22 Mayıs 2020 Cuma

HANGİ DİN, HANGİ İSLAM?

HANGİ DİN, HANGİ İSLAM?

 Dinler toplumlar üzerinde hep etkili olmuştur. İnsanoğlu dini inançlardan manevi bir güç almıştır. Doğa olaylarını tanrının gücüne bağlamıştır. O nedenle, tanrı veya tanrıları memnun etmek için onlara kurbanlar, hediyeler sunmuşlardır. Tanrıya bağlılıklarını bildirmek amacıyla ibadet ederlerken eğilmişler, secde etmişlerdir. Semavi dinler olan, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık Sami ırkına mensup peygamberler tarafından tebliğ edilmişlerdir. Tek tanrı inancı ile birlikte, aynı zamanda toplumsal bir düzen de getirmişlerdir. Her dinin getirdiği bu toplumsal düzene ve uygulanan kuralların tümüne “Şeriat” denilmiştir. O nedenle, her dinin şeriatı ayrı ayrıdır. Musevi Şeriatı, Hıristiyan şeriatı, İslam Şeriatı gibi. Dinler değişmez. Şeriatler değişebilir. Çünkü, toplumlar değişmektedir, üretim şartları değişmektedir, üretim araçları ve teknoloji değişmektedir. İnsanlar genellikle din ile şeriatı aynılaştırır, bu doğru değildir. Şeriatler değişebilir, ancak dinlerin özü değişmez. Şeriatın anlamı kısaca hukuk demektir. İçine kanun, yasa, örf ve adetlerin tümünü alır.

 Semavi dinlerin hepsinde tek tanrı inancı ortaktır. Hak, adalet ve barış içinde yaşamak diğer ortak noktalardandır. Tanrıya ulaşmak için yapılan ibadetler farklılıklar gösterir. Ancak, tüm ibadetlerin amacı tanrıya yakarmak, dua etmek ve O’na yakınlaşmak içindir. Semavi dinlerin çıkış yeri ise, Ortadoğu ve Mezopotamya’dır. Tanrı tarafından bugüne kadar  toplam yüz yirmi dört bin peygamberin semavi dinleri tebliğ etmek için gönderildiği tarihi kaynaklarca belirtilmektedir.

 Dinlerin tek Tanrı inancı dışında birleştikleri diğer noktaları yukarıda belirtmiştik. Hak, adalet ve barış içinde yaşamak. O halde, dinler ve ona bağlı mezhep ve tarikatlar arasında çıkan savaşlara, çatışmalara ve katliamlara ne diyeceğiz? Bunun gerekçesi nedir ve neye dayanmaktadır?

 Bize göre, çıkar çatışmasından ve yöneticilerin hırslarından kaynaklanmaktadır. Bunun başka açıklaması yoktur. Zira her üç kutsal kitap da insanların öldürülmesini, savaş ve katliamları yasaklamıştır. Yani ne Tevrat da ne İncil de ne de Kur’an’ı Kerim’de meşru savunma dışında, saldırı ve şiddeti onaylayan bir tane ayet dahi yoktur. Ama maalesef, egemenler ve yönetici sınıflar bütün dinleri kendi çıkarları ve hırsları için kullanmışlardır. Bu bile dinlerin insanlar ve dolayısıyla toplumlar üzerindeki etkisini göstermektedir. Bunun nedenlerinden biri de insanların dinler hakkında yeterli bilgiye sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Onlar da bunu bildikleri için ruhban sınıfı (Din adamı) ile çıkarlarını birleştirmişler ve onlara da elde ettikleri kaynaklardan pay vermişlerdir. Yani, onları da sistemlerine dahil ederek aslında sus payı vermişlerdir. İşte o ruhban sınıfı aslında gerçeği bilmesine rağmen, bunu halka açıklamaktan kaçınmıştır.

 Bu sömürüye bir de kutsal kitapların ilk yazıldıkları dil ile öğrenilmsinin zorunlu gibi gösterilmesi eklenince amaca ulaşmak daha kolay olmaktadır. Örnekleyecek olursak, bir papazın Kilisede Alman vatandaşlara İncil’den Aramice veya Latince pasajlar okuduğunu ve dinleyenlerin de bu dili bilmediğini söylersek ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış olacağız. Bunun sonucunda ruhban sınıfı dediğimiz din adamları toplum üzerinde manevi bir etkiye ve güce sahip olacaktır. İşte egemenler de bu ruhban sınıfına bunun için pay vermektedir. Aynı şey İslam ülkeleri için de geçerlidir. Hem de katmerli olarak yapılmaktadır. Avrupa ülkeleri Rönesans ve reform hareketlerinden sonra İncili kendi dillerine çevirmişler ve vatandaşlarına dini bildikleri ve anladıkları dilden öğretmeye başlamıştır. O nedenle, Avrupa ülkelerinde din adamlarının toplum üzerindeki etkileri sınırlıdır. Ancak, aynı şeyi İslam ülkeleri için söyleyemeyiz.  Bir iki ülkeyi saymazsak, İslam ülkelerinin tümünde din eğitimi Arapça ile yapılmaktadır. Dolayısıyla, insanlar üzerinde hem ruhban sınıfının hem de egemen sınıfın hakimiyeti katlanarak artmaktadır. Konunun bir diğer yönü de Arapça ile din eğitimi yapan ülkelerin bir süre sonra kendi dillerini ve kültürlerini unutarak, asimile olmasıdır. Çünkü Arapça ile başlayan din eğitimi daha sonra eğitim dili olmaktadır. Örnekleri de kuzey Afrika ülkeleri Fas, Tunus, Cezayir, Libya’dır. Bu ülkeler Arap kavminden olmamasına rağmen, kendi öz kimliklerini ve dillerini unutarak Araplaşmıştır. Üstelik gerçek Araplar tarafından da bu Araplıklarına iyi bakılmamıştır. İkinci sınıf bir Arap olarak görülmüşlerdir.

 İslam ülkelerindeki vahim durumun devamını sağlayan bir diğer neden de Arap olmayan ülkelerdeki din eğitiminin Arapça ile yapılmasını finanse edip destekleyen petrol zengini ülkelerdir. Bunların başında da Suudi Arabistan gelmektedir. Suudi Arabistan fakir olan İslam ülkelerine mali yardımlarda bulunmazken, Arapça din eğitimine parasal destek vermekten kaçınmamaktadır. Böylece, kendi Vahhabi İslam anlayışını bu ülkelere ihraç etmekte ve onlar üzerinde hakimiyet kurmaktadır. Vahhabi mezhebi çok şekilci ve bağnaz bir anlayışı savunmaktadır. Kısaca özetleyecek olursak, İŞİD’ in İslam anlayışının bir benzer versiyonu diyebiliriz.

 Din eğitimini Arapça ile yapan İslam ülkelerinin bu cendereden kurtulabilmesi ve modern bir ülke olabilmeleri bugün ki şartlarda ancak bir mucizeyle mümkün olur. Durum maalesef bu kadar karanlık ve ümitsiz görünüyor. Buradan çıkış ancak çok radikal bir kararla olabilir. İslam ülkeleri birliği örgütü de yine aynı şekilde petrol zengini ülkelerin denetiminde bulunmaktadır. Bu nedenle bu örgüt de bu reformları gerçekleştiremez. Geriye tek bir çözüm kalıyor. Her ülkenin kendisine bir Mustafa Kemal bulması gerekiyor. Türkiye Mustafa Kemal’in devrimlerine rağmen bu cendereyi tamamen kırmış değildir. İktidarlar maalesef kendi kısa vadeli çıkarları için din üzerinden politika yapmaya devam etmektedirler. Bu anlayış özellikle de son yirmi yılda katlanarak artmaktadır. Çünkü, insanlar din üzerinden daha çabuk etki altına alınabilmekte ve seçmenin oyuna daha kolay sahip olabilmektedirler. Politika ile çıkar elde edenler böylece fazla bir emek sarf etmeden amaçlarına zahmetsiz ulaşabilmektedirler. Ancak olan da yine ülkemize ve insanlarımıza olmaktadır. O yüzden İslam ülkelerinin yapılacak olan reformlara sahip çıkması gerekir. Aksi taktirde kazandıklarını yine kaybedebilirler. Zira, eski sisteme götürmek isteyenler her zaman olacaktır. Onlar pusuda beklemektedirler. Şartları müsait gördükleri anda iktidarı ele geçireceklerdir. O nedenle, halkın çok uyanık ve bilinçli olması gerekiyor.

 Gerçek dinin böyle olmadığını yukarıda verdiğimiz örneklerle açıklamıştık. O halde ülkemiz de kısmen dahil olmak üzere, İslam ülkelerinin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşabilmeleri için ne yapmaları gerekiyor? Bunları maddeler halinde şöyle açıklayabiliriz:

 1-Bütün İslam ülkeleri Kur’an’ı Kerim’i kendi dillerinde yayınlamalıdır.

2-Bütün ülkeler din eğitimini ve ibadetlerini kendi ulusal dilleri ile yapmalıdır.

3-İlköğretimdeki din kitaplarında resimli anlatıma önem verilmelidir.

4-Din eğitimi halkın anlayacağı basit bir dille olmalıdır. Arapça kelime ve sözcükler yerine, kendi ulusal dillerindeki karşılıkları kullanılmalıdır.

5-Kur’an’ı Kerim’deki ayetler iniş sıralarına ve gerekçeleri ile ele alınarak anlatılmalıdır.

6-Eğitimde, dinin özü olan iyi ahlak, hak, adalet, yoksula ve yetime yardım ilkeleri esas alınmalıdır.

7-Din eğitiminde aklı kullanma ilkesi benimsenmelidir. Kur’an’ı Kerim’de “Aklı kullanmak” ile ilgili ayetlerin öğretilmesine öncelik verilmelidir.

8-Devlet yönetimlerinde Laiklik ilkesi mutlaka tam olarak uygulanmalıdır.

 İslam ülkeleri bu reformları gerçekleştirdiğinde, ancak modern ülke olma yoluna girmiş olacaklardır. Bu da beş, on ve yirmi yıllık programlarla mümkün olacaktır. Bunu gerçekleştiremedikleri taktirde, gelişmişlerin kölesi olmaya ve onlara bağımlı yaşamaya devam edeceklerdir. Çünkü, gelişmiş olan ülkeler bunları yaptıktan sonra, bugün ki seviyelerine ulaşmışlardır. Karar kendilerinin. Ya esaret ya özgürlük.

 Saygılarımla.

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu

22.05.2020.

 

 

 

 

 

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Popular