdına!


Şân-ı vatan, hıfz-ı bilâd û ibâd

Etmededir süngünüze istinâd

Milleti eyler misiniz nâ-murâd?

Arş yiğitler vatan imdâdına!


Rehberimiz gayret-i merdânedir

Her taşımız bir nice bin cânedir

Câna değil meyl bugün şânedir

Arş yiğitler vatan imdâdına!


Yâre nişandır tenine erlerin,

Mevt ise son rutbesidir askerin.

Altı da bir, üstü de birdir yerin

Arş yiğitler vatan imdâdına!


- Adû: düşman

- Felâh: kurtuluş

- Hıfz: sakıma, koruma

- Bilâd: şehirler, memleketler

- İbâd : kullar, köleler (burada halk anlamında)

- İstinâd: güvenme, kuvvet alma

- Nâ-murad: isteğine kavuşamamış

- Merdâne : mertçesine

- Mevt: ölüm

 

Namık Kemal’in Hürriyet ile ilgili şiirinden beş beyit:

 

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetden

 

(Felek her türlü eziyet sebeplerini toplasın gelsin

millet için çıktığım yoldan dönersem namussuzum.)

 

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler

Ki ednâ zevki â'lâdır vezâretten sadâretden

 

(Uğraşımda çektiğim eziyet ve güçlükler anılsın,

ki bunun en ufak bir zevki bile vezirlikten, sadrazamlıktan daha iyidir.)

 

Civân-merdân-ı milletle hazer gavgâdan ey bi-dâd

Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetden

 

(Milletin yiğitleri ile mücadeleden sakın ey zalim!

Senin zulmünün kılıcı şehadet kanının ateşinde erir.)

 

Ne mümkün zulm ile bi-dâd ile imhâ-yı hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

 

(Zulümle, adaletsizlikle hürriyeti yok etmek ne mümkün

Çalış, anlama yeteneğini kaldır gücün yetiyorsa insanlıktan.)

 

Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet

Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretden

 

(Ne kadar büyüleyiciymişsin ah ey hürriyetin yüzü

Aşkının esiri olduk gerçi kurtulduk esaretten.)

 

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

11.12.2024.

 

Kaynaklar:

--Semiramis Kanbak, Namık Kemal, 1840-1888

--Dr. Mehmet Ali Gündoğdu, “Namık Kemal’in Şiirlerinde Millet, Vatan ve Şehitlik Kavramları” adlı makalesi, İstinye Üniversitesi, 2016.

--Ali Polat, "Namık Kemal'in Şiirlerinde Ehli-Beyt Sevgisi adlı makalesi" 2023.

--Oğuzhan Köseoğlu, “Namık Kemal’in Hayatı ve Fikirleri” Yüksek lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, 2023.

 

 

Popular