Aydınlarımız, din ve ilahiyat konularına maalesef gerekli ilgiyi gösterememişlerdir.
Bu alanda bir kaç akademisyeni saymazsak, hemen hemen yok gibidir. Meydan
tamamen, "muhafazakar" görünümlü politikacılara, “dinci” lere ve din üzerinde nemalanan
tarikat ve cemaatlere terk edilmiştir. Peki; bu doğru bir tutum mudur ? Değilse, doğrusu ne olmalıdır ? Bu makalemizde buna cevaplar bulmaya çalışacağız.
Doğru yol önümüzde
durmaktadır, fakat biz bunu göremiyoruz. Ya da birileri bizim görmememiz için perdeleme görevi yapıyor. Türkiye’nin
meselesi sanki dindar olanla, olmayan arasındaymış gibi sergilenmekte ve
propagandalar da bu eksen üzerinde yapılmaktadır. Büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk, bu
sorunu cumhuriyeti kurar kurmaz bir çözüme kavuşturmak istedi. Zira, kurtuluş savaşı sırasında,
emperyalistler ve onların işbirlikçileri Kuvayi Milliyecileri “ dinsiz”
göstererek geniş kitleleri bağımsızlık mücadelesine karşı kullanmışlardı.
Bilinçsiz halk “din” uğruna, gerici isyan hareketlerinde yer almıştı. Yozgat, Gerede, Konya isyanları buna
örnektir. Atatürk’ün buna bulduğu çözüm, Kuran-ı Kerim'in Türkçe mealini yaptırmak, İlahiyat
fakülteleri açarak aydın din adamı yetiştirmek, Diyanet işleri Başkanlığını
kurarak, halka dinin doğru öğretilmesini sağlamaktı. Bunu yaparken, hurafeleri
din diye pazarlayan, dini konular üzerinde bilgisi olmadan el altından, yeni
tabirle merdiven altı yayınlarla halkı zehirlemek isteyenlere karşı da kararlı
bir mücadele yürütmekti.
Bu mücadele, 1950’li yıllara
kadar devam etti. Bu yıllardan sonra, mücadele terk edildi. Hatta, CHP’den
ayrılarak Demokrat Partiyi kuran Adnan Menderes, bazı tarikat ve cemaat liderleri tarafından
yeşil tuğralı bayraklarla karşılanmaya başlandı. Ondan sonra da, sağ parti
liderleri cemaat ve tarikatların önünü açtılar ve hızla palazlandılar. Cumhuriyete ve onu kuran kadrolara karşı
karalama kampanyaları başlattılar. Halkın önemli bir kesimini bu yalan ve
kara propagandalarla zehirlediler. Bunların başında da Nur cemaatin lideri olan
“ Saidi Kürdi” yada diğer adıyla Saidi Nursi geliyordu. Bakın, bu cumhuriyet ve Atatürk düşmanı “BİR SIRRI İNNA ATAYNA” adlı risalesinde ne diyor:
“ Mustafa Kemal ismiyle malum
olan şahsı menhus, o decallerden birisidir.”
Yine Türkiye cumhuriyetini “ Darül harp” yani yıkılması ve savaşılması
gerekli bir devlet olarak tanımladıktan
sonra, “Rumuzatı Semaniye” adlı risalesinde,
İsmet İnönü’ye “ deccal”, Fevzi Çakmak’a da “Süfyan”
diye saldırıyor. Cumhuriyete ve
kurucularına hakaret eden, bu cemaat
şeyhin adı bugün okullara ve
caddelere veriliyor. Her yıl törenlerle
anılıyor. Nereden, nereye geldik.
Peki bunlara karşı mücadele
verildi mi ? Türkiye cumhuriyetini kuran
parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, bunlara karşı yeterli ve bilinçli bir
mücadele yürüttü mü ? Aydınlarımız bunlara karşı halkı bilinçlendirdi mi ? Ya
da tarikat ve cemaatlere karşı
cumhuriyeti savunmak için fikri alanda halka önderlik etti mi ? Maalesef,
hepsine hayır demek durumundayız. Hatta tam tersine, bütün saldırılara göğsünü
siper edenler yalnızlığa terk edildi ve etkisizleştirilmesine seyirci kalındı.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk hoca bunların en önde gelenidir. Kendisini rahmetle
anıyor, mekanı cennet olsun diyorum.
Gelelim aydınlarımızın din ve
ilahiyat konularına uzak durmasına. Aydınlarımız, İslam’a batılı
entelektüellerin gözüyle bakmaktadır.
Kendileri inceleme yapmak yerine, hazır olan batıcı görüşleri
benimsemişlerdir. Bu nedenle de İslam’ı
“ gerici” gibi algılamaktadırlar. Hatta, bir çoğunun Şeriat’ın Arapça’da “
hukuk” anlamına geldiğinden bile haberi yoktur. Yani bizim aydınımız, hala Osmanlı dönemindeki “ tanzimatçı” kafası
ile hareket etmektedir. Onlar da batıdakileri kopyalayarak, “fikir” ve
“kültür” üretmeyi “yenilik “ sanıyorlardı.
Kafa değişmemiş. Kendisi zahmet edip araştırmıyor, hazıra konmayı marifet
sayıyor. Böyle olunca da İslam dininin içini, özünü kavramadan ön yargılı
olarak toptan reddi mirasta bulunuyor. Oysa, bu topraklarda İslam dini ve
kültürü bin yıldan fazla hüküm sürüyor. Bunu reddedip, halkın gelenek ve göreneklerini
nasıl görmezden gelirsin. Halkın inancını nasıl “ gericilik” diye damgalarsın.
Bunun aydın olmakla ne ilgisi var ?
Sana Maun suresini hiç okudun mu
diye sorsam “ hayır” cevabını vereceksin. Ne zaman ve hangi gerekçe ile Hz.
Muhammed’e indi desem yine cevap veremeyeceksin. O halde, hakkında araştırma ve
inceleme yapmadığın bir konu hakkında neden ahkam kesiyorsun. Muhafazakar,
dindar, vatansever insanları neden “ dinci” lere, din bezirganlarına, cemaatlere ve tarikatlara teslim ediyorsun.
Sen nasıl aydınsın ? Aydın dediğin araştırır, bilgi sahibi olur, sonra da
halkına edindiği bilgiyi sunar. Yani onları aydınlatır. Bunu yapmıyorsan,
batsın senin “aydın”lığın.
HAZRETİ MUHAMMED,NAZIM HİKMET-HİKMET
KIVILCIMLI
Bu sözde aydınlarımıza, bir kaç
örnek vermek istiyorum. Birincisi elbette ki, dinin elçisi olan Hz.
Muhammed’den vermek istiyorum:
“ Bir gün Mescidi Nebeviye’de
yapılan sohbetlere bir çöl bedevisi de katılır. Bedevi Peygamber efendimize bir
soru soracağını iletir. Peygamber de buyur der: Bizim dinimizin özü nedir
? Peygamber efendimiz bu soruya şöyle
cevap verir: Bizim dinimizin özü, hak, adalet, fakire, yoksula ve yetime yardım
etmektir. ” (Hadisi Şerif)
İkincisi, büyük şair Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet,
sürgündeyken gittiği yerlerde cami cemaati ile sohbet eder ve dinin özünün
yardımlaşma ve dayanışma olduğunu anlatır.
Üçüncü örnek, Sosyalist aydın
ve bilim adamı Dr. Hikmet
Kıvılcımlı’dır. “ Allah, Peygamber, Kitap “ adlı eserinde İslam dinini şöyle
özetlemiştir:
“ Hz. Muhammed’in ve İslam’ın
en kalıcı mirası : Kollektivizm, adalet, hoşgörü, merhamet, yani hümanizm
olmuştur. “ (sayfa. 37)
Sayın kıvılcımlı, aynı eserde
İslam dini için şunları da yazmıştır:
“ Kur’an, hoşgörü, adalet,
eşitlik, toplumculuk, paylaşımcılık, sevgi, saygı, özetle insani duygularla
yüklüdür.” (Allah, Peygamber, Kitap, sayfa, 314)
Aslında, bütün dinler iyiliği, yardımlaşmayı,
dayanışmayı, ahlaklı olmayı öğütlemiştir. Aksi taktirde inandırıcı olamazlardı.
Taraftar da toplayamazlardı. Ancak, din egemenlerin ve yöneticilerin denetimine girdikten
sonra, bu özünden uzaklaşmıştır. Eğer öyle olmasaydı, toplumlara binlerce
peygamber gelir miydi ?
İslam dini,
insan sevgisini, yardımlaşmayı, hak ve adaleti esas alır. Meşru savunma
dışında adam öldürmeyi yasaklamıştır.(Enam suresi 151. ayet) İslam dinini, bugünkü SUUD rejimi ile ya da El KAİDE, İŞİD gibi emperyalistlerin
kurup, silahlandırdığı terör grupları ile eşitlemek doğru bir tutum değildir.
Bunu halkımıza anlatmak, aydınlarımıza ve din adamlarımıza düşmektedir. İslam
dinindeki ibadetlerin yerine getirilip, getirilmemesi de Allah ile Kul arasındadır. Ona kimse müdahale edemez.
Laiklik ilkesinin amacı da budur. Laik devlet, İbadet ve inanç özgürlüğünün
teminatıdır. Kimse, kimsenin inancına ve ibadetine karışamaz. Bunu müdahale
edildiğinde karşısında devletin gücünü bulur.
Sonuç olarak, İslam dinin özü
ile sosyal devlet ilkeleri örtüşmektedir. O halde dini neden “
dinci”lere bırakalım. Onların ellerindeki bu silahı almamız gerekmez mi ? O
egemenler ve “ dinci”ler ne zaman sosyal
adaletten, haktan yana oldular ? Ne
zaman işçiden, emekçiden, üreticiden yana oldular ? Bunu anlatırsak halkımızın büyük çoğunluğunun
onları terk edeceğine inanıyorum. Bunu yaptığım sohbetlerde görüyorum. Yeter ki, onlara gerçeği anlatalım. Atatürk,
okuma-yazma oranının yüzde dört olduğu bir toplumla inanılmaz devrimleri
başardı. Biz neden başarmayalım.
Elimizde her yere ulaşabilen
kitle iletişim araçları ile bunu rahatlıkla başarabiliriz. Yeter ki,
inanalım. İnanmak başarmanın yarısıdır.
Saygılarımla.
Hamdullah DEDEOĞLU
10.10.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.