30 Ocak 2024 Salı

ERDOĞAN AYDIN'IN "ALEVİLİĞİ NE YAPMALI" KİTABINA CEVABIMDIR-ERDOĞAN AYDIN ALEVİLERİ AZINLIK MI YAPMAK İSTİYOR ?





ALEVİLİĞİ NE YAPMALI?

ERDOĞAN AYDIN ALEVİLERİ AZINLIK MI YAPMAK İSTİYOR?


Araştırmacı-yazar Erdoğan Aydın’ın ilk baskısı 2005 yılında yapılan “Aleviliği Ne yapmalı? “ isimli kitabını okuduktan sonra yazarın yanlış bulduğum görüş ve yorumlarını ele alan bir makale yazmanın zorunlu olduğuna kanaat getirdim. Yazarın bu yanlış görüşlerine maddeler halinde cevap vermenin kitabı okuma fırsatı bulamayanlar için yararlı olacaktır. Yazarın ileri sürdüğü görüşleri şöyle:

 1-” Alevileri İslamlaştırmaya çalışıyorlar”  diyor.                  

2-  Alevi İslam anlayışını “işbirlikçi” olarak görüyor..

3- “Hz. Ali’nin Halife olmak için yeterli bir mücadele vermediğini ileri sürüyor.

4- Hz. Ali'nin ozanların deyişlerinde “tanrı” olarak görüldüğünü ileri sürüyor.

5- İslam dinini doğuşundan itibaren “fetihçi” olduğunu söylüyor.

6- çok kadınla evliliği bugüne göre ele alıyor.

7- Kırklar Cem’inde Hz. Ali’nin üstün görüldüğünü ileri sürüyor.

 “ ALEVİ’LERİ İSLAMLAŞTIRMAYA ÇALIŞIYORLAR”

Yazarın kitabında üzerinde en çok durduğu konulardan birisi, “Alevilik İslam dışıdır, onu İslamlaştırmaya çalışıyorlar.” Yazar, İslam dininin tarihsel gelişimini ele almış, ancak yanlış sonuçlara varmıştır. İslam dinini ilk ortaya çıktığı ve uygulandığı dönemi bugünkü anlayışla aynı olduğunu ve sadece ibadetlerden ibaret olduğunu sanıyor. Oysa, Hz. Muhammed dini tebliğ etmeye başladığında Mekke doğudan gelen ticaret mallarının batıya taşınma yolu üzerinde bulunması nedeniyle, bir merkez olmuştu. Ticaret malları buradan Şam’a, Anadolu’ya, oradan da Avrupa kıtasına naklediliyordu. Mekke aristokrasisi ve bezirgan (tüccar) sınıfı bu ticaret sayesinde zenginleşmiş ve hatırı sayılır bir sermaye birikimi sağlamıştı. Ancak, bu zenginlik küçük ve dar bir zümrenin elindeydi. Yani, ticaret tekelleşmişti. Halkın çoğunluğu yoksul ve bu gelirden pay alamıyordu. Fakir halkın çocukları, özellikle de kızları ödenemeyen borçlar ve faizler nedeniyle birer “mal” gibi alınıp satılıyordu. Ya da diri diri gömülüyordu. Ayrıca, Zenginler sayısız kadınla da evlenebiliyorlardı.

Bugün İslam dininde yer alan ibadetler Mekke’deki zengin ve aristokratlar tarafından da yerine getiriliyordu. Yani, onlar da namaz kılıyor, hac ziyaretinde bulunuyor, oruç tutuyordu. Ancak gelirden yoksullara pay verilmiyordu. Hz. Muhammed’e Mekke’de inen ayetlerde bunu rahatlıkla görebiliriz.  

 İlgili ayetler şöyledir:

MAUN SURESİ: “ Dini yalanlayanı gördün mü? İşte öksüzü iten, kakan odur. Yoksulu doyurmaya önayak olmayan odur. Vay haline o namaz kılanların ki, onlar gafildirler. Onlar riyakarlık yapanlardır. Onlar zekat vermeyi de men ederler. “ 

İSRA SURESİ: 31. Ayet: " Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin. Biz onları da rızıklandırırız."

FECR SURESİ; 17-20. Ayetler: " Hayır! Siz ne yetimi ağırlıyorsunuz ne de yoksulu beslemek için birbirinizi teşvik ediyorsunuz. Mirası hak gözetmeden, helal, haram demeden yiyorsunuz. Serveti de pek seviyorsunuz. "


LEYL SURESİ: 17.VE 18. Ayet: "Kötülükten çok sakınan, başkalarına yardım ederek malını veren, nefsini temiz tutan kimse cehennemden uzak kalır."

BELED SURESİ: 12-17. Ayetler: " Sarp yokuş nedir, bilir misin? Bir köle azat etmek, açlık yahut yerlere serilmiş bir yoksulu doyurmak, sonra inanıp birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır."

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Yoksullara ve yetimlere gelirlerinden pay vermeyen “dindar” Mekke’li bezirganlar iki yüzlü olmakla ve gafil olmakla itham ediliyorlar. Pay verenler ise, cennetle ödüllendiriliyor.

 Erdoğan bey, olaylara sınıfsal açıdan bakmayı belirtmesine rağmen bunu atlıyor. Yoksulların haklarını savunmak olaya sınıfsal bakmak değil midir? Yazar, Hz. Muhammed’in bu devrimci tebliğlerini Emevilerin, Abbasilerin ve bugün onların devamı olan Vahabilerin “İslam “ anlayışı ile karıştırıyor. İslam dininin onların iktidarında nasıl bir fetih aracına dönüştüğünü görememektedir. Bu anlayış sadece İslam’ın başına gelmemiştir. Aynısını, Zerdüşlik’te, Hiristiyanlıkta da görebiliriz. Fetihçiliği ve katliamcılığı ne Kur'an'da ne Avesta’da ne de İncil’de bulabilirsiniz. Zerdüşt’ün din anlayışının ilkesi “ iyi düşün, iyi söyle, iyi yap”’tır. İncil’de iyi insan olmayı öğütler. Ancak, egemenler, dini yayılma ve fetihlerinde bir araç olarak kullanmışlardır. Bunu görmeden doğru analizler yapamayız. Sanırım Aydın, bunları atlamış gözüküyor.

Aleviler, kendilerini İslam'ın içinde görüyor. İman ve ibadetleri de Kur'an'a dayanmaktadır. Herhalde, Erdoğan Aydın da Alevilere "Emeviciler" 'in pencresinden bakmaktadır. Alevileri "bidat (İslam dışı) görüşünü buradan almaktadır. Aleviler hakkında söylediklerinin çoğu bin üç yüz yıldan beri, psikolojik savaş yöntemleri olarak tekrarlanmaktadır. Sanırım, Erdoğan Aydın bunların etkisinde kalmış.

KENDİ GÖRÜŞÜ DIŞINDAKİLERİ İŞBİRLİKÇİ GÖRMESİ

Yazar Erdoğan Aydın, Aleviliği, bir inanç olarak değil, sanki bir siyasal parti hatta “Marksist” bir parti gibi değerlendiriyor. Oysa, Alevilik, Karl Marks’tan yüz yıllar önce toplumlarda yer edinmiş bir inançtır. Yazarın Aleviliğin Şamanizm’den, Zerdüştlükten, Budizm’den, Hiristiyanlık’tan ve İslam’dan esinlenerek ortaya çıkan bir sentez olduğunu belirtmektedir. Aslında bütün dinler ve inançlar birbirinden etkilenmiştir. Bulundukları bölgenin gelenek ve göreneklerini inançlarla birleştirmişlerdir. Dinlerdeki farklı mezhepler de buradan kaynaklanmıyor mu? Öyleyse, Erdoğan Aydın, Aleviliği neden İslam dışı görüyor? Marksist bir parti istiyorsa, gidip onun mücadelesini versin. Alevilik üzerinde kendine alan yaratmasın. Yüz yıllardır Alevilerin çektiği sıkıntı ve ızdırapların son bulmasını istiyorsa, onların demokratik taleplerine destek versin. Ancak, “solculuk” adına Aleviliği kendine kalkan yapmasın. Gitsin “ Solculuğu” biraz da başka mahallelerde yapsın. Aleviliği savunanlara da “ işbirlikçi” diyemezsiniz. Aleviler direnişin bedelini, Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta bedenleriyle ödediler. Yeter artık, çekin elinizi Alevilerin üzerinden. Soyadınız Aydın, gidin karanlıkta kalan başka yerleri aydınlatın. ALEVİLER ZATEN AYDIN.

“HZ. ALİ YETERLİ MÜCADELE ETMEMİŞTİR”

Yazar, Alevilerin Hz. Muhammed’den sonra, en çok değer verdikleri Hz. Ali’yi iktidara gelmek için yeterli mücadele vermediğini, ezilenlere sahip çıkamadığını, buna örnek olarak da Ebuzer’in, Hz. Osman zamanında Rebeze çölüne sürülmesini örnek göstermektedir. Evet, kısmen doğrudur. Ancak, Ebuzer’in sürgün edilmesine karşı çıkmıştır. Hatta, Ebuzer’e refakat de etmiştir. Daha ne yapabilirdi ki, kılıcını eline alıp halifenin ordusuna savaş mı açmalıydı? İktidar güçle ele geçirilir. Yetmiş yıldır Türkiye’de neden bir sosyalist parti iktidar alternatifi olamıyor? Kendisine sosyal demokrat diyen bir parti bile alternatif oluşturamıyor. Hz. Muhammed hakka yürüdüğünde naşını Hz. Ali ve sayılı birkaç sahabe toprağa verdi. Geri kalanlar iktidar mücadelesi veriyordu. Buna karşı çıkan Hz. Ali’nin evi basılarak eşi Hz. Fatıma saldırıya uğramadı mı? Altı ay sonra da Hz. Fatma, bu yaralar nedeniyle hakka yürümedi mi? Otuz iki yaşında bir savaşçı olan Hz. Ali iktidar mücadelesi verebilecek ne tecrübeye ne de güce sahipti. İktidar olmak o kadar kolay ve basitse, buyurun SİZ iktidar olun.

HZ. ALİ’NİN “TANRI” OLARAK GÖRÜLMESİ

Yazar, alevi ozanların deyişlerinde bazı mısraları örnek gösterip Hz. Ali’nin “tanrısallaştırıldığını” ileri sürmektedir. Bu iddia, Emeviler döneminden beri Hz. Ali taraftarlarına yapılan psikolojik savaş yöntemlerinden biridir. Muaviye’de “ Hz. Ali kendisini peygamberden üstün görüyor” “Şia’cılar Ali’yi tanrı kabul ediyor” gibi yalan ve iftiralar ekseninde propaganda yaptırıyordu. Aynı sözler, Yavuz-Şah İsmail mücadelesinde de Osmanlı tarafından kullanılıyordu. Bunun nedeni her iki kitlenin de Müslüman olmasıydı. İki kitleyi birbirine karşı savaştırmak için bu tür ayrılıklar ileri sürülerek savaşın gerekçesi olarak kullanılıyordu. Sanırım yazar da bu psikolojik savaş yöntemlerinin etkisinde kalmış.

Şimdi ozanların mısralarını bizde inceleyelim:

 “Sabah seherinde virdim (dua) budur bu.

Allah bir, Muhammed Ali’dir, Ali.

Zikrim olan la İlaha illallah.

Allah bir Muhammed Ali’dir Ali.”

 Yukarıdaki sözlerin 16. Yüzyılda Bektaşi dergahında Postnişin olan Sersem Ali Babaya ait olduğu belirtiliyor. Yazar, bu üçlemeyle aslında bir söz oyunu yapıldığını, gerçekte ise, Hz. Ali’ye tanrısallık verildiğini ileri sürmektedir. Bize göre, böyle bir yorum çok abartılı ve Aleviliği İslam dışı göstermek iddiasına gerekçe yapmak için sözleri cımbızla alma yönteminden başka bir şey değildir. Zira, Alevilerin inancını somut olarak gösterdiği yer Cem’lerdir. Burada yapılan bütün dualarda, “Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali” tekerlemesi sık sık tekrarlanır. Kaldı ki, ozan da “la ilaha İllallah” demektedir. Bunun Türkçe karşılığı “ Tanrı birdir, Allah’tan başka tanrı yoktur.” Bunu belirtmesine rağmen, öyle olmadığını söylemek niyet okumaya benzemektedir.

Yazar, kitabında ayrıca Anadolu Aleviliğinin Şah İsmail ile birlikte kurumsallaşmaya başladığını ifade etmektedir. O zaman Şah İsmail’in kendisinden örnek verelim. Şah İsmail kurduğu devlete “ Kızılbaş Devleti”  bastırdığı para sikkelerine de şunu yazdırmıştır; “ Allah’tan başka tanrı yoktur, Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir, Hz. Ali de Allah’ın velisidir.”  Görüldüğü gibi Erdoğan Aydın'ın iddia ettiği gibi bir Alevilik yok. (Prof. Dr. Oktay Efendiyev, Azerbaycan Safeviler Devleti Tarihi, sayfa, 58)

Yazar, Pir Sultan Abdal’dan, kul Himmet’ten, Şah Hatayi’den buna benzer beyitleri sıralayarak kendi görüşlerini doğrulamak için kullanmaktadır. Bazı ozanlar, Ali isminden hareketle, (Ali, Ulu, Yüce anlamına gelmektedir) Tanrı’yı anarken, “ Ali” kelimesi ile sembolize etmişlerdir. Şairler bunu zaman zaman yapmışlardır. Ozanların bu mısraları “Alevilik İslam dışıdır” tezlerine gerekçe yapılamaz. Çünkü, Anadolu’daki Alevilerin temsilcileri ALEVİ  DEDELERİDİR. Siz hiç bir dededen böyle bir söz duydunuz mu? Ya da iddianızı teyit eden, elinizde yazılı bir kaynak var mı? Yok. Bulamazsınız. Alevileri, AZINLIK gösterip  Kürt halkının  temsilcisi olduğunu iddia eden terör örgütünün yanına yamamaya çalışmayınız. Aksi halde, bu projenin gerçekleşmesi için çalışanlara piyon olursunuz. Sizi buradan uyarmak istiyorum. Emperyalistlerin ülkemizi etnik ve inanç üzerinden ayrıştırma ve bölme planlarına alet olmayın.

 İSLAM DİNİ FETİHÇİ Mİ?

İslam dinini iki ayrı dönemde ele almak gerekir. Hz. Muhammed dönemi ve sonrası. Hz. Muhammed döneminde savunma dışında, din adına fetih, talan ve yağma olmamıştır. Beni Kureyza gibi Yahudi kabileleriyle yapılan çatışmalar, bu kabilelerin Medine sözleşmesine aykırı olarak Mekke’lilerle birleşip, Medine’nin kuşatmasına destek vermeleri nedeniyle olmuştur. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları tamamen meşru savaşlardır. Savunma amaçlıdır. Hz. Muhammed, Yıllarca mücadele ettiği Mekke’lileri bile, Mekke’nin teslim edilmesinden sonra onlara karşı şiddete başvurmamıştır. Çünkü, bu Kur’an’da yer alan ayetlerle yasaklanmıştır. İlgili ayetler şunlardır :

 Bakara suresi 256. ayet, “ Dinde zorlama yoktur. “

Şuara suresi 48. ayet, “ Biz seni onların üzerine bekçi göndermemişiz. Sana düşen tebliğden başka bir şey değildir.”

Gaşiye suresi 21 ve 22. ayet, “Artık Kur’an ile uyar. Çünkü, sen Kur’an ile uyandıran-düşündüren birisin. Üzerlerine musallat bir despot değilsin. Başlarına dikilip, satır satır bir şeyler dikte ettiren bir zorba değilsin.” (Prof. Dr. Yaşar Öztürk, Kur’an’ın Türkçe meali,)

 Ayetlerden de görüleceği gibi, “din” adına zorlama, şiddete başvurma, yağma ve talanda bulunmak yasaklanmıştır.

Ancak, Hz. Muhammed’den sonra, Hz. Ali dönemi hariç, (Hz Ali diğer üç halife döneminde yapılan fetihlere de katılmamıştır) Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Emeviler ile Abbasiler döneminde “din” adına fetihler, işgaller ve katliamlar yapılmıştır. Ancak, bunu İslam’a mal etmek yanlıştır. Din, egemenlerin yönetiminde, egemenlerin çıkarları doğrultusunda her zaman kullanılmıştır. Sasaniler, Persler Zerdüştlüğü, Roma imparatorluğu (Bizans dahil) Hristiyanlığı imparatorluk menfaatleri doğrultusunda yüzerce yıl kullanmışlardır. Bu tarihsel bir gerçektir. Bunun dinlerle ilgisi yoktur. Bu şuna benzemektedir. Sovyetler Birliği sosyalist ideoloji gereği, ülkelerin bağımsızlığını kendisine ilke edinmesine rağmen, Çekoslovakya, Macaristan ve Afganistan’ı işgal etmiş ve katliamlar yapmıştı. Sovyetler Birliğinin bu eylemleri için, “sosyalizmin gereğiydi” diyebilir miyiz?

ÇOK KADINLA EVLİLİK

Arap toplumlarında, özellikle de hicaz bölgesindeki Araplarda, çok kadınla evlilik eski bir gelenekti. Hz. Muhammed’den önce zengin olan Araplar sayısız kadınla evlenebiliyorlardı. İslam dini, bu geleneği en fazla dört kadınla sınırlandırmıştır. Bu, eskisine oranla bir devrimdir. Erdoğan Aydın, bunu neden göremiyor anlamış değilim. Konu ile ilgili olarak bir hadisi aktarmak yerinde olacaktır:

“ Geylan b. Seleme, Müslüman olduğu zaman on kadını vardı. Onlar da Müslüman olmuştu. Peygamberimiz, Geylan’a on kadından dördünü tutmasını, ötekileri boşamasını emretti. “ (Hz. Muhammed ve İslamiyet, Medine, M. Asım Köksal, sayfa 205,)

 Arap toplumundaki çok kadınla evlilik geleneği hem Acemlere, hem de Türk kökenli kavimlerin gelenek ve göreneklerine aykırıydı. Bu nedenle, Arapların bu geleneklerini reddetmişlerdi. Çünkü, Horasan ve Orta Asya toplumlarında kadın birinci sınıf bir imtiyaza sahipti. Sultanlar, krallar, hakanlar, devletlerini ve obalarını kadınla birlikte yönetiyordu. Arapların bu geleneği kabul görmemiştir. Konuya bu pencereden bakılırsa daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim.


KIRKLAR CEMİ

Yazar, kırklar Cem’inde kadın ve erkeğin birlikte ibadet ettiğini belirttikten sonra, kırklar meclisine sonradan gelen Hz. Muhammed’in peygamber olmasına rağmen, kapıda duran Arslan’dan Hz. Ali’nin mühürünü alarak girmesini, Hz. Ali’nin üstün gösterildiğine gerekçe yapmaktadır. Oysa, buradaki sanal anlatım ibadetlerde ve “Kamil insanlar” arasında ayrıcalık bulunmadığını, herkesin makamı, ünvanı ne olursa olsun, eşit statüye sahip olduğunu anlatmaktadır. Kırklar Cemi’nde bir üzüm tanesinin ezilerek şerbet yapılması ve herkese eşit dağıtılmasının nedeni de budur. Yazar bunu yanlış yorumlamış. Nitekim, “ Küçüğünüz ve ulunuz kimdir ?” sorusuna, "Küçüğümüz de büyüğümüz de uludur” şeklinde cevap verilerek “ biz hepimiz eşitiz” denilmiştir. Bu gayet açıktır. Bu sözlerin neresinde Hz. Ali’ye üstünlük veriliyor?

Erdoğan Aydın’ın alevi kökenli olup olmadığını bilmiyorum. Cemlerde bulunup, bulunmadığı konusunda da bir bilgiye sahip değilim. Ancak kendisine tavsiyem, bir Cem’e katılmasını ve anlamadığı ritüeller konusunda dedelerden bilgi almasıdır. Ya da sitemizde yer alan "Baştan sonuna kadar Cem İbadeti" adlı makalemizi okumasını öneriyorum.


Saygılarımla.

07.02.2018

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu

 

 

 

 

 

 

27 Ocak 2024 Cumartesi

ARABİSTAN'IN ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI: EBU ZER GİFFARİ

ARABİSTAN'IN ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI:

EBU ZER GİFFARİ 

Hz. Muhammed'in sahabelerinden, Alevilerin on yedi Kemerbest olarak cemlerde ve dualarda saygıyla andığı isimlerden olan Ebu Zer Giffari kimdir? Bu makalede bu konuyu inceleyeceğiz.

Ebu Zer Giffari, adından anlaşılacağı üzere Arapların Giffar kabilesine mensuptu. Bu kabile, Mekke ile Medine arasındaki bölgede yaşıyordu. Bu bölge Şam'a ve kuzeye giden kervan yolu üzerinde bulunuyordu. Yaşadıkları alan çölle kaplıydı. Tarım yapılacak alan çok azdı. Bedir su kuyularının kullanımı bu kabileye aitti. Kuyulardan aldıkları gelir ve ektikleri toprak kendilerine yetmiyordu. Bu nedenle, bazı kervanların mallarına el koymak zorunda kalıyorlardı. Adları soyguncu ve yağmacı kabileye çıkmıştı. Peki gerçek böyle miydi?

Giffar kabilesi gibi, çölde yaşam süren kabilelerin büyük çoğunluğu aynı durumdaydı. Bu yoksul kabileler arasında dayanışma vardı. Fakir ve yoksullara yardım etmeyen kervan sahiplerinin mallarına el koyup, bunları ihtiyacı olanlara dağıtıyorlardı. Kervanlara el koyma, bu kabilelerle yapılan ortak görüşmede belirleniyordu. Ele geçirilen mallar kabileler arasında eşit dağıtılıyordu. Bu aşiretlerin içinde yasadışı doğan çocuklar, siyahi renkte olan bireyler ve kabilelerinden dışlananlar da yaşıyordu. Kısaca, Giffari kabilesi kimsesiz kalanlara kucak açan bir aşiretti. İşte Ebu Zer Giffari de bu aşiretin liderlerindendi. Yoksul aşiretlere yardım etmeyenlerin kervanlarına el koyma ve soyma konularında çok uzman bir savaşçıydı. Bunlar kendilerine “Saluklar-Suluklar” diyordu. Türkçeye çevirdiğimizde “ÖZGÜR İNSANLAR” anlamına geliyordu. Yaptıklarını şu felsefeye dayandırıyorlardı:

“Cimri zenginlerden alınan mal helaldir. Çünkü, bu mallar ALLAH tarafından, bütün insanlara sunulmuştur. Cimri zenginler bunları insanların elinden zorla almıştır. Bu malların sahibi ALLAH'TIR. Mülk de ALLAH'INDIR.”

Saluklar, bu düşünceyi İslamiyet'ten önce savunuyordu. Hanif dinine mensuptular. Tek tanrıya inanıyorlardı. Hazreti Muhammed'in tebliğ etmiş olduğu dinin, fakir ve yoksulları koruduğunu duyduklarında Mekke'ye ilk giden Giffari kabilesi üyesi Ebu Zer olmuştu. O dönemde Müslümanlar üzerinde çok ağır baskılar vardı. Ebu Zer Giffari'nin, Hz. Muhammed'le görüşme talebi geldiğinde kuşku ile karşılandı. Zira peygamberin güvenliği önemliydi. Ebu Zer, Hz. Ali refakatinde Kabe önünden alınarak Hz. Muhammed'le görüştürüldü. İlk görüşmeden sonra, kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldu. Kendisi de ilk Müslümanlar arasındaki yerini aldı. Hz. Muhammed, Ebu Zer'i kabilesine göndererek haber verinceye kadar beklemesini ve kabilesini İslam’a davet etmesini istedi. Fakat Ebu Zer, Kabe'nin önüne geldiğinde, yüksek sesle kelime-i şehadet getirerek Müslüman olduğunu bağıra, bağıra haykırdı. Bunun üzerine, orada bulunan bazı Mekkeliler onu feci şekilde dövdü. Ebu Zer Giffariyi, Hz. Muhammed'in amcası Abbas müdahale ederek kurtardı ve şöyle dedi:

“Saldırdığınız adam Giffar kabilesindendir. Bütün kervanlarınız onların bölgesinden geçiyor. Bu kişi öldüğünde hiçbir kervanınız oradan geçemeyecektir. Bunu bilerek davranın; Çok büyük zarar görürsünüz.”

Bu sözler üzerine, saldırganlar geri çekildi. Ebu Zer Giffari'nin kabilesine dönmesine izin verdiler.

Aynı Ebu Zer, Yıllar sonra Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye Şam'da vali olunca oraya gittiğinde çok lüks bir yaşamla karşılaştı. Muaviye kendisine saray yaptırmış, özel aşçıları ve hizmetçileri bulunuyordu. Aykırı görüşleri ve asiliği değişmeyen Ebu Zer, Muaviye ile karşılaşınca şöyle der:

“Bu sarayı halkın parasıyla yapmışsan haramdır. Yok, kendi paranla yapmışsan israftır. İslam'a aykırıdır. “

Ebu Zer, Şam'da rahat durmaz. İslam dinini çıkarları için kullanarak zengin olanların çok büyük mal biriktirdiklerini görünce, halktan haklarını aramasını ve bu malların paylaşılmasını ister. Olayları yakından izleyen Muaviye, Ebu Zer'i öldürmek ister. Ancak eski Sahabelerden olduğu için çekinir. Halife Hz. Osman'a durumu bildirir. Halife'de, Ebu Zer'in deveye bindirilerek Medine'ye gönderilmesini ister. Halife'nin emri yerine getirilir. Fakat Ebu Zer, Medine'de de kendi görüşlerinden taviz vermez. Şam'da söylediklerini burada da tekrar eder. Sonunda, halife Hz. Osman'ın emriyle Rebeze Çölüne sürgün edilir. Rebeze çölüne sürgüne giderken kendisinin yanında sadece Hz. Ali bulunuyordu. Hz. Ali bu karara karşı çıkmasına rağmen, Ebezer Giffari’nin Sürgün edilmesine engel olamadı. Ebuzer Giffari, çölde yoksul bir hayat yaşamaya devam etti. Ve orada vefat etti. (M. 653) Allah, İyi kalpli, yiğit ve eşitlikçi düşünceyi savunan bu güzel insana rahmet eylesin. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.

Ebu Zer Giffar'nin hayatı kısaca böyleydi. O Saluklardan gelen asi ve paylaşımcı ruhunu sonuna kadar devam ettirdi. Eline geçen paraları ve malları yoksul olanlara verdi. Kendi görüşlerinden dolayı kimseye taviz vermedi. Kendisine en yakın bulduğu Hz. Ali ve ailesine hep bağlı kaldı. Aleviler de bu nedenle, kendisine çok büyük saygı duyarlar. Bütün dualarda ve Cemler'de anılmasının ve on yedi Kemerbest içinde yer almasının nedeni budur. Biz de kendisini saygı ve hürmetle anıyoruz.


Hamdullah DEDEOĞLU

*Türkçedeki “salak” kelimesinin “Saluk”tan geldiği belirtilmektedir.

Kaynaklar:

-Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

- M. Asım Köksal, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi


AYDINLAR VE DİN

AYDINLAR VE DİN

Aydınlarımız, din ve ilahiyat konularına  maalesef gerekli ilgiyi gösterememişlerdir. Bu alanda bir kaç akademisyeni saymazsak, hemen hemen yok gibidir. Meydan tamamen,  "muhafazakar"  görünümlü politikacılara,  “dinci” lere ve din üzerinde nemalanan tarikat ve cemaatlere terk edilmiştir. Peki; bu doğru bir tutum mudur ? Değilse, doğrusu ne olmalıdır ? Bu makalemizde buna cevaplar bulmaya çalışacağız.

Doğru yol önümüzde durmaktadır, fakat biz bunu göremiyoruz. Ya da birileri bizim görmememiz için perdeleme görevi yapıyor. Türkiye’nin meselesi sanki dindar olanla, olmayan arasındaymış gibi sergilenmekte ve propagandalar da bu eksen üzerinde yapılmaktadır. Büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk, bu sorunu cumhuriyeti kurar kurmaz bir çözüme kavuşturmak istedi.  Zira, kurtuluş savaşı sırasında, emperyalistler ve onların işbirlikçileri Kuvayi Milliyecileri “ dinsiz”  göstererek geniş kitleleri bağımsızlık mücadelesine karşı kullanmışlardı. Bilinçsiz halk “din” uğruna, gerici isyan hareketlerinde yer almıştı.  Yozgat, Gerede, Konya isyanları buna örnektir. Atatürk’ün buna bulduğu çözüm, Kuran-ı  Kerim'in Türkçe mealini yaptırmak, İlahiyat fakülteleri açarak aydın din adamı yetiştirmek, Diyanet işleri Başkanlığını kurarak, halka dinin doğru öğretilmesini sağlamaktı. Bunu yaparken, hurafeleri din diye pazarlayan, dini konular üzerinde bilgisi olmadan el altından, yeni tabirle merdiven altı yayınlarla halkı zehirlemek isteyenlere karşı da kararlı bir mücadele yürütmekti.

Bu mücadele, 1950’li yıllara kadar devam etti. Bu yıllardan sonra, mücadele terk edildi. Hatta, CHP’den ayrılarak Demokrat Partiyi kuran Adnan Menderes,  bazı tarikat ve cemaat liderleri tarafından yeşil tuğralı bayraklarla karşılanmaya başlandı. Ondan sonra da, sağ parti liderleri cemaat ve tarikatların önünü açtılar ve hızla palazlandılar. Cumhuriyete ve onu kuran kadrolara karşı karalama kampanyaları başlattılar. Halkın önemli bir kesimini bu yalan ve kara  propagandalarla zehirlediler.  Bunların başında da Nur cemaatin lideri olan “ Saidi Kürdi” yada diğer adıyla Saidi Nursi geliyordu.  Bakın, bu cumhuriyet ve Atatürk düşmanı  “BİR SIRRI İNNA ATAYNA”  adlı risalesinde ne diyor:

“ Mustafa Kemal ismiyle malum olan şahsı menhus, o decallerden birisidir.”  Yine Türkiye cumhuriyetini “ Darül harp” yani yıkılması ve savaşılması gerekli bir devlet olarak  tanımladıktan sonra, “Rumuzatı Semaniye” adlı risalesinde,  İsmet İnönü’ye “ deccal”, Fevzi Çakmak’a da  “Süfyan”  diye saldırıyor. Cumhuriyete ve kurucularına hakaret eden, bu cemaat  şeyhin adı  bugün okullara ve caddelere veriliyor.  Her yıl törenlerle anılıyor. Nereden, nereye geldik.

Peki bunlara karşı mücadele verildi mi ? Türkiye cumhuriyetini  kuran parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, bunlara karşı yeterli ve bilinçli bir mücadele yürüttü mü ? Aydınlarımız bunlara karşı halkı bilinçlendirdi mi ? Ya da tarikat ve cemaatlere karşı cumhuriyeti savunmak için fikri alanda halka önderlik etti mi ? Maalesef, hepsine hayır demek durumundayız. Hatta tam tersine, bütün saldırılara göğsünü siper edenler yalnızlığa terk edildi ve etkisizleştirilmesine seyirci kalındı. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk hoca bunların en önde gelenidir. Kendisini rahmetle anıyor, mekanı cennet olsun diyorum.

Gelelim aydınlarımızın din ve ilahiyat konularına uzak durmasına. Aydınlarımız, İslam’a batılı entelektüellerin  gözüyle bakmaktadır. Kendileri inceleme yapmak yerine, hazır olan batıcı görüşleri benimsemişlerdir.  Bu nedenle de İslam’ı “ gerici” gibi algılamaktadırlar. Hatta, bir çoğunun Şeriat’ın Arapça’da “ hukuk” anlamına geldiğinden bile haberi yoktur. Yani bizim aydınımız,  hala Osmanlı dönemindeki “ tanzimatçı” kafası ile hareket etmektedir. Onlar da batıdakileri kopyalayarak, “fikir” ve “kültür”  üretmeyi “yenilik “ sanıyorlardı. Kafa değişmemiş. Kendisi zahmet edip araştırmıyor, hazıra konmayı marifet sayıyor. Böyle olunca da İslam dininin içini, özünü kavramadan ön yargılı olarak toptan reddi mirasta bulunuyor. Oysa, bu topraklarda İslam dini ve kültürü bin yıldan fazla hüküm sürüyor. Bunu reddedip, halkın gelenek ve göreneklerini nasıl görmezden gelirsin. Halkın inancını nasıl “ gericilik” diye damgalarsın. Bunun aydın olmakla ne ilgisi var ?  Sana Maun suresini hiç okudun mu diye sorsam “ hayır” cevabını vereceksin. Ne zaman ve hangi gerekçe ile Hz. Muhammed’e indi desem yine cevap veremeyeceksin. O halde, hakkında araştırma ve inceleme yapmadığın bir konu hakkında neden ahkam kesiyorsun. Muhafazakar, dindar, vatansever insanları neden “ dinci” lere,  din bezirganlarına,  cemaatlere ve tarikatlara teslim ediyorsun. Sen nasıl aydınsın ? Aydın dediğin araştırır, bilgi sahibi olur, sonra da halkına edindiği bilgiyi sunar. Yani onları aydınlatır. Bunu yapmıyorsan, batsın senin  “aydın”lığın.
       
 HAZRETİ MUHAMMED,NAZIM HİKMET-HİKMET KIVILCIMLI

Bu sözde aydınlarımıza, bir kaç örnek vermek istiyorum. Birincisi elbette ki, dinin elçisi olan Hz. Muhammed’den vermek istiyorum:
“ Bir gün Mescidi Nebeviye’de yapılan sohbetlere bir çöl bedevisi de katılır. Bedevi Peygamber efendimize bir soru soracağını iletir. Peygamber de buyur der: Bizim dinimizin özü nedir ?  Peygamber efendimiz bu soruya şöyle cevap verir: Bizim dinimizin özü, hak, adalet, fakire, yoksula ve yetime yardım etmektir. ”  (Hadisi Şerif)

İkincisi, büyük  şair Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet, sürgündeyken gittiği yerlerde cami cemaati ile sohbet eder ve dinin özünün yardımlaşma ve dayanışma olduğunu anlatır.
Üçüncü örnek, Sosyalist aydın ve bilim adamı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. “ Allah, Peygamber, Kitap “ adlı eserinde İslam dinini şöyle özetlemiştir:

“ Hz. Muhammed’in ve İslam’ın en kalıcı mirası : Kollektivizm, adalet, hoşgörü, merhamet, yani hümanizm olmuştur. “ (sayfa. 37)
Sayın kıvılcımlı, aynı eserde İslam dini için şunları da yazmıştır:
“ Kur’an, hoşgörü, adalet, eşitlik, toplumculuk, paylaşımcılık, sevgi, saygı, özetle insani duygularla yüklüdür.” (Allah, Peygamber, Kitap, sayfa, 314)

Aslında, bütün dinler iyiliği, yardımlaşmayı, dayanışmayı, ahlaklı olmayı öğütlemiştir. Aksi taktirde inandırıcı olamazlardı. Taraftar da toplayamazlardı. Ancak, din egemenlerin ve yöneticilerin denetimine girdikten sonra, bu özünden uzaklaşmıştır. Eğer öyle olmasaydı, toplumlara binlerce peygamber gelir miydi ?

İslam dini,  insan sevgisini, yardımlaşmayı, hak ve adaleti esas alır. Meşru savunma dışında adam öldürmeyi yasaklamıştır.(Enam suresi 151. ayet)  İslam dinini, bugünkü SUUD rejimi ile ya da El KAİDE, İŞİD gibi emperyalistlerin kurup, silahlandırdığı terör grupları ile eşitlemek doğru bir tutum değildir. Bunu halkımıza anlatmak, aydınlarımıza ve din adamlarımıza düşmektedir. İslam dinindeki ibadetlerin yerine getirilip, getirilmemesi de Allah ile Kul arasındadır. Ona kimse müdahale edemez. Laiklik ilkesinin amacı da budur. Laik devlet, İbadet ve inanç özgürlüğünün teminatıdır. Kimse, kimsenin inancına ve ibadetine karışamaz. Bunu müdahale edildiğinde karşısında devletin gücünü bulur.

Sonuç olarak, İslam dinin özü ile  sosyal devlet  ilkeleri örtüşmektedir. O halde dini neden “ dinci”lere bırakalım. Onların ellerindeki bu silahı almamız gerekmez mi ? O egemenler  ve “ dinci”ler ne zaman sosyal adaletten, haktan yana oldular ?  Ne zaman işçiden, emekçiden, üreticiden yana oldular ?  Bunu anlatırsak halkımızın büyük çoğunluğunun onları terk edeceğine inanıyorum. Bunu yaptığım sohbetlerde görüyorum. Yeter ki, onlara gerçeği anlatalım. Atatürk, okuma-yazma oranının yüzde dört olduğu bir toplumla inanılmaz devrimleri başardı. Biz neden başarmayalım.  Elimizde her yere ulaşabilen kitle iletişim araçları ile bunu rahatlıkla başarabiliriz. Yeter ki, inanalım. İnanmak başarmanın yarısıdır.

Saygılarımla.
Hamdullah DEDEOĞLU
10.10.2017


7. YÜZYILDAKİ ŞERİAT (HUKUK) BUGÜN GEÇERLİ OLUR MU?

7. YÜZYILDAKİ ŞERİAT(HUKUK) BUGÜN GEÇERLİ OLUR MU?

İslam dinini çıkarları için kendilerine maske yapanlar din ile İslam Şeriatı (hukuk) hükümlerini aynılaştırarak bin dört yüzyıl önceki örfleri, adetleri ve gelenekleri topluma "Din" olarak sunmaktadırlar. Ve buradan nemalanmaya devam etmektedirler. Bu yapılar hem tutucu hem bölücü hem de ırkçı bir oluşum içindeler. Bu nedenle konu ülkemizin geleceği açısından çok önemlidir. 

Din; iman, itikat ve ibadetleri kapsar. Bu din tüccarları aslında Şeriat hükümlerinin din olmadığını, kanunların, örflerin, gelenek ve göreneklerin zamana ve toplumların düzenine göre değiştiğini bilmektedirler. Zira bunun böyle olduğunu  İslam dinini en iyi yorumlayan Ebu Hanife'den (İMAM-I AZAM) okumuş olmamaları mümkün değildir. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı hanedanları kurdukları devletlere resmi mezhep olarak "HANEFİLİĞİ" seçmişlerdir. Bu mezhebin İmami olan Ebu Hanife, eserlerinde dini oluşturan iman ve ibadetlerin değişmeyeceğini, ancak şeriat hükümlerinin değişebileceğini yazmıştır. İşte din tacirleri Ebu Hanife'nin görüşlerini gizleyerek SUUD'ların mezhebi olan Vahhabiliğin şekilci, tutucu ve bağnaz yorumunu kendilerine rehber edinmişlerdir. Bu görüşü savunanların Suudi Arabistan Krallığının sağladığı mali kaynaklardan yararlandıkları da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bunlar ayni zamanda "dindar" görüntüsü altında siyasi alanda da kendilerine yer edinebilmektedirler. Tarihsel bir gerçek olarak şunu da hemen belirtmeliyiz ki; İngilizler VAHABİ mezhebini 18. yüzyılda Hicaz bölgesinde  kurup, bölgede etkin olan Osmanlı hakimiyetini yıkmak için kullanmışlardır. Zira Suud kabilesi Osmanlı'ya karşı ayaklanan aşiretlerin başını çekiyordu. İngilizlerin birinci dünya savaşı sonunda Hicaz (Arabistan) bölgesinde kurdukları devletin yönetimine Suud kabilesini getirmeleri ve kurdukları devlete Sudi Arabistan demeleri de buradan gelmektedir. Yine aynı şekilde radikal aşırı "DİNCİ-SELEFİ" EL-KAİDE, İŞİD gibi örgütlerin gerek ideolojik gerek mali kaynaklarının Suudi Arabistan tarafından sağlanması da ABD-İNGİLTERE desteklidir. Emperyalistlerin İslam coğrafyasındaki üç yüz yıl önceki planları devam etmektedir. Amaçları İslam ülkelerinin gelişmelerini engelleyerek, onları dar bir çembere hapsetmek ve doğal kaynaklar üzerindeki hakimiyetlerini devam ettirmektir. Bu nedenle konu gerek devletin gerek toplumun güvenliği açısından önem taşımaktadır. Şimdiden bu tür örgütlenmelere karşı gerekli önlemlerin alınmasında yarar bulunmaktadır.

Konumuzu kısaca özetledikten sonra, 7. Yüzyıldaki Şeriat hükümleri bugün, yani 21. yüzyılda geçerli olabilir mi? Bu soruyu İslam Şeriatında yer alan bazı hükümleri ele alarak cevaplamaya çalışalım:

1-ZİNA EDEN EVLİ KADIN VE ERKEĞİN TAŞLANARAK (RECM) ÖLDÜRÜLMESİ:

7. yüzyılda İslam şeriatında yer alan bu hüküm bugünkü toplumda geçerli olabilir mi? Elbette ki mümkün değildir. Bunun mümkün olduğunu savunanların özel yaşamları araştırıldığında şeriat hükümlerine uymadıkları, "dindar" maskesi altında çok lüks ve sefahat içinde yaşadıkları da görülecektir. Eğer gerçekten şeriat hükümlerini kabul etmiş olsalardı işledikleri suçlardan dolayı büyük bir kısmının bir çok uzuvlarını, yani kol ve bacaklarını kaybetmeleri kaçınılmaz olurdu. Hatta bir kısmının işledikleri suçlardan dolayı idama mahkum edilmekten kurtulamayacakları da aşikardır. Yok eğer tersini savunuyorlar ise, onlara şu soruyu soralım:

--İşlediğiniz suçlardan dolayı inandığınız ve savunduğunuz şeriat hükümlerine göre yargılanmayı kabul ediyor musunuz?

Sizi temin ederim ki; hiç birisi bunu kabul etmeyecektir. Zira bu hükümler doğrultusunda yargılandıkları taktirde; bir çoğu yaşama şanslarının bile tehlikeye gireceğini çok iyi bilmektedirler. Dolayısıyla şeriat hükümlerini savunanlar takiye (niyet ve yaptıkları farklı olan) yapmaktadırlar ve iki yüzlü bir siyaset izlemektedirler.

İslam şeriatındaki zina suçunun cezasının ağır olmasının nedeni, o dönemde çok yaygın olan fuhuşu önlemek amacını taşıyordu. Zira aile yaşamı ve ahlaki kurallar aşırı derecede yozlaşmıştı. Amaç ağır cezalar uygulayarak aileyi korumak ve ahlaki değerleri yeniden inşa etmekti. Bugün böyle bir cezanın uygulanması söz konusu olamaz. 

2- BİRDEN FAZLA KADINLA EVLENMEK:

İslam şeriatına göre bir erkek dört kadınla evlenebilir. Peki bu hükmün bugünkü toplumda uygulanma şansı var mı? Elbette ki uygulama şansı yoktur. En başta da şeriat hükümlerini savunan erkeklerin eşleri buna müsaade etmezler. İslam şeriatının bu hükmünün uygulandığı dönemde bütün dünyada köleci toplum düzeni hakimdi. Yani hem erkekler hem de kadınlar para ile alınıp-satılıyordu.  Bir erkek sayısız kadınla evlenebiliyordu. İslam şeriatı bunu dört kadınla sınırlamıştı. Yirmi birinci yüzyılda köleci bir düzene ait bir hükmü bin dört yüz yıl sonra kapitalizmin hakim olduğu bir topluma uyarlayabilir misiniz? Köleliğin kalktığı, kadın ve erkeğin eşit haklara kavuştuğu bir dünyada bunu uygulama imkanı var mıdır? Vardır diyenlere, en başta eşleri karşı çıkıp, o erkekleri kovalayacaklarından eminim.

3- HIRSIZIN ELİNİN KESİLMESİ:

Yine İslam şeriatına göre, yedinci yüzyılda hırsızlık yapanların elleri kesiliyordu. Bu cezanın amacı o dönem çok yaygın olan talan, yağma ve hırsızlık olaylarını önleme amacını taşıyordu. Diğer taraftan da özel mülkiyetin dokunulmazlığını sağlamak ve insanları çalışıp üretmeye teşvik amacını taşıyordu. Peki bu uygulamayı bugünkü toplum düzeni kaldırır mı? Elbetteki kaldırmaz. Bu uygulama toplumlarda travmalara neden olacağı gibi, insan haklarına ve uluslararası hukuk kurallarına da aykırı olacaktır. Hırsızlık bugün de yasak olup, cezalandırılmaktadır. Ancak kol kesme cezası çok ağır bir hüküm olup, bugünkü dünya düzeninde uygulanma şansı bulunmamaktadır.

4- FAİZİN HARAM KILINMASI:

Yedinci yüzyıldaki faiz ile bugünkü kapitalist düzende bulunan yasal faizi birbirinden ayırmak gerekir. Zira İslam şeriatının uygulandığı dönemde uygulanan faiz değil, tefeciliktir. Tefecilik günümüzde de yasaklanmış ve suç sayılmıştır. Yedinci yüzyılda, tefecilerin uyguladıkları faiz oranları anapara veya ana malın iki-üç mislini buluyordu. Bu nedenle borçlu olan köylülerin ve küçük esnafların bu yüksek faizden kaynaklanan borçlarını ödemesi imkansız hale geliyordu. Tefeciler borcunu ödeyemeyen esnaf ve köylülerin hem mallarına hem kadınlarına hem kızlarına el koyabiliyorlardı. Hatta borçlu kişiyi bile köle olarak alıp, satabiliyorlardı. İşte İslam Şeriatı bunu yasaklıyordu. Yani bugün gerek devlet gerek özel bankaların kanunlar çerçevesinde uyguladıkları faizler devletin denetiminde olup, ekonomiye katkı yapmakta ve sermaye olarak kullanılmaktadır. Yani yedinci yüzyıldaki tefecilikten farklıdır. O dönemde uygulanan yüksek faizler küçük esnafı ve köylüyü üretimden koparırken, bugün yasal olarak alınan faiz, üretimi teşvik etmeye ve artırmaya yöneliktir. Dolayısıyla aralarında çok fark vardır. Burada faizsiz bankacılık yaptıklarını iddia edenlere de bir kaç söz söylemekte yarar görüyorum. Evet bunlar görünürde faiz almıyorlar ama, "kar payı" olarak aldıkları farklar nedir? Bu faiz değil midir? Sözde fatura miktarı üzerinde kar aldıklarını ifade ediyorlar. Bu tam anlamıyla iki yüzlülüktür. Bu bal gibi faizdir. Zaten fark almamaları da mümkün değildir. Zira masraflarını, çalışanların maaşlarını, kiralarını ne ile ödeyecekler? Zarar üzerine kurulu hangi işletme ayakta kalabilir? Bunlar tamamen insanların dini duygularını istismar etmekten başka bir şey değildir. 

Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi adlı eserin altıncı cilt sayfa 387-388 de yer alan bilgiler 7. yüzyılda Hicaz bölgesindeki faiz sistemini çok güzel özetlemekte ve bizim görüşümüzü doğrulamaktadır. Buhari şöyle yazmaktadır:

""...Kureyş eşrafının her biri birer bankerdi..

...Ribacılık (Tefecilik) yüksek tabakanın yegane kazanç yolu idi."

Bu örnekle konumuzu kısaca özetlemiş olduk. Yukarıdaki örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslam Şeriat hükümleri değişmez  değildir. Buna Yahudi şeriatı ve Hristiyan şeriatı da dahildir. Değişmeyen iman, itikat  ve inançlardır. Dini oluşturan unsurlar da bunlardır. Hz. Muhammed de kendisine getirilen davalarda değişen şartlara göre kararlar vermiştir. Kur'an'ı Kerim'de içki ile ilgili ayetler de buna örnektir. Mekke döneminde nazil olunan NAHL suresinde içki yasaklanmazken, Medine döneminde indiği belirtilen MAİDE suresinde haram edilmiştir. Bu ayetler de Mekke ve Medine'de şartların değiştiğini göstermektedir. Dinlerin amacı toplumları ileriye götürmektir. Aksini savunmak, İslam dininin evrenselliğini reddetmek, yedinci yüzyılla sabitlemek olur. Bu da dinin amaçlarına ters düşer. Bu nedenle, din adamlarının bugünkü görevi toplumu aydınlatmak ve daha ileriye götürmek olmalıdır. Herhangi bir partiye yada iktidara payanda olmak değildir.  Yani, din adamları dinin esası ve özü olan adaletten, hukuktan, insan haklarından ve özgürlüklerden yana olmalıdır. 

Sonuç olarak; bugünkü modern çağda hukuk kurallarının çok kısa sürelerde eskidiği bir dünyada yüzlerce yıl önceki hükümleri savunmak, dünyanın dönüş hızını keseceğini iddia etmekle aynı eş değere sahiptir. Bunu savunanlar belki toplumları kısa süreliğine meşgul etseler de eninde sonunda kurdukları barikatlarla birlikte yıkılıp gideceklerdir. Zira İslam şeriatı da bu barikatları yıkarak gelmişti. Medeniyetler geriye değil, ileriye doğru gidilerek kurulmuştur.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

29.12.2022.






26 Ocak 2024 Cuma

KUR’AN’DAKİ “CİHAT EDİN" NE ANLAMA GELİYOR?

KUR’AN’DAKİ “CİHAT EDİN” NE ANLAMA GELİYOR? 

Anlamı “Barış” olan İslam dini, özellikle de son yirmi yılda adı “terörist” ve “katliamcı” örgütlerle anılmaya başlandı. Terörist örgütler bu saldırılarına dayanak olarak Kur’an’da yer alan “CİHAD” ile ilgili ayetleri göstermektedirler. Bu terörist gruplar, İslam dinini ve tarihini bilmeyen gençlerimizin temiz duygularını istismar ederek, kendilerine taraftar bulabilmektedirler. Peki, Kur’an’daki ayetlerde ne deniliyor? Teröristlerin iddialarının dayanağı nedir? Bu makalemizde bu sorulara cevaplar vereceğiz.

“Cihad” kelimesinin Türkçe karşılığı mücadeledir. Ancak, teröristler bu kelimeye “savaş” ve“saldırı” anlamlarını yükleyerek amaçlarını gizleyebilmektedirler. Mücadele denildiğinde bu fikir mücadelesi ya da spor karşılaşmalarındaki bir mücadele de olabilir. Nitekim, Furkan suresinin 52. Ayetinde şöyle denilmektedir: “Artık inkarcılara boyun eğme, onlara karşı Kur’an ile zorlu bir cihat aç” Buradaki “Cihat” fikir mücadelesi yapılması anlamındadır. Ancak, Enfal ve Tevbe surelerindeki “Cihat” düşmana karşı “savaş” anlamında kullanılmıştır. Fakat, bu savaş saldırı değil, savunma amaçlıdır. Zira, saldıran taraf Mekkeli müşriklerdir. Mekke’li müşrikler, İslam’ı kabul edenlere baskı yapmaya, işkence etmeye ve katletmeye başlamışlardı. Müslümanlara Mekke’de yaşama şansı bırakmamışlardı. Örneğin, Hz. Muhammed’in çocukluk arkadaşı Ammar Bin Yasir, annesi ve babası müşrikler tarafından işkenceye uğramışlardı. Annesi ve babası bu işkenceler sonucu şehit olmuşlardı. Müslümanlar da bu nedenle, Habeşistan’a ve Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardı. Hicret edenlerin mallarına da Mekkeliler tarafından el konulmuştu. Müslümanlar için çok sıkıntılı bir dönemdi. Medine’ye göç edenler, Mekke’deki mallarına karşılık, Şam’dan dönen Mekkelilere ait kervana el koymak istemişlerdi. Bedir savaşının nedeni buydu. Uhud ve Hendek savaşları ise, Medine şehrini ele geçirip, Müslümanları katletmek isteyen Mekkeli müşriklere karşı yapılan meşru savunma savaşlarıydı. Teröristlerin istismar ettikleri ayetler de Bedir ve Uhud savaşları döneminde Hz. Muhammed’e inen ayetlerdir. Şimdi bu ayetlere bakalım:

NAHL SURESİ 110. AYET: ”Kuşkusuz, Rabbin işkenceye uğratıldıktan sonra hicret eden, ardından da Cihat edip sabreden kişilerin yanındadır.”

NİSA SURESİ 95. AYET: “Allah hepsine güzellik vaat etmiştir. Ama cihat edenleri çok büyük bir ödülle oturanlardan üstün kılmıştır.”

TEVBE SURESİ 41. AYET: “Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak mutlaka seferber olun. Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin.”

Bu ayetler’deki  ”Cihat” kelimesi savaş anlamındadır. Ancak Müslümanların savaşmaktan başka yapacakları bir şeyi kalmamıştı. Zira, Ölüm-kalım mücadelesi vermekteydiler. Müşrikler Müslümanlara yaşama şansı tanımıyorlardı. Müslümanlar özgürlük ve bağımsızlıkları için direnişe geçmişlerdi. Bu bir nevi tarihimizdeki kurtuluş savaşına benzemektedir. Anadolu halkı da malı ve canı ile İstiklal savaşına katılmamış mıydı? İşte Müslümanlar da aynı savaşı veriyordu. Bu meşru ve haklı bir savaştı. Dolayısıyla saldırı değil, savunma amaçlıdır. Teröristler ve onların arkasındaki destekçileri bu ayetleri gerçeklerden kopartarak, sanki Müslümanlar saldırmak amacıyla cihat etmişlerdi. Üstelik ayetleri birbirinden  ayırarak ya da başlangıç cümlesini vermeden bunu yapmaktadırlar.

 Örneğin; BAKARA suresi 190. Ayet: “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah, haksız saldırıda bulunanları sevmez”

Teröristler, ayetin başındaki “Size savaş açanlarla” bölümünü çıkartıp, “Allah yolunda savaşın” diyerek gençleri kendi çirkin ve insanlık dışı eylemlerinde kullanmışlardır. Maalesef kullanmaya da devam etmektedirler. Üstelik bunu Kur’an da yer alan çok sayıdaki ayetlere aykırı olarak yapmaktadırlar. Konu ile ilgili ayetleri verdiğimizde teröristlerin ve arkasındaki destekçilerin amaçlarının farklı olduğu görülecektir.

KALEM SURESİ 52. AYET: “Kur’an öğütten başka bir şey değildir.”

KAMER SURESİ 22. AYET: “Biz Kur’an’ı, öğüt ve ibret için kolaylaştırdık.”

ARAF SURESİ 33. AAYET: “Rabbim şunları haram kıldı; iğrençlikleri, günahların görüneni, gizli olanını, haksız yere saldırıyı haram kıldı.”

ARAF SURESİ 188. AYET: “Ben inanan bir topluluk için bir uyarıcı ve müjdeciden başkası değilim.”

YASİN SURESİ 17. AYET: “Bize düşen açık bir tebliğden başka bir şey değildir.”

İSRA SURESİ 33. AYET: “Allah’ın saygıya layık kıldığı cana haklı bir sebep yokken kıymayın.”

ENAM SURESİ 151. AYET: “Allah’ın saygın ve aziz kıldığı cana bir hakkı savunmak dışında kıymayın. Allah bunu size önerdi ki, aklınızı işletebilesiniz.”

MAİDE SURESİ 32. AYET: “Kim bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir insanı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.”

MÜMTEHİN SURESİ 8. AYET: “Allah din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarından çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü, Allah adaletli olanları sever.”

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı gibi, İslam dini şiddeti ve adam öldürmeyi meşru savunma dışında yasaklamıştır. Bütün bu ayetlere rağmen, İslam’ı saldırı ve katliamlarına gerekçe yapanların amacı nedir? Kimler tarafından desteklenmektedirler?

İslam coğrafyasına bela olan bu örgütler araştırıldığında arkasında emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinin bulunduğu görülecektir. Örneğin, Suriye, Irak, Libya, Nijerya, Afganistan, Somali, Sudan gibi ülkelerde terör eylemi yapan İŞİD, EL KAİDE, BOKO HARAM ve benzeri örgütlerin İslam’la ilgisinin bulunduğunu söyleyebilir miyiz? Yaptıkları eylemlerin İslam’a bir faydası var mı? Tam tersine, yaptıkları eylemler İslam’ı bir “terörist” dini gibi göstermeye yöneliktir. O halde, emperyalist devletlerin bu terör örgütlerini desteklemesinin amacı nedir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:

1-İslam dinini dünya kamuoyunda terör ile aynılaştırmak. Ve İslam’ı “terör” uygulayan bir din olarak göstermek.

2-İslam coğrafyasını terör örgütleri aracılığı ile istikrarsızlığa götürmek.

3-İslam coğrafyasındaki doğal kaynakları terör örgütleri aracılığı ile yağmalamak.

4-İslam ülkelerinin birlik olmasını engellemek.

5-İslam ülkelerinin bilimle buluşmasını engellemek.

6-islam ülkelerinin gelişmesini ve kalkınmasını engellemek.

7-İslam ülkelerinin sürekli olarak kendilerine bağımlı kalmasını sağlamak.

Emperyalist ülkelerin bu hedef ve amaçları yeni değildir. Yüzyıllardan beri aynı politikaları uygulamaktadırlar. İslam ülkeleri bunun karşısında ne yapmaktadır? Üzülerek belirtmek gerekir ki, aralarındaki kısır çekişmeler ve küçük hesaplar nedeniyle, emperyalistlerin bu politikalarına hizmet etmektedirler. 

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

29.12.2020.

*Kur’an’daki ayetler Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve Elmalı Hamdi Yazır’ın çevirisinden alınmıştır.

25 Ocak 2024 Perşembe

CEM İBADETİNİN TÜRKÇE İLE YAPILMASI KUR’AN’A UYGUN MU ?

CEM İBADETİNİN TÜRKÇE İLE  YAPILMASI KUR’AN’A UYGUN MU?

Alevi İslam inancında Cemler en önemli ibadettir. Kadın-erkek ayırımı olmadan ibadet edilir. Dualar ve sureler Türkçe olarak okunur. Cemevleri sadece ibadet yeri olarak değil, konferansların yapıldığı ve mesleki kursların da verildiği yerlerdir. Yani, sosyal ve kültürel faaliyetlerin de icra edildikleri mekanlardır. (Bu özelliği ile Medine’deki ilk mescitlere benzerler) Burada şu soruyu sorabiliriz ? Cem ibadeti ve cem'lerde duaların-surelerin Türkçe okunması Kur’an’a uygun mu ?

Bizim görüş ve yorumumuza göre uygundur. Konu hakkında, Kur’an’da yer alan ayetlere dayanarak bunu açıklayacağız. Önce Cem ibadetinden başlayalım. Cem ibadeti, Hz. Muhammed’in İslamiyeti tebliğ ettiği ilk yıllardaki ibadetlerle benzerlikler taşımaktadır. İnananların evinde toplanan müslümanlar, burada kadın-erkek ayırımı yapılmadan ibadet ediyorlardı. (Bu ibadet şekli doksanlı yllarda Cemevleri yapılana kadar aynıydı) Bu, Kur’an’daki ayetler'de yer almaktadır. Örneğin, MÜZEMMİL suresi, 20. ayet’de şöyle denilmektedir:

“ Ey Muhammed! Rabbin senin gecenin  üçte ikisi kadarını, bazan da gecenin yarısını, bazan da gecenin üçte birini SENİNLE BERABER BULUNAN TOPLULUK ile birlikte ibadetle geçirdiğinizi bilir. “( Kur’an’ı Kerim, Arapçası, Türkçe okunuşu ve anlamı, Milliyet yayınları, 1982)

Müzemmil suresi Hz. Muhammed’e Mekke’de inen surelerin üçüncüsüdür. Yani, Hz. Muhammed’in Mekke’de İslamiyeti tebliğ etmeye başladığı yıllardır. Dolayısıyla, müslümanlar müşriklerden çekindikleri için, ibadetlerini evlerde yapmaktadır. Bu evlerden biri olan Erkam bin Ebul Erkam’ın evi hadislerde yer almaktadır.

Hadis yazarı Sahih-i Buhari de “Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercmesi” adlı eserinde, Müzemmil suresinde belirtilen ibadetin  Müslümanların Medine’ye göç edene kadar on yıl devam ettiğini ifade etmektedir. (Cilt 4, sayfa 105-106, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 8. Baskı)

Ayrıca NUR suresinin 35 ve 36. ayetlerinde "İzin verilen evlerde kandil (Çerağ) yakılır" denilerek ibadet evlerinde  Allah "tesbih" (anmak-zikretmek) edilir denilmektedir. İlgili ayetler şöyledir:

35. Ayet:"Allah göklerin ve yerin Nur'udur. O'nun Nur'u içinde ışık bulunan bir kandile benzer. O ışık bir cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu, yalnız ne doğuda, ne de batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa bile, hemen ışık verir. Bu ışık Nur üstüne Nur'dur. Allah dilediğini Nur'una kavuştururur."

36. Ayet: " Bu ışık Allah'ın yüksek tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verildiği evlerde yakılır. Onlar burada sabah, akşam O'nu tesbih ederler."

Alevilik’deki Cem’ler de gecenin başlangıcından, gecenin yarısına kadar devam eder. Bugünkü zaman dilimi ile söyleyecek olursak, beş altı saat sürer. Nur suresindeki evler de Cemevlerine denk gelmektedir. Cem ibadetinin başında  Çerağlar(kandil) dua ile yakılır, Cem sonunda dua ile sırlanır. (söndürülür) Bu ayetler ve hadisler de Cem ibadetinin Kur'an'a uygun olduğunu teyit etmektedir.

Cem'lerdeki  duaların Türkçe okunması da Kur’an’a uygundur. Çünkü, Kur’an, okunup, dersler çıkarılmasını öğütler. İlgili ayetler şunlardır:

NAHL SURESİ: 12. Ayet:” ....Şüphe yok ki, bunlarda akıl eden kimseler için dersler vardır. “

YUSUF SURESİ: 104. AYET: “... Kur’an alemlere öğütten başka bir şey değildir. “

YUSUF SURESİ: 111. Ayet: “...Peygamberlerin kıssalarında akıl sahiplerine ibretler vardır.”

ARAF SURESİ: 2. Ayet: “ Ey Muhammed! Bu kitap insanları onunla uyarman ve inananlara öğüt vermen için sana indirildi.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Kur’an, insanları uyarıp, ders çıkarmaları için öğütler vermektedir. Kur’an, Hicaz bölgesindeki Araplara kendi dilinde indirildi. Bu ayetlerde de belirtilmektedir. Kur’an'da bunun gerekçesi şöyle açıklanmaktadır:

FUSSİLET SURESİ: 44. Ayet: “ Biz bu Kur’an’ı yabancı bir dille meydana koysaydık, “Ayetlerin açıklanması gerekmez miydi ? Bir Arap’a yabancı bir dille söylenir mi “ diyeceklerdi.”

İBRAHİM SURESİ: 4. Ayet: “ Her peygamberi apaçık anlatabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik.”

YUSUF SURESİ: 2. Ayet: “ Biz onu anlayasınız diye Arapça okunmak üzere gönderdik.”

Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Hicaz bölgesinde yaşayan Arapların Kur’an’ı anlayabilmeleri için konuştukları dil olan Arapça ile indirilmişti. Bilmedikleri bir dille indirilmiş olsaydı anlayamayacaklardı. Buradan şu anlam çıkmaktadır; insanlar Kur’an’ı kendi dillerinde okurlarsa, anlayabilirler. Aksi taktirde, yazılanları ve okunanları anlayamazlar. O halde, Arapça bilmeyen toplumların Kur’an’ı kendi dillerinde okumalarının doğru olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani, Türkçe bilenlerin Kur’an’ı Türkçe, Farsça bilenlein Farsça, İngilizce bilenlerin de ingilizce okumaları gerekir ki, anlayabilsinler. İşte Türkiye’deki aleviler de bunu yapmaktadır. İbadetlerinde duaları-sureleri bildikleri dil olan Türkçe ile okumaktadırlar. Dolayısıyla Kur’an’a uygundur.

Ünlü hadis yazarı Sahih-i Buhari de Kur'an ayetlerinin daha iyi anlaşılması için, Arabistan yarım adasında altı farklı lehçede okunduğunu belirtmektedir. 

Buhari şöyle yazmaktadır:

“Ceziretül Arab hayatına göre halk arasında köle ve cariyeler mühim bir yekun oluşturuyordu. Bunların her biri ayrı kabilelere mensuptu. Kendi lehçelerinin dışında Kur’an’ı öğrenmeleri çok zordu. …Bunun için müşfik peygamberimiz Kur’an’ı Kerim’in yalnız Kureyş lügatı ile değil, her fasih (güzel-iyi) lügati Arabiye ile de nazil olmasını ve okunabilmesini arzu ediyorlardı. .. Bu lehçeler Hevazin, Sekif, Tay, Yemen, Hüzeyl ve Temim kabilelerinin lügatları idi.” (Sahih-i Buhari, Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, yedinci cilt, Sayfa, 316, 317, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, sekizinci baskı)

Sahih-i Buhari’nin aktardığı bu hadis de peygamber efendimiz dönemindeki bu uygulama da bizim görüşümüzü doğrulamaktadır. 

Sonuç olarak Alevilik'deki Türkçe ibadet Kur'an'a uygundur.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
24.08.2018.

*Kur’an’daki ayetler, Milliyet gazetesinin 1982 yılında dil ve din uzmanlarından oluşan bir kurul tarafından hazırlanan Kur'an'ı Kerim'in Türkçe çevirisinden alınmıştır.





20 Ocak 2024 Cumartesi

HER ŞEYİN ZAMANI VAR

 

HER ŞEYİN ZAMANI VAR

 

Kaptırmış, gidiyorsun acelem var diye.

Nasıl olsa, rüzgar esiyor diye.

Sonsuza kadar eseceğini sanma,

Sonra pişman olursun, niye arkasından gittim diye.

 

Her rüzgarın bir mevsimi var.

Yağmur getireni, kar getireni var.

Sel olup akanı var, afat olup yıkanı var.

Kaptırma kendini, her şeyin bir bedeli var.

 

Her rüzgarın bir görevi var.

Yazın serinleteni, kışın üşüteni var.

Hava dönüyor, ufukta güneş var.

Gün aydınlanıyor, güzel haberler var.

 Yazan: Aşık DEDEOĞLU

06.02.2017

 

 

 

 

19 Ocak 2024 Cuma

İSLAM DÜNYASININ BİLİM İNSANLARI AKILCI EKOLDEN Mİ, NAKİLCİ EKOLDEN Mİ GELİYOR?

İBN-İ SİNA 

BİRUNİ

HAREZMİ


İSLAM DÜNYASININ BİLİM İNSANLARI AKILCI EKOLDEN Mİ, NAKİLCİ EKOLDEN Mİ GELİYOR?

Dinde aklı reddedip, nakli yanı diğer deyimle nasçı-kaderci ekolü savunanlar İslam coğrafyasındaki bilim insanlarının bilime, tekniğe yaptıkları katkılarla, buluşlarla övünürler. Oysa, İslam coğrafyasındaki bilim insanlarının hayatları ve yaptıkları yakından incelendiğinde, bunların dinde nakilciliği değil, akılcılığı savundukları görülecektir. Eğer nakilcilerin dedikleri doğru olsaydı bilim insanlarının nasçı-nakilci olması gerekirdi. Ancak bu bilimdeki yenilikleri ve teknolojik gelişmeleri yakalamak için engel teşkil ederdi. Zira bütün icat ve buluşlar deneye, gözleme, analize ve somut verilere dayanmak zorundadır. Bu deneyler ve gözlemler de ancak akıl sayesinde yapılabilir. Dolayısıyla İslam dünyasının 10.11. ve 12. Yüzyılda bilim ve teknolojide önde olması, İslam dininde akılcı ekolü temsil eden Mutezile mensuplarının yönetim kademesinde bulunması sayesinde olmuştur. Örnekleyecek olursak, Biruni, İbn-i Sina, Harezmi, Ömer Hayyam gibi en önde gelen bilim ve sanat insanları eserlerinde hep aklı kullanmışlardır. 

Şimdi bu tezimizi güçlendirmek için en tanınmış bilim adamlarından olan Biruni, İbn-i Sina ve Harezmi üzerinden gidelim.

BİRUNİ: Esas adı Ebu Reyhan Mahmud bin Ahmed el BİRUNİ’DİR. Horasan'ın Harezm bölgesinde doğdu. 1048 yılında Gazne’de vefat etti. Yirmi beş yaşında ilk eserini yazdı. Astronomi dalında yazdığı “Kanun” adlı eseri altı asır boyunca Avrupa’da ders kitabı olarak okutuldu. Kitaplarının çoğunu Arapça yazdı. Toplamda yüz seksen eser ortaya koydu. Eserleri, Matematik, Astronomi, Coğrafya, Tarih ve Farmoloji üzerinedir. Matematik’te Trigonometri dalında yeni teoriler geliştirdi. Coğrafya dalında enlem ve boylamların uzaklıklarını hesapladı. Madenlerin özgül ağırlıklarını buldu. Bulduğu değerler bugünkülerle neredeyse aynıdır.

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Mehmet Alıcı, “Dinler Tarihçisi olarak Biruni” adlı makalesinde Biruni için şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Biruni incelediği konularda somut verilere dayanmıştır. Gözleme, deneye önem vermiştir. Biruni’nin ilmi kişiliğinin en önemli özelliği akılcı oluşudur.”

İBN-İ SİNA: Uzun ismi Ebu Ali Sina’dır. 980 yılında Orta Asya’nın Buhara kentinin Efşene köyünde doğdu. 1037 yılında Hamedan’da vefat etti. İbn-i Sina Tıp, Astronomi, Felsefe, alanında eserler yazmıştır. “Erken Tıbbın Babası”, “Filozofların Prensi” olarak ün yapmıştır. Tıp alanındaki eserleri 18. Yüzyıla kadar Avrupa’da ders kitabı olarak okutulmuştur. En önemli buluşu, kanın besinleri taşıyan bir sıvı olduğudur. Şeker hastalığını idrardan alınacak numune ile belirleneceğini ilk o tespit etmiştir. Ayrıca Kızıl, Şarbon, karaciğere bağlı hastalıkları ve hepatiti yine İbn-i Sina keşfetmiştir.

Hastalıkların gözle görülmeyen mikroplardan kaynaklandığını, ameliyatlarda hastanın acı çekmemesi için uyuşturma yöntemini de yine ilk İbn-i Sina uygulamıştır. En önemli iki eseri “Tıp Kanunu” ve “Şifa”dır.

İbn-i Sina’nın bir diğer özelliği de vefatından önce bütün mal varlığını yoksullara dağıtması ve kölelerini azat etmesi olmuştur.

HAREZMİ: Tam adı Ebu Cafer Muhammed bin Musa el Harezmi’dir. 780 yılında Harezm bölgesinde doğdu. 850 yılında Bağdat’ta vefat etti. Matematik, Astronomi, Coğrafya ve Algoritma alanlarında eserler yazdı. Matematikte ilk kez sıfır rakamını o kullanmıştır. Cebir ve Trigonometrinin kurucusu sayılır. Birinci ve ikinci derecede denklemleri analitik metotla, tek bilinmeyen denklemleri ise, cebirsel ve geometrik metotlarla çözmenin yollarını bulmuştur. Cebir alanındaki eserleri 16. Yüzyıla kadar Avrupa’da ders kitabı olarak okutulmuştur.

Hayatlarını ve bilime yaptıkları katkılarını kısaca özetlediğimiz üç bilim insanının akıl ve mantıklarını kullanmadan eserlerini yazmaları mümkün olur muydu? Elbette ki cevabımız hayırdır. Fakat dinde nakilciliği yani nasçılığı savunanlar bunu bir türlü anlamamışlar ya da anlamak istememişlerdir. Bunların her şeyi kadere bağlayan bu düşünce anlayışının İslam coğrafyasında hakim olmasından sonra, önce duraklama sonra da gerileme dönemi başlamıştır. Bu kaderci anlayış insanları tembelliğe, miskinliğe sevk etmiş ve hür düşüncenin önünü kapatmıştır. İslam ülkeleri bunun sonucunda aklını öne alan bir düşünce akımını hakim kılan Avrupa ülkelerinin sömürgeleri olmuşlardır. Tüm doğal kaynaklar ise, bu ülkeler tarafından yağmalanmaya devam edilmektedir. Oysa, İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an’ı Kerim’de aklın kullanılması konusunda onlarca ayet bulunmaktadır. Ancak yöneticiler aklı kullanmaktan kaçınmışlardır. Zira insanları bu şekilde yönetmek daha kolay olmaktadır. Çünkü yaşanan her şey kadere bağlanmaktadır. Kaderci anlayış ise, insanların aklını kullanmasına pranga vurmaktadır.

İslam ülkelerinin ayağa kalkabilmesi için yeniden aklı ve mantığı öne alan yönetimlere ve bilim adamlarına ihtiyaç duymaktadır. Ama ne yazık ki, tam tersi yapılmakta, tepeden tabana “din” adı altında bin dört yüz yıl önceki toplum düzeni dayatılmak istenmektedir. İşte İslam ülkelerinin kaderciliği dayatan bu gericiliği aşmadan, modern dünyadaki yerini alması asla mümkün olmayacaktır.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

17.01.2024.

BİR AYDINLANMA LİDERİ: HACI BEKTAŞ VELİ


BİR AYDINLANMA LİDERİ: 
HACI BEKTAŞI VELİ

Bizim aydınların Avrupalılara ve onların yarattığı kültür ve medeniyete aşırı derecede hayran olmalarını bir türlü anlayamamıştım.  Bu hayranlıklarını ifade ederken, içinden çıktıkları toplumu ve kültürleri sürekli aşağılamalarına da bir anlam verememiştim. Bunun nedeni neydi? Oysa, Anadolu ve onun devamı olan Mezopotamya dünya uygarlığına sayısız değerler katmış bir bölgeydi. Yazılı medeniyete beşiklik etmiş, tarımsal üretimi başlatmış, Avrupa medeniyetine de kaynaklık etmiş bir coğrafyaydı. Bu karşı tarafı yüceltme, kendisini küçük görme anlayışı nereden geliyordu?

Bu düşünce ve anlayışların alt yapısını, Hacı Bektaş Veli’nin hayatını ve fikirlerini araştırmaya başladıktan sonra anlamaya başladım.  Bu araştırmalar sonunda birisinin sürekli olarak  bazı şeyleri bize tek taraflı  empoze etmeye çalıştığını fark ettim. Empoze edilenlerden birkaçını hemen sayalım. Pusulanın, kağıdın, matbaanın, barutun mucidi bir doğu ülkesi olan Çin olmasına rağmen,  kazanımlarına sahip çıkan ve bunu sanki ilk kendileri keşfetmiş gibi sunan Avrupalılar olmuştu. Yine Amerika’yı sömürgeleştirmelerini ve doğal kaynaklarını yağmalamalarını bütün dünyaya “keşif” diye sunmuşlardı.Üstelik Katlettikleri Amerikalı yerlileri ve yağmaladıkları doğayı da gizleyerek yapmışlardı. Kendilerine karşı direnmeyen ya da teslim aldıkları yerli halkı da mensubu oldukları Hıristiyanlık dini ile de köleleştirmişlerdi. Aynen Afrika’da siyahi ırktan olan insanlara yaptıkları gibi. Üstelik sürekli barışı öğütleyen bir dini, çıkarlarına alet ederek gerçekleştirmişlerdi.

Verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi, Avrupalı egemenlerin ne kadar bencil ve insafsız oldukları ortadadır. İşte bu yapılanlara karşı vicdanlı ve namuslu aydınlar yine Avrupa’dan çıkmış ve bu haksızlıklara ve insanlık dışı uygulamalara “dur” diyerek seslerini yükseltmişlerdi. Avrupa’yı medenileştiren ve aydınlanma devrimini gerçekleştiren de yine aynı kişilerdi. Saygıyı ve hayranlığı, hümanizm ve aydınlanma ışığını yayanlar hak etmektedir. Bütün Avrupa değil.

Ancak burada dikkatimizi çeken Avrupalı aydınlardan dört yüz yıl önce aydınlanmanın sembolü olan “aklı kullanmayı” ve "Hümanizmi" Anadolu’da insanlara anlatan bir lider vardı. Bu lider, aynı zamanda dini bir lider olan Hacı Bektaş Veli idi. Hacı Bektaş Veli, Avrupalı aydınların 17. ve 18. yüz yılda savunduklarını, 13. yüzyılda halka ulaştırmak için büyük çaba sarf etmişti. Ama ne yazık ki; Hacı Bektaş Veli’nin hümanizmi savunan, aklı kullanmayı öğütleyen fikirlerini tanıtmak ve bunları dünyaya anlatmak kimsenin aklına gelmemişti. Avrupa’daki egemenler gibi, Türkiye’deki egemenler de Hacı Bektaş Veli’nin düşüncelerinin halkla buluşmasını ve tanınmasını elbette istememişlerdi. Ancak, Avrupalılara methiyeler dizen, dünyadaki gelişmeleri takip etmekle övünen bizim sözde aydınlarımız ne yapmışlardı? Maalesef onlar da görevlerini yerine getirmemişlerdir. Çok küçük bir kısmını saymazsak, hemen hemen hepsi bildiklerini Avrupa’dan transfer etmişlerdir. Hatta, İslam dini hakkındaki düşünceleri de buna dahildir. İslam’ı kendi orijinal kaynaklarından araştırmak yerine, Avrupalı oryantalistlerin araştırmalarını kendilerine referans yapmışlardır. Bu yüzden de yerli olan araştırmacılara gerekli önemi ve desteği sunmamışlardır. Hacı Bektaş Veli ve son yüzyılın öne çıkan din bilgini Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e değer vermemelerinin kaynağı da buradan gelmektedir.

Hacı Bektaş Veli her ne kadar bir din adamı ise de aynı zamanda bir felsefeci ve filozoftur. Geldiği yer olan Horasan, yıllarca Sasaniler’in ve daha önce Pers’lerin hüküm sürdüğü ve medeniyet kurduğu bir coğrafyaydı. Kültür ve felsefe üreten bir yerdi. Yani Hacı Bektaş Veli’nin yetiştiği ortamın dayandığı bir bilgi birikimi ve alt yapısı vardı. İşte buradan elde ettiği bilgileri sentezleyerek fikir ve düşüncelerini oluşturmuştu. Bu düşüncelerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Hacı Bektaş Veli’nin din anlayışı, akıl ve insan sevgisi üzerine dayanır. Onun anlayışında  din ve mezhep ayırımı yoktur. Ona göre asıl olan insandır. İnsan, Tanrı’nın yarattığı en kutsal varlıktır. Çünkü, Tanrı insana diğer varlıklarda bulunmayan aklı vermiştir. İnsanlar aklı sayesinde en doğruyu ve en güzelini bulurlar. Evrende ne varsa, insanın bedeninde de onun olduğunu, ruhunda da Tanrının sıfatlarını barındırdığını belirtmiştir. 

 Hacı Bektaş Veli, bütün insanları din ve mezhep ayırımı yapmadan eşit görürken, hümanist düşünceyi savunurken, aynı yüz yılda Avrupa'da Katolik kilisesinin başında bulunan Papa hem Müslümanlara  hem de farklı Hıristiyan gruplarına karşı haçlı seferleri düzenlemek için çağrılar yapıyordu.

Hacı Bektaş Veli’nin İslam anlayışı aynı zamanda akla dayanmaktadır. Bunun asıl kaynağı da Kur’an’dır. Kur’an, birçok ayet de aklın kullanmasını emreder. Hacı Bektaş Veli, Makalat-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye adlı eserinde, akıl hakkında şöyle demektedir:

“İman akıl üzerinedir. Akıl sultandır. Sultan giderse, naip de durmaz. İman bir hazinedir. İblis bir hırsızdır. İmanın bekçisi akıldır. Bekçi giderse iman nice olur. Akıl haznedardır. Haznedar giderse hırsız da hazineyi çalar. İnsan koyundur. Akıl çobandır. İblis de kurttur. Çoban giderse, kurt koyunu ne yapar? “

Hacı Bektaş Veli 13. Yüzyılda bunları söylediğinde, Avrupa ülkeleri Papa’nın baskısı ve zulmü altında inliyordu. Şifacı kadınlar cadı kazanlarında yakılıyor, cennet tapuları para ile dağıtılıyor, günahlar para karşılığında bağışlanıyordu. Kiliseye boyun eğmeyenler ise, aforoz edilip cezalandırılıyordu.

Avrupa’nın aklı kullanması aşamasına gelebilmesi için daha önünde dört yüz yıl vardı. Yani Avrupa’nın aydınlanmasını sağlayacak olan Rene Descartes ve İmmanuel Kant’ın ortaya çıkması için daha dört yüz yıl beklemesi gerekiyordu. Tüm bu tarihi gerçeklere rağmen, biz bize ait olan hümanist ve aklı kullanmayı öne çıkaran bir düşünceyi aradan yedi yüz elli yıl geçmesine rağmen, başta Avrupa olmak üzere dünyaya tanıtamamışız. Bunun nedeni neydi? Bunun nedeni kendi öz değerlerimize önem vermememizden kaynaklanıyordu. Aydınlarımızın kendi kültürlerine yabancı kalmasından ve kendilerine güvenmemesinden geliyordu. Eğer Avrupa’nın Hacı Bektaş Veli gibi bir önderi olsaydı, dünyada onun düşüncelerini tanımayan kimse kalmazdı. Burada sadece aydınlarımızı eleştirdik. Ancak devleti yönetenlerin de elbette payları bulunmaktadır. Kültür bakanlığı da maalesef aynı tutum içindedir.

 Osmanlı Devleti de  kuruluşunda Bektaşilikle kurduğu ittifakı 16. Yüzyıldan sonra bozmuş, yerine bağnaz ve tutucu olanları tercih etmişti. Ve bunun sonunda gelişmelerin gerisinde kaldığı için tasfiye olmak zorunda kalmıştı. Hayatın gerçekleri böyledir. Dünyadaki gelişmeleri yakalayamayan gider. Onun yerine geleceği okuyabilen gelir. Bu bir doğa kanunudur. Doğaya uyum sağlayan yaşar. Uyum sağlamayan gider. Aynı kural devletler için de geçerlidir. Tarihe baktığımızda bunu görürüz.

Makalemizi Hacı Bektaş Veli’nin veciz sözleri ile tamamlayalım.

***Kızlarınızı okutunuz, onlar geleceğin anneleridir.

***İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.

***Akıl beden içinde sultandır.

***Dil, mızraktan daha derin yaralar.

***Her ne arar isen, kendinden ara, aradığın kendindendir.

***İlim aynaya benzer, ona bakan kendini görür.

***Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur.

***Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyi iyidir.

***Eline, beline, diline sahip ol.

 

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

12.05.2020.

Kaynaklar:

--Mustafa Şişman, Hacı Bektaş Veli, Sepya yayınları,2013

--Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İç yüzü

--Gazi Ün. Hacı Bektaş Veli Araştırma dergisi.

 

 

 


4 Ocak 2024 Perşembe

DİNLER TOPLUMLARI İLERİYE Mİ, GERİYE Mİ GÖTÜRMEYİ AMAÇLAR?

DİNLER TOPLUMLARI İLERİYE Mİ, GERİYE Mİ GÖTÜRMEYİ  AMAÇLAR?

İslam ülkelerinin dünya ekonomisi ve siyaseti içindeki yerine baktığımızda, en son sıralarda yer aldığını görmekteyiz. O halde, insanlığa en son inen din olmasına rağmen, İslam ülkeleri neden ekonomide, teknolojide ve dünya siyasetinin belirlenmesinde en alt sıralarda yer almaktadır?  Bu makalemizde bu konuyu açıklamaya ve üzerinde fikir yürütmeye çalışacağız.

Dinlerin amacı nedir? Toplumu ileriye mi, geriye götürmeyi mi amaçlar? Elbette ki ileriye götürmeyi amaçlar. O halde kendilerini “İslamcı” ya da İslam dininin temsilcisi olarak gören parti, dernek, vakıf ve kuruluşlar neden İslam dininin ortaya çıktığı 7. Yüzyıldaki hukuk sistemini (Şeriatı) savunmaktalar?

Şeriat düzenini savunan bu çevreler, dinlerin amacını da İslam’ı da anlamamışlardır. Zira eğer dinlerin getirdiği hukuk sistemi (şeriatı) değişmemiş olsaydı, yüce yaratan neden birden fazla peygamber göndersin?  Peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerde tek tanrı inancı aynı kalırken, şeriatlar farklıydı. Yani getirdikleri hukuk sistemi farklıydı. Bunlar Hazreti Musa şeriatı, Hazreti İsa şeriatı ve Hazreti Muhammed Şeriatı olarak adlandırılıyordu. Dinler insanların inançlarını belirlerken, aynı zamanda ekonomik ve siyasi sistemleri de belirliyordu. Zira dinler eski inançların ve ekonomik sistemlerin yerine yenilerini inşa ediyordu. Bu değişim bazen reformla olurken, bazen de ihtilalle oluyordu. Hazreti İsa, Filistin bölgesinde yozlaşmış ve çürümüş ekonomik ve dini sistemin yerine daha insancıl, daha paylaşımcı bir düzeni kurmak için tebliğlerde bulunmuştu. Ancak bunun bedeli çarmıha gerilmek olmuştu. Hz. Muhammed ise, tebliğ ettiği yeni dini ve ekonomik sistemi silahlı mücadele ile başarmıştı. Çünkü karşısındakiler silaha başvurmuştu. Yeni dini yaymak ve yeni bir ekonomik sistemi kurmak ancak silaha, silahla karşılık verilerek kurulabilirdi. Zira hiçbir egemen elinde tuttuğu siyasi ve ekonomik gücü bırakmak istemiyordu. Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği din hak ve adaletten yanaydı. Üstelik köleliğin kaldırılmasını ve gelirin  paylaşılmasını savunuyordu. Bu gücü elinde tutan egemenler ise, bu taleplere şiddetle karşı çıkıyorlardı. Hz. Muhammed, çoğu akrabası olan bu egemenlerle savaşmaktan kaçınmadı. Amcalarından Abbas Mekke'nin en tanınmıs tefecilerindendi. Yine ayni sekilde diğer amcası Ebu Leheb çok zengin bir köle tüccariydı. İşte, Hz. Muhammed bunlara karşı mücadele ediyordu.

Hz. Muhammed uzun mucadeleler ve savaşlardan sonra yeni dini ve ekonomik sistemi silahlı güç kullanarak Hicaz bölgesinde hakim kıldı. Bu yeni din sayesinde bölgedeki yoksullar, dul ve yetimler bazı haklar elde ettiler. Kölelerin azat edilmesi de hız kazandı. Zira kutsal kitapta kölelerin azat edilmesi isteniyordu. Hiçbir sosyal hakkı olmayan ve erkekler tarafından alınıp-satılabilen bir emtia gibi görülen kadınlar az da olsa bazı haklar elde ettiler. Bunlar mirastan pay alma, evlenirken kadına bir bedel ödenmesi, şahit olarak tanınması, bir erkeğin en fazla dört kadınla evlenebilmesi gibi somut kazanımlardı. (Erkekler daha önce sayısız kadınla evlenebiliyordu)

Özetleyecek olursak, dinler toplumları ileriye götürme görevini üstlenmişlerdir. Yani inançların temeli olan tek tanrı inancı yerini korurken, ekonomik ve hukuk sistemini değiştirmişlerdir. Bunun nedeni; üretim şeklinin ve üretim araçlarının değişmesiydi. Üretim şekli değişince, ona uygun olarak hukuk sistemi de değişmek zorundaydı. Örneğin; 7. Yüzyılda karadaki nakliye aracı deveydi. İki devenin çarpışması sonucu kimse hayatını kaybetmiyordu. Ancak, 21. Yüzyılda karada arabalar, havada uçaklar çarpıştığında onlarca insan hayatını kaybediyordu. Yeni hukuk sisteminin de buna göre yapılandırılması gerekiyordu. İşte biz buna şer-i hükümler diyoruz. Yani bugünkü anlamıyla biz buna kanun ya da yasa diyoruz. Şer-i hükümler olan kanun ve yasalar insanların ihtiyacına göre değişebilir. Bunun karşısında olmak dinlerin özünü anlamamaktır. Bu anlayış  "Ben nakliye aracı olarak treni ve kamyonu değil, deve ve katırı kullanmak istiyorum" demekle eş değerdedir. Ama bunu yaşamında yapmıyorsun en son model araca biniyorsun, ticaretini de motorlu araçlarla ve gemilerle yapıyorsun. Burada bir tezatlik yok mu? Yani Şeriat isteyenler günlük yaşamlarında  tersini yapmaktadırlar. Kısaca söyleyecek olursak, "şeriat isteriz" diyenlerin bu talepleri tarihin gidişine set koymaktır. Tarihin gidişine set olmak isteyenlerin savundukları sistemin din ve imanla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Bunlar ilerlemenin önünde barikat kurmak isteyenlerdir. Aynen 7. Yüzyılda Hz. Muhammed’e engel olmak isteyenler gibi. O tarihte Hz. Muhammed’in getirdiği hukuk sistemine (Şeriata) karşı çıkanlara ne deniliyordu? "Cahiller." İşte bugünkü cumhuriyet rejiminin getirdiği kanun ve hükümleri ortadan kaldırıp, 7. yüzyıldaki şeriatı hakim kılmak isteyenler de cahildirler. Zira, 7. Yüzyılda donup kalmışlardır. Bir türlü 21. Yüzyıla gelememişlerdir. Onlara önerim dinler tarihini, özel olarak da İslam tarihini okumalarıdır. 

Makalemizi bitirirken, başlıktaki soruya vereceğimiz cevap şöyledir: İslam ülkelerinin dünya sıralamasında en altlarda yer almasının nedeni Hz. Muhammed’i ve getirdiği dini iyi anlayamamalarından kaynaklanmaktadır. Zira Kur’an’ı Kerim’de defalarca “Aklınızı kullanın” denilmesine rağmen, ülke yönetimlerini elinde bulunduranlar hala aklını kullanmaktan imtina etmektedirler.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

04.01.2024.

Amasya.

 

 

Popular