17 Mayıs 2020 Pazar

OSMANLIYI ÇÖKÜŞE GÖTÜREN DİN ANLAYIŞI: YOBAZLIK

OSMANLIYI ÇÖKÜŞE GÖTÜREN DİN ANLAYIŞI: YOBAZLIK

 Ülkemizdeki ilahiyatçıların din anlayışını, olaylara ve tarihe bakışını okudukça inanın içim sızlıyor. Bunların akademik çevrelerden olması bu üzüntümü daha da artırmaktadır. Üstelik bunlar sözde “Aydın” sayılıyorlar. Bunların hepsini üst üste toplasan Yaşar Nuri Öztürk’ün binde birini bile etmezler. Bunu ironi yapmak için söylemiyorum. İlahiyat fakültelerinin sayısı arttıkça bu tür insanların sayısı da beraber artıyor. Biraz ağır bir ifade olacak ama, bunlar ya okuduklarını anlamıyorlar ya da anladıkları halde toplumu aydınlatmak yerine, “Ben rahatıma bakayım. Bin yıldır böyle gelmiş, böyle gidiyor, neden riske gireyim. Biraz da ben nemalanayım” düşüncesine sahipler. Çoğunun bu düşüncede olduğunu tahmin ediyorum. Zira, bizim gibi esas mesleği ilahiyatçı olmayan birinin bu kanıya varmasının nedeni budur. Bizler amatör bir şekilde din ve inançlar üzerine yaptığımız araştırmalarda din adamlarının toplumlara dinlerin özünü vermediklerini görmemize rağmen, konunun uzmanları olanların bu duruma sessiz kalmalarının tek bir gerekçesi kalıyor. O da yukarıda anlattığımız nedenlerdir. Özellikle de İslam ülkelerinde bu durum vahim bir noktaya ulaşmış bulunmaktadır. İslam ülkelerindeki görünüm, Avrupa’nın 12. ve 13. yüz yıldaki durumuna benziyor. Katolik papazlar para karşılığında cennet tapularını dağıtıyordu. Bizdeki din adamları da ibadet yapanları, özellikle de Camii’de namaz kılmaya gelenleri cennetle müjdeliyorlar. Özüne baktığımızda arasında çok fazla bir fark yok. Her iki anlayışta, dinin iyi insan olmayı, ahlaklı olmayı, dürüst olmayı telkin eden sözlerinden uzaklaştığını gösteriyor. Oysa, şekli ibadetleri öne aldığınızda toplumu köreltirsiniz ve kolaycılığa alıştırmış olursunuz. Bunun sonucunda da çalışmayı, değer üretmeyi ve aklı kullanmayı ikinci plana koymuş olursunuz. Bunun neticesinde toplum yozlaşmaya ve çürümeye gider. Eğer, ibadetler dinin özü ve temeli olmuş olsaydı, insanları aydınlatmak için binlerce peygamber gönderilir miydi? Yüce yaradan bunu bilmiyor mu? Hz. Muhammed İslam dinini tebliğ etmeden önce  Mekke’de namaz kılınmıyor muydu? oruç tutulmuyor muydu? Hac görevi yapılmıyor muydu? O zaman neden ibadetler dinin temeli ve özü kabul ediliyor? Bizim ilahiyatçılar ve din adamları bunu anlamaktan acizler mi? Ben gayet iyi anladıkları kanısındayım. Sorumluluk alıp, toplumu aydınlatmak istemiyorlar. Bunun da iki nedeni var: Ya korkuyorlar, riske girmiyorlar ya da çıkarlarını ve rahatlarını bozmak istemiyorlar. Bizce bunun başka nedeni bulunmuyor.

Buraya kadar İslam coğrafyasına egemen olan son bin yılın din anlayışını anlattık. Özetleyecek olursak, şekilci olmaları nedeniyle aklı kullanmayı unutmuş olmalarıdır. Oysa bunun karşısında aklı kullanmayı ve Tanrının kullarına yani bütün insanlara eşit bakanlar da vardı. Bunlar Horasan erenleri ve Anadolu erenleriydi. Bunlar, insanlara hem aklı kullanmayı hem Tanrı sevgisi, hem insan sevgisi hem de doğa sevgisini öğretiyorlardı. Bu yüzden Anadolu’daki yerli halkla çabuk kaynaştılar. Bütün dinlere, inançlara saygı ve hürmet ettiler. Küçük bir beylik olan Osmanlı beyliğini, önce devlete, sonra da imparatorluğa taşıyanlar da bu düşüncede olanlardı. Zorla olmuş olsaydı bu kadar kısa zamanda kabul edilmeleri mümkün değildi. Eğer, zorla olmuş olsaydı Arap orduları Suriye ve Mısır’ı çok hızlı fethetmelerine rağmen Anadolu’da başarılı olurlardı. Türkmenlerin Anadolu’da kabul edilmelerinin en büyük nedeni bütün inançlara saygılı olmalarıydı. Zira, o dönemde Bizans imparatorluğu da farklı Hıristiyan gruplarına şiddet uyguluyordu. Arıyuscular, Pavluscular bu katliam ve sürgüne uğrayanların başında geliyordu. Mısır ve Suriye’nin daha çabuk fethedilmesinin nedeni, Arap kavminden olmalarından kaynaklanıyordu. Anadolu’daki halkın çoğunluğu ise, Rum ve Ermeni halkından oluşuyordu. Arap ordularına şiddetli direnç göstermelerinin nedeni de buradan geliyordu.

Osmanlı devleti 16. Yüzyıla kadar topraklarını batıya doğru genişletti. Yıkılan Bizans imparatorluğun boşluğunu doldurmuştu. Bu tarihten sonra yüzünü daha önce Roma (Bizans) imparatorluğunun birer eyaleti olan Suriye, Mısır ve Irak coğrafyasına çevirdi. 1516 yılındaki Mercidabık ve Ridaniye savaşlarından sonra, Mısır ve Suriye Osmanlı topraklarına katıldı. Doğu Anadolu ise, 1514 yılındaki Çaldıran savaşından sonra, Safevilerin elinden çıkmıştı. Buradaki Türkmen aşiretler İran’a göç etmiş, Osmanlı onların yerlerine İran ve Irak’tan gelen Kürt aşiretlerini iskan etmişti. Bu fetihlerden sonra İmparatorluktaki nüfusun çoğunluğu Türk olmayan kavimlere geçmişti.

Osmanlı devleti sınırlarını genişlettikçe farklı inançlara sahip toplumları da bünyesine alıyordu. Bunlar arasında farklı dillere mensup olanlar gibi farklı mezheplere sahip olanlar da vardı. Devleti yöneten hanedanlık Selçuklulardan itibaren Hanefi mezhebine mensuptu. Kırsal kesimdeki Türk nüfus ise, daha çok batıni inanca sahip Kızılbaş, Bektaşi, Kalenderi tarikatların etkisindeydi. Şehirlerde ve kasaba merkezlerinde oturan Türkler ise daha çok Hanefi mezhebindendi. Doğu Anadolu’ya iskan edilen Kürt aşiretlerin büyük çoğunluğu Şafii mezhebinden, Mısır, Suriye, Hicaz, Hanbeli mezhebinden, Kuzey Afrika ise, Maliki mezhebindeydi. Hanefi mezhebi dışındakiler dinde aklı kullanmayı reddeden mezheplerdi. Şekli ibadetleri imana dahil ediyorlardı. Bu tablodan da anlaşılacağı üzere, nüfusun çoğunluğu tutucu mezhep mensuplarından meydana geliyordu. İleriki yıllarda imparatorluğun geleceğini de bu tutucu olanlar belirleyecekti. Çünkü, yeni fethedilen bu bölgelerden başkent İstanbul’a binlerce din adamı gelecekti.

Yeni fethedilen bölgelerle birlikte Osmanlı’nın Türkmenlere bakış açısı da değişmişti. Arap kavmi “Necip Millet”, Türkler “Etrak-ı Bi idrak” (anlaması kıt) olarak anılmaya başlandılar. Kurucu unsur olan Türk kavmi dışlanmaya doğru gidiyordu. Bunun sonucu olarak da Anadolu’daki çok sayıda Türkmen aşireti kendilerine değer verileceğini açıklayan Safevilere yöneldi. Osmanlı ise, bunu şiddet ve katliamla önlemeye çalıştı. Konu ile ilgili ferman ve fetvalardan örnekler verdiğimizde Osmanlı’nın durumunu daha iyi anlatmış olacağız:

“ZÜLKADİR BEYLERBEYİNE HÜKÜM:

“İran ile ilişkisi bulunan Rafizileri (Alevi-Kızılbaş) başka bir nedenle suçlayarak toplayıp öldürün. Yalnız Rafizi olanları hapsedin. Sonucu da başkente bildirin. (Fermanın bir sureti Halep Beylerbeyine yollanmıştır.)” 29 Nolu Mühimme defteri, No:488, yıl, 1576.

 BOSYAN VE BOZYAN BEYİ BEHLÜL BEYE HÜKÜM:

“İran ile ilişkisi bulunan Alevi-Rafizilerin gizlice araştırılması, bunların başka bir bahaneyle idam edilmeleri.” 29 Nolu Mühimme defteri, No: 489, yıl 1576.

BOZOK BEYLERBEYİNE HÜKÜM:

“Kızılbaşlıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretleri gönderilmişti. Bu kişiler soruşturulsunlar. Kızılbaşlıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin, yalnız ithamla kalmışsa, (Kızılbaş oldukları kanıtlanmamışsa bunlar Kıbrıs’a sürülsün)” 30 Nolu Mühimme defteri, karar no:488, 1577

ŞEYHÜLİSLAM EBUSSUUD’UN KIZILBAŞLARIN ÖLDÜRÜLMESİ HAKKINDAKİ FETVASI

“Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi helal midir?”

“Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu en büyük kutsal savaştır. Bu yolda ölmek şehitliğin en ulusudur.”

Padişahlar tarafından Kızılbaşlar aleyhine fermanlar ve Şeyhülislam tarafından fetvalar verilirken, yine aynı yıllarda, Hacı Bayram Veli’nin kurucusu olduğu Bayramiyye tarikatına mensup şeyhlerden İsmail Maşuki inançlarından dolayı Şeyhülislam’ın verdiği fetva ile idam ediliyordu. Tutucu ve bağnaz düşünce devleti o kadar sarmıştı ki, sözde din adamlarının baskısı ile dine aykırı gerekçesiyle medreselerde okutulan Matematik ve Felsefe dersleri programdan kaldırılıyordu.

Yukarıdaki örnekler İmparatorluğa hakim din anlayışının ne kadar bağnazlaştığını ve yobazlaştığını açıkça bize göstermektedir. Devlete hakim anlayış, kendi inancında olmayan herkese düşman gözüyle bakmış, bunlara karşı çok sert ve acımasız uygulamalar yapmıştı. Bunun için de fermanlar ve fetvalar yayınlamıştı. Oysa, aynı yüz yılda Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketleri başlamış, Amerika kıtasına ulaşılmış, icatlar ve yenilikler yapılmıştı. Osmanlı ise, koyu bir taassubun içinde erimeye devam ediyordu. Bu gerici uygulamalar yetmezmiş gibi, Ulema sınıfı  Osmanlı’nın güç kaybetmesini ise,  şeriatın yeterince uygulanmamasına bağlıyordu. İstanbul Camii’lerinde vaizlik ve padişahlara dini konularda danışmanlık yapan Kadızadelerden Mehmet efendinin yaptığı önerilerden örnekler verdiğimizde karanlığın boyutunu daha da net anlatmış olacağız. İşte o öneriler:

--Canlı resim yapmak haramdır.

--Tavla ve satranç bulunan eve melek girmez.

--Güvercin uçuran şeytandır.

--Ney, Tambur ve ağızla çalınan tüm sazlar haramdır.

--Bir kimse bıyığını kesen bir fakihe “çok çirkin olmuşsun” derse kafir olur.

--Hamamda selam vermek ve almak haramdır.

İşte Osmanlı’daki din anlayışının geldiği son nokta burasıdır. Bizim İlahiyat fakültelerinde akademisyenlik yapanlar, Ebussuud gibi Şeyhülislamlara, Vaiz Kadızade Mehmet efendilere, Üstüvani gibi din adamlarına “Alim” “İslam bilgini” diyebilmektedir. Bunlara bu sıfatları verenlerin kalitesi ve fikir yapısı da ortaya çıkmıyor mu? Bu sıfatları neden veriyorlar? Aradan beş yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, kendileri de aynı düşünceye sahip de ondan veriyorlar.  

Sonuç olarak, din anlayışı bu olan bir devlet Avrupa’daki yenilikleri anlayabilir miydi? Sanayi devrimini yakalayabilir miydi? Sanat da, edebiyat da, felsefe de, müzikte ve diğer güzel sanatlarda ileri gidebilir miydi? Nitekim gidemedi. Neden? Aklı kullanmayı dışladığından, özgür düşünceyi engellediğinden  çağın gerisinde kaldı. İmparatorluk dünyadaki yeniliklere ayak uyduramadığı için çöktü. Onun bakiyesi üzerinde Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Ancak, imparatorluğun çöküşüne neden olan zihniyetin 21. yüz yıl versiyonu yine sahnedeki yerini almış görünüyor. Geçmişten hiç ders almadan bütün gücüyle Cumhuriyete kazma indirmek için fırsat kolluyor. Oysa, bilmiyorlar ki, dünyanın tekeri ileriye doğru gidiyor. Bu saatten sonra, o tekeri geriye götürebilecek güce sahip olamayacaklarını göremiyorlar. Ama, maalesef olan yine ülkemize oluyor. Yobaz düşünce bünyeyi sarınca bırakmıyor. Beyindeki örümceklenmeler temizlenemiyor. Dolayısıyla ağı delip dışa çıkamıyor.

 Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

16.05.2020.

Kaynaklar:

--Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri, Baki Öz, Can yayınları, birinci baskı 1995.

--Pehlül Düzenli, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları ışığında Osmanlı Sünniliği, 2005.

--Yrd. Doç. Dr. İbrahim Baz, Dinde Tasfiyeci zihniyetin 17. Yüz yıldaki temsilcisi             

Kadızadeliler adlı makalesi.

--Türkiye Tarihi, Cem yayınları.

--Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı’da Zındıklar ve Mülhidler

--Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler)

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Popular