9 Kasım 2024 Cumartesi

Hz. ALİ ŞERİATÇI MIYDI?

hamdullahdedeoglu.blogspot.com

 Hz. ALİ ŞERİATÇI MIYDI?

Alevi inancından Hz. Ali’yi çıkartıp, “Ali’siz Alevilik” anlayışını hakim kılmak isteyenlerin  tabandaki insanları etkilemek için en çok kullandıkları argümanlardan birisi “Hz. Ali şeriatçıydı. O halde, Aleviler şeriatçı olan Hz. Ali’yi neden benimsesinler. Üstelik Ali çok sayıda insan da öldürmüştü. Böyle birisini Aleviler neden savunsun?”

İlk başta temelsiz ve basit gibi görünen bu argümanlar maalesef bir kısım Alevi kitlesinde etkili olmaktadır. Zira, bu iddiaların altında sinsi bir amaç güdülmektedir. Bu tezleri ileri sürenler, Alevi kitlesinin Selefi-Vahabilerin bugün için savunduğu 7. Yüzyıldaki şeriat hükümlerine karşı olduklarını, dolayısıyla inançları nedeniyle insanlara şiddet uygulanmasını onaylamadıklarını çok iyi bilmektedirler. Bunu bildikleri için, Hz. Ali'yi Vahabilikle eşitleyip, insanlarda korku yaratarak kendilerine bir taban oluşturmak istemektedirler. Peki bunların savundukları tezlerin dayanağı var mı? Bu makalemizde bunu ele alıp cevaplar vereceğiz.

Bu Ali’siz Alevilerin, Hz. Ali hakkında söyledikleri iddialar doğrudur. Yani, Hz. Ali hem şeriatçıydı hem de çok sayıda insan öldürmüştü. Peki, Hz. Ali hakkındaki bu iddiaların doğru olması onları haklı kılar mı? Elbette ki haklı kılmaz. Zira, bu tezleri ileri sürenler 7. Yüzyıldaki şeriat hükümlerine 21. Yüzyıl gözüyle bakmaktadırlar. Yani, 7. Yüzyılda hakim olan köleci toplum sistemine bin dört yüz yıl sonraki insanoğlunun eriştiği ve sahip olduğu hukuk anlayışı ile bakmaktadırlar. Üstelik bunlar kendilerine “Marksist” demektedirler. Bu sözde Marksistlerin, Karl Marks’ın savunduğu Tarihsel Materyalizm’den de bi haber oldukları anlaşılmaktadır. Yani tarihsel olayları ve hükümleri zamana ve şartlara göre değerlendirmek gerektiğini ya bilmiyorlar ya da bilinçli olarak savunmaktadırlar. Bunu savunanlar insanoğlunun bugünkü yaşama bir gecede ulaştıklarını zannetmektedirler. Yani insanoğlunun ilkel komünal toplumdan, bugünkü seviyeye nasıl geldiğini de anlaşılan ya hiç okumamışlar ya da okumuşlar ama kavrayamamışlar. Bunlara Karl Marks’ı bir kez daha okumalarını öneriyorum. Zira bunların mantığı ile gidersek, insanoğlunun gelişimini ve değişimini gerçekleştiren bütün devrimleri, reformları da reddetmek gerekecektir. Örneğin Feodalizmi yıkan Fransız burjuva devrimini de reddetmemiz gerekecektir. Zira Hz. Muhammed de Arabistan yarım adasında dinde bir reformla birlikte tefeci,-bezirgan oligarşinin ekonomik sistemini yıkmış, önceki düzene göre daha ileri bir sistem ve medeniyet kurmuştur.  Yani, Hz. Muhammed bir devrim yapmıştır. Ancak diyalektik ve tarihsel materyalizmi bilmeyen bu sözde “Marksist”ler bunu da anlayamazlar.

Hz. Ali’nin şeriatçı ve adam öldürmesine gelince; yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi, Hz. Muhammed hem dinde reform yapmak hem de ekonomik sistemde yeni bir düzen getirmek istemiştir. İşte Mekke’deki tefeci-bezirgan sınıfı çıkarlarını korumak için, yenilik getirmek isteyenlere karşı baskı, şiddet ve katliamlara varan uygulamalar içine girmişlerdi. Hz. Muhammed’in yanında yer alan Hz. Ali kendilerine savaş açanlara karşı, meşru savunma temelinde adam öldürmüştür. Ne yapsaydı, kendilerini öldürmek için gelenlere boynunu mu uzatsaydı? Hz. Ali hakkında bu iddiada bulunanlar maalesef dinler tarihini, özel de İslam tarihinden de bi haber oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar İslam tarihine  (Avrupacı oldukları için) Avrupalı oryantalistlerin yazdıkları ve söyledikleri çerçevede bakmaktadırlar.

Hz. Muhammed eski ekonomik düzeni yıkarken buna uygun şeriat, yani hukuki hükümler de getirmiştir. Buna “İslam Şeriat”ı deniliyordu. Hz. Ali tabi ki İslam şeriatını savunuyordu. Bu arkadaşlar şeriatın hukuk anlamına geldiğini de bilmemektedirler. Aynen 7. Yüzyıldaki hukuk sistemini 21. Yüzyıla uygulamak isteyenler gibi bunlar da o tarihte donup kalmışlar. Yirmi birinci yüzyıla bir türlü gelemiyorlar. Hz. Ali’nin savunduğu şeriat hükümleri yedinci yüzyıla göre, yani bir önceki hukuk sistemine göre çok çok ilerdeydi. O günkü hukuk sistemini bugün için savunmak ve uygulamak nasıl ki gericilik sayılıyorsa, o hükümleri bugünkü hukuk normlarına göre ele alıp yargılamak da aynı sonuca götürür.

Son olarak Ali’siz Aleviliği savunanlara birkaç söz söylemek istiyorum. Bu tezleri savunanların 1980’den sonra Avrupa’ya iltica edenler olduğunu biliyoruz. Bunlara kısaca şöyle hitap etmek istiyorum:

Ülkemizdeki demokratik hakların verilmesi için mücadele etmek yerine, bireysel çıkarlarınız için Avrupa ülkelerine sığındınız. Yani işin kolayını seçerek, kendinizi kurtardınız. Avrupa’da hiçbir emek sarf etmeden hazır kazanılmış hakları sonuna kadar kullanıyorsunuz. Orada “Solcu” olmak nasıl olsa çok kolay oluyor. Arkanıza Avrupa Birliğini de alıp ahkam kesiyorsunuz. Öyle kendinize çok güveniyorsanız gelin burada devrimcilik-ilericilik yapın.

Ayrıca Alevi kitlesinin içine nifak sokarak bölücülük de yapmayın. Aleviler yüzyıllardır savundukları inançlar nedenyle, canıyla, kanıyla bedeller ödedi. Eğer bu insanların mücadelesine ve geçmişlerine biraz da olsa saygı duyuyorsanız, bu bölücü faaliyetlerinizden vazgeçin. Zira sizin savunduğunuz tezlerin hiçbir dayanağı olmadığı gibi Alevi kitlesine bir yararı da yoktur. Bunun tamamen emperyal bir proje olduğunu görmek için kahin olmaya da gerek yoktur. Aslınıza dönmenizi öneriyorum.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

08.10.2024.

DİNİ, DİNCİLERE BIRAKALIM MI?

DİNİ, DİNCİLERE BIRAKALIM MI?

Bu sorunun cevabı kesinlikle hayır olmalıdır. Zira dini, dincilere bırakırsak, insanlık orta çağa geri döner, din savaşları başlar ve kan gövdeyi götürür. Dincilerin ve arkasındaki güçlerin yapmak istedikleri de tam da budur. 

Dincilerin, söyledikleri ve yaptıkları eylemlerin hiç birisinin dinle ilgisi yoktur. Dinlerin amacı insanları birbiriyle savaştırmak değil, insanlığı ileriye götürmektir. Hiç bir din insanlara kötülük yapmayı, adam öldürmeyi emretmemiştir. Tam tersine yaşatmayı, yardım etmeyi telkin etmiştir. Dincilerin bütün söylemleri ve eylemleri dinlere aykırıdır. Bu nedenle de radikal İslamcıların da radikal Hristiyanların da radikal Musevilerin de gerçek dinle ilgisi yoktur. Ne Tevrat da ne İncil de ne de Kur'an'da meşru savunma dışında insan öldürmek yoktur. Bunlar ya dini bilmeyen cahiller ya da dini kendi çıkarları için kullanan emperyalist-sömürgeci güçlerin piyonlarıdır. Dincilere bu gözle bakarsak olayları daha iyi analiz ederiz. Özellikle İslam coğrafyasındaki iç savaşlara baktığımızda bunu net olarak görürüz. El Kaide, İŞİD gibi terör örgütlerinin kime hizmet ettiğini de daha kolay anlayabiliriz. Emperyalistler, bu örgütleri kullanarak, işgallerine meşruluk kazandırmışlardır.Yaptıkları katliam ve tecavüzleri de gizlemişlerdir. Bu örgütler aracılığı ile bölgedeki enerji ve doğal kaynakların denetimini de kontrolleri altında tutmaya devam etmişlerdir.

Sonuç olarak, dinciler en büyük desteği emperyalistlerden ve onlara bağımlı olan ülkelerdeki işbirlikçi iktidarlardan almaktadırlar. Dünyadaki gericiliğin ve saldırganlığın merkezi emperyalist ülkelerdir. Onların ülke içindeki piyonları da  dinciler, gericiler ve işbirlikçileridir. Dolayısıyla, emperyalizme karşı verilen mücadele dinci ve gericilere karşı verilen mücadeleden ayrı tutulamaz. İyi niyetli ve saf duygular taşıyan insanlarımızı bu dincilere bırakmamalıyız. Bu nedenle, dindar olanla, dinciyi de birbirinden ayırmamız gerekiyor. Dindar, ibadetini Allah için yapan, saf, temiz ve iyi niyetli insandır. "Dinci" ise, ibadeti gösteriş ve çıkarı için kullanandır. Çıkarını emperyalistlerin emelleri ile birleştirendir. Vatandaşlarımızı bu din tüccarı işbirlikçilerden kurtarabilmemiz için de dini, dincilerden daha iyi bilen aydın din adamlarına ihtiyaç vardır. Bunun yolu da yüz yıl önce Mutafa Kemal'in yaptığı gibi, AYDIN din adamı yetiştirmektir. Halkımızı, gericilerin ve işbirlikçilerin elinden ancak bu yolla kurtarabiliriz.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

07.08.2020.

6 Kasım 2024 Çarşamba

ALEVİLİK, SENKRETİK VE HETERODOKS BİR İNANÇ MI?

                                                                            hamdullahdedeoglu.blogspot.com

ALEVİLİK, SENKRETİK VE HETERODOKS BİR İNANÇ MI?

Alevilik, akademisyenlerin yazdığı kitap ve makalelerde hep “Senkretik” ve “Heterodoks” bir inanç olarak belirtilir. Öyle ki, bu tanımlama bazı Alevi yazarlar tarafından bile tekrarlanmaktadır. Hatta bazıları daha da ileri giderek Aleviliği “İslam dışı” olarak takdim etmektedirler. Bu görüşte olanlara daha önce cevap verdiğimiz için; bugünkü makalemizde egemen din anlayışı çerçevesinde yazılan tez ve makalelerde Aleviliği “Senkretik” ve “Heterodoks” bir inanç olarak tanımlayan açıklamları üzerinde duracağız.

Okuyucularımızın konuyu daha iyi anlayabilmeleri için, bu iki kelimenin anlamlarını açıklamamız gerekecektir. Önce Senkretizmle başlayalım:

Kelimenin asıl kökü Latince olup, dilimize Fransızcadan geçmiştir. Türkçe karşılığı “Birbirinden farklı olan doktrin veya dini inançları kaynaştıran ya da uzlaştıran öğreti.” anlamına gelmektedir.

Heterodoks kelimesi ise, Yunanca kökenli olup, “farklı” anlamına gelen “heteros” ve “öğreti” “düşünce” anlamındaki “Doxa” (Doksa) sözcüklerinden oluşmaktadır. Sözcükler birleştirildiğinde “Ana akımdan sapmış olan” anlamına gelmektedir. Yani akademisyenler, Aleviliği ana akımdan sapmış bir inanç olarak belirtmektedirler. Bu görüşe makalemizin devamında cevap vereceğiz.

Şimdi de ana akım ya da merkez akım olarak kabul edilen ve egemenlerin inancını temsil eden “Ortodoks” kelimesinin üzerinde bir tanımlama yapalım:

Yunanca “Orthos” sözcüğün karşılığı olan “doğru” ve “inanç” “öğreti” anlamına gelen “Doksa” (doxa”) kelimelerinden oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, yönetimi elinde bulunduran egemen sınıf kendi inancını “doğru” olarak kabul ederken, dini farklı yorumlayan tabandaki halkın inancını “sapmış” yani, “Sapkın” olarak görmektedir.

Bu tanımlamalardan sonra makalemizin ana konusuna geçebiliriz.

“Senkretik” ve “Hetrodoks” kelimelerinin kökeninden de anlaşılacağı gibi bu tanımlamalar Hristiyanlıktan gelmektedir. Hristiyanlık dini, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği bir dindi. Bugünkü Filistin coğrafyasında ortaya çıkmış olup, Museviliği yozlaştıran ve dinin içini boşaltan Yahudi din adamlarına karşı, barış içinde bir arada yaşamayı, yetime, yoksula sosyal haklar verilmesini savunan ve insanların iyi ahlaklı olmasını tebliğ eden bir inançtı. Ancak Roma imparatorluğunun 4. Yüzyılın başlarında Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak benimsemesinden sonra, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din, amacından saptırılarak, saldırgan, işgalci ve köleliğe dayanan egemen sınıfın inancına dönüştürüldü. Bunda en büyük pay, daha önce Musevi-Yahudi bir haham-din adamı olan Pavlus’un (Paul) büyük payı vardı. Zira, Hz. İsa kendisini bir peygamber olarak tanıtırken, Pavlus, Hz. İsa’yı Romalıların Hristiyanlıktan önceki inancında en büyük tanrı olarak kabul edilen “ZEUS’un yerine koyarak, Hz. İsa’yı hem tanrı hem tanrının oğlu hem de kutsal ruh olarak benimsemesini getirmişti. Bu anlayış Roma İmparatorluğunu yöneten egemen sınıfın inancına ve çıkarına en uygun olanıydı. Bu inancın benimsenmesi ile Roma imparatorları kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler ve toplumları da buna inandırdılar. Buna inanmayanlara da “Heterodoks” yani “sapkın” dediler. Ne kadar benzerlikler var değil mi? Aynısını Emevi ve Abbasi Sultanları da yapmıştı. Onlar da kendilerini Allah’ın yer yüzündeki temsilcileri olarak görüyorlardı. Oysa bu Allah'a şirk koşmaktı. İslam'ın tevhid inancına aykırıydı. İşte, Ortodoks inancı dedikleri buydu. Egemen sınıflar, çıkarlarına göre uydurdukları din anlayışını "merkez" kabul ederken, gerçek dinin değerlerini savunanları “sapkınlık” anlamına gelen “Heterodoks” olmakla suçluyorlardı. Romalı egemen sınıfların resmi din adamları ile tarihçileri de bu din anlayışını hakim kılmak için var güçleriyle çalıştılar. Romalı yöneticiler, bu anlayışı hakim kılmak için gerek ideolojik yolla, gerek baskı yaparak, çoğu zaman da şiddet kullanarak egemenlikleri altında yaşayan halkları bu yöntemlerle denetim altına alıp, asimile ettiler.

Yukarıda Romalılar için söylediklerimizin aynısı, Emevi ve Abbasi Sultanları için de geçerlidir. Onlar da Romalı İmparatorları taklit ederek, kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler. İslam dininin içini boşaltarak kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. İslam dininde sadece tebliğ esas alınırken, onlar dini işgal, istila, yağma ve talanlarına maske olarak kullandılar. Oysa yaptıkları bu eylemler, Kur’an’a aykırıydı. Bu aykırılığa, ENAM suresinin 151. ve BAKARA Suresinin 256. Ayetini örnek olarak verebiliriz.

Yine aynı Roma imparatorlarının yaptıkları gibi, dini kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için Abbasi Sultanları da peygamber efendimizin vefatından dört yüz yıl sonra kendilerine bağlı bir din ve mezhepler oluşturdular. Kendilerine destek veren “EHLİ-HADİS-EHLİ-SÜNNNET” adını verdikleri fırkaların dışında kalanları “Sapkın” olarak nitelendirdiler. Yani, Pavlus nasıl ki Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dini başka bir dine dönüştürdüyse, Emevi ve Abbasi Sultanlarının  besleyip desteklediği sarayın sözde din adamları da aynı görevi yaptılar.

İslam dinini kurmuş oldukları devletlerin resmi inancı yapan yönetici sınıflar, gerçek dinin amacını gizlemişler ve dinin özünü savunanları “Sapkın” “Zındık” ve “Mülhid” olmakla suçladılar. Bunlara karşı şiddet uyguladılar, katliamlar yaptılar. İşte Alevilik de bunlardan biriydi. Alevi İslam anlayışı barışı, adaleti, sevgiyi, iyi ahlaklı bir toplum inşa etmeyi savunurken, resmi din anlayışın savunucuları egemenlerin çıkarları doğrultusunda kalemleri ile bunlara destek verdiler. Anlamı "Barış" olan İslam dinini işgal, yağma ve talana maske yaptılar. İşte, egemenlerin bu din anlayışına karşı çıkan Alevi İslam'ı  bunun için “Senkretik” ve “Heterodoks” olmakla itham etmektedirler. Bu kalem oynatıcıları aslında her şeyi bilmektedirler. Ancak kendileri de egemenlerin elinde tuttukları pastadan nemalandıkları için onlara destek vermeye ve kalem oynatmaya dün olduğu gibi, bugün de devam etmektedirler. Bunlar kendilerini  “aydın” “ilahiyatçı” olarak göstermektedirler. Maalesef bunların büyük çoğunluğu bu görevi bilerek yapmaktadır. Bir kısmı da farkında olmadan bu anlayışa destek vermektedir. Bunların dışında kalan ve sayıları iki elin parmak sayısını bile geçmeyen aydın ve ilahiyatçı ise, gerçekleri halka anlatmak için kıt imkanları ile bunlara cevap vermektedirler. İşte gerçek “aydın" ve gerçek “ilahiyatçı” da bu azınlıkta olanlardır. Tarih, bu cesur ve dürüst aydınları her zaman minnet ve şükranla anacaktır. Onlar, gerçek inananların kalbinde her zaman yaşamaya devam edeceklerdir.

Sonuç olarak, hiçbir din ve inanç bir günde oluşmamıştır. Kendisinden önceki inançlardan, kültürlerden, gelenek ve göreneklerden beslenerek bir sentez oluşturmuşlardır. Bu nedenle bir inancı “Merkez” sayarken başka bir dini ya da mezhebi “Sapkın” olmakla itham etmek doğru değildir. Bu bir orta çağ düşüncesidir. Dördüncü yüz yılda farklı bir inanç için tanımlanan bir sözcüğü yirmi birinci yüzyılda tekrar etmek, o tarihte donup kalmaktır. Kendisini akademisyen olarak görenlere, dinler tarihine bu gözle bakmalarını öneriyorum.  

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

18.08.2024.

OSMANLI, DİYARBAKIR EYALETİNDE ALEVİ TÜRKMEN VE KÜRTLER’DEN “KIZILBAŞ” VERGİSİ ALMIŞ


OSMANLI, DİYARBAKIR EYALETİNDE ALEVİ TÜRKMEN VE KÜRTLER’DEN  “KIZILBAŞ” VERGİSİ ALMIŞ
Safevi devletinin bir eyaleti olan Diyarbakır, 1514 yılındaki Çaldıran savaşından sonra Osmanlı topraklarına katılmıştı. Osmanlı, bölgeyi ele geçirdikten sonra Alevi Türkmen ve  Kürtler üzerinde yoğun bir baskı ve yıldırma politikası izledi. Aleviler, fiziki baskıların yanında, mali olarak da zor günler yaşamaya başlamıştı. Alevi Türkmen ve Kürtlerden Hristiyanlardan alınan cizye vergisi benzeri bir vergi  olan “SURH SERAN” (Kızılbaş) vergisi alınmaya başlandı. Doğu Anadolu'daki Alevi-Kızılbaşlar adeta göçe zorlandı. 1518’den itibaren bölgeye  Şafii mezhebine mensup Kürt aşiretlerinin iskan politikası izlendi.  Bu göçler neticesinde, bölgedeki nüfus yapısı da değişime uğradı. Alevi-Kızılbaşların İran’a (Safevi devletine) Göçlerinden önce, Diyarbakır bölgesindeki 869 yerleşim yerinin 438’i, Türkçe isimler taşıyordu. Bölgedeki zaviyelerin önemli bir kısmı da Alevi Türkmenlere bağlı bulunuyordu. Dediği Baba Zaviyesi, İnce Hıdır, Kara Baba türbeleri bunlardan bazılarıydı. Kişi adları da Alevi Türkmen ve Kürtlerin varlığını doğruluyordu. Tahrir defterlerinde bazı kişi adları şöyle yer almaktadır:

“ Şah Kulu, Şah Veli, Nur Ali, Şah Ali, Şah Hüseyin, Pir Kulu, Can Ali, Yar Ali, Gökçe, Yağmur, Sarı, Eslemez, Toktamış, Budak, Bayram, Satı, Satılmış, Bulduk"  

Diyarbakır (Amid) eyaleti ve bağlı sancaklarda önemli sayıda Türkmen cemaat ve aşiretleri de yer alıyordu. Örneğin;

--Karakeçili Aşireti, Viranşehir-Kızıltepe arasında,
--Sarılı Cemaati, Nusaybin- Akçakale-Musul arasında,
--Şakakiler Aşireti, Hasankeyf sancağında,
--Şebeklü Aşireti Musul sancağında bulunuyordu.

Bunların dışında, bölgede Kazıklı, İzzeddinli, Köçekli, Harbendelü, Bozulus, Dulkadirli toplulukları da konar-göçer hayat yaşıyordu. Tahrir defterlerinde Konar-göçerlerin Diyarbakır eyaletindeki nüfusun önemli bir kısmını meydana getirdiği görülmektedir. Örneğin, Tahrir defterlerinde sadece Bozulus Aşiretine mensup 8.015 erkek nüfusun (aileleri ile birlikte kırk bin) yaşadığı yer almaktadır. 

Diyarbakır eyaletinde, Türkmen aşiretlerinin dışında Kürt kökenli Merdisi, Basiyan, Süleymanlu, Zeriki, Zilan aşiretleri ile  Ermeni, Rum ve Yahudi toplulukları da bulunuyordu.

Alevi Türkmen ve Kürtlerden “Surh Seran”  (Surh-Kızıl, Seran-Başlar) vergisinin alındığı 1526 tarihli 998 numaralı Tahrir (kayıt-sayım) defteri ile 134 nolu defterlerde yer almaktadır. İlgili kayıtlara göre, Alevi Türkmenlerden sancaklara göre alınan “ Kızılbaş” vergisi miktarları şöyledir:

--Amid (Diyarbakır), 10.000 Akçe.
--Mardin, 80.000 Akçe.
--Sincar, 3.000 Akçe.
--Musul, 5.000 Akçe.
--Arabkir, 6.000 Akçe.
--Ergani, 3.000 Akçe.
--Çermik, 1.500 Akçe.
--Siverek, 5.500 Akçe.
--Kiği, 5.000 Akçe.
--Çemişgezek, 2.000 Akçe.
--Harput, 10.000 Akçe.
--Ruha (Urfa), 15.000 Akçe.
(Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih Erpolat, Diyarbakır Vilayeti Örneği,  XV1. Yüzyıl,sayfa,12)

Osmanlı devletinin Kızılbaş Türkmenlere ve Alevi Kürtlere “ Kafir” ve “düşman” gözüyle baktığı her hareketinde anlaşılmaktadır. Bunun neticesinde de Anadolu’daki  KızılbaşTürkmenler ile Alevi Kürtler kurtuluşu, Safevi devletine göç etmekte bulmuşlardı. Bugün İran'daki Türkmenlerin ve Horasan'daki Kürtlerin büyük çoğunluğunu Anadolulu'dan göç edenler oluşturmaktadır.

Sonuç olarak, Osmanlı devleti doğu ve güney doğu Anadolu’daki  Alevi Kürt ve KızılbaşTürkmen nüfusu orada tutmayı başaramamış ve bugün kü nüfus yapısının ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
12.01.2020

Kaynaklar:
--Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih Erpolat, "Osmanlı Arşiv Belgelerinde Türkmen Alevi Varlığını Tespit Etmenin Zorlukları ve İmkanları, Diyarbakır Vilayeti Örneği 16. Yüzyıl" isimli makalesi.

--Prof. Dr. Mehdi İlhan, "XV1. Yüzyıl başlarında Amid sancağı yer ve şahıs adları" makalesi.

-- Prof. Dr.Yılmaz Kurt, "Mardin sancağı kişi adları " makalesi.



4 Kasım 2024 Pazartesi

DİNİN DİREĞİ NAMAZ MI, İYİ AHLAK MI?

DİNİN DİREĞİ NAMAZ MI, İYİ AHLAK MI?

“Namaz dinin direğidir.” Bu söz öyle tekrarlanmakta ki; insanlar namaz kıldıklarında kendilerini sanki dinin bütün vecibelerini yerine getirmiş gibi kabul ederler. Öyle ki; İzmit bölgesinde katıldığım bir Cuma namazında, imam aynı sözü tekrarladıktan sonra, namaz kılanların günahlarının bağışlanacağını dahi söylemişti. İşte bu anlayışın bir örneği olarak Diyarbakır’da faili meçhul bir şekilde katledilen sekiz yaşındaki bir kız çocuğunu güvenlik görevlilerinden habersizce toprağa gömen şahıs çok rahat bir şekilde “ Ben onu gömdükten sonra üzerinde namaz kıldım” diyerek kendisine bir gerekçe yaratabilmektedir. Yani işlediği suçtan ve günahtan arındığını söyleyebilmektedir.

Oysa, bu İslam dinine aykırıdır. Namaz hem dinin direği değildir hem de onu kılanlar günahlardan arınmış olmazlar. Günahların bağışlanıp bağışlanmayacağını yalnızca yüce yaradan bilir. Ancak siz “namaz dinin direğidir. Namaz kılanların günahı bağışlanır” derseniz, sıradan insanların hukuksuz ve adaletsiz eylem ve fiillerine de zemin hazırlamış olursunuz. Kısaca kişi yaptığı eylemleri sorgulamadan namaz kılmakla kendisinin temize çıkacağına ve cennete gideceğine inanır.

Kaldı ki; namaz İslamiyet’ten önce de vardı. Eğer namaz dinin direği olsaydı, yüce Tanrı neden toplumlara sık sık peygamber göndersin? Zira Musevilikte, Hristiyanlıkta da namaz kılmak bulunuyordu. (Taha suresi 14, Meryem suresi 31. Ayet) Müşrikler de namaz kılıyordu. Hatta Zerdüşt dininde de namaz vardı. Zerdüştler de günde beş vakit namaz kılıyorlardı. Ayrıca namaz Allah’a yapılan bir ibadettir. Allah’ı anmak, yakarmak ve niyaz etmektir. Yani dinin bir ibadetidir, kendisi değildir. Dinin kendisi Allah’a, Kutsal kitaplara, peygamberlere, meleklere ve ahirete inanmaktır. İman edilmeden namaz olmaz. Bir insan iman ettiği için namaz kılar. Yani namaz kıldığı için iman etmez. İmam Ebu Hanife de aynı görüştedir. Namazın dinin direği olduğu, dinde aklı ve bilimi reddeden Vahabilik’te vardır. Çünkü Vahabilik, ibadetleri imandan sayar. Ve ibadetlerin imanı artırdığını savunur. Dolayısıyla bu sözleri tekrar etmek, toplumu Vahabileştirmekten başka bir amacı bulunmamaktadır. Bunun sonu da Türkiye’yi Taliban türü bir rejime götürmektir.

Namazın dinin direği olduğu maalesef Diyanet İşleri Başkanlığının resmi internet sitesinde de yer almaktadır. İlgili bölüm aynen şöyle:

“NAMAZ DİNİN DİREĞİDİR: İslâm dinini bir binaya benzetecek olursak, namaz da bu binayı ayakta tutan direk demek olur. Binanın ayakta durması direklerle mümkün olduğu gibi dini ayakta tutan da namaz olmuş olur. Bu bakımdan namaz, din binasının en önemli unsurlarından birini oluşturur. Bu unsurun yokluğu bina için büyük bir eksiklik olduğunda şüphe yoktur. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (as)’in yaptığı son tavsiyelerinden biri namaz olmuştur.”

Hazreti peygamber elbette ki namazı farz kılmıştır. Ama Kur’an ayetlerinde “Namaz dinin direğidir” diye bir söz geçmez. Bazı yazarların bu söze dayanak yaptıkları MÜDDESİR Suresinin 42 ve 43. Ayetleridir. Ancak bu ayetlerin devamında sadece namazdan bahsedilmediği anlaşılmaktadır. İlgili ayetler şöyledir:

MÜDDESİR SURESİ: 42-46. Ayetleri “” Sizi cehenneme sokan nedir?” derler. Günahkarlar derler ki “Biz namaz kılmazdık. Yoksulu doyurmazdık. Biz boş laflara dalanlarla beraberdik. Ceza gününü yalan sayardık.””

Ayetlerin bütünü okunduğunda sadece namaz kılmaktan bahsedilmediği görülmektedir. Dolayısıyla Kur’an’da “Namaz dinin direğidir” anlamında bir ayet bulunmamaktadır.

Kur’an’da ve hazreti Peygamber’in sözlerinde imandan sonra en çok iyi ahlak ve adaletle ilgili bölümler yer alır. Zira Hz. Muhammed, Müşriklerin Allah’a şirk (ortak) koşmalarına karşı çıkarken, aynı zamanda bozulan ahlakı ve adaleti yeniden sağlamak için de mücadele etmiştir. Kur’an’da ahlak ve adalet için şöyle denilmektedir:

KALEM SURESİ: 2-4. Ayetler: “ Ey Muhammed! Sen Rabbinin nimeti sayesinde deli değilsin. Sana muhakkak tükenmeyen bir mükafat vardır. Şüphe yok ki, sen pek büyük bir ahlaka sahipsin.”

ARAF SURESİ: 181. Ayet: ”Bizim yarattıklarımızdan bir ümmet var ki, hakka rehberlik eder ve onunla adaletle hükmederler.”

MAİDE SURESİ: 42. Ayet: ”Allah, adaletle hükmedenleri sever.”

NAHL SURESİ: 90. Ayet: ”Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder. Hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi dinin direği namaz değil, iyi ahlak ve adalet olduğu görülmektedir.

Makalemizi Hz. Muhammed’in Ahlakla ilgili bir sözü ile tamamlayalım:

“Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanı, AHLAKI en güzel olanlarıdır.”


Hamdullah Dedeoğlu

14. 09.2024

ETNİK MİLLİYETÇİLİK VE SOL


ETNİK MİLLİYETÇİLİK VE SOL

Etnik milliyetçilik nedir ? Etnik milliyetçiliği savunmak sol ideoloji ile bağdaşır mı ? Kürt millyetçiliği sol bir hareket midir? Bu makalemizde bunları tartışacağız.

Etnik, kelime anlamı ile azınlıkta olan, bir bölgede veya bir ülkede çoğunluk sağlayamayan toplumlar için kullanılır. Bu farklı dini bir grup, farklı bir ırk ve farklı bir dil konuşanlar için de kullanılabilir. Bizim konumuz Türkiye’de farklı bir dil konuşan Kürt halkıdır. Bugün onların hakları için mücadele ettiğini iddia eden örgütün ideolojisinin sol düşünce ile ilişkisi var mı ? Zira, sol’un bir kesimi PKK’yı öyle görmektedir. Bir örgütün söylemleri öyle olabilir, ancak yaptığı eylemler ve pratikteki uygulamaları o düşünceyle uyumlu mu, değil mi belirleyici olan budur. O halde, PKK’nın kuruluşunu ve eylemlerini incelersek, bu soruya cevap vermiş olacağız.

PKK’nın bugünkü yöneticilerinin çoğu 1980 öncesi, sol örgütlerin içinde yer alıyordu. Örgütü kuranlar başta Aptullah Öcalan olmak üzere, o dönemde “Devrimci Gençlik”  dergisini çıkaran grubun siyasi görüşlerini savunuyordu. Aptullah Öcalan, Ankara Yüksek Öğrenim Derneğinin (AYÖD) yönetim kuruluna bu grubun listesinde seçilerek girmişti. Bu grup, daha sonra haftalık “ Devrimci Yol” adlı bir dergiyi çıkardı. Savunduğu görüşler, Mahir Çayan’ın kurmuş olduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi doğrultusundaydı. Aptullah Öcalan ve arkadaşları, 1978’de bu gruptan ayrılarak Türkçe adı Kürdistan İşçi Partisi olan, PKK’yı (Partiya Karkeriya Kürdüstan) kurdular.

PKK’NIN 1980 ÖNCESİ EYLEMLERİ

Ayrılma nedenleri, azınlık bir halk olan Kürtlerin ayrı örgütlenmesi gerekçesine dayanıyordu. Bu örgüt örgütlenme alanı olarak kendisine doğu ve güney doğu Anadolu bölgesini seçmişti. Bölgeye yerleşmeleri ile, diğer sol gruplara karşı şiddet eylemlerine başlamaları bir oldu. Kendi dışındaki grupların bölgede örgütlenmelerine izin vermiyorlardı. Saldırı eylemlerini silahla yapıyorlardı. Bu saldırılarda çok sayıda SOLCU-İLERİCİ-DEVRİMCİ genci katlettiler. Diğer gruplara örgütlenme ve yaşama hakkı tanımıyorlardı. Dönemin güvenlik ve istihbarat örgütlerini yönetenler bu saldırı ve çatışmaları ellerini ovuşturarak izliyordu. Hatta, el altından PKK’nın saldırılarına göz yumuyorlardı. "Sol" grupların birbirleriyle çatışmasından fayda görüyorlardı. PKK’nın bu bölgelerde çatışmadığı grup kalmamıştı. Karşısında kim varsa ona saldırıyorlardı.

PKK’nın eylemleri 1980’e kadar devam etti. 1980 askeri darbesinde, sol örgütlerin üst düzey yöneticileri tutuklanıp, ceza evlerine atıldı. Yine, tuhaf bir şekilde PKK yöneticilerinin çoğu yurt dışına kaçmıştı. Daha sonra da, Suriye devletinin istihbarat örgütü olan EL Muhaberat'ın koruması altında Lübnan’ın Beka vadisinde örgüt çalışmalarına devam ettiler. Bundan sonrası ayrı yazıların konusu oraya girmeyeceğiz.

PKK VE MOLLA MUSTAFA BARZANİ

Adı İşçi Partisi olan örgüt, İşçilerin hiç bir sorunu ile ilgilenmiyordu. Tam tersine, bölgede hakim olan ağa ve derebeylerinden bazılarının desteğini alarak, diğerlerine karşı silahlı eylemler yapıyordu. Bölgedeki işçilerin sendika ve sosyal haklarını savunmak yerine, etnik milliyetçiliğe dayanan propaganda yapıyordu. Yani ideolojisi “ Kürt milliyetçiliği” olmuştu. “Marksist” ideoloji gitmiş, milliyetçi söylemler öne çıkmıştı. PKK, aslında geçmişteki etnik Kürt milliyetçiliğinin mirasını devralmıştı. Hakkında övgüler dizdikleri ve anma toplantıları yaptıkları, ŞEYH SAİD de 1925’de, genç cumhuriyete karşı etnik milliyetçilik temelinde ayaklanmış ve o dönemin en büyük emperyalist gücü olan İngiltere’nin desteğini almıştı. Aynı benzeri ayaklanmaları Irak'ta örgütleyen Mesut Barzani’nin babsası Molla Mustafa Barzani de Irak hükümetine karşı, ABD ve onun işbirlikçisi olan İran şahı Rıza Pehlevi’nin desteğini almıştı. Aynı eylemler ve aynı destekçiler  bugün de sahnedeki yerini almış görünüyorlar. Emperyalistler, çıkarları için bölgeyi kaosa ve iç çatışmalara götürmeye devam ediyorlar. Çıkarları değiştiğinde veya amaçlarına ulaştıklarında, bölge kan gölüne dönmüş olacak ve iç çatışmaların sonu gelmeyecektir. Zira, emperyalistler uzun vadeli politikalar belirleyerek hedeflerine ulaşmak isterler.

Emperyalistlerin bölgeyle ilgili politikalarından en fazla mağduriyeti Kürt halkı yaşayacaktır. Zira, bölgenin dört ülkesi, Türkiye, İran, Suriye ve Irak, kendilerinin bölünmesine asla izin vermezler. Toprak bütünlüklerini korumak için de savaşmaktan vazgeçmeyeceklerdir. Bu da, Kürt halkının menfaatine olmaz. Başta Kürt halkı olmak üzere, bölge halkının çıkarı ortak menfaatler temelinde birleşmekten geçiyor. Emperyalist politikalara karşı en doğru yol budur.

Sonuç olarak, etnik milliyetçilik dışarıdan büyük bir gücün desteğini almadan devlet kuramaz ve yaşayamaz. Nitekim bugün dünyanın en büyük emperyalist gücünü arkasına alan PYD-PKK, onlarin bölgedeki taşeronluğunu yapmaktadır. Bu nedenle, emperyalizmle işbirliği içinde olan etnik milliyetçiliği sol’la ilişkilendirmek dayanaksızdır. Gerçekçi de değildir. Zira, sol düşünce anti-eperyalisttir ve emperyalizmle işbirliğini reddeder.  Emperyalizmin kara gücü olmaz. Beş yüz dolar maaşla onlara askerlik yapmaz. Onların planlarında yer almaz. Ayrıca,  gerçek sol ideolojiyi benimseyenler emperyalistlerin bağımsızlık, özgürlük getirmeyeceğini de bilir. PKK’yı hala sol içinde görenlere bunu yeniden düşünmelerini öneriyorum. Eski görüşlerinde ısrar etmeye devam ederlerse, sol düşünceyle bağları kalmaz, emperyalizmin işbirlikçisi konumundan kurtulamayacakları bir sonla karşılaşmaları kaçınılmaz olacaktır.

Saygılarımla.
Hamdullah DEDEOĞLU
05.10.2017

2 Kasım 2024 Cumartesi

ALEVİ KATLİAMI YAPMAKLA ÖVÜNEN İDRİS-İ BİTLİS-İ KİMDİ ?


ALEVİ KATLİAMI YAPMAKLA ÖVÜNEN İDRİS-İ BİTLİS-İ KİMDİ?

Yeni çözüm süreçlerinin konuşulduğu bu günlerde, Abdullah Öcalan' 2015 yılındaki açılım sürecinde "Yavuz Sultan Selim-İdris-i Bitlisi ittifakını güncelleyelim" demişti. Bu sözlerin geçmişteki anlamı neydi? Abdullah Öcalan'ın bahsettiği İdris-i Bitlis-i kimdi? Bu makalemizde bu konu üzerinde duracağız.

İdris-i Bitlis-i takriben 1446-47 yıllarında Bitlis’de doğdu. 1520’de İstanbul’da öldü.  Akkoyunlu devleti yıkılıncaya kadar onların hizmetinde çalıştı. Akkoyunlu devleti toprakları üzerinde Safevi devleti kurulunca, Osmanlı devletine sığındı. 2. Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’da görev aldı. Osmanlının doğu politikasını oluşturan kişilerden biriydi. Amacına Yavuz Sultan Selim döneminde ulaştı. Safevi devletinin hakimiyeti altındaki Kürtleri ayaklandırmak için, Osmanlı’dan yüklü miktarlarda para alıp Kürt beylerine dağıttı. Gerek Çaldıran Savaşı (1514) öncesi gerekse savaş sonrasında doğu ve güney doğu Anadolu’daki Kızılbaş Türkmenlere ve Alevi Kürtlere karşı askeri eylemlerin yöneticilerinden oldu. Yavuz Sultan Selim'in müftü ve kadılardan aldığı fetvaları gerekçe göstererek yaptığı katliamları meşru gösterdi.  

İdris-i Bitlis-i, Yavuz Sultan Selim’e ithafen yazdığı “ Selim Şahname” adlı eserinde “ Kızılbaşlara karşı yaptığı askeri faaliyetleri anlatırken, onları nasıl tespit edip öldürdüklerini, mallarını nasıl yağmaladıklarını da açıkça itiraf etmektedir. İdris-i Bitlis-i'nin neler yaptığını kendi yazdığı eserde yer alan itirafları ile devam edelim:

“KIZILBAŞLAR DİRİ DİRİ YOKLUK MÜLKÜNE GİTTİ”

  Kızılbaş zehirli yılan gibidir. Başını ezmezsen bir faydası olmaz. … Akibetsiz Kızılbaş mülhitlerin (dinsizlerin) ve zındıklarının (inançsızların) kökünü kazıyıp ortadan kaldırmak azmiyle yolları acele olarak kat etmeli. …Bahtı ölmüş Kızılbaşın kahredilip kökünün kazındığı günden sonra … Kızılbaşın başı kesildiğinde başı yeniden kana bulandı. Bir anda kana batınca başıyla külahı arasında hiç fark kalmadı. Can, Kızılbaş’ın kanına susamıştı, köpükleri tıpkı dolu kadeh gibi görünüyordu. Kan dökücü kılıç öldürmekten yorulunca kın yatağına girdi. “

“ Mümin Kürt taifesi, mülk, millet ve ehli sünnet mezhebi bakımından Kızılbaş mülhitlerinin (dinsizlerin) düşmanıydılar. …Kürtlerin yüce soylu hakimleri (beyleri) atadan ataya önderlik yapan kimseler, hepsi Kızılbaşın düşmanı olduğundan aralarındaki uyuşma oldukça açıktı.”

“… Dediler ki, İster Şam’dan çıksın, ister Irak’tan olsun memleketleri nifak ehlinden (Alevi-Kızılbaşlar) temizleyelim. Aydın kalpli Kürt beyleri sultana karşı ihlasta parlak ay gibiydiler. Davetçi olarak aralarında rehindim, dinin iyi hususunda şefaatçi bir arkadaştım. Sultanın (Yavuz’un) haberleriyle Kızılbaşlar diri diri yokluk mülküne gittiler (Öldürüldüler).”  

(İdris-i Bitlis-i, Selim Şahname, sayfa, 117, 121, 125, 237, 245, 263,264, Hicabi Kırlangıç, 2001, Kültür Bakanlığı yayınları, Aktaran Zeynel Coşar, 40 bin Alevi Öldürülmedi mi, Kaynak yayınları, 2014)

İdris-i Bitlis-i’nin itiraflarını yazdığı kitaptan okumaya devam edelim :

“ Bilgin tabiatlı sultan, bu topluluğa bağlananları kısım kısım isim isim kaydetmeleri için her yöne bilgili katipler gönderdi. Yediden yetmişe her kesin adının yüce makamlı divana getirilmesini istedi. Yazıcılar isimleri deftere kaydedince yaşlı ve gençlerden oluşan kayıtlıların sayısı 40 bini buldu. Ulaklar defterleri her yörenin hakimine ulaştırdıktan sonra her yörede  keskin kılıç adım adım yazılanlara yöneldi. Bu öldürülenlerin sayısı 40 bini aştı.” ( sayfa, 124,136)

İdris-i Bitlis-i’nin de yazdığı gibi gerçekten Kızılbaş Türkmenler ve Alevi Kürtler kılıçtan geçirildi. Katliamdan sonra doğu ve güneydoğu Anadolu'daki köyler boşaldı ve viraneye döndü.  Bu köy boşalmaları 1518 ve 1530 tarihindeki tahrir (kayıt-sayım) defterlerinde de yer almaktadır. Sadece Diyarbakır bölgesinde üç yüzün üzerinde köyün boşaldığı belirtilmektedir. Anadolu'nun her yerinde yaşamlarını sürdüren Kızılbaşların bir kısmı savunma amaçlı olarak yüksek dağlara, bölgelere çekilirken, bir kısmı da İran’a kaçtı. Gidemeyenler de  “ehli sünnet mezhebindeniz” diyerek canlarını kurtarmayı seçtiler. Kızılbaş Türkmenlerin ve Alevi Kürtlerin boşalttığı bölgelere  ise,“ Ehli Sünnet” mezhebinden (Şafii mezhebine mensup) Kürtler yerleştirildi.  Anadolu'nun bugünkü nüfus yapısı, 16. Yüzyıldaki bu olaylardan sonra oluştu.

İşte, tarihi olaylara “Mezhepçi”  gözlüğüyle bakan bazı akademisyenlerin övgüyle bahsettiği ve Abdullah Öcalan'ın  sözünü ettiği İdris-i Bitlis-i  buydu.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
14.11.2019.

Popular