Bizim resmi tarih kitaplarında Türklerin nasıl Müslüman
olduğuna ve büyük çoğunluğun Sünni mezhebine nasıl dahil edildiğine pek
değinilmez. Bu konulara girmekten de kaçınırlar. Zira, Türklerin İslamiyeti kabul etmesi,
İran’da hüküm süren Sasani imparatorluğunun İslam devleti tarafından Miladi
takvime göre 644 yılında yıkılmasından üç yüz yıl sonra olmuştur. Yani, Türkler
Arap orduları ile üç yüz yıl savaşmışlardır. İslamiyeti toplu olarak ve devlet
nezdinde ilk kabul eden de Karahanlılar ve hükümdarları Satık Buğra Han’dır. Miladi
takvime göre, 940’lı yılların başıdır. Emeviler hanedanlığı yıkılmış, Abbasi
dönemi başlamıştır. Onuncu yüzyıla kadar Türkler İslam ordularına karşı
şiddetli direniş göstermişler, çok büyük katliamlar ve savaşların sonunda ancak müslümanlığı kabul
etmişlerdir. Konuya kısa bu girişten sonra, Türklerin nasıl Müslüman olduğunu özetleyelim:
TÜRK HANLARI ÇİN İMPARATORUNDAN DESTEK İSTİYOR
Sasani devletinin yıkılmasından sonra, İslam
ordularını durduracak merkezi bir devletin ordusu kalmamıştı. İran’ı istila
eden Arap orduları Emeviler döneminde öyle saldırgan ve yağmacı olmuşlardı ki,
şehirleri yöneten Türk Hanları düşmanları olan Çin imparatorlarından yardım
istemek zorunda kalmışlardı. Bu yardım taleplerinden örnekler verdiğimizde konuyu
daha iyi anlatmış olacağız.
Buhara şehrinin yöneticisi Tuğ Şad 718-719 yılında Çin
imparatoruna şöyle yazar:
“Son zamanlarda Arap haydutlarının istila ve yıkımlarından acı
çekiyoruz. Ülkemizde huzur yok. Beni bu güçlüklerden kurtarmasını İmparatorun
lütfundan bekliyorum… Ayrıca Türgiş’e
yardımıma gelmesi için emir vermenizi dilerim.
Atlarımın ve askerlerimin başına geçeceğim. Uygun buluşmada Arapları
baştan aşağı ezeceğiz. “ ( Doğan
Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Aktaran Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman olduk, sayfa,
109)
Karatekin Hanı ise, durumu şöyle özetler:
“ Arap yıkım yapıyor. Toharistan, Buhara, Taşkent,
Fergana, hepsi Arap’a bağımlı oldu. Krallığımda hazinelerime, depolarıma,
halkımın zenginliklerine Arap el koydu. Bunları alıp gittiler. Araplara emir
verin de krallığımdan aldıkları vergilerinden vazgeçsinler.” (Age, sayfa, 110)
Semerkant Hanı Gürek bey ise, Çin imparatorunun desteği ile Arapları yenebileceğini belirterek şöyle der:
“ Size sadakatle bağlıyız. Otuz beş yıldır Arap
haydutlarına karşı aralıksız savaşıyoruz. Her yıl sefere büyük atlı ve yaya
orduları çıkardık, ama yardımınızı alma mutluluğuna kavuşamadık. Altı yıl önce
Emir Kuteybe’yi bozguna uğrattık. Ama Araplar çok sayıda kuvvetle beni kuşattı.
Asker yollayınız. Araplar toplam yüz yıl kudretli olacaklardır. Bu yıl yüz yıl doldu.
Çin askeri gelirse, ben ve benimkiler, Arapları yeneceğiz.” (Age, sayfa 110)
CÜRCAN DİRENİŞİ VE KATLİAM
Küçük beylikler ve hakanlıklar şeklinde şehirlerde
hüküm süren Türk kavimleri birleşip ortak hareket edemiyorlardı. Bunda, Çin’lilerin
Türk hanlarını birbirine karşı kullanmasının da etkisi bulunuyordu. Zira,
aralarındaki husumet nedeniyle merkezi ve güçlü bir ordu kuramıyorlardı. Tek
merkezden yönetilen Arap orduları ise, Maveraünnehir’e kadar olan toprakları
ele geçirmişti. Feth ettikleri şehirlerde değerli mallara el koyuyorlardı, teslim
aldıkları askerleri kılıçtan geçirip, kadınları ve genç erkekleri ise, esir pazarında
satıyorlardı. Fethedilen yerlerden biri de Cürcan şehriydi. Şehir yedi ay Emevi
ordusuna direnmişti. Şehir
halkının bu uzun direnişi ve daha önceki eylemleri Emevi ordusunun başında
bulunan Yezid’i öfkelendirmişti. Bundan sonrasını Taberistanlı tarih yazarı
Taberi şöyle anlatmaktadır:
“ Fatih Arap komutanı şehre girince bütün erkeklerin
bir araya getirilmesini emretti. Eli silah tutanların hepsini kılıçtan geçirdi.
Geçeceği yolun sağ ve soluna 4 fersah (24 km) uzunluğunda bir mesafeye dar
ağacı diktirerek bu Türkleri astırdı. Diğer taraftan şehri Araplara istedikleri
gibi yağma ettirmeyi de unutmadı.”
Cürcan şehri 716 yılında Arap orduları tarafında
fethedilmişti. Ordu komutanı Yezid, Cürcan’a bir miktar asker bırakarak Taberistan’ı
feth etmeye gitmişti. Cürcan halkı da bunu fırsat bilerek isyan etmiş, işgalci Arap askerlerini imha
etmişti. Bunu öğrenen Yezid, şöyle der:
“ Cürcan’lıları mağlup ettiğimde, üzerlerinden kılıcı
kaldırmaya; ta ki, akan kanlarından değirmen döndürüp, unundan ekmek pişirip
yemedikçe” diye yemin eder. Tarihçi Taberi bu olayın devamını şöyle anlatır:
“ Şimdi sıra Allah’a verdiği sözü yerine getirmeye
gelmişti. Bu maksat için de 12 bin kişi ayırdı. Onları Cürcan’ın vadilerinden
biri olan Enderhiz’e doğru sevk etti.
Akibetlerinin ne olacağından ve niçin toplandıklarından tamamen habersiz olan
bu zavallılar Enderhiz vadisine gelince orada durduruldular. Ondan sonra Yezid
yanındaki Arap askerlerine dönerek;
“ Bunlardan
intikamını almak isteyenler alsın “ emrini verdi.
“ Enderhiz vadisinde kendilerini müdafaa edecek en
küçük bir silahları olmayan bu esir Türklere Araplar büyük bir hışımla
saldırdılar. Her Arap bir hamlede 4-5 Türk’ün birden işini bitiriyordu. “
“ Yezid 12 bin kişiyi böyle feci bir şekilde kılıçtan
geçirdikten sonra, tepeler gibi yığılıp kalan bu kafa ve gövdeler üzerine doğru
suyun mecrasını değiştirdi. Bu kan nehri ilerdeki bir değirmene ulaşıyordu. En
sonunda Yezid, bu kanların öğüttüğü unlardan yapılan ekmeklerden yedi. Böylelikle Allah’a verdiği sözü yerine getirmiş
oldu. “ (Tarihi Taberi, c.3, s.383-384, Aktaran Erdoğan Aydın, Age. S.99-100))
Arap
ordularının saldırganlığı ile Türkler arasındaki mücadele, yani katliam ve
savaşlar Emevilerin yıkılışına kadar devam etti. Yukarıda anlatılanlar bunun
çok küçük bir boyutuydu. Türk kavimlerin oturduğu bölgelerde çok daha büyük katliamlar
ve yağmalar yapıldı. Biz sadece vahşetin boyutunu göstermek istedik.
ABBASİLER DÖNEMİ
Emevilerin iktidarı yaklaşık 90 yıl sürdü. Miladi
takvime göre, 749 yılında Eba Müslim Horasani, Türk ve İran’lı kavimlerin
desteği ile Emevi iktidarına son verdi. Abbasi hanedanlığı döneminde “ Arap”
kavimiyetçiliği yerine, “ İslam Ümmeti “ politikası adı altında aynı zihniyet
devam etti. Yayılma ve fetih politikalarında
bir değişiklik olmamıştı. Türklerle olan savaşlar ve çatışmalar bütün hızıyla
devam etti. Katliamları, yağma ve talanları tekrar etmeyelim. Çünkü yukarıda
örneğini verdiğimiz çok sayıda olay yaşandı.
Miladi takvime göre, 942 yılında Karahanlı devleti,
başındaki Satık Buğra Han ile birlikte
İslam dinini resmen kabul etti. Bu tarihten sonra, Türk kavimleri arasında
İslamiyet hızla yayıldı. 11. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Horasan ve Orta
Asya’daki Türk kavimlerin hepsi Müslüman olmuştu. Ancak, Türklerin İslam
anlayışı ile Arapların anlayışı arasında fark vardı. Türkler önceki din anlayışları
ile yeni dini harmanlayarak bir sentez oluşturmuşlardı. Kendi gelenek ve
göreneklerini koruyorlardı. Türk din adamları, Yeni dini halkın basitçe anlayacağı
ve uygulayabileceği bir şekle getirmişti. Buna “ Halk İslamı” diyorlardı. Arapların
benimsemiş olduğu Şeriat hükümleri, onlara çok ağır ve uygulanması mümkün
olmayan eylemler olarak görünüyordu. Çünkü, şeriat hükümleri Arap kavminin
gelenek ve göreneklerine dayanan bir anlayıştan geliyordu. Kısaca, Şeriat din
demek değildi. Türk din adamları da sufilik yoluyla onlara yeni dini öğretmeye
çalıştılar. Bu görevi dervişler, babalar ve dedeler üstlenmişti. Onlar da yeni
dini, Türklerin gelenek ve görenekleri üzerine inşa etme yoluna gittiler. Bu da
İslam’ın Türk yorumuydu. Yani, Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli’nin beslendiği
kaynakta buradan geliyordu.
BÜVEYHİLER DÖNEMİ
Yedinci yüzyılda Hz. Muhammed tarafından kurulan İslam
devleti iki yüz yıl sonra Emevi ve Abbasiler döneminde İmparatorluğa dönüşmüştü.
Devletin sınırları kuzey Afrika kıyılarından Hindistan’a kadar uzanıyordu.
Hanedanların imparatorluğu tek merkezden yönetmeleri imkansız hale gelmişti.
İktidarlarını yerel hakim güçlerle paylaşmak zorunda kalmışlardı. Arap kavmine
dayanan orduların ve yönetici kadroların yerini çok değişik milletlerden olanlar almıştı. Bunlardan
biri de Hazar denizinin güneyindeki Deylem halkından olan Büveyhilerdi.
Büveyhiler, devlet yönetiminde çok tecrübeli olan bir aileydi. Perslerden
itibaren, Sasaniler devletinin yıkılışına kadar yönetim kadrolarında görev
almışlardı. Abbas oğullarının iktidara
gelmelerine de destek vermişlerdi. M. 945 yılından itibaren devletin yönetim
kadrolarını ele geçirmişlerdi. Abbasi halifesi üzerinde etkiliydiler. Şii İslam’ı
benimsemişlerdi. Onların döneminde Başkent Bağdat’daki Şii nüfus hızla
artmıştı.
Büveyhi ailesinin imparatorluk üzerindeki hakimiyeti 1055 yılına kadar devam etti. Bu tarihten sonra, sahneye Oğuz Türklerinden olan Selçuklular çıktı. 1040 yılında Horasan’a hakim olan Gaznelileri yenen Tuğrul bey önderliğindeki Oğuzlar, Abbasi halifesi Kaim- Biemrillah’ın daveti üzerine Bağdat’a girdi. Tuğrul beyden destek alan Halife Kaim-Biemrillah, Büveyhilerin imparatorluk üzerindeki etkinliğine son verdi.
EHLİ SÜNNET MEZHEPLER DÖNEMİ
Abbasi İmparatorluğu topraklarında İslam dinini farklı
yorumlayan onlarca fırka, ekol ve cemaat bulunuyordu. Kaim-Biemrillah’tan
önceki halife Kadir-Billah tarafından M. 1029 yılında Bu fırka, mezhep ve
cemaatlerin sayısı dörtle sınırlandırılmıştı. Bunlar, Hanefilik, Şafilik,
Malikilik ve Hanbelilik’ti. Mezheplere bu ekollerin daha önce önderliğini yapan
imamların isimleri verilmişti. Adları verilen bu mezhep imamların hiç birisi yaşamıyordu. Ancak, onların ekolünü devam ettiren öğrencileri
hayattaydı. Fakat, Şiilik bu dört mezhebe dahil edilmemişti. Bu dört mezhebin
dışındaki mezhepler ve ekoller din dışı kabul edilerek yasaklanmıştı.
Yasaklananlar hakkında soruşturma, cezalandırma ve sürgün etme yoluna gidildi.
Bu takibat ve cezalandırmaların sonunda sadece Şiilik ve bazı batıni akımlar
ayakta kalabildi. Diğerleri yaşama şansı bulamadı.
Halife Kadir
Billah bunu yaptığında en büyük destekçisi Gazneli devletinin başında bulunan Sultan Mahmut’tu. Halife’nin Şiiliği bu dört mezhebin içine dahil etmemesinin nedeni, Şiilerin
iktidarı ele geçirmek istemesinden geliyordu. Diğer mezheplerin siyasi iktidarı
ele geçirme gibi bir amacı bulunmuyordu. Halife Kadir Billah ve dört mezhep'in temsilcileri tarafından imzalanan bu karar, halife Kaim-Biemirillah
zamanında tekrar yazılı bir metine aktarıldı. Halife, Bunu yaparken Selçuklu sultanı Tuğrul beyden destek almıştı.
Tuğrul bey Hem Büveyhileri, hem de daha önce Bağdat ve Musul bölgesine yerleşen
İsmaili Fatimi-Şii taraftarı Türkmenleri Başkentten uzaklaştırmıştı. Hatta
Fatimi-İsmaili taraftarı olan bu Şii Türkmenlere karşı askeri eylemlerde bulunmuş ve onları
etkisiz hale getirmişti. Tuğrul bey, halifenin kızıyla da evlenerek, akrabalık
bağı ile halifeyi ayrıca koruma altına da almıştı.
On birinci
yüzyılda Abbasi halifeliğine rakip olabilecek siyasi güçler, Mısır’da kurulan İsmaili-Şii
Fatimi devleti ile imparatorluk içindeki on iki imam Şiiliğini benimseyen
ekollerdi. Halife bu güçlere karşı Ehli-Sünnet adı verilen cemaatlerin desteği
ile mücadele başlattı. Halife, askeri
yöntemlerin dışında, fikri yönüyle de bir kampanya yürüttü. Fatimi ve Şii islam
anlayışına karşı özellikle Hanbelilerin desteği çok yoğun oldu. Hanbeliler İslam’da
içtihat yolunun kapatılmasında etkili
oldular. Bu anlayış, İslam coğrafyasında fikir özgürlüğünü engellemiş, sonuçta
İslam ülkelerinin yeni gelişmeleri takip edememesine neden olmuştu. Zira,
Hanbelilik, dinde aklı kullanmayı reddeden bir görüşe sahipti. Amelleri, yani ibadetleri
de imandan sayarak, İslam dinini şekilciliğe sokmuştu.
Türklerin İslamiyeti kabulü ve sünni mezhebine dahil olmaları kısaca böyle oldu. Halife Kadir-Billah ve Kaim-Biemirullah kendi iktidarlarının devamı için İslamın şekilci yorumunu islam coğrafyasına zorla hakim kıldılar. İslam ülkelerinin bu tarihten sonra, bilim ve ilimde geride kalmasının nedeni de budur. Osmanlı döneminin ilahiyatçı-din bilginlerinden olan Prof. Dr. Yusuf Yörükan da bu görüştedir.
Sonuç olarak, şunu söyleyebiliriz. Oğuz Türklerinden Tuğrul bey ve Gazneliler devletinin hakimi olan sultan Mahmut, Abbasi hanedanlığına askeri ve siyasi destek vermeseydi, ehli-sünnet mezhepleri
bugünkü çoğunluğu elde edemeyeceklerdi. İslam coğrafyası ve Türk kavimleri de kendi
özgün İslami yorumlarına sahip olacaklardı. Ahmet Yesevi ile başlayan ve Hacı
Bektaş veli ile devam eden İslam anlayışı,
Türklerin mezhebi olacaktı. Ancak, tarihi şartlar buna müsaade etmedi. Eğer bu gerçekleşmis olsaydı; Türkiye çok daha farklı bir yerde olurdu.
İslam coğrafyası da akıl ve bilimden uzaklaşmaz ve bugünkü yaşadıklarını yaşamazdı. Batılıların sömürgesi
durumuna da düşmezdi.
Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
14.12.2019
Kaynaklar:
--Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı yayınları, 2016.
--Prof. Dr. Erdoğan Merçil-Prof. Dr. Ali Sevim,
Selçuklu devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu yayınları, 1995.
--Prof. Dr. Bahattin Kök, Gazneli Mahmut ile Abbasi
halifesi El-Kadir arasındaki ilişkiler adlı makalesi, 1998.
--Maşide Kamit, Necmettin Erbakan Üniversitesi
araştırma görevlisi, Kaim-Biemirillah’ın Hilafetinde Sünni ve Şii iktidar
mücadelesi adlı makalesi, 2014.
--Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi, Alfa tarih
yayınları, 2014, çeviren, Ahmet Fethi Yıldırım.
--Prof. Dr. Bernard Levis, Alamut Kalesi ve Hasan El
Sabbah, Nokta kitap, 2012.