HANGİ
DİN, HANGİ İSLAM?
Dinler
toplumlar üzerinde hep etkili olmuştur. İnsanoğlu dini inançlardan manevi bir
güç almıştır. Doğa olaylarını tanrının gücüne bağlamıştır. O nedenle, tanrı
veya tanrıları memnun etmek için onlara kurbanlar, hediyeler sunmuşlardır. Tanrıya
bağlılıklarını bildirmek amacıyla ibadet ederlerken eğilmişler, secde etmişlerdir. Semavi dinler
olan, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık Sami ırkına mensup peygamberler
tarafından tebliğ edilmişlerdir. Tek tanrı inancı ile birlikte, aynı zamanda
toplumsal bir düzen de getirmişlerdir. Her dinin getirdiği bu toplumsal düzene
ve uygulanan kuralların tümüne “Şeriat” denilmiştir. O nedenle, her dinin
şeriatı ayrı ayrıdır. Musevi Şeriatı, Hıristiyan şeriatı, İslam Şeriatı gibi. Dinler
değişmez. Şeriatler değişebilir. Çünkü, toplumlar değişmektedir, üretim
şartları değişmektedir, üretim araçları ve teknoloji değişmektedir. İnsanlar
genellikle din ile şeriatı aynılaştırır, bu doğru değildir. Şeriatler
değişebilir, ancak dinlerin özü değişmez. Şeriatın anlamı kısaca hukuk
demektir. İçine kanun, yasa, örf ve adetlerin tümünü alır.
Semavi dinlerin hepsinde tek tanrı inancı
ortaktır. Hak, adalet ve barış içinde yaşamak diğer ortak noktalardandır. Tanrıya
ulaşmak için yapılan ibadetler farklılıklar gösterir. Ancak, tüm ibadetlerin amacı
tanrıya yakarmak, dua etmek ve O’na yakınlaşmak içindir. Semavi dinlerin çıkış
yeri ise, Ortadoğu ve Mezopotamya’dır. Tanrı tarafından bugüne kadar toplam yüz yirmi dört bin
peygamberin semavi dinleri tebliğ etmek için gönderildiği
tarihi kaynaklarca belirtilmektedir.
Dinlerin
tek Tanrı inancı dışında birleştikleri diğer noktaları yukarıda belirtmiştik.
Hak, adalet ve barış içinde yaşamak. O halde, dinler ve ona bağlı mezhep ve
tarikatlar arasında çıkan savaşlara, çatışmalara ve katliamlara ne diyeceğiz?
Bunun gerekçesi nedir ve neye dayanmaktadır?
Bize
göre, çıkar çatışmasından ve yöneticilerin hırslarından kaynaklanmaktadır.
Bunun başka açıklaması yoktur. Zira her üç kutsal kitap da insanların
öldürülmesini, savaş ve katliamları yasaklamıştır. Yani ne Tevrat da ne İncil
de ne de Kur’an’ı Kerim’de meşru savunma dışında, saldırı ve şiddeti onaylayan
bir tane ayet dahi yoktur. Ama maalesef, egemenler ve yönetici sınıflar bütün
dinleri kendi çıkarları ve hırsları için kullanmışlardır. Bu bile dinlerin
insanlar ve dolayısıyla toplumlar üzerindeki etkisini göstermektedir. Bunun
nedenlerinden biri de insanların dinler hakkında yeterli bilgiye sahip
olmamasından kaynaklanmaktadır. Onlar da bunu bildikleri için ruhban sınıfı (Din
adamı) ile çıkarlarını birleştirmişler ve onlara da elde ettikleri kaynaklardan
pay vermişlerdir. Yani, onları da sistemlerine dahil ederek aslında sus payı
vermişlerdir. İşte o ruhban sınıfı aslında gerçeği bilmesine rağmen, bunu halka
açıklamaktan kaçınmıştır.
Bu
sömürüye bir de kutsal kitapların ilk yazıldıkları dil ile öğrenilmsinin zorunlu gibi
gösterilmesi eklenince amaca ulaşmak daha kolay olmaktadır. Örnekleyecek
olursak, bir papazın Kilisede Alman vatandaşlara İncil’den Aramice veya Latince
pasajlar okuduğunu ve dinleyenlerin de bu dili bilmediğini söylersek ne demek
istediğimizi daha iyi anlatmış olacağız. Bunun sonucunda ruhban sınıfı
dediğimiz din adamları toplum üzerinde manevi bir etkiye ve güce sahip
olacaktır. İşte egemenler de bu ruhban sınıfına bunun için pay vermektedir.
Aynı şey İslam ülkeleri için de geçerlidir. Hem de katmerli olarak
yapılmaktadır. Avrupa ülkeleri Rönesans ve reform hareketlerinden sonra İncili
kendi dillerine çevirmişler ve vatandaşlarına dini bildikleri ve anladıkları
dilden öğretmeye başlamıştır. O nedenle, Avrupa ülkelerinde din adamlarının
toplum üzerindeki etkileri sınırlıdır. Ancak, aynı şeyi İslam ülkeleri için
söyleyemeyiz. Bir iki ülkeyi saymazsak,
İslam ülkelerinin tümünde din eğitimi Arapça ile yapılmaktadır. Dolayısıyla,
insanlar üzerinde hem ruhban sınıfının hem de egemen sınıfın hakimiyeti
katlanarak artmaktadır. Konunun bir diğer yönü de Arapça ile din eğitimi yapan
ülkelerin bir süre sonra kendi dillerini ve kültürlerini unutarak, asimile olmasıdır.
Çünkü Arapça ile başlayan din eğitimi daha sonra eğitim dili olmaktadır.
Örnekleri de kuzey Afrika ülkeleri Fas, Tunus, Cezayir, Libya’dır. Bu ülkeler
Arap kavminden olmamasına rağmen, kendi öz kimliklerini ve dillerini unutarak
Araplaşmıştır. Üstelik gerçek Araplar tarafından da bu Araplıklarına iyi
bakılmamıştır. İkinci sınıf bir Arap olarak görülmüşlerdir.
İslam
ülkelerindeki vahim durumun devamını sağlayan bir diğer neden de Arap olmayan
ülkelerdeki din eğitiminin Arapça ile yapılmasını finanse edip destekleyen
petrol zengini ülkelerdir. Bunların başında da Suudi Arabistan gelmektedir.
Suudi Arabistan fakir olan İslam ülkelerine mali yardımlarda bulunmazken,
Arapça din eğitimine parasal destek vermekten kaçınmamaktadır. Böylece, kendi Vahhabi
İslam anlayışını bu ülkelere ihraç etmekte ve onlar üzerinde hakimiyet
kurmaktadır. Vahhabi mezhebi çok şekilci ve bağnaz bir anlayışı savunmaktadır. Kısaca
özetleyecek olursak, İŞİD’ in İslam anlayışının bir benzer versiyonu
diyebiliriz.
Din
eğitimini Arapça ile yapan İslam ülkelerinin bu cendereden kurtulabilmesi ve modern bir ülke olabilmeleri bugün
ki şartlarda ancak bir mucizeyle mümkün olur. Durum maalesef bu kadar karanlık
ve ümitsiz görünüyor. Buradan çıkış ancak çok radikal bir kararla olabilir.
İslam ülkeleri birliği örgütü de yine aynı şekilde petrol zengini ülkelerin
denetiminde bulunmaktadır. Bu nedenle bu örgüt de bu reformları gerçekleştiremez. Geriye tek bir çözüm kalıyor. Her ülkenin kendisine
bir Mustafa Kemal bulması gerekiyor. Türkiye Mustafa Kemal’in devrimlerine
rağmen bu cendereyi tamamen kırmış değildir. İktidarlar maalesef kendi kısa
vadeli çıkarları için din üzerinden politika yapmaya devam etmektedirler. Bu
anlayış özellikle de son yirmi yılda katlanarak artmaktadır. Çünkü, insanlar
din üzerinden daha çabuk etki altına alınabilmekte ve seçmenin oyuna daha kolay
sahip olabilmektedirler. Politika ile çıkar elde edenler böylece fazla bir emek
sarf etmeden amaçlarına zahmetsiz ulaşabilmektedirler. Ancak olan da yine ülkemize
ve insanlarımıza olmaktadır. O yüzden İslam ülkelerinin yapılacak olan
reformlara sahip çıkması gerekir. Aksi taktirde kazandıklarını yine
kaybedebilirler. Zira, eski sisteme götürmek isteyenler her zaman olacaktır.
Onlar pusuda beklemektedirler. Şartları müsait gördükleri anda iktidarı ele geçireceklerdir.
O nedenle, halkın çok uyanık ve bilinçli olması gerekiyor.
Gerçek
dinin böyle olmadığını yukarıda verdiğimiz örneklerle açıklamıştık. O halde
ülkemiz de kısmen dahil olmak üzere, İslam ülkelerinin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşabilmeleri
için ne yapmaları gerekiyor? Bunları maddeler halinde şöyle açıklayabiliriz:
1-Bütün
İslam ülkeleri Kur’an’ı Kerim’i kendi dillerinde yayınlamalıdır.
2-Bütün
ülkeler din eğitimini ve ibadetlerini kendi ulusal dilleri ile yapmalıdır.
3-İlköğretimdeki
din kitaplarında resimli anlatıma önem verilmelidir.
4-Din
eğitimi halkın anlayacağı basit bir dille olmalıdır. Arapça kelime ve sözcükler
yerine, kendi ulusal dillerindeki karşılıkları kullanılmalıdır.
5-Kur’an’ı
Kerim’deki ayetler iniş sıralarına ve gerekçeleri ile ele alınarak
anlatılmalıdır.
6-Eğitimde,
dinin özü olan iyi ahlak, hak, adalet, yoksula ve yetime yardım ilkeleri esas
alınmalıdır.
7-Din
eğitiminde aklı kullanma ilkesi benimsenmelidir. Kur’an’ı Kerim’de “Aklı
kullanmak” ile ilgili ayetlerin öğretilmesine öncelik verilmelidir.
8-Devlet
yönetimlerinde Laiklik ilkesi mutlaka tam olarak uygulanmalıdır.
İslam
ülkeleri bu reformları gerçekleştirdiğinde, ancak modern ülke olma yoluna
girmiş olacaklardır. Bu da beş, on ve yirmi yıllık programlarla mümkün olacaktır. Bunu gerçekleştiremedikleri taktirde, gelişmişlerin kölesi
olmaya ve onlara bağımlı yaşamaya devam edeceklerdir. Çünkü, gelişmiş olan
ülkeler bunları yaptıktan sonra, bugün ki seviyelerine ulaşmışlardır. Karar
kendilerinin. Ya esaret ya özgürlük.
Saygılarımla.
Yazan:
Hamdullah Dedeoğlu
22.05.2020.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.