24 Nisan 2024 Çarşamba

ALEVİLİĞE “BATIL” DİYEN TARİKATÇILARA CEVABIMDIR

ALEVİLİĞE “BATIL” DİYEN TARİKATÇILARA CEVABIMDIR

Aleviliğe karşı öyle yoğun bir propaganda var ki, birine cevap vermeden diğeri saldırıya geçiyor. Ancak hepsinin birleştiği ortak nokta; Alevilik “İslam dışıdır” ya da Alevilik “Batıl”dır. İslam dışı diyen çevrelerden ayrı bir din olarak gören var, yüzlerce yıl önce Anadolu’da yaşayan “Luviler”’in inancı diyen de var. Bunlara önceki makalelerimizde cevap vermiştik. Bugünkü makalemizde Aleviliğe “Batıldır” diyenlere cevap vereceğiz.

Önce “Batıl” kelimesinin nereden geldiği ve ne anlam içerdiğine bakalım. Batıl kelimesi Arapça kökenli olup, Türkçe sözlükte “doğru olmayan, çürük, temelsiz, dinde yeri olmayan, boş inanç” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlama üzerinden devam edecek olursak, Aleviliğe “batıl” diyenlere şu soruları hemen sormamız gerekiyor.

1-Benim inancımı sorgulama hakkını nereden alıyorsunuz?

2-Sizin inancınız için de bir başkası aynı şeyleri söylerse ne diyeceksiniz?

3-Siz hala orta çağda mı yaşıyorsunuz? Yirmi birinci yüzyılda yaşadığımızdan haberiniz yok mu?

4-Siz kendinizi “dindar” veya “iyi bir Müslüman” olarak görüyorsanız başka inançlara hakaret etmeyi ya da küçük görmeyi inancınızın neresine koyuyorsunuz?

5-Sizin elinizde başkasının inancını ölçen, tartan bir mekanizma ya da bir terazi mi var?

6-Hz. Peygamberin başka inançlara gösterdiği saygı ve hoşgörüyü siz neden göstermiyorsunuz?

Buna benzer soruları daha da çoğaltabiliriz. Ancak bu tarikatçıların beslendikleri alanlar hep iktidar destekli olduğu için kendilerini “Muktedir” başkalarını “hakir” görme alışkanlıkları bulunmaktadır. Başkasının inancına müdahale etme ya da küçük görme yetkisini de buradan almaktadırlar. Çünkü bin yıldır bulundukları konumu ve mevkilerini savundukları ve destekledikleri hanedanlara ve iktidarlara borçludurlar. Hep güçlüden, hep iktidardan yana olmuşlardır. Ezilenin, yoksulun ve haksızlığa uğramışların da karşısında yer almışlardır. Dini argümanlar kullanarak halkın dikkatini hep “manevi” dünyaya çevirmişlerdir. Ancak, bu dünyanın tüm maddi imkanlarını yani lüksü, safahatı ve zevki de kendilerine bir hak olarak görmüşlerdir. Tarikatçıların Şeyh ve Şıhlarına baktığınızda bunları rahatlıkla görebilirsiniz. Hepsi birer holding sahibidir. Özellikle ticarette en önde gelen firmaların bu tarikat ve cemaatlere ait olduğunu görürsünüz. Sömürü düzenlerini din istismarı üzerine kurmuşlardır. Kurdukları bu düzen, insanları oyalama, kandırma ve sömürmek üzerinedir. Çarkları böyle dönmektedir. Aleviliğe “batıl” diyen de yine bu çevrelerdir. Çünkü hedef göstereceği bir inanç ya da inançlar olmalı ki kendi yaşamlarını devam ettirebilsinler. Söyledikleri de inandırıcı görünmeli ki; dini kendilerine maske olarak kullanabilsinler.

Bu tarikat ve cemaatlerin Alevilere yönelttikleri en önemli iddiaları “Namaz kılmazlar” “Oruç tutmazlar” Dolayısıyla, “Alevilik batıl bir inançtır” diyorlar. Bu tarikat ve cemaatlerin iddialarını teolojik açıdan ele alalım:

1-Namaz ve oruç ibadeti hem Musevilikte hem Hristiyanlıkta hem  Zerdüştlük inancında bulunmaktadır. Hatta, Zerdüştlük inancında  namaz beş vakit olarak kılınmaktadır. 

2-Mekke’deki “Müşrikler” de namaz kılıyor, oruç tutuyor, Kabe’yi tavaf ediyorlardı. Kur’an’da yer alan MAUN suresinde, namaz kılan Müslümanlara değil, namaz kılan“Müşrikler”e hitap ediliyor. Bilmiyorsanız, bir bilene sorabilirsiniz.

3-İbadetler imanın esası sayılmaz. Öyle olsaydı; Müşrikler de Müslüman sayılırdı.

4-Dinin esası iman ve itikattır.

5-İslam dininin özü iyi ahlak, adalet, yoksula ve yetime yardım etmektir. Bunu söyleyen de Hz. Muhammed’dir. (Hadis)

6-Aleviler, hem Hızır orucunu (üç gün) hem Muharrem ayında on iki gün oruç tutarlar.

7-Aleviler Cem ibadetinde, namaz kılarlar. Yani, kıyam, rükü ve secde ederler. Kur’an’dan sureler okurlar.

8-Aleviler Allah’ın birliğine, kutsal kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve meleklere inanırlar. İmanın esasları da bunlardır. Gerisi Allah ile kul arasındadır. Onu kimse bilemez ve müdahale edemez.

Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi tarikat ve cemaatlerin Alevilik hakkında ileri sürdükleri iddialar temelsiz ve asılsızdır. Dolayısıyla amaç başkadır. Amaç, Alevilere ibadetler üzerinden suçlamalar yönelterek, onları VAHABİLEŞTİRMEK ve ASİMİLE ETMEKTİR. 

Ey, Aleviliğe "Batıl" diyen tarikatçılar! Boşuna uğraşmayın. Aleviler bin yıldır bu topraklarda tüm saldırılara göğüs germiş bir halktır. Onları asimile edemezsiniz. Çünkü onların çok sağlam bir kültürleri, gelenekleri ve inançları bulunmaktadır. Onları asimile edebilmeniz için; onlardan daha üstün bir kültüre sahip olmanız gerekiyor. 

Tarikat ve Cemaatlerin peşinden giden halkımıza da buradan bir uyarıda bulunmak istiyorum. Tarikat ve cemaatlerin neyi amaçladığını ve neler yaptığını yakın bir zamanda gördük ve yaşadık. Lütfen tarikat ve cemaat Şeyhlerine inanmayın ve kanmayın. İslam dinini öğrenmek istiyorsanız; Türkçe ile yazılmış tüm kaynaklar mevcuttur. Okuma yazması olan herkes araştırıp, dinini öğrenebilir. Lütfen başkasının aklını kullanmayın. Kendi aklınızla hareket edin. Zira, Allah aklı insanlara kullanmak için vermiştir.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

09.03.2024


ALEVİLİK TARİKAT MI, MEZHEP Mİ?

ALEVİLİK TARİKAT MI, MEZHEP Mİ?

Alevilerin ibadet merkezleri olan Cem evlerine resmi statü verilmemesine gerekçe olarak 1925 yılında yürürlüğe giren 677 sayılı kanun gösterilmektedir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanunda Derviş, Şeyh, Baba, Çelebi, Dede gibi ünvanların kullanılması da yasaklanmıştı. İşte iktidarlar da bu kanunu bahane ederek Aleviliğe resmi bir statü vermekten kaçınmaktadırlar. İlgili kanunun çıkmasında 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanı etkili olmuştu. Zira, isyanı örgütleyen Şeyh Sait Nakşibendi tarikatına mensuptu.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, Alevilerin tekke ve zaviyeleri zaten bulunmuyordu. Zira, Alevi-Bektaşi tekke ve zaviyeleri Yeniçeri ocağının 1826 yılında kaldırılması ile birlikte kapatılmış, dergahların büyük kısmı yıktırılmış, menkul ve gayrı menkullerine de el konulmuştu. Yıkılmayan tekke ve zaviyelerin yönetimi de Nakşibendi gibi ehli sünnet mezhebine mensup tarikatlara devredilmişti. Dolayısıyla, 1925 yılında yürürlüğe giren kanunun Alevi inançtaki tarikat ve cemaatlerle ilgisi bulunmamaktadır.

Bu kanunda Alevileri ilgilendiren “Dede” ve “Baba” sıfatlarının yasaklanmış olmasıdır. Ancak Dede ve baba sıfatlarının bugünkü tanımı ve konumu 18. 19. Ve 20. Yüz yıldaki tanımı ve konumundan farklı boyutlara gelmiştir. Zira bugünkü Alevilik; Bektaşiliği, Kalenderiliği, Vefailiği, Melamiliği, Nusayriliği ve Mevleviliğin bir kolunu da kapsayan bir çatıya dönüşmüştür. Yani, kapsamı büyümüş ve değişmiştir. Dolayısıyla, bir tarikat bir cemaat olmaktan çıkmış İslam dininin bir ekolü, diğer deyimle bir mezhebi olmuştur. Kısacası, Alevilik hem Ehli-Sünnet mezheplerinden hem de Şiilik’ten farklı bir yorum olup, kendisine has ritüelleri olan bir inançtır. Ancak Kendisini İslam dairesi içinde görmektedir. Yani, imanın esaslarına ve tevhide bağlı bir inançtır. Bu nedenle de hiç kimse Aleviliği İslam dışı göremez. Buna karar vermesi de kabul edilemez. Zira Aleviler kendilerini İslam dinine mensup olarak görmektedirler. İslam dininin tebliğcisi olan Ehli-Beyt’e de sonsuz sevgi ve saygı ile bağlıdırlar.

Abbasi Halifesinin bin yıl önce almış olduğu “dört mezhep” kararı da artık terk edilmelidir. Herkes inancını istediği gibi yaşamalıdır. “Laiklik” ilkesi de inanç özgürlüğünün teminatı olarak Anayasa’da yer almaktadır. Yine Anayasa'nın Eşitlik ilkesi gereğince, Ehli-Sünnet mezheplere sağlanan haklar, diğer inanç ve mezheplere de verilmelidir.   

Konumuzu bu şekilde özetledikten sonra, Aleviliğin resmi olarak tanınması önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Alevilik bir mezhep gibi kabul edildiğinde 677 sayılı yasaya takılmadan bu tanıma sağlanabilir. Bu ülkemizin birliği ve dirliği için de çok önemlidir. Devleti yönetenlerin böyle bir karar alması tabanda da hoş görü yaratacak ve toplumlar arasındaki kaynaşmayı da hızlandıracaktır. Aleviliğin tanınması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararlar da ortadır. Ancak, Aleviliğin tanınması sadece bu mahkemenin verdiği karara bağlanmadan bir an evvel yürürlüğe girmeli ve Alevilerin inanç ve ibadet merkezi olan Cem Evleri ile ilgili talepleri karşılanmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçeden Alevi İslam kuruluşlarına, Cem evlerine ve kadrolarına pay verilmelidir. Kardeşlik ve birlik, eşitlik temelinde sağlanır. Kardeşin birine yağlı-ballı ekmek verilirken, diğerine yavan ekmek verilmesi hiç de adaletli değildir. Adalet paylaşma ve bölüşme ile olur. Bu yapıldığı taktirde, kardeşlik de daha güçlü bağlarla kuvvetlenmiş olur.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

27.03.2024.


22 Nisan 2024 Pazartesi

KURMANÇLAR HORASAN'DAN MI GELDİ ?


7. YÜZYILDAKİ HORASAN HARİTASI (Hüseyin Akyüz'ün HORASAN adlı makalesinden alınmıştır)

21. yüzyıldaki Horasan Haritası

KURMANÇLAR  HORASAN'DAN  MI GELDİ ?


Kurmançca konuşanların kökeni nereden geliyor ? Kürt mü ?, Türk mü ? Yoksa Fars kökenli mi ? Bilim adamları bu sorulara tam ve kesin cevap verememektedir. Biz de tarihi bilgilere ve sözlü anlatımlara dayanarak kendi görüşümüzü açıklamak istedik. 

Öncelikle Kurmanç kelimesinin orijinali ke harfi ile değil, Fars alfabesindeki gayın'la başlar. Bu da Türkçe'de (ge) harfi ile gösterilebilir. Doğrusu Kurmanç değil, Gurmanç'dır. Adını da Horasan bölgesindeki Gurlar'dan almaktadır. Gurlular bugün hala İran, Afganistan ve Türkmenistan Horasanında yaşamaktadırlar. Afganistan ve İran'dakiler kurmanç dili ile konuşmaya devam ederken, Türkmenistan'daki Gurlular Türkmence konuşmaktadırlar.

Buna göre, Anadoluda'ki Kurmançların Horasan'dan geldikleri doğrulanmış oluyor. Gerek tarihçiler, gerekse sahada yapılan çalışmalarda, kurmançca konuşanların yaşlıları atalarının Horasan'dan geldiklerini ifade etmişlerdir. Merhum araştırmacı-yazar Cemal Şener'de yaklaşık üç bin kişi ile yaptığı görüşmelerde aynı cevabı almıştır. Bu satırları yazan kişi olarak, aynı bilgileri 1970'li yıllarda baba anneme ve dedeme sorduğumda aynı cevapları almıştım.

Bu bilgileri paylaştıktan sonra, Kurmançca konuşanlar Anadolu'ya ne zaman geldiler ?
Tarihçiler iki ayrı zamanda geldiğini belirtiyor.
1. Abbasiler döneminde, 9. ve 10. yüzyılda Bizans sınır boylarına yerleştirildiler.
2. Harzemşahların, Cengiz Han'ın ordularına yenilmesinden sonra, 13. yüzyılda Anadolu'ya göç etmişlerdir.

Horasan'dan geldiklerine göre, bu dili Anadolu'ya gelmeden önce bildikleri kanısındayım. Çünkü, Horasan'da hakim olan dil, Farsça'ydı. Yani Kurmanç diliydi. Kurmanç dili eski Farsça'nın bir lehçesiydi. Aynı Türkçe'nin lehçelerindeki gibi. Bu tespitlerimi bizzathi kendi yaptığım araştırmalara dayandırıyorum. Kurmanç dilini bilen biri olarak, Farsça'yı araştırdım. Araştırmalarımın sonunda, Fars dilinin gramerini öğrendim. Farsça ile Kurmanç dilinin grameri neredeyse aynıydı. Kurmanç dilindeki kelimelerin yüzde seksenini, Farsça'da da tespit ettim. Bu konuyla ilgili yazdığım makaleleri blokta okuyabilirsiniz. 

Konu ile ilgili olarak en son edindiğimiz bilgilere göre, Horasan bölgesine yakın bir coğrafya olan Harezim de Farsça dışında tamamen ayrı bir İrani dili konuşulduğu, farklı kültüre sahip oldukları ve bu bölgedeki halkın Moğol istilasından sonra batıya dağıldıkları, bir kısmının da Anadolu'ya geldikleri şeklindedir. Konu ile ilgili olarak İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nuri Yüce, Ebul Kasım Carullah Mahmud b. Omar b. Muhammed bin Ahmed ez Zemahşehri el Harezmi'nin "Mukaddimetül Edeb " isimli eser hakkındaki incelemesinin ön sözünde şöyle demektedir:

"Hârizmlilerin M.S. daha XI, yüzyılda ayrı bir dil konuştukları ve yazdıkları ve bu dili XIII. yüzyıla kadar muhafaza ettikleri tarihi kaynaklardan ve son zamanlarda bu dile ait bulunan metinlerden anlaşılmaktadır. Hârizm kavminin dili üzerinde yapılan çalışmalar bu dilin, yani Hârizmce'nin, Avesta, Soğd, Yağnöb ve Osset dilleri gibi bir doğu İran dili olduğunu ortaya çıkarmıştır."

 "Bozkırlardaki komşuları Oğuz, Peçenek, Kıpçak, Kanglı ve öteki Türk boyları ile alışveriş yapan Hârizm halkı, bu ticareti sonraki zamanlarda da Bulgar, Skandinavya, İslâm ülkeleri ve hattâ Hindistan ile sürdürerek çok zenginleşmiştir. ARNA ve YAP denilen büyük ve küçük sulama kanalları açılarak tarımda ileri bir seviyeye erişilmiş, halkın çalışkan ve zeki oluşu da ilim ve kültür hayatının oldukça yükselmesini sağlamıştır."

 "Birüni, eski Hârizm halkının ayrı dili, dini ve din bilginleri olduğunu, ayrı takvim, ayrı ölçü, tartı ve para sistemleri kullandıklarını anlatmakta ve Arapların ülkeyi işgal ederken bu kültürü imhâ ettiklerini kaydetmektedir."

" Hârizm bölgesinde eksiden konuşulan dil İran dili Hârizmce idi. Buraya Türk boylarının yerleşmesiyle Türkçe yayıldı. Her iki farklı dilden İran diline “Hârizmce”, Türk diline “Horezmce” denir. Biz daha önceki yayınlarımızda bu bölge Türkçesi için “Horezmce” tâbirini kullanmıştık. Şimdi bu eserde “Hârizm Türkçesi” adını kullanıyoruz."

Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Gülden Sağol ise, Ebul Kasım Carullah'ın  "Mukaddimetül Edeb" adlı eserini Harezimce, Farsça, Moğolca ve Türkçe ile de birer nüsha yazdığını belirtmektedir. Bu bilgiler de Horasan bölgesinde İrani dillerinin farklı lehçelerinin konuşulduğunu ve yazı dili olarak kullandığını doğrulamaktadır. Kurmanç dili de bunlardan biriydi. 

O halde, Kurmanç dilinin Farsça'nın bir lehçesi olması, KURMANÇLARIN  Fars kökenli olduğunu ispatlar mı? Bize göre hayır. Horasan bölgesinde Türkmen ve Fars toplulukları, yüzyıllardır birlikte yaşıyorlardı. Halen de yaşamaya devam ediyorlar. Farsça, o bölgede yaşayan kavimlerin ortak iletişim diliydi. Fars dilinin çok eski bir dil olması, yazışmalarda ve edebiyat alanında gelişmiş olması nedeniyle, diğer diller üzerinde bir üstünlüğe sahipti. Bu nedenle, bazı diller zamanla kayboldu veya unutuldu. (Bu arada, şunu da belirtmekte fayda var. Kurmançca konuşan aleviler, aynı zamanda Türkçe'ye de hakimdiler. Bunu, kendi baba annem ve dedemden bilmekteyim. Hiç okula gitmemelerine rağmen, Türkçeleri gayet güzeldi. Şehire indiklerinde, alışverişlerini Türkçe ile rahat bir şekilde yapabiliyorlardı.)

Öte yandan, bölgede kurulan Türk devletlerinin resmi ve yazışma dilleri de Farsça'ydı. Örneğin; Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular. Bu da yukarıdaki tezimizi güçlendirmektedir. Altı yüz yıl boyunca dünyanın süper güçlerinden biri olmuş Osmanlı devletinin yazışma dili Farsça'ydı. Eğitimde kullanılan Osmanlıca'nın neredeyse yüzde altmışı, Farsça kelimelerden oluşuyordu. Bugün kullandığımız Türkçe'nin tahminen en az yüzde otuzu Farsça kelimelerden oluşmaktadır. Kurmanç dilinde yer alan çok sayıda kelimenin, Osmanlıca'da da yer aldığını tespit ettim. Şaşırdığımı buradan belirtmeliyim. Bu durumda Osmanlı devletini Fars saymak mümkün olur mu ?

Kurmançca konuşan aleviler, cem'lerde duaları ve gülbengleri Türkçe okurlar. Yine, Cem ayinlerinde yer alan on iki hizmetten, altısı Şamanizmde de yer almaktadır. Bu konuda Prof. Dr. Yusuf Yörükan'ın “Müslümanlıktan önce Türk dinleri” adını taşıyan araştırmasının okunmasını öneririm.

Sonuç olarak, Kurmançca konuşanların Kürt olmadıkları yukarıdaki bilgelerden anlaşılmaktadır. Zira, Horasan bölgesinde Kürt yoktur. Kürtlerin yaşadığı bölge, Zağros dağları civarıdır. Anadoluya gelmeleri daha sonradır. Bugün Horasan Kürtleri olarak adlandirılanlar ise, Şah İsmail tarafından 16.Yüzyılda oraya iskan edilenlerdir. Bunu bütün tarihçiler de teyit etmektedir. Bunda ısrar etmek, başka amacın hedeflendiğidir. Bizim amacımız iyi niyetlileri ve konuyu bilmeyenleri uyarmaktır.
Saygılarımla.

Ekler:
-- Gurlular Haritası (1000-1215)
--"Mukaddimetül Edeb" adlı eserin Harezimce nüshasının kapağı ve son sayfası. (Doç. Dr. Gülden Sağol'un makalesinden alınmıştır)
--Prof. Dr. Nuri Yüce'nin Mukaddime ile ilgili yazdığı eserin kapağı.










Kaynaklar;
1-Ali Rıza Özdemir, Kurmançlar kimlerdir.
2-Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlıktan önce Türk dinleri Şamanizm
3-Prof.Dr. John Haldon, Bizans Tarih atlası, Alfa yayınları
4-Ömer Özüyılmaz, Gurmanç ve Kürtlerin Kökenleri,

Yazan:Hamdullah Dedeoğlu
02. 03. 2018.





18 Nisan 2024 Perşembe

PEYGAMBERLERİN ZALİMLERE KARŞI MÜCADELESİ

PEYGAMBERLERİN ZALİMLERE KARŞI MÜCADELESİ

Peygamberler tarihi incelendiğinde bir tarafta ezen ile ezileni ve zalim olanla garibanı görürsünüz. İşte peygamberler de ezilen, horlanan, yoksul ve gariban kitlelere önderlik etmişlerdir. Peygamberlerin hayatları bu mücadelelerle geçmiştir. Bu görüşümüzü açıklayabilmek için Hz. Musa ile Hz. Muhammed’in mücadelesini özetlememiz gerekiyor. Önce Hz. Musa’nın mücadelesinden örnekler verelim.

Hz. Musa’nın  tarihi kayıtlara göre, Milattan önce bin üç yüzlü yıllarda Mısır’da yaşadığı ifade edilmektedir. Mensubu olduğu İsrail oğulları Mısır’da köle ve hizmetçi statüsünde bulunuyordu. Mesleği olanlar inşaat, çiftçilik ve dlğer zanaatkarlık dallarında, mesleği olmayanlar da en ağır ve pis işlerde çalıştırılıyorlardı. Hz. Musa’nın yaşadığı dönemde Mısır tahtında Firavun olarak Velid bin Musab (1. Ramses) bulunuyordu. Çok zalim ve zorba birisiydi. Kendisini topluma tanrı olarak kabul ettirmişti.

Hz. Musa, esir olarak yaşayan halkını bu durumdan kurtarmak için planlar yapmaya başladı. Bir gece on iki kavimden meydana gelen halkına haber göndererek hava karardıktan sonra şehirden topluca çıkmalarını istedi. Hz. Musa şehirden çıkan kavmini Kenan iline (Filistin) doğru yönlendirdi. Kenan iline gitmek için Kızıldeniz’i aşması gerekiyordu. Keramet gösterip, asasını yere vurunca deniz yarılır, açılan yoldan karşı kıyıya geçerler. Onları takip eden Firavun’un ordusu açılan yoldan denize girince deniz kapanır. Firavun ve askerleri denizi geçemeden boğularak can verirler. Hz. Musa ve kavmi de Kenan iline gelip yerleşirler. Böylece Mısır’daki esir hayatından kurtulurlar. 

Burada mistik ve sembollerle bir tasvir olsa da zorba ve despot bir Firavun’a karşı verilen mücadele anlatılmaktadır.

Hz. Musa bundan sonra kavmini tek tanrı inancına ikna etmek için çaba harcar. Halkını iyi ahlak ve doğruluğa teşvik etmek amacıyla tanrı tarafından kendisine iletilen emirleri tebliğ etmeye başlar. Bu emirlerden on tanesi çok önemlidir. Bu emirler şunlardı;

1-Seni Mısır diyarında esaretten çıkaran Tanrı benim. Benden başka tanrın olmayacak.

2-kendin için put yapmayacaksın.

3-Tanrının adını boş yere ağzına almayacaksın.

4-Adam Öldürmeyeceksin.

5-Zina yapmayacaksın.

6-Çalmayacaksın.

7-Yalan söylemeyeceksin.

8-Komşunun malına, canına, eşine, işine göz dikmeyeceksin.

9-Anne ve babana hürmet edeceksin

10-Cumartesi günleri dinleneceksin. O gün hiçbir iş yapmayacaksın. O günü kurtuluş günü olarak kutlayacaksın.

Hz. Musa’nın hayatını ve mücadelesini kısaca özetleyecek olursak, karşımızda halkına önderlik eden ve onları esirlikten kurtaran, özgür ve bağımsız bir yaşama ulaştıran bir lider görürüz. Tanrı tarafından iletilen on emir ise, birlikte yaşamanın kuralları olup, insanların dürüst olması, çalışması ve üretmesi amaçlanmıştır. Yani, amaç o günkü şartlara göre medeni ve modern bir toplum yaratmaktır.

Hz. MUHAMMED’İN MÜCADELESİ

Hz. Muhammed de Mekke’deki zorbalara ve tefecilere baş kaldırmıştır. Peygamberliği süresince bunlara karşı mücadele etmiştir. Cebrail aracılığı ile kendisine tebliğ edilen ayetler incelendiğinde bu durumu görebiliriz. Bu ayetler şunlardır:

Hac suresi 39. Ayet: ”Kendileri ile savaşa girişilenlere, zulme uğradıklarından ötürü karşı koymaya (savaşa) izin verilmiştir ”

Şura suresi 42. Ayet: “Ancak halka zulmedenlere ve haksız yere yeryüzünde azgınlıkta bulunanlara karşı durulmalıdır. İşte elemli azap onlaradır.”

Bakara Suresi 193. Ayet: “Zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.”

Bakara Suresi 258. Ayet: “Allah zalimleri hidayete erdirmez.”

Enam Suresi 135. Ayet: “Zalimler iflah olmazlar.”

Araf Suresi 44. Ayet: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed’e inen ayetlerde zalimler lanetlenmekte ve onlara karşı halktan haklarını savunmaları istenmiştir. Yani zorbalara karşı halkın kendilerini  savunmaları meşru sayılmıştır. Hz. Muhammed, tebliğ ettiği din aracılığı ile ezilenlerin, yoksulların hakkını savunmuş ve daha adil bir düzen kurmak için mücadele etmiştir. Kur’an’da yoksullar ve ezilenlerle ilgili ayetleri verdiğimizde konumuz daha iyi anlaşılacaktır.

Fecr Suresi 17-20. Ayetler: “ Hayır! Siz doğrusu yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram, helal demeden mirası yiyorsunuz. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.”

Duhan Suresi 6-10. Ayetler: “O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi? Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni de sakın azarlama.”

Hz. Muhammed, köle tüccarlarına, tefecilere karşı çıkmış, yetimin, yoksulun, kadınların ve kız çocukların haklarını savunmuştur. Konu ile ilgili ayetler de şöyledir:

Beled Suresi 12.-17. Ayetler: “Sarp yokuş nedir sen bilir misin? Bir köle azat etmek, açlık yahut kıtlık gününde akrabalardan bir öksüzü yahut yerlere serilmiş bir yoksulu doyurmak, sonra inanıp birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.”

Nisa Suresi 4. Ayet: “Kadınlara evlenirken-boşanırken mehirlerini (bedellerini-nafakalarını) cömertçe verin.”

Nisa Suresi 7. Ayet: “Ana, babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlar için de hisse vardır. Mal az olsun, çok olsun mirasta belirli bir hisse vardır. Miras bölüşülürken, yakınlar, yoksullar bulunursa o maldan onları da rızıklandırın. Kendilerine güzel sözler söyleyin.”

Bu ayetler gelmeden önce kadınların miras hakkı ve boşanırken nafaka alma hakları bulunmuyordu. İnsanlar köle olarak bir mal gibi alınıp, satılıyordu.

Hz. Muhammed kendisine iletilen ayetler doğrultusunda küçük esnafı ezen, köylülerin elindeki mülke el koyan tefeci bezirganlara karşı da mücadele etmiştir. İlgili ayetler şöyledir:

Bakara Suresi 275. Ayet: “Faiz yiyenler (Tefeciler) mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimse gibi kalkarlar.”

Bakara Suresi 278-279. Ayetler: “Ey inananlar, Allah’tan sakının ve artık inancınız varsa, almadığınız faizi bırakın. Bunu yapmazsanız, bunun Allah’a ve peygambere açılmış bir savaş olduğunu bilin.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Hz. Muhammed daha adil bir düzen kurmak için zalimlerle, zorbalarla ve tefecilerle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Medine’de kurduğu site-şehir devletinde de Kur’an’da yer alan hükümleri uygulamıştır.

Kısaca özetleyecek olursak, bütün peygamberler gibi, Hz. Muhammed’in hayatı da hep ezilenden, yoksuldan yana olmuş, kadınların haklarını savunmuş, küçük esnaf ve köylünün yanında olmuştur. Bazılarının görmediği ya da göstermek istemediği de budur. Peygamberler tarihine bu gözle bakıldığında bu mücadele daha iyi anlaşılacaktır.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

16.04. 2024.

 

17 Nisan 2024 Çarşamba

KUR’AN DUYGULANMAK İÇİN Mİ, ÖĞÜT ALINMAK İÇİN Mİ OKUNUR?

KUR’AN DUYGULANMAK İÇİN Mİ, ÖĞÜT ALINMAK İÇİN Mİ OKUNUR?

Diyanet İşleri Başkanlığı, Diyanet Vakfının yayınladığı “KUR’AN’I KERİM VE AÇIKLAMALI MEALİ” ‘nin 2009’da yirmi ikinci baskısı yapılan eserin “KUR’AN VE MEAL” başlığı altındaki yazıyı okuduğumda inanın hayretler içinde kaldım. Akademisyenlerden oluşan bir heyet tarafından hazırlanan eserde böyle bir yazının yer alması beni daha da üzdü. Eserdeki bu önsözü okuyunca halkı aydınlatması gereken  din adamlarının Kur’an’daki ayetleri yeterince kavrayamadığı ya da gerçeği açıklama cesaretine sahip olmadıkları kanaatine vardım. Kur’an’ın niçin Arapça dili ile gönderildiğini ve niçin okunması gerektiğini ayetlere dayanarak belirttikten sonra, kendi görüşümüzü açıklayacağız.

Ön sözde yazılanlar aynen şöyle:

“Namaz kılmak farz olduğu gibi, Kur’an’dan, namazlarda okunacak miktarı öğrenip ezberlemek de farzdır. Bu farizayı yerine getirmek Kur’an tercümesini ezberlemekle mümkün değildir; bir başka anlatımla, Kur’an tercümesi ile namaz kılınmaz. Her Müslüman, biraz gayret sarf ederek Kur’an’ı aslından okumayı öğrenmelidir. Şu var ki, Kur’an’ın tercüme ve tefsirlerini okumak da sevaptır.”

“ ….. Esasen, Kur’an’ın bütün insanlığa ulaştırılması iki şekilde gerçekleşebilir:

1-Lafızlarıyla ibadet edilen bir kitap olması sebebiyle Kur’an’ın Arapça metninin bütün insanlara ulaştırılması. Böylece herkes, onu okuma, dinleme, ezberleme, ibadetlerinde okuma, manasını anlamadığı halde onunla DUYGULANMA imkanına sahip olur. Nitekim asırlardan beri Müslümanlar, Kur’an’ın Arapça aslını okumakta hatta hafızlar onu baştan sona ezberlemekte ve kıratlarıyla duygulanıp duygulandırmaktadırlar.”

Burada itirazımız üç noktada olacaktır.

Birincisi: “Kur’an’ın tercümesi ile namaz kılınmaz.”

İkincisi: “Manasını anlamadığı halde, onunla duygulanma imkanına sahip olur.”

Üçüncüsü: “Kur’an’dan, namazlarda okunacak miktarı öğrenip ezberlemek de farzdır.”

Önce üçüncüsünden başlayalım. Sayın yazarlar, namazlarda okunacak sureleri Arapça olarak ezberlemenin farz olduğu Kur’an’ın hangi ayetinde belirtiliyor. Ben böyle bir ayet göremedim. Eğer, sayın yazarlar benim göremediğim sureyi ve ayeti söylerlerse çok memnun olurum. Türkiye’nin büyük çoğunluğunun mensubu olduğu Hanefi mezhebin imamı İmam-ı Azam (Ebu Hanife) namazların Farsça ya da başka bir dille kılınabileceğini belirtirken, siz bin üç yüz yıl sonra Türkiye’yi nereye götürmek istiyorsunuz? Sizin amacınız Türkiye’yi Vahabileştirmek mi?

Gelelim birinci ve ikinci itirazımıza.  Kur’an’da, ayetlerin tebliğ edilme gerekçesi, insanların duygulanması için değil, ders alması ve öğüt alması içindir. İnsanların öğüt ve ders alabilmesi içinde bunu okuyunca anlaması gerekir. Anlaması için de Kur’an’ın indiği dili yani, Arapçayı bilmesi gerekir. Eğer bu dili bilmiyorsa, ayetlerden ders alması mümkün olur mu? Elbette ki mümkün olmaz. Yani, öğüt ve ders alabilmesi için Kur’an’ı bildiği ve anladığı dilde okuması gerekir. Bir Arap’a yabancı bir dille söylenmemesi gereken Kur’an, Bir Türk’e neden yabancı bir dille söylensin?  O halde, neden Kur’an’ın Arapça ile okunmasında ısrar ediliyor? Bunun gerekçesi nedir? Bu sorulara cevap vermeden önce, Kur’an’ın niçin Arapça olarak indirildiği ile ilgili ayetleri verelim:

YUSUF SURESİ: 2. Ayet: “Biz onu anlayabilesiniz diye Arapça okunmak üzere gönderdik.”

İBRAHİM SURESİ:4. Ayet: “Her peygamberi apaçık anlatabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik.”

FUSSİLET SURESİ: 44. Ayet: “Biz bu Kur’an’ı yabancı bir dille meydana koysaydık, “Ayetlerin açıklanması gerekmez miydi? Bir Arap’a yabancı bir dille söylenir mi? “diyeceklerdi.”

DUHAN SURESİ: 58-59. Ayet: “Ey Muhammed! Biz ibret alırlar diye Kur’an’ı senin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını temin ettik.”

ARAF SURESİ: 2. Ayet: “Ey Muhammed! Bu kitap, insanları onunla uyarman ve öğüt vermen için indirildi.”

YUSUF SURESİ: 104. Ayet: "Kur'an alemlere öğütten başka bir şey değildir."

ALİ İMRAN SURESİ. 138. Ayet: “Kur’an insanlara bir açıklama, sakınanlara doğru yol gösterme ve öğüttür.”

Ayetler gayet açık ve nettir. Ne denildiğini de herkes rahatlıkla anlayabilecek şekildedir. Kur’an, insanların duygulanması için değil, öğüt ve uyarılması için indirilmiştir. Burada anlaşılmayacak bir durum yok. Bizim dilimiz Türkçe ise, Arapçayı da bilmiyorsak sureleri Arap’ça okumanın tekrardan başka bir yararı olur mu? Ayet de ne deniliyor?  “Sizin konuşup, anlaştığınız dil Arapça olduğu için, Kur’an’ı size Arapça olarak indirdik” deniliyor. Yani, diliniz başka bir dil olsaydı, o dille indirecektik denilmek isteniyor. O halde dili Arapça olmayan bir milletin Kur’an surelerini anlayabilmesi için bildiği dilde okuması gerekmez mi?

İMAM EBU HANİFE NE DİYOR?

Ülkemizdeki Ehli-Sünnet mezheplerinden insanların büyük çoğunluğunun bağlı olduğu Hanefi mezhebinin kurucu İmamı olan Ebu Hanife’nin görüşlerini “İmam Azam Savunması” adlı kitabında aktaran Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk bu konuyu şöyle açıklamaktadır:

“Kur’an’ın verileri esas alınırsa ne dediğini anlamadan kılınan namaz geçerli değildir. Neden? Çünkü, dua da tıpkı Kur’an gibi, lafızdan ibaret değildir, manadır. Anlamını bilmeden okumak ise, sadece lafız tekrarıdır. Oysa ki, Kur’an, kendisini okumanın telaffuz değil, anlamını iyice düşünerek okunmasını istiyor. … Bütün bu açıklamalar dikkate alındığında, ne dediğini anlamadan okuyarak namaz kılanların o namazları iade etmeleri gerekir.”

“… İmam-ı Azam’ın (Ebu Hanife), Kur’an’ın tercümesiyle ibadet meselesindeki görüşü açık ve kesindir. Arap dilini bilen ve Kur’an’ı güzel bir telaffuzla okuyabilecekler de dahil, Fatiha’yı tercümesinden okuyan herkesin namazı geçerlidir.”

Ebu Hanife’nin “Tercüme ile namaz kılınabilir.” Fetvası bulunmasına rağmen, önsözü yazanlar bunu bilmiyor mu?  Biz bildikleri kanısındayız. Zira, o makamlara gelen birisinin bundan habersiz olması düşünülemez. O halde, neden Ebu Hanife’nin zıddı olan bir görüşü yazmaktadırlar?  Nedenini maddeler halinde şöyle açıklayabiliriz:

1-Arapça’yı kutsal bir dil gibi göstermek.

2-Kur’an’ın Arapça dışında başka bir dil ile okunmasında namaz ve duaların kabul görmeyeceği anlayışında olmak.

3-Arapça dilinde ısrar edip, bir ruhban (din adamları) sınıfı yaratmak.

4-Sıradan halkı ruhban sınıfına mahkum etmek.

5-Dinin Arapça ile öğrenilmesinde çıkar elde etmek.

6-Kendilerine “kutsallık” gibi bir aidiyet verip, dokunulmazlık elde etmek.

7-Din eğitiminin Arapça olmasını isteyen Suudi Arabistan gibi ülkelerin para fonlarından yararlanmak.

8-Bulundukları mevkileri ve konumlarını devam ettirmek.

9-Dini kurumları kendi kontrolleri altında tutmak.

10-Gerçekleri açıklayacak cesareti gösterememek.

Unvanları Profesör, Doçent, Doktor olan bu akademisyenlerin böyle bir ön söz yazmaları ülkemizde nasıl bir din eğitimi verildiğini gözler önüne sermektedir. Bu gidişin sonu Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan VAHABİLİKTİR. Kısaca, Türkiye’yi Vahabileştirmektir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından Anadolu insanını aydınlatması için kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, tam tersine toplumu karanlığa taşımak için çaba harcıyor. Cumhuriyetin kurumları nereden nereye geldi.

Saygılarımla.

Hamdullah DEDEOĞLU

19.03.2020


11 Nisan 2024 Perşembe

DİNİ, DİN TÜCCARLARINDAN VE KÜRESELCİLER'DEN NASIL KURTARACAĞIZ ?

DİNİ, DİN TÜCCARLARINDAN VE KÜRESELCİLER'DEN NASIL KURTARACAĞIZ?

Din, İnsanların manevi dünyasını belirleyen en önemli inançtır. Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe kazıları, insan oğlunun yaklaşık on iki bin yıldır bir dini inanca sahip olduğunu gösterdi. 

İnsanların kutsalları olan inançlar, devletlerin ortaya çıkmasından sonra yöneticilerin önemli buldukları konuların başında geliyordu. Din adamları ya yöneticilerin emrindeydiler ya da yöneticilerin kendileri bu görevi yürütüyordu. Savaş ve barış kararlarında dahi, din adamlarının görüşleri belirleyici oluyordu.

Dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğunu kurmuş olan Romalılar, Filistin coğrafyasında ortaya çıkan Hristiyan inancına teslim olmak zorunda kalmıştı. İmparatorluğun resmi dini olan PAGANİZM çok tanrılı bir dindi. Yahudi din adamlarının şikayeti üzerine Hz İsa'yı çarmıha germişlerdi. İmparatorluk içinde ortaya çıkan bu inanca karşı iki yüz elli yıl savaş açtılar.  Ancak tüm cezalara, baskılara ve idamlara rağmen, Hristiyanlığın yayılmasına engel olamadılar. M.S. 313 yılında Hristiyanlık inancına serbestlik tanımak zorunda kaldılar. Ancak, Paganizm inancı Hristiyanlık karşısında her geçen gün taraftar kaybediyordu. Geniş kitleler topluca Hristiyan dinine bağlanıyordu. Bunu gören imparatorlar, önce paganizm ile Hristiyanlığı eşit statüye getirdiler, sonra da Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak kabul ettiler. İşte, dinlerin gücü burada da ortaya çıkmıştı. Yöneticiler de bunu görmüştü. O nedenle din adamlarının kendilerinden bağımsız olamayacağı görüşüne sahip oldular. Din üzerindeki kontrol ve hakimiyetlerini devam ettirdiler. Bunu da kendilerine bağlı din adamları aracılığı ile gerçekleştirdiler. Bunun sonucunda da bir ruhban-din adamı sınıfı ortaya çıktı. Toplumu din adamlarının aracılığı ile  yönetmenin daha kolay olduğunu gördüler.

Bugünkü küresel güçler de dinin etkisini tarihi tecrübelerden iyi biliyorlardı. Daha önceki gibi ülkeleri işgal etmek istediklerinde, sadece askeri araçları kullanmıyorlardı. Din adamlarını da kendi amaçları doğrultusunda eğitip hazırlamaya başladılar.  Bununla ilgili çok çarpıcı örnekler verdiğimizde konumuzu daha iyi açıklamış olacağız.

KESNİZANİ TARİKATI

ABD'nini Irak'ı 2003 yılındaki işgali sırasında, Kesnizani tarikatı üyeleri olan Irak Genel Kurmay Başkanı Ayat el Fetih, generallerden Hamid Shban ve El Vefik gibi üst düzey komutanlar tarikat şeyhi Muhammed Kesnizani'nin emri doğrultusunda direnmeden işgalci Amerikan ordusuna teslim oldular. Yine İngiltere'nin işgal ettiği Irak'ın Basra bölgesinde, Şii din adamı El Hekim'in fetvaları sonucunda İngilizlere karşı hiçbir direniş hareketine gidilmedi. Oradaki gerek askeri birlikler gerek siviller hiçbir direniş göstermediler. İnsanlar tarikatçı sözde din adamlarının telkinleri ile işgalcilerin işbirlikçisi olmuş, ülkelerine ihanet etmişlerdi.  

Dini istismar eden din tüccarı tarikat ve cemaatler, ülke yöneticilerinin denetiminden çıkmış, küresel güçlerin kontrolüne geçmişlerdi. On beş Temmuz 2016'da biz de bir benzerini yaşamadık mı? CİA'nin kırk yıldır örgütlediği Nurcu Fethullah GÜLEN cemaati ülkede darbe girişiminde bulunmadı mı? İki yüz elli vatandaşımız şehit edilmedi mi?

Yine aynı küresel güç ABD, uzak doğuda güney Asya'yı kontrol altına alabilmek için, MOON tarikatı aracılığı ile Güney Kore nüfusunun yüzde kırkını Hristiyan yapmadı mı?  Bu Hristiyan nüfusu sonradan kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayacak mı?  Bu tür örgütlenmelerin dünyanın bütün ülkelerinde bulunduğu artık bir sır değildir.

Küresel güçler amaçlarına ulaşabilmek için işbirlikçi olarak yetiştirdikleri tarikat ve cemaatleri bir araç haline getirmişlerdir. O halde ne yapmalıyız?

Küresel güçlerle ancak devlet olanakları ile mücadele edilebilir. Zira, bireylerin veya küçük ölçekteki kuruluşların bunlarla mücadele etmesi mümkün değildir. Bunlara karşı devletin bütün kurumlarının birlikte mücadele etmesi gerekir. Bunun için de nitelikli kadrolara ihtiyaç bulunmaktadır. Bu mücadele, bilgili ve dirayetli kadrolarla yapılır. Aynı şey ülke içindeki işbirlikçiler için de geçerlidir. Her ikisiyle de mücadele için önerilerimizi maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1-Bütün tarikat ve cemaat örgütlenmeleri derhal yasaklanmalıdır.

2-İmam hatip ve İlahiyat Fakültelerinin eğitim düzeyi yükseltilmelidir. Burada, Anadolu İslam’ı dediğimiz hoş görülü, devletine ve milletine bağlı bir eğitim sistemi esas alınmalıdır.

3- Orta okuldan itibaren Din ve ahlak derslerinde, dinler tarihi bütün yönleriyle işlenmelidir.

4-Devlet, bütün dinlere ve mezheplere eşit uzaklıkta olmalıdır.

5-Din eğitimi veren kuruluşlar devletin denetiminde olmalı, ancak bütün din adamlarının maaşları yerel yönetimler tarafından ödenmelidir. (Müslüman, Hristiyan, Yahudi dahil)

Yukarıda sıraladığımız önerileri gerçekleştirebilecek kadrolar ülkemizde vardır. Yeter ki onlara görev ve yetki verilsin. Sayısız Elmalı Hamdi Yazır'lar, Börekçi Rıfat Efendiler görev beklemektedir.

Saygılarımla.

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu

18.06.2017.


Popular