1530 YILINDA AMASYA-TOKAT-ÇORUM-SİVAS-TRABZON-MALATYA-SAMSUN ŞEHİR MERKEZLERİNDE MÜSLÜMAN VE HIRİSTİYAN NÜFUSU NEYDİ?
30 Mayıs 2020 Cumartesi
1530 YILINDA AMASYA-TOKAT-ÇORUM-SİVAS-TRABZON-MALATYA-SAMSUN ŞEHİR MERKEZLERİNDE MÜSLÜMAN VE HIRİSTİYAN NÜFUSU NEYDİ?
1530 YILINDA AMASYA-TOKAT-ÇORUM-SİVAS-TRABZON-MALATYA-SAMSUN ŞEHİR MERKEZLERİNDE MÜSLÜMAN VE HIRİSTİYAN NÜFUSU NEYDİ?
ATATÜRK’E PUT DİYEN BURHAN İŞLEYEN DERHAL İSTİFA ETMELİDİR
22 Mayıs 2020 Cuma
HANGİ DİN, HANGİ İSLAM?
HANGİ
DİN, HANGİ İSLAM?
2-Bütün
ülkeler din eğitimini ve ibadetlerini kendi ulusal dilleri ile yapmalıdır.
3-İlköğretimdeki
din kitaplarında resimli anlatıma önem verilmelidir.
4-Din
eğitimi halkın anlayacağı basit bir dille olmalıdır. Arapça kelime ve sözcükler
yerine, kendi ulusal dillerindeki karşılıkları kullanılmalıdır.
5-Kur’an’ı
Kerim’deki ayetler iniş sıralarına ve gerekçeleri ile ele alınarak
anlatılmalıdır.
6-Eğitimde,
dinin özü olan iyi ahlak, hak, adalet, yoksula ve yetime yardım ilkeleri esas
alınmalıdır.
7-Din
eğitiminde aklı kullanma ilkesi benimsenmelidir. Kur’an’ı Kerim’de “Aklı
kullanmak” ile ilgili ayetlerin öğretilmesine öncelik verilmelidir.
8-Devlet
yönetimlerinde Laiklik ilkesi mutlaka tam olarak uygulanmalıdır.
Yazan: Hamdullah Dedeoğlu
22.05.2020.
17 Mayıs 2020 Pazar
OSMANLIYI ÇÖKÜŞE GÖTÜREN DİN ANLAYIŞI: YOBAZLIK
OSMANLIYI ÇÖKÜŞE GÖTÜREN DİN ANLAYIŞI: YOBAZLIK
Buraya kadar İslam coğrafyasına egemen olan son bin
yılın din anlayışını anlattık. Özetleyecek olursak, şekilci olmaları nedeniyle
aklı kullanmayı unutmuş olmalarıdır. Oysa bunun karşısında aklı kullanmayı ve
Tanrının kullarına yani bütün insanlara eşit bakanlar da vardı. Bunlar Horasan
erenleri ve Anadolu erenleriydi. Bunlar, insanlara hem aklı kullanmayı hem
Tanrı sevgisi, hem insan sevgisi hem de doğa sevgisini öğretiyorlardı. Bu
yüzden Anadolu’daki yerli halkla çabuk kaynaştılar. Bütün dinlere, inançlara
saygı ve hürmet ettiler. Küçük bir beylik olan Osmanlı beyliğini, önce devlete,
sonra da imparatorluğa taşıyanlar da bu düşüncede olanlardı. Zorla olmuş
olsaydı bu kadar kısa zamanda kabul edilmeleri mümkün değildi. Eğer, zorla
olmuş olsaydı Arap orduları Suriye ve Mısır’ı çok hızlı fethetmelerine rağmen
Anadolu’da başarılı olurlardı. Türkmenlerin Anadolu’da kabul edilmelerinin en
büyük nedeni bütün inançlara saygılı olmalarıydı. Zira, o dönemde Bizans
imparatorluğu da farklı Hıristiyan gruplarına şiddet uyguluyordu. Arıyuscular,
Pavluscular bu katliam ve sürgüne uğrayanların başında geliyordu. Mısır ve
Suriye’nin daha çabuk fethedilmesinin nedeni, Arap kavminden olmalarından
kaynaklanıyordu. Anadolu’daki halkın çoğunluğu ise, Rum ve Ermeni halkından
oluşuyordu. Arap ordularına şiddetli direnç göstermelerinin nedeni de buradan
geliyordu.
Osmanlı devleti 16. Yüzyıla kadar topraklarını batıya
doğru genişletti. Yıkılan Bizans imparatorluğun boşluğunu doldurmuştu. Bu
tarihten sonra yüzünü daha önce Roma (Bizans) imparatorluğunun birer eyaleti
olan Suriye, Mısır ve Irak coğrafyasına çevirdi. 1516 yılındaki Mercidabık ve
Ridaniye savaşlarından sonra, Mısır ve Suriye Osmanlı topraklarına katıldı.
Doğu Anadolu ise, 1514 yılındaki Çaldıran savaşından sonra, Safevilerin elinden
çıkmıştı. Buradaki Türkmen aşiretler İran’a göç etmiş, Osmanlı onların yerlerine
İran ve Irak’tan gelen Kürt aşiretlerini iskan etmişti. Bu fetihlerden sonra
İmparatorluktaki nüfusun çoğunluğu Türk olmayan kavimlere geçmişti.
Osmanlı devleti sınırlarını genişlettikçe farklı
inançlara sahip toplumları da bünyesine alıyordu. Bunlar arasında farklı dillere
mensup olanlar gibi farklı mezheplere sahip olanlar da vardı. Devleti yöneten
hanedanlık Selçuklulardan itibaren Hanefi mezhebine mensuptu. Kırsal kesimdeki Türk
nüfus ise, daha çok batıni inanca sahip Kızılbaş, Bektaşi, Kalenderi
tarikatların etkisindeydi. Şehirlerde ve kasaba merkezlerinde oturan Türkler
ise daha çok Hanefi mezhebindendi. Doğu Anadolu’ya iskan edilen Kürt
aşiretlerin büyük çoğunluğu Şafii mezhebinden, Mısır, Suriye, Hicaz, Hanbeli
mezhebinden, Kuzey Afrika ise, Maliki mezhebindeydi. Hanefi mezhebi
dışındakiler dinde aklı kullanmayı reddeden mezheplerdi. Şekli ibadetleri imana
dahil ediyorlardı. Bu tablodan da anlaşılacağı üzere, nüfusun çoğunluğu tutucu
mezhep mensuplarından meydana geliyordu. İleriki yıllarda imparatorluğun
geleceğini de bu tutucu olanlar belirleyecekti. Çünkü, yeni fethedilen bu
bölgelerden başkent İstanbul’a binlerce din adamı gelecekti.
Yeni fethedilen bölgelerle birlikte Osmanlı’nın
Türkmenlere bakış açısı da değişmişti. Arap kavmi “Necip Millet”, Türkler
“Etrak-ı Bi idrak” (anlaması kıt) olarak anılmaya başlandılar. Kurucu unsur
olan Türk kavmi dışlanmaya doğru gidiyordu. Bunun sonucu olarak da Anadolu’daki
çok sayıda Türkmen aşireti kendilerine değer verileceğini açıklayan Safevilere
yöneldi. Osmanlı ise, bunu şiddet ve katliamla önlemeye çalıştı. Konu ile
ilgili ferman ve fetvalardan örnekler verdiğimizde Osmanlı’nın durumunu daha
iyi anlatmış olacağız:
“ZÜLKADİR BEYLERBEYİNE HÜKÜM:
“İran ile ilişkisi bulunan Rafizileri (Alevi-Kızılbaş)
başka bir nedenle suçlayarak toplayıp öldürün. Yalnız Rafizi olanları hapsedin.
Sonucu da başkente bildirin. (Fermanın bir sureti Halep Beylerbeyine
yollanmıştır.)” 29 Nolu Mühimme defteri, No:488, yıl, 1576.
“İran ile ilişkisi bulunan Alevi-Rafizilerin gizlice
araştırılması, bunların başka bir bahaneyle idam edilmeleri.” 29 Nolu Mühimme
defteri, No: 489, yıl 1576.
BOZOK BEYLERBEYİNE HÜKÜM:
“Kızılbaşlıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretleri gönderilmişti. Bu kişiler soruşturulsunlar. Kızılbaşlıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin, yalnız ithamla kalmışsa, (Kızılbaş oldukları kanıtlanmamışsa bunlar Kıbrıs’a sürülsün)” 30 Nolu Mühimme defteri, karar no:488, 1577
ŞEYHÜLİSLAM EBUSSUUD’UN KIZILBAŞLARIN ÖLDÜRÜLMESİ
HAKKINDAKİ FETVASI
“Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca
öldürülmesi helal midir?”
“Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette
dinimize göre helaldir. Bu en büyük kutsal savaştır. Bu yolda ölmek şehitliğin
en ulusudur.”
Padişahlar tarafından Kızılbaşlar aleyhine fermanlar
ve Şeyhülislam tarafından fetvalar verilirken, yine aynı yıllarda, Hacı Bayram
Veli’nin kurucusu olduğu Bayramiyye tarikatına mensup şeyhlerden İsmail Maşuki inançlarından
dolayı Şeyhülislam’ın verdiği fetva ile idam ediliyordu. Tutucu ve bağnaz
düşünce devleti o kadar sarmıştı ki, sözde din adamlarının baskısı ile dine
aykırı gerekçesiyle medreselerde okutulan Matematik ve Felsefe dersleri
programdan kaldırılıyordu.
Yukarıdaki örnekler İmparatorluğa hakim din anlayışının
ne kadar bağnazlaştığını ve yobazlaştığını açıkça bize göstermektedir. Devlete
hakim anlayış, kendi inancında olmayan herkese düşman gözüyle bakmış, bunlara
karşı çok sert ve acımasız uygulamalar yapmıştı. Bunun için de fermanlar ve
fetvalar yayınlamıştı. Oysa, aynı yüz yılda Avrupa’da Rönesans ve Reform
hareketleri başlamış, Amerika kıtasına ulaşılmış, icatlar ve yenilikler
yapılmıştı. Osmanlı ise, koyu bir taassubun içinde erimeye devam ediyordu. Bu gerici
uygulamalar yetmezmiş gibi, Ulema sınıfı Osmanlı’nın güç kaybetmesini ise, şeriatın
yeterince uygulanmamasına bağlıyordu. İstanbul Camii’lerinde vaizlik ve
padişahlara dini konularda danışmanlık yapan Kadızadelerden Mehmet efendinin
yaptığı önerilerden örnekler verdiğimizde karanlığın boyutunu daha da net anlatmış
olacağız. İşte o öneriler:
--Canlı resim yapmak haramdır.
--Tavla ve satranç bulunan eve melek girmez.
--Güvercin uçuran şeytandır.
--Ney, Tambur ve ağızla çalınan tüm sazlar haramdır.
--Bir kimse bıyığını kesen bir fakihe “çok çirkin
olmuşsun” derse kafir olur.
--Hamamda selam vermek ve almak haramdır.
İşte Osmanlı’daki din anlayışının geldiği son nokta
burasıdır. Bizim İlahiyat fakültelerinde akademisyenlik yapanlar, Ebussuud gibi
Şeyhülislamlara, Vaiz Kadızade Mehmet efendilere, Üstüvani gibi din adamlarına
“Alim” “İslam bilgini” diyebilmektedir. Bunlara bu sıfatları verenlerin
kalitesi ve fikir yapısı da ortaya çıkmıyor mu? Bu sıfatları neden veriyorlar?
Aradan beş yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, kendileri de aynı düşünceye sahip de
ondan veriyorlar.
Sonuç olarak, din anlayışı bu olan bir devlet
Avrupa’daki yenilikleri anlayabilir miydi? Sanayi devrimini yakalayabilir miydi?
Sanat da, edebiyat da, felsefe de, müzikte ve diğer güzel sanatlarda ileri
gidebilir miydi? Nitekim gidemedi. Neden? Aklı kullanmayı dışladığından, özgür
düşünceyi engellediğinden çağın
gerisinde kaldı. İmparatorluk dünyadaki yeniliklere ayak uyduramadığı için çöktü. Onun bakiyesi üzerinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Ancak,
imparatorluğun çöküşüne neden olan zihniyetin 21. yüz yıl versiyonu yine
sahnedeki yerini almış görünüyor. Geçmişten hiç ders almadan bütün gücüyle
Cumhuriyete kazma indirmek için fırsat kolluyor. Oysa, bilmiyorlar ki, dünyanın
tekeri ileriye doğru gidiyor. Bu saatten sonra, o tekeri geriye götürebilecek
güce sahip olamayacaklarını göremiyorlar. Ama, maalesef olan yine ülkemize
oluyor. Yobaz düşünce bünyeyi sarınca bırakmıyor. Beyindeki örümceklenmeler
temizlenemiyor. Dolayısıyla ağı delip dışa çıkamıyor.
Hamdullah Dedeoğlu
16.05.2020.
Kaynaklar:
--Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri, Baki Öz, Can
yayınları, birinci baskı 1995.
--Pehlül Düzenli, Şeyhülislam Ebussuud Efendi
Fetvaları ışığında Osmanlı Sünniliği, 2005.
--Yrd. Doç. Dr. İbrahim Baz, Dinde Tasfiyeci zihniyetin 17. Yüz yıldaki temsilcisi
Kadızadeliler
adlı makalesi.
--Türkiye Tarihi, Cem yayınları.
--Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı’da Zındıklar ve Mülhidler
--Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler)
10 Mayıs 2020 Pazar
İSLAM DÜNYASI ABBASİ HALİFESİNİN DÖRT MEZHEP KARARINI NE ZAMAN YOK SAYACAK
Öncelikle şunu hemen belirtmemiz gerekiyor. İslam dini meşru savunma dışında insan öldürmeyi ve dini silah zoruyla kabul ettirmeyi yasaklamıştır. Din üzerinden insanlara yanlış bilgiler verilmekte ve düşmanlıklar kışkırtılmaktadır. Araştırma yapmak isteyenlere İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an’ı Kerim’in şu ayetlerini okumalarını öneriyorum:
8 Mayıs 2020 Cuma
OSMANLI DEVLETİ BEKTAŞİLİĞİ YASAKLAMASAYDI SANAYİ DEVRİMİNİ YAKALAR MIYDI?
Osmanlı devletini kuruluşundan itibaren ele alacak olursak, Kayı boyuna bağlı olan Kara Keçili aşireti, Moğolların Horasan ve İran’ı işgal etmesinden sonra, Anadolu’ya gelmiş ve oradan Anadolu’nun batı ucunda yurt tutmuştu. Aşiretin bir kısmı da Urfa’da yerleşik hayata geçmişti. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra, beylikler oluşmuştu. Selçuklu ailesinin Anadolu’da yeniden siyasi birlik kuramayacağı belli olmuştu. Beylikler arasında öne çıkan Karamanoğlu beyliğiydi. Fakat aile içindeki şiddetli rekabet buna engel oldu. Daha önce, Karamanoğlu beyliğine destek veren Bektaşiler, Kalenderiler, Haydariler bu durumu gördükten sonra, Bizans İmparatorluğu sınırında uç beyliği yapan Osman beye destek vermeyi daha uygun buldular. 1240 yılında Babai isyanına destek veren dervişlerin bir kısmı da orta Anadolu yerine, Bizans sınırında tekke ve zaviyeler kurmuştu. Dolayısıyla, Osmanlı beyliği ile ittifak etmenin maddi temelleri de ortaya çıkmıştı. Bu görüşümüzü doğrulamak için Osman beyin evliliğini örnek verebiliriz. Osman Bey’in bir Kalenderi-Ahi şeyhi olan Edebali’nin kızıyla evlenmesidir. Osmanlı beyliği böylece manevi destek yanında tarikata bağlı müridlerin askeri desteğini de almıştı. Bu hiç de küçümsenecek bir güç değildi. Dervişler, Şeyhler, Babalar gittikleri yerlerde dergahlar, tekkeler ve zaviyeler kuruyordu. Bunlar genellikle stratejik açıdan önemli olan yollarda, kavşaklarda ve bentlerde bulunuyordu. Bu tekkeler bir nevi öncü kuvvetler görevi yapıyordu. Yerli halkın güvenini kazanıyordu. Onlara yardım ediyordu, sıkıntılarını gideriyordu. İnançlarına saygı gösteriyordu. Kısaca halkın bütün sorunlarına yardımcı oluyorlardı. Gittikleri yerlerde boş alanları tarıma açıp, üretim de yapıyorlardı. Dolayısıyla, o dönemde boş olan Anadolu topraklarına bereket de getiriyorlardı.
Osmanlı beyliğinin Bizans toprakları üzerinde sınırlarını genişletmesi Anadolu’daki diğer aşiret, cemaat ve obaların da dikkatini çekmişti. O bölgelerden de sürekli gelen göçler bulunuyordu. Osmanlı düzensiz bir ordudan merkezi bir ordu teşkilatına doğru hızla gidiyordu. Bunda yine daha sonra Bektaşilik şemsiyesi altında toplanacak olan tarikatların büyük desteği oldu. Bu tarikatlar gerek taraftarlarından gerek Hıristiyan ailelerin çocuklarından çekirdek bir ordu meydana getirmişlerdi. Bu askeri gücü Osmanlı beyliğin hizmetine sunmuşlardı. Yeniçeri ocağın temelleri böyle atılmıştı. Yeniçerilerin inanç olarak Bektaşiliğe bağlı olmaları da buradan geliyordu. Bu askeri güç daha sonra profesyonel bir ordu olacaktı. Zaferden, zafere koşacaktı. Osmanlı devleti de bu askeri gücün sayesinde beylikten İmparatorluğa geçecekti.
Osmanlı devletinin parlak günleri Şah İsmail’in ortaya çıkması ve Mısır’ın fethi ile Hilafet makamının Osmanlı’ya geçmesine kadar devam etti. 16. Yüzyılın başında (Miladi 1501) Şah İsmail’in Akkoyunlu devletini ele geçirmesi ve Anadolu’daki bazı Türkmen aşiretlerin Şah İsmail’e katılması Osmanlı-Safevi ilişkilerini gerdi. İki devlet arasında uzun süren savaşlar ve çatışmalar dönemi başladı. 1639 yılındaki Kasri-Şirin anlaşmasına kadar devam eden bu çatışma ve savaşlar her iki devleti de yıprattı. Burada iki devlet arasındaki rekabeti değerlendirmemiz gerekiyor: İki Türkmen devleti neden savaştı? Osmanlı farklı bir politika izleyebilir miydi?
Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki savaştan önce de Fatih Sultan Mehmet ile Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan arasında 1473 yılında Otlukbeli savaşı olmuştu. Bu savaşta Osmanlı devleti savaşın galip tarafıydı. Akkoyunlular, doğu Anadolu’dan başlayarak Irak, İran ve Horasan’a kadar olan bölgeyi hakimiyeti altında bulunduruyorlardı. Çin ve Hindistan’dan gelen ticareti ellerinde tutuyorlardı. Bu ticaretten de hatırı sayılır gelir elde ediyorlardı. O dönemin en kıymetli ürünleri ipek kumaşı ve baharattı. Her iki devlet de Avrupa’ya kadar uzanan bu ticaret yolunu kontrol etmek istiyordu. Rekabetin nedeni buydu. Zira o yıllarda gerek ipek kumaşının gerek baharatın fiyatı altın ve gümüşten daha yüksekti ve mal olarak da daha kıymetliydi.
Rekabetin nedenini açıkladıktan sonra, Yavuz Sultan Selim ile başlayan ve mezhep ayırımı temelinde yürütülen Osmanlı politikası doğru muydu? Osmanlı, Safevilere katılan Türkmen aşiretlerini Anadolu’da tutabilir miydi? İdrisi Bitlisi’nin Kürt aşiretleri ile ittifak politikası önerisini kabul etmeyebilir miydi? Bu sorulara cevaplar verirsek konuyu daha iyi anlatmış olacağız.
Şah İsmail, babasının ve dedesinin Erdebil’de bulunan Safevi tekkesinin şeyhliğini devralmıştı. Dedesi Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile, babası da Uzun Hasan’ın kızıyla evlenmişti. Dolayısıyla devlet yönetiminde hak iddia etmenin gerekçeleri de vardı. Üstelik arkasında Safevi tarikatının desteği bulunuyordu. Bu küçümsenecek bir güç değildi. Zira o dönemde toplumların ideolojisi din üzerinden geliyordu. En örgütlü güç de ya mezhep ya da tarikatlar aracılığı ile elde ediliyordu.
Kuruluşunda Ehli-Sünnet anlayışında olan Safevi tekkesi Şah İsmail’in dedesi tarafından Şiiliğe yakın bir konuma gelmişti. Ehli-Beyt taraftarlığını öne alan tarikat, özellikle Türkmen aşiretler üzerinde etkili olmaya başlamıştı. Bu kitleler daha önceden de Ehli-Sünnet mezheplerinin dışında bulunuyordu. Heterodoks diye tabir edilen İslam’ın batini yorumunu esas alan, Şeriat kısmını zorunlu görmeyen Ehli-Beyt taraftarlığını özümseyen bir anlayışa sahiptiler. Yani, Safevi tarikatının etkisine girmeye hazır bir kitle zaten vardı. Ancak bu kitlenin büyük çoğunluğu Osmanlı devletinin toprakları dışındaki Halep, Dulkadir beyliği ve Akkoyunlu devletinin hakimiyeti altındaki topraklarda yaşıyordu. Osmanlı devletinin kontrolü altında bulunan aynı inanca sahip Türkmenler Bektaşilik şemşiyesi altında yer alıyordu. Safeviler, Anadolu’daki Türkmenlere çağrı yaptığında Bektaşiler buna olumsuz cevap vermişti. Zira, dergahın merkezi durumunda bulunan Hacı Bektaş postnişini başından itibaren Osmanlı beyliğinden yana tavır almıştı. Ancak, Osmanlı devletinin kurucu unsuru esas olarak, Selçuklulardan itibaren gelen Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini üstlenmişti. Safeviler de bundan yararlanmak istiyordu. Özellikle göçebe aşiretler üzerinde yürüttükleri propagandaları etkili oluyordu. Üstelik, bu aşiretlere kuracakları devlet de geniş topraklarla beraber, devlet yönetiminde de önemli görevler vereceklerini vaaat ediyorlardı. Bu propagandalar etkisini gösterdi. Şah İsmail’in çağrısı üzerine binlerce Türkmen Safevi devletinin kuruluşuna katılmak için göç etmeye başladı. Osmanlı’ya bağlı olan bölgelerden de bu çağrıya katılanlar olmuştu. Osmanlı’nın buna karşı önlem alması gerekiyordu. Burada iki görüş ortaya çıkmıştı. Birincisi Padişah İkinci Beyazıt’ın uyguladığı nispeten biraz daha yumuşak olan Safevilerle çatışmaya girmeden özellikle kendi topraklarındaki Türkmenleri tutmaya çalışan politikaydı. Diğeri ise, oğlu Yavuz’un Safevilere karşı daha sert, savaş da dahil her türlü önlemin alınmasını ve İdrisi Bitlisi’nin Kürt aşiretlerle ittifak politikasını öneren görüşüydü.
Trabzon’da şehzade olarak bulunan Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’i çok yakından takip ediyordu. Babasının izlediği politikayı çok pasif buluyordu. Şah İsmail gün geçtikçe güçleniyor ve topraklarını genişletiyordu. Yavuz Sultan Selim 1512 yılına gelindiğinde babasına isyan etti. Saray içinde de kendisini destekleyen bir grup vardı. İdrisi Bitlisi de Osmanlı sarayında bulunuyordu. O da Şehzade Yavuz’u destekliyordu. Yeniçerilerin de desteğini sağlayan Yavuz Sultan Selim babasını tahttan indirdi. Padişahlığını ilan etti. İdrisi Bitlisi’yi de kendisine danışman yaptı. İktidarını sağlamlaştıran Padişah Sultan Selim, Safevi’lere karşı hazırlıklara başladı. Ancak bunun için ulemadan fetva alınması gerekiyordu. Zira karşıda hem Türk hem de Müslüman bir devlet vardı. Bazı din adamları bunun için fetva vermekten kaçındılar. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim bir soruşturmada açıklarını bulduğu iki müftüden canlarının bağışlanması karşılığında bu fetvaları onaylamalarını istedi. Bu müftüler İbn Kemal ve Sarı Hamza idi.
Padişah Selim, fetva onayını çözdükten sonra savaş hazırlıklarına başladı. İdrisi Bitlisi de Güney doğu Anadolu’daki Kürt beylerin desteğini almak için İstanbul’dan yola çıktı. Kürt beylerini ikna etmek için beraberinde onlarca katırlara yüklenmiş hediyelik eşya ve para bulunuyordu. Yaklaşık iki yıl süren bu hazırlıklardan sonra, Osmanlı ordusu İstanbul’dan yola çıktı. 1514 yılı Ağustos ayında iki ordu Safevi toprakları içinde yer alan Çaldıran’da karşı karşıya geldi. Osmanlı ordusu ateşli silahların ve topların desteği ile kesin bir zafer elde etti. Safevi ordusu büyük bir yenilgi aldı. Safevi devleti, doğu Anadolu’da başta Diyarbakır olmak üzere birçok şehiri Osmanlı devletine bırakmak zorunda kaldı. Doğu ve güney doğu Anadolu’da bulunan Türkmen aşiretleri de İran tarafına göç etti. Onların boşalttığı bölgeye de Osmanlı ordusuna destek veren Kürt aşiretleri yerleştirildi. Yani, doğu ve güney doğu Anadolu’daki bugün ki nüfus yapısı böyle oluştu.
1-Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra, Osmanlı devleti vurucu askeri gücünden yoksun olduğu için çok hızlı bir şekilde toprak kaybetmeye başladı. Yunanistan, Sırbistan gibi bölgeler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kısaca yeniçeri ocağının bir anda kaldırılması devletin aleyhine olmuştu.
2-Yeniçeri ocağı inanç bakımından Hacıbektaş ilçesindeki dergaha bağlıydı. Osmanlı yönetimi ve Padişah, Postnişin makamında bulunan Hamdullah Dedeyi çağırıp reform yapmak istediklerini, yeni bir ordu meydana getireceklerini, bu konuda kendilerine destek verilmesini isteseydi, bu işin sorunsuz bir şekilde çözüleceği görüşündeyim. Hamdullah Dede çok bilgili ve yeniliklere açık birisiydi. Yine, Yeniçeri ocağı ağası doğrudan padişaha bağlıydı. Karşı çıkması da mümkün değildi. Böyle olunca, ülke zarar görmeden bütün bunlar yapılabilirdi. Ancak, Padişahı yönlendirenler Bektaşiliği, “sapkın” “zındıklık” “dinsizlik” olarak topluma sundular. Yani, Yeniçeri ocağının kaldırılması ve Bektaşi dergahlarının kapatılmasının modernlikle bir ilgisi bulunmuyordu. Nitekim, daha sonra yapılacak reformlar Nakşibendi ve bu tutucu çevreler tarafından “şeriat”a aykırı denilerek engellenecekti.
Burada Osmanlı sarayına hakim olan dini ulemanın İslam anlayışını 16. Yüzyıldan başlayarak örneklerle verdiğimizde konu daha iyi anlaşılacaktır.
Bu olaylardan üç yüz yıl sonra, Yeniçeri ocağının kaldırılması için Padişah 2. Mahmud’un sadrazamı tarafından yazılan gerekçede Yeniçeri ve Bektaşiler hakkında şöyle deniliyordu:
Aynı tarikatlar gerici tutumunu kurtuluş savaşına, Cumhuriyete ve devrimlerine karşı devam ettirmişlerdir. Örneğin Kurtuluş savaşında Kuvayı Milliye'ye karşı Kuvayı İnzibatiye içinde yer aldılar. Cumhuriyetin kuruluşuna karşı çıktılar. 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanını örgütlediler. 1930 yılında Menemende asteğmen Kubilay ve iki bekçiyi şehit ettiler. Oysa, Bektaşi tarikatına mensup olanlar, kurtuluş savaşına, Cumhuriyetin kurulmasına ve devrimlerine en büyük desteği verdiler. Kimin daha ilerici ve modernleşmeden yana olduğu bu örneklerden anlaşılmıyor mu?
Sonuç olarak, Osmanlı devleti kuruluşundan itibaren ittifak içinde olduğu Bektaşi tarikatı ile zirveye çıkmış, onu dışlayıp sonra da yasakladıktan sonra, çağın yeniliklerini takip edememiş geride kalmıştır. Kanaatime göre, Osmanlı yönetimi Bektaşi tarikatının İslam anlayışı ile ittifakını devam ettirseydi, Avrupa’daki modernleşmeyi kaçırmayacak, sanayi devrimini de atlamayacaktı. Zira, tarikatın önderi Hacı Bektaş Veli, “Kızlarınızı okutunuz, çünkü onlar geleceğin anneleridir. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözlerini Avrupa'daki aydınlanma devriminden dört yüz yıl önce söyleyen bilge bir liderdi. Bu sözlerin söylendiği yüz yılda bütün Avrupa Hıristiyanlığın temsilcisi olduğunu söyleyen Papa'nın bağnaz düşünceleri ve uygulamaları altında inim inim inliyordu. Bugün Hacı Bektaş Veli'nin bu sözlerine sekiz yüz yıl sonra ulaşamayan liderler var maalesef.
Kaynaklar:
--Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı'da Zındıklar ve Mülhidler
Popular
-
KERBELA’NIN İNTİKAMINI ALAN MUHTAR SEKAFİ KİMDİR ? Emevi halifesi Yezid’in ordusu tarafından Miladi 680 yılında Kerbela’da şehi...
-
KÜRDLER KÖYÜ- ALAKADI 1840 NÜFUS KAYITLARI KÜRDLER KÖYÜ-ARDIÇLAR KÖYÜ 1840 NÜFUS KAYITLARI KÜRDLER KÖYÜ -AKDAĞ 1840 NÜFUS KAYITLARI “ KÜRD...
-
AMASYA İLİ GÖYNÜCEK İLÇESİNE BAĞLI ÇULPARA KÖYÜNÜN KISA TARİHÇESİ ÖNSÖZ ...
-
ALEVİLER NEDEN TAVŞAN ETİ YEMEZ ? Alevilerin tavşan eti yemediğni herkes bilir. Alevilere en çok sorulan sorulardan biri de buydu. Klas...
-
OSMANLI BELGELERİNDE TÜRKMAN EKRADI- (TÜRKMEN KÜRDÜ) AŞİRETLER Daha önceki yazılarımızda Osmanlı belgelerinde yer alan “EKRAD” kelimes...