OSMANLI DEVLETİ BEKTAŞİLİĞİ YASAKLAMASAYDI SANAYİ
DEVRİMİNİ YAKALAR MIYDI?
Osmanlı tarihine baktığımızda Bektaşi tarikatı ile
ittifak yaptığı dönemlerde devletin zirveye çıktığını, Alevi-Bektaşi ittifakından vazgeçip, bağnaz ve aklı dışlamaya başladığında taasuplaştığını ve
buna bağlı olarak gericileştiğini görüyoruz. Osmanlı tarihini araştırırken bu
konu dikkatimi çekti. Bu nedenle, bana ilginç gelen tespitlerimi sizinle de
paylaşmak istedim. Bu tespitler başkaları tarafından yapılmış mıdır, bilemiyorum.
Okuduğum yazı ve kitaplarda buna benzer bir görüş beyan eden birine rastlamadım.
Osmanlı devletini kuruluşundan itibaren ele alacak olursak, Kayı boyuna bağlı olan Kara Keçili aşireti, Moğolların Horasan ve İran’ı işgal etmesinden sonra, Anadolu’ya gelmiş ve oradan Anadolu’nun batı ucunda yurt tutmuştu. Aşiretin bir kısmı da Urfa’da yerleşik hayata geçmişti. Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra, beylikler oluşmuştu. Selçuklu ailesinin Anadolu’da yeniden siyasi birlik kuramayacağı belli olmuştu. Beylikler arasında öne çıkan Karamanoğlu beyliğiydi. Fakat aile içindeki şiddetli rekabet buna engel oldu. Daha önce, Karamanoğlu beyliğine destek veren Bektaşiler, Kalenderiler, Haydariler bu durumu gördükten sonra, Bizans İmparatorluğu sınırında uç beyliği yapan Osman beye destek vermeyi daha uygun buldular. 1240 yılında Babai isyanına destek veren dervişlerin bir kısmı da orta Anadolu yerine, Bizans sınırında tekke ve zaviyeler kurmuştu. Dolayısıyla, Osmanlı beyliği ile ittifak etmenin maddi temelleri de ortaya çıkmıştı. Bu görüşümüzü doğrulamak için Osman beyin evliliğini örnek verebiliriz. Osman Bey’in bir Kalenderi-Ahi şeyhi olan Edebali’nin kızıyla evlenmesidir. Osmanlı beyliği böylece manevi destek yanında tarikata bağlı müridlerin askeri desteğini de almıştı. Bu hiç de küçümsenecek bir güç değildi. Dervişler, Şeyhler, Babalar gittikleri yerlerde dergahlar, tekkeler ve zaviyeler kuruyordu. Bunlar genellikle stratejik açıdan önemli olan yollarda, kavşaklarda ve bentlerde bulunuyordu. Bu tekkeler bir nevi öncü kuvvetler görevi yapıyordu. Yerli halkın güvenini kazanıyordu. Onlara yardım ediyordu, sıkıntılarını gideriyordu. İnançlarına saygı gösteriyordu. Kısaca halkın bütün sorunlarına yardımcı oluyorlardı. Gittikleri yerlerde boş alanları tarıma açıp, üretim de yapıyorlardı. Dolayısıyla, o dönemde boş olan Anadolu topraklarına bereket de getiriyorlardı.
Osmanlı beyliğinin Bizans toprakları üzerinde sınırlarını genişletmesi Anadolu’daki diğer aşiret, cemaat ve obaların da dikkatini çekmişti. O bölgelerden de sürekli gelen göçler bulunuyordu. Osmanlı düzensiz bir ordudan merkezi bir ordu teşkilatına doğru hızla gidiyordu. Bunda yine daha sonra Bektaşilik şemsiyesi altında toplanacak olan tarikatların büyük desteği oldu. Bu tarikatlar gerek taraftarlarından gerek Hıristiyan ailelerin çocuklarından çekirdek bir ordu meydana getirmişlerdi. Bu askeri gücü Osmanlı beyliğin hizmetine sunmuşlardı. Yeniçeri ocağın temelleri böyle atılmıştı. Yeniçerilerin inanç olarak Bektaşiliğe bağlı olmaları da buradan geliyordu. Bu askeri güç daha sonra profesyonel bir ordu olacaktı. Zaferden, zafere koşacaktı. Osmanlı devleti de bu askeri gücün sayesinde beylikten İmparatorluğa geçecekti.
OSMANLI SAFEVİ MÜCADELESİ
Osmanlı devletinin parlak günleri Şah İsmail’in ortaya çıkması ve Mısır’ın fethi ile Hilafet makamının Osmanlı’ya geçmesine kadar devam etti. 16. Yüzyılın başında (Miladi 1501) Şah İsmail’in Akkoyunlu devletini ele geçirmesi ve Anadolu’daki bazı Türkmen aşiretlerin Şah İsmail’e katılması Osmanlı-Safevi ilişkilerini gerdi. İki devlet arasında uzun süren savaşlar ve çatışmalar dönemi başladı. 1639 yılındaki Kasri-Şirin anlaşmasına kadar devam eden bu çatışma ve savaşlar her iki devleti de yıprattı. Burada iki devlet arasındaki rekabeti değerlendirmemiz gerekiyor: İki Türkmen devleti neden savaştı? Osmanlı farklı bir politika izleyebilir miydi?
Osmanlı devletinin parlak günleri Şah İsmail’in ortaya çıkması ve Mısır’ın fethi ile Hilafet makamının Osmanlı’ya geçmesine kadar devam etti. 16. Yüzyılın başında (Miladi 1501) Şah İsmail’in Akkoyunlu devletini ele geçirmesi ve Anadolu’daki bazı Türkmen aşiretlerin Şah İsmail’e katılması Osmanlı-Safevi ilişkilerini gerdi. İki devlet arasında uzun süren savaşlar ve çatışmalar dönemi başladı. 1639 yılındaki Kasri-Şirin anlaşmasına kadar devam eden bu çatışma ve savaşlar her iki devleti de yıprattı. Burada iki devlet arasındaki rekabeti değerlendirmemiz gerekiyor: İki Türkmen devleti neden savaştı? Osmanlı farklı bir politika izleyebilir miydi?
Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki savaştan önce de Fatih Sultan Mehmet ile Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan arasında 1473 yılında Otlukbeli savaşı olmuştu. Bu savaşta Osmanlı devleti savaşın galip tarafıydı. Akkoyunlular, doğu Anadolu’dan başlayarak Irak, İran ve Horasan’a kadar olan bölgeyi hakimiyeti altında bulunduruyorlardı. Çin ve Hindistan’dan gelen ticareti ellerinde tutuyorlardı. Bu ticaretten de hatırı sayılır gelir elde ediyorlardı. O dönemin en kıymetli ürünleri ipek kumaşı ve baharattı. Her iki devlet de Avrupa’ya kadar uzanan bu ticaret yolunu kontrol etmek istiyordu. Rekabetin nedeni buydu. Zira o yıllarda gerek ipek kumaşının gerek baharatın fiyatı altın ve gümüşten daha yüksekti ve mal olarak da daha kıymetliydi.
Rekabetin nedenini açıkladıktan sonra, Yavuz Sultan Selim ile başlayan ve mezhep ayırımı temelinde yürütülen Osmanlı politikası doğru muydu? Osmanlı, Safevilere katılan Türkmen aşiretlerini Anadolu’da tutabilir miydi? İdrisi Bitlisi’nin Kürt aşiretleri ile ittifak politikası önerisini kabul etmeyebilir miydi? Bu sorulara cevaplar verirsek konuyu daha iyi anlatmış olacağız.
Şah İsmail, babasının ve dedesinin Erdebil’de bulunan Safevi tekkesinin şeyhliğini devralmıştı. Dedesi Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile, babası da Uzun Hasan’ın kızıyla evlenmişti. Dolayısıyla devlet yönetiminde hak iddia etmenin gerekçeleri de vardı. Üstelik arkasında Safevi tarikatının desteği bulunuyordu. Bu küçümsenecek bir güç değildi. Zira o dönemde toplumların ideolojisi din üzerinden geliyordu. En örgütlü güç de ya mezhep ya da tarikatlar aracılığı ile elde ediliyordu.
Kuruluşunda Ehli-Sünnet anlayışında olan Safevi tekkesi Şah İsmail’in dedesi tarafından Şiiliğe yakın bir konuma gelmişti. Ehli-Beyt taraftarlığını öne alan tarikat, özellikle Türkmen aşiretler üzerinde etkili olmaya başlamıştı. Bu kitleler daha önceden de Ehli-Sünnet mezheplerinin dışında bulunuyordu. Heterodoks diye tabir edilen İslam’ın batini yorumunu esas alan, Şeriat kısmını zorunlu görmeyen Ehli-Beyt taraftarlığını özümseyen bir anlayışa sahiptiler. Yani, Safevi tarikatının etkisine girmeye hazır bir kitle zaten vardı. Ancak bu kitlenin büyük çoğunluğu Osmanlı devletinin toprakları dışındaki Halep, Dulkadir beyliği ve Akkoyunlu devletinin hakimiyeti altındaki topraklarda yaşıyordu. Osmanlı devletinin kontrolü altında bulunan aynı inanca sahip Türkmenler Bektaşilik şemşiyesi altında yer alıyordu. Safeviler, Anadolu’daki Türkmenlere çağrı yaptığında Bektaşiler buna olumsuz cevap vermişti. Zira, dergahın merkezi durumunda bulunan Hacı Bektaş postnişini başından itibaren Osmanlı beyliğinden yana tavır almıştı. Ancak, Osmanlı devletinin kurucu unsuru esas olarak, Selçuklulardan itibaren gelen Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini üstlenmişti. Safeviler de bundan yararlanmak istiyordu. Özellikle göçebe aşiretler üzerinde yürüttükleri propagandaları etkili oluyordu. Üstelik, bu aşiretlere kuracakları devlet de geniş topraklarla beraber, devlet yönetiminde de önemli görevler vereceklerini vaaat ediyorlardı. Bu propagandalar etkisini gösterdi. Şah İsmail’in çağrısı üzerine binlerce Türkmen Safevi devletinin kuruluşuna katılmak için göç etmeye başladı. Osmanlı’ya bağlı olan bölgelerden de bu çağrıya katılanlar olmuştu. Osmanlı’nın buna karşı önlem alması gerekiyordu. Burada iki görüş ortaya çıkmıştı. Birincisi Padişah İkinci Beyazıt’ın uyguladığı nispeten biraz daha yumuşak olan Safevilerle çatışmaya girmeden özellikle kendi topraklarındaki Türkmenleri tutmaya çalışan politikaydı. Diğeri ise, oğlu Yavuz’un Safevilere karşı daha sert, savaş da dahil her türlü önlemin alınmasını ve İdrisi Bitlisi’nin Kürt aşiretlerle ittifak politikasını öneren görüşüydü.
Trabzon’da şehzade olarak bulunan Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’i çok yakından takip ediyordu. Babasının izlediği politikayı çok pasif buluyordu. Şah İsmail gün geçtikçe güçleniyor ve topraklarını genişletiyordu. Yavuz Sultan Selim 1512 yılına gelindiğinde babasına isyan etti. Saray içinde de kendisini destekleyen bir grup vardı. İdrisi Bitlisi de Osmanlı sarayında bulunuyordu. O da Şehzade Yavuz’u destekliyordu. Yeniçerilerin de desteğini sağlayan Yavuz Sultan Selim babasını tahttan indirdi. Padişahlığını ilan etti. İdrisi Bitlisi’yi de kendisine danışman yaptı. İktidarını sağlamlaştıran Padişah Sultan Selim, Safevi’lere karşı hazırlıklara başladı. Ancak bunun için ulemadan fetva alınması gerekiyordu. Zira karşıda hem Türk hem de Müslüman bir devlet vardı. Bazı din adamları bunun için fetva vermekten kaçındılar. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim bir soruşturmada açıklarını bulduğu iki müftüden canlarının bağışlanması karşılığında bu fetvaları onaylamalarını istedi. Bu müftüler İbn Kemal ve Sarı Hamza idi.
Padişah Selim, fetva onayını çözdükten sonra savaş hazırlıklarına başladı. İdrisi Bitlisi de Güney doğu Anadolu’daki Kürt beylerin desteğini almak için İstanbul’dan yola çıktı. Kürt beylerini ikna etmek için beraberinde onlarca katırlara yüklenmiş hediyelik eşya ve para bulunuyordu. Yaklaşık iki yıl süren bu hazırlıklardan sonra, Osmanlı ordusu İstanbul’dan yola çıktı. 1514 yılı Ağustos ayında iki ordu Safevi toprakları içinde yer alan Çaldıran’da karşı karşıya geldi. Osmanlı ordusu ateşli silahların ve topların desteği ile kesin bir zafer elde etti. Safevi ordusu büyük bir yenilgi aldı. Safevi devleti, doğu Anadolu’da başta Diyarbakır olmak üzere birçok şehiri Osmanlı devletine bırakmak zorunda kaldı. Doğu ve güney doğu Anadolu’da bulunan Türkmen aşiretleri de İran tarafına göç etti. Onların boşalttığı bölgeye de Osmanlı ordusuna destek veren Kürt aşiretleri yerleştirildi. Yani, doğu ve güney doğu Anadolu’daki bugün ki nüfus yapısı böyle oluştu.
Safevilerle yapılan savaş Ehli-Sünnet mezhebi dışında
kalan Türkmen aşiretlerinin Osmanlı’ya bakışını değiştirmişti. Zira, savaştan
önce Safevi tarikatı etkisinde görülen kırk bin Türkmen, Osmanlı devleti
tarafından kılıçtan geçirilmişti. Bu ve benzeri olaylar Anadolu’da kırılmalara ve isyanlara neden oldu. Oysa, Osmanlı yumuşak bir politika ve Türkmenleri merkeze koyan bir strateji izleseydi aşiretlerin İran'a gitmesine engel olabilirdi. Sert ve idama varan eylemler içine girmesi Türkmenlerin Anadolu'yu boşaltmasına neden oldu. Bizim kanaatimiz bu yöndedir.
Doğu’da Safevi olayını çözen Osmanlı devleti, yönünü
Mısır’ı elinde bulunduran bir başka Türk hanedanı olan Memluklular’a çevirdi. 1516
ve 1517 yılında yapılan Mercidabık ve Ridaniye savaşlarından sonra Memluklu
devletinin toprakları da Osmanlı devletine katıldı. Memlukluların elinde olan
Halifelik makamı da Osmanlı’ya geçti. Böylece Osmanlı devleti resmi olarak da
Ehli-Sünnet mezheplerin temsilcisi ve savunucusu olmuştu. Mısır’ın fethi ile
birlikte çok sayıda din adamı da başkent İstanbul’a getirildi. Üstelik gelen
din adamlarının çoğu da aklı reddeden İbn Teymiye ekolünden geliyordu.
Safevi devleti ve Memluklular ile yapılan savaşlardan
sonra Osmanlı devletinin din anlayışı yavaş yavaş önce tutuculuğa sonra da bağnazlığa
doğru eğrilmeye başladı. Zira, Ehli-Sünnet dışında kabul edilen bütün inançlar “zındıklık”
ve “kafirlik” olarak kabul edildi. Özellikle de Safevi’lerin İslam yorumuna
yakınlık duyan halk “Kızılbaş” olarak adlandırılıp, “katli vacip, malları helal”
sayıldı. Bunun sonucu olarak, Anadolu’da yaşayan Türkmenler dışlandı. Üzerlerinde
şiddet ve baskı politikası uygulanmaya başlandı. Halk merkezin dışındaki
bölgelere çekildi. Ancak, şehirdeki Bektaşiler bu uygulamanın dışında tutuldu.
Zira, onların arkasında çok büyük bir güç olan Yeniçeri ordusu bulunuyordu. Bu
ayrıcalık 1826 yılına kadar devam etti.
16. yüzyılda Osmanlı yönetim kadrolarında ve
bürokrasisinde etkin bir güç olarak Şafii ve Hanbeli yorumu daha öne çıkmaya
başladı. Burada şunu ayırmak gerekiyor. Ehli-Sünnet mezhepleri kararı Abbasi
Halifesi Kadir Billah zamanında alınmıştı. (M. 1029) Bu dört mezhep dışında
kalanlar yasaklanmış ve islam dışı sayılmıştı. Bu dört mezhep şunlardı:
Hanefilik, Şafiililk, Hanbelilik ve Malikilik. O dönemde İran’ı, Horasan’ı ve
Maveraünnehr bölgesini kontrolü altında tutan Gazneli hükümdarı Sultan Mahmut
Ehli-Sünnet mezhepleri içinde Hanefiliği benimsemişti. Aynı anlayış, Selçuklulara,
onlardan da Osmanlı’ya geçmişti. Hanefilik
mezhebi diğer üç mezhepten ayrı olarak dinde aklı kullanmayı savunan,
diğerlerine oranla daha hoş görülü bir mezhepti. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulamada ve ulema
sınıfı içinde hakim olan güç diğer üç mezhebin İslam anlayışı idi. Örneğin Kürtlerin hemen hemen hepsi
Şafii mezhebindendi. Mısır ve Hicaz bölgesinin büyük kesimi Hanbeli, Kuzey Afrikalılar
Maliki mezhebindendi.
YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILMASI
Hanefi mezhebi dışındaki diğer üç mezhep mensupları,
Osmanlı yönetimine baskıda bulunarak padişahların tahta çıkmasında ve
indirilmesinde Yeniçeri ocağının ve bağlı olduğu Bektaşi dergahının etkili
olduğunu ileri sürmeye başladılar. Bu propagandaların amacı yönetim üzerinde
baskı uygulayarak kendilerine engel olarak gördükleri Yeniçeri ocağını ve
Bektaşi dergahlarını kapattırmak istemesiydi. Halbuki padişahların tahta çıkıp-indirilmesinde
yeniçeri ocağını kullanan yine saray çevresiydi. Yani iktidar mücadelesi
yürütenler Yeniçeri ocağını yönlendiriyordu. Dolayısıyla, yeniçerinin direkt
yönetim amacı bulunmuyordu. Onlar sadece askeri işlerle ilgilenmek istiyordu. Fakat
konu öyle bir hal almıştı ki, 1826 yılında padişah 2. Mahmut bu baskılar sonucunda
Yeniçeri ocağını kaldırma kararı aldı. Ancak bu kararlar çok sert yöntemler kullanılarak yapıldı. Örneğin:Yeniçeri kışlaları top ateşine tutuldu. Belgrad
ormanlarına kaçanlar orman ateşe verilerek katledildi. Kayıtlara geçen
sayı yirmi bin civarındaydı. Buna bağlı olarak Bektaşi dergahları kapatıldı. Kapatılmayan çok
az sayıdaki dergah ve tekkeye de Nakşibendi tarikatına mensup şeyhler atandı. Ehli-Sünnetin en tutucu tarikatları ulema sınıfı içinde bir adım daha öne geçtiler. Yönetim üzerinde de güçlü bir konum elde ettiler. Bütün
bunlar modernlik ve yenileşme olarak takdim edildi.
Buraya kadar tarihi kaynaklara dayanarak olayları ve
gelişmeleri anlattık. Şimdi esas konumuza geldik. Yeniçeri ordusu kaldırılmadan
ve Bektaşi dergahları kapatılmadan modernleşme yapılabilir miydi? Ya da Bektaşi
tarikatının desteği ile modernleşme ve sanayi devrimi yapılabilir miydi?
1-Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra, Osmanlı devleti vurucu askeri gücünden yoksun olduğu için çok hızlı bir şekilde toprak kaybetmeye başladı. Yunanistan, Sırbistan gibi bölgeler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kısaca yeniçeri ocağının bir anda kaldırılması devletin aleyhine olmuştu.
2-Yeniçeri ocağı inanç bakımından Hacıbektaş ilçesindeki dergaha bağlıydı. Osmanlı yönetimi ve Padişah, Postnişin makamında bulunan Hamdullah Dedeyi çağırıp reform yapmak istediklerini, yeni bir ordu meydana getireceklerini, bu konuda kendilerine destek verilmesini isteseydi, bu işin sorunsuz bir şekilde çözüleceği görüşündeyim. Hamdullah Dede çok bilgili ve yeniliklere açık birisiydi. Yine, Yeniçeri ocağı ağası doğrudan padişaha bağlıydı. Karşı çıkması da mümkün değildi. Böyle olunca, ülke zarar görmeden bütün bunlar yapılabilirdi. Ancak, Padişahı yönlendirenler Bektaşiliği, “sapkın” “zındıklık” “dinsizlik” olarak topluma sundular. Yani, Yeniçeri ocağının kaldırılması ve Bektaşi dergahlarının kapatılmasının modernlikle bir ilgisi bulunmuyordu. Nitekim, daha sonra yapılacak reformlar Nakşibendi ve bu tutucu çevreler tarafından “şeriat”a aykırı denilerek engellenecekti.
Burada Osmanlı sarayına hakim olan dini ulemanın İslam anlayışını 16. Yüzyıldan başlayarak örneklerle verdiğimizde konu daha iyi anlaşılacaktır.
Küçük Nişancı lakabıyla tanınan tarihçi Ramazan Zade Mehmed
Paşa Tevarih-i Al-i Osman adlı eserinde, dine zarar verdiği gerekçesiyle
Matematik, Felsefe ve Kelam derslerinin 1537 yılında Medreselerde kaldırıldığını
yazmaktadır. Yine aynı tarihçi, Molla Kabız ve Bayramiye tarikatı mensubu Şeyh
İsmail Maşuki’nin 1529 yılında inançları nedeniyle idam edildiklerini
belirtmektedir.
Bu olaylardan üç yüz yıl sonra, Yeniçeri ocağının kaldırılması için Padişah 2. Mahmud’un sadrazamı tarafından yazılan gerekçede Yeniçeri ve Bektaşiler hakkında şöyle deniliyordu:
“Tanrı tanımaz, Mülhid, şarap içtikleri, ibadetleri
terk ettikleri, Cem ayini düzenledikleri için katli vacip” oldukları
belirtiliyordu. Kararın altında Şeyhülislam’ın yanında Nakşibendi, Rufai ve
Halveti tarikat temsilcilerinin imzası bulunuyordu. Bu karara dayanılarak
Yedikule tekkesi şeyhi Hüseyin Baba, Kıncı Salih Baba, İstanbul ağası Ahmet
Baba 10 Temmuz 1826 yılında idam edildiler. Bu olaylardan da görüleceği gibi, Osmanlı devletinin din anlayışının tutucu ve bağnazlaştığıdır.
İşin en ilginç tarafı kendilerine ilerici diyen bazı
tarihçilerin de Yeniçeri ocağının kaldırılmasını ve Bektaşi dergahların
kapatılmasını “reform” olarak görmesidir. Bu nasıl bir reform ise, aklı öne
alan bir tarikat kapatılırken, aklı ve bilimi dışlayan bir tarikat devlet
yönetiminde söz sahibi oluyordu. İşte Bektaşi tarikatının yasaklanması ve
şeyhlerinin idam edilmesi kararının altında imzaları bulunan tarikatlar:
Nakşibendi, Rufai ve Halveti tarikatı. Bu tarikatlar özellikle de Nakşibendi
tarikatı Avrupa’daki icatlara “cin işi” “şeytan işi” “Şeriata aykırı”
gerekçesiyle karşı çıkıp yer yer isyan edecekti. Örneğin, 31 Mart 1909 yılındaki gerici ayaklanması gibi.
Aynı tarikatlar gerici tutumunu kurtuluş savaşına, Cumhuriyete ve devrimlerine karşı devam ettirmişlerdir. Örneğin Kurtuluş savaşında Kuvayı Milliye'ye karşı Kuvayı İnzibatiye içinde yer aldılar. Cumhuriyetin kuruluşuna karşı çıktılar. 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanını örgütlediler. 1930 yılında Menemende asteğmen Kubilay ve iki bekçiyi şehit ettiler. Oysa, Bektaşi tarikatına mensup olanlar, kurtuluş savaşına, Cumhuriyetin kurulmasına ve devrimlerine en büyük desteği verdiler. Kimin daha ilerici ve modernleşmeden yana olduğu bu örneklerden anlaşılmıyor mu?
Sonuç olarak, Osmanlı devleti kuruluşundan itibaren ittifak içinde olduğu Bektaşi tarikatı ile zirveye çıkmış, onu dışlayıp sonra da yasakladıktan sonra, çağın yeniliklerini takip edememiş geride kalmıştır. Kanaatime göre, Osmanlı yönetimi Bektaşi tarikatının İslam anlayışı ile ittifakını devam ettirseydi, Avrupa’daki modernleşmeyi kaçırmayacak, sanayi devrimini de atlamayacaktı. Zira, tarikatın önderi Hacı Bektaş Veli, “Kızlarınızı okutunuz, çünkü onlar geleceğin anneleridir. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözlerini Avrupa'daki aydınlanma devriminden dört yüz yıl önce söyleyen bilge bir liderdi. Bu sözlerin söylendiği yüz yılda bütün Avrupa Hıristiyanlığın temsilcisi olduğunu söyleyen Papa'nın bağnaz düşünceleri ve uygulamaları altında inim inim inliyordu. Bugün Hacı Bektaş Veli'nin bu sözlerine sekiz yüz yıl sonra ulaşamayan liderler var maalesef.
Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
08.05.2020.
Kaynaklar:
--Tufan Gündüz, Şah İsmail, Son Kızılbaş, Yeditepe
yayınevi
--Türkiye Tarihi, Cem yayınları
--Serkan Erdoğan, Bektaşi Tekkelerin kapatılması adlı
makalesi.
--Eray Yılmaz, Yeniçeri Kırımı adlı makalesi.
--Zeynel Coşar, Kırk bin Alevi Öldürülmedi mi, Kaynak
yayınları, 2014
--Diyanet vakfı İslam Ansiklopedisi.
--Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler)
--Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı'da Zındıklar ve Mülhidler
--Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı'da Zındıklar ve Mülhidler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.