15 Aralık 2019 Pazar

TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU ? NASIL "SÜNNİLEŞTİ ?"

TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU ?  NASIL "SÜNNİLEŞTİ ?"

Bizim resmi tarih kitaplarında Türklerin nasıl Müslüman olduğuna ve büyük çoğunluğun Sünni mezhebine nasıl dahil edildiğine  pek değinilmez. Bu konulara girmekten de kaçınırlar. Zira, Türklerin İslamiyeti kabul etmesi, İran’da hüküm süren Sasani imparatorluğunun İslam devleti tarafından Miladi takvime göre 644 yılında yıkılmasından üç yüz yıl sonra olmuştur. Yani, Türkler Arap orduları ile üç yüz yıl savaşmışlardır. İslamiyeti toplu olarak ve devlet nezdinde ilk kabul eden de Karahanlılar ve  hükümdarları Satık Buğra Han’dır. Miladi takvime göre, 940’lı yılların başıdır. Emeviler hanedanlığı yıkılmış, Abbasi dönemi başlamıştır. Onuncu yüzyıla kadar Türkler İslam ordularına karşı şiddetli direniş göstermişler, çok büyük  katliamlar ve savaşların sonunda ancak müslümanlığı kabul etmişlerdir. Konuya kısa bu girişten sonra, Türklerin nasıl Müslüman olduğunu özetleyelim:

TÜRK HANLARI ÇİN İMPARATORUNDAN DESTEK İSTİYOR

Sasani devletinin yıkılmasından sonra, İslam ordularını durduracak merkezi bir devletin ordusu kalmamıştı. İran’ı istila eden Arap orduları Emeviler döneminde öyle saldırgan ve yağmacı olmuşlardı ki, şehirleri yöneten Türk Hanları düşmanları olan Çin imparatorlarından yardım istemek zorunda kalmışlardı. Bu yardım  taleplerinden örnekler verdiğimizde konuyu daha iyi anlatmış olacağız.

Buhara şehrinin yöneticisi Tuğ Şad 718-719 yılında Çin imparatoruna şöyle yazar:
“Son zamanlarda  Arap haydutlarının istila ve yıkımlarından acı çekiyoruz. Ülkemizde huzur yok. Beni bu güçlüklerden kurtarmasını İmparatorun lütfundan bekliyorum…  Ayrıca Türgiş’e yardımıma gelmesi için emir vermenizi dilerim.  Atlarımın ve askerlerimin başına geçeceğim. Uygun buluşmada Arapları baştan aşağı ezeceğiz. “  ( Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Aktaran Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman olduk, sayfa, 109)

Karatekin Hanı ise, durumu şöyle özetler:

“ Arap yıkım yapıyor. Toharistan, Buhara, Taşkent, Fergana, hepsi Arap’a bağımlı oldu. Krallığımda hazinelerime, depolarıma, halkımın zenginliklerine Arap el koydu. Bunları alıp gittiler. Araplara emir verin de krallığımdan aldıkları vergilerinden vazgeçsinler.” (Age, sayfa, 110)

Semerkant Hanı Gürek bey ise, Çin imparatorunun desteği ile Arapları yenebileceğini belirterek şöyle der:

“ Size sadakatle bağlıyız. Otuz beş yıldır Arap haydutlarına karşı aralıksız savaşıyoruz. Her yıl sefere büyük atlı ve yaya orduları çıkardık, ama yardımınızı alma mutluluğuna kavuşamadık. Altı yıl önce Emir Kuteybe’yi bozguna uğrattık. Ama Araplar çok sayıda kuvvetle beni kuşattı. Asker yollayınız. Araplar toplam yüz yıl kudretli olacaklardır. Bu yıl yüz yıl doldu. Çin askeri gelirse, ben ve benimkiler, Arapları yeneceğiz.” (Age, sayfa 110)

CÜRCAN DİRENİŞİ VE KATLİAM

Küçük beylikler ve hakanlıklar şeklinde şehirlerde hüküm süren Türk kavimleri birleşip ortak hareket edemiyorlardı. Bunda, Çin’lilerin Türk hanlarını birbirine karşı kullanmasının da etkisi bulunuyordu. Zira, aralarındaki husumet nedeniyle merkezi ve güçlü bir ordu kuramıyorlardı. Tek merkezden yönetilen Arap orduları ise, Maveraünnehir’e kadar olan toprakları ele geçirmişti. Feth ettikleri  şehirlerde değerli mallara el koyuyorlardı, teslim aldıkları askerleri kılıçtan geçirip, kadınları ve genç erkekleri ise, esir pazarında satıyorlardı. Fethedilen yerlerden biri de Cürcan şehriydi. Şehir yedi ay Emevi ordusuna direnmişti. Şehir halkının bu uzun direnişi ve daha önceki eylemleri Emevi ordusunun başında bulunan Yezid’i öfkelendirmişti. Bundan sonrasını Taberistanlı tarih yazarı Taberi şöyle anlatmaktadır:

“ Fatih Arap komutanı şehre girince bütün erkeklerin bir araya getirilmesini emretti. Eli silah tutanların hepsini kılıçtan geçirdi. Geçeceği yolun sağ ve soluna 4 fersah (24 km) uzunluğunda bir mesafeye dar ağacı diktirerek bu Türkleri astırdı. Diğer taraftan şehri Araplara istedikleri gibi yağma ettirmeyi de unutmadı.”

Cürcan şehri 716 yılında Arap orduları tarafında fethedilmişti. Ordu komutanı Yezid, Cürcan’a bir miktar asker bırakarak Taberistan’ı feth etmeye gitmişti. Cürcan halkı da bunu fırsat bilerek  isyan etmiş, işgalci Arap askerlerini imha etmişti. Bunu öğrenen Yezid, şöyle der:

“ Cürcan’lıları mağlup ettiğimde, üzerlerinden kılıcı kaldırmaya; ta ki, akan kanlarından değirmen döndürüp, unundan ekmek pişirip yemedikçe” diye yemin eder. Tarihçi Taberi bu olayın devamını şöyle anlatır:

“ Şimdi sıra Allah’a verdiği sözü yerine getirmeye gelmişti. Bu maksat için de 12 bin kişi ayırdı. Onları Cürcan’ın vadilerinden biri olan Enderhiz’e doğru  sevk etti. Akibetlerinin ne olacağından ve niçin toplandıklarından tamamen habersiz olan bu zavallılar Enderhiz vadisine gelince orada durduruldular. Ondan sonra Yezid yanındaki Arap askerlerine dönerek;

 “ Bunlardan intikamını almak isteyenler alsın “ emrini verdi.

“ Enderhiz vadisinde kendilerini müdafaa edecek en küçük bir silahları olmayan bu esir Türklere Araplar büyük bir hışımla saldırdılar. Her Arap bir hamlede 4-5 Türk’ün birden işini bitiriyordu. “
“ Yezid 12 bin kişiyi böyle feci bir şekilde kılıçtan geçirdikten sonra, tepeler gibi yığılıp kalan bu kafa ve gövdeler üzerine doğru suyun mecrasını değiştirdi. Bu kan nehri ilerdeki bir değirmene ulaşıyordu. En sonunda Yezid, bu kanların öğüttüğü unlardan yapılan ekmeklerden yedi.  Böylelikle Allah’a verdiği sözü yerine getirmiş oldu. “ (Tarihi Taberi, c.3, s.383-384, Aktaran Erdoğan Aydın, Age. S.99-100))

 Arap ordularının saldırganlığı ile Türkler arasındaki mücadele, yani katliam ve savaşlar Emevilerin yıkılışına kadar devam etti. Yukarıda anlatılanlar bunun çok küçük bir boyutuydu. Türk kavimlerin oturduğu bölgelerde çok daha büyük katliamlar ve yağmalar yapıldı. Biz sadece vahşetin boyutunu göstermek istedik.

ABBASİLER DÖNEMİ

Emevilerin iktidarı yaklaşık 90 yıl sürdü. Miladi takvime göre, 749 yılında Eba Müslim Horasani, Türk ve İran’lı kavimlerin desteği ile Emevi iktidarına son verdi. Abbasi hanedanlığı döneminde “ Arap” kavimiyetçiliği yerine, “ İslam Ümmeti “ politikası adı altında aynı zihniyet devam etti. Yayılma ve fetih  politikalarında bir değişiklik olmamıştı. Türklerle olan savaşlar ve çatışmalar bütün hızıyla devam etti. Katliamları, yağma ve talanları tekrar etmeyelim. Çünkü yukarıda örneğini verdiğimiz çok sayıda olay yaşandı.

Miladi takvime göre, 942 yılında Karahanlı devleti, başındaki Satık Buğra Han  ile birlikte İslam dinini resmen kabul etti. Bu tarihten sonra, Türk kavimleri arasında İslamiyet hızla yayıldı. 11. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Horasan ve Orta Asya’daki Türk kavimlerin hepsi Müslüman olmuştu. Ancak, Türklerin İslam anlayışı ile Arapların anlayışı arasında fark vardı. Türkler önceki din anlayışları ile yeni dini harmanlayarak bir sentez oluşturmuşlardı. Kendi gelenek ve göreneklerini koruyorlardı. Türk din adamları, Yeni dini halkın basitçe anlayacağı ve uygulayabileceği bir şekle getirmişti. Buna “ Halk İslamı” diyorlardı. Arapların benimsemiş olduğu Şeriat hükümleri, onlara çok ağır ve uygulanması mümkün olmayan eylemler olarak görünüyordu. Çünkü, şeriat hükümleri Arap kavminin gelenek ve göreneklerine dayanan bir anlayıştan geliyordu. Kısaca, Şeriat din demek değildi. Türk din adamları da sufilik yoluyla onlara yeni dini öğretmeye çalıştılar. Bu görevi dervişler, babalar ve dedeler üstlenmişti. Onlar da yeni dini, Türklerin gelenek ve görenekleri üzerine inşa etme yoluna gittiler. Bu da İslam’ın Türk yorumuydu. Yani, Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli’nin beslendiği kaynakta buradan geliyordu.

BÜVEYHİLER DÖNEMİ

Yedinci yüzyılda Hz. Muhammed tarafından kurulan İslam devleti iki yüz yıl sonra Emevi ve Abbasiler döneminde İmparatorluğa dönüşmüştü. Devletin sınırları kuzey Afrika kıyılarından Hindistan’a kadar uzanıyordu. Hanedanların imparatorluğu tek merkezden yönetmeleri imkansız hale gelmişti. İktidarlarını yerel hakim güçlerle paylaşmak zorunda kalmışlardı. Arap kavmine dayanan orduların ve yönetici kadroların yerini çok değişik milletlerden olanlar almıştı. Bunlardan biri de Hazar denizinin güneyindeki Deylem halkından olan Büveyhilerdi. Büveyhiler, devlet yönetiminde çok tecrübeli olan bir aileydi. Perslerden itibaren, Sasaniler devletinin yıkılışına kadar yönetim kadrolarında görev almışlardı.  Abbas oğullarının iktidara gelmelerine de destek vermişlerdi. M. 945 yılından itibaren devletin yönetim kadrolarını ele geçirmişlerdi. Abbasi halifesi üzerinde etkiliydiler. Şii İslam’ı benimsemişlerdi. Onların döneminde Başkent Bağdat’daki Şii nüfus hızla artmıştı.

Büveyhi ailesinin imparatorluk üzerindeki hakimiyeti 1055 yılına kadar devam etti. Bu tarihten sonra, sahneye Oğuz Türklerinden olan Selçuklular çıktı. 1040 yılında Horasan’a hakim olan Gaznelileri yenen Tuğrul bey önderliğindeki Oğuzlar, Abbasi halifesi Kaim- Biemrillah’ın daveti üzerine Bağdat’a girdi. Tuğrul beyden destek alan Halife Kaim-Biemrillah, Büveyhilerin imparatorluk üzerindeki etkinliğine son verdi.

EHLİ SÜNNET MEZHEPLER DÖNEMİ  

Abbasi İmparatorluğu topraklarında İslam dinini farklı yorumlayan onlarca fırka, ekol ve cemaat bulunuyordu. Kaim-Biemrillah’tan önceki halife Kadir-Billah tarafından M. 1029 yılında Bu fırka, mezhep ve cemaatlerin sayısı dörtle sınırlandırılmıştı. Bunlar, Hanefilik, Şafilik, Malikilik ve Hanbelilik’ti. Mezheplere bu ekollerin daha önce önderliğini yapan imamların isimleri verilmişti. Adları verilen bu mezhep imamların hiç birisi yaşamıyordu. Ancak, onların ekolünü devam ettiren öğrencileri hayattaydı. Fakat, Şiilik bu dört mezhebe dahil edilmemişti. Bu dört mezhebin dışındaki mezhepler ve ekoller din dışı kabul edilerek yasaklanmıştı. Yasaklananlar hakkında soruşturma, cezalandırma ve sürgün etme yoluna gidildi. Bu takibat ve cezalandırmaların sonunda sadece Şiilik ve bazı batıni akımlar ayakta kalabildi. Diğerleri yaşama şansı bulamadı.

 Halife Kadir Billah bunu yaptığında en büyük destekçisi Gazneli devletinin başında bulunan Sultan Mahmut’tu. Halife’nin Şiiliği bu dört mezhebin içine dahil etmemesinin nedeni, Şiilerin iktidarı ele geçirmek istemesinden geliyordu. Diğer mezheplerin siyasi iktidarı ele geçirme gibi bir amacı bulunmuyordu. Halife Kadir Billah ve  dört mezhep'in temsilcileri tarafından  imzalanan bu karar,  halife Kaim-Biemirillah zamanında tekrar yazılı bir metine aktarıldı. Halife, Bunu yaparken  Selçuklu sultanı Tuğrul beyden destek almıştı. Tuğrul bey Hem Büveyhileri, hem de daha önce Bağdat ve Musul bölgesine yerleşen İsmaili Fatimi-Şii taraftarı Türkmenleri Başkentten uzaklaştırmıştı. Hatta Fatimi-İsmaili taraftarı olan bu Şii Türkmenlere  karşı askeri eylemlerde bulunmuş ve onları etkisiz hale getirmişti. Tuğrul bey, halifenin kızıyla da evlenerek, akrabalık bağı ile  halifeyi ayrıca koruma altına da almıştı.

On birinci yüzyılda Abbasi halifeliğine rakip olabilecek siyasi güçler, Mısır’da kurulan İsmaili-Şii Fatimi devleti ile imparatorluk içindeki on iki imam Şiiliğini benimseyen ekollerdi. Halife bu güçlere karşı Ehli-Sünnet adı verilen cemaatlerin desteği ile  mücadele başlattı. Halife, askeri yöntemlerin dışında, fikri yönüyle de bir kampanya yürüttü. Fatimi ve Şii islam anlayışına karşı özellikle Hanbelilerin desteği çok yoğun oldu. Hanbeliler İslam’da içtihat yolunun kapatılmasında  etkili oldular. Bu anlayış, İslam coğrafyasında fikir özgürlüğünü engellemiş, sonuçta İslam ülkelerinin yeni gelişmeleri takip edememesine neden olmuştu. Zira, Hanbelilik, dinde aklı kullanmayı reddeden bir görüşe sahipti. Amelleri, yani ibadetleri de imandan sayarak, İslam dinini şekilciliğe sokmuştu.

Türklerin İslamiyeti kabulü ve sünni mezhebine dahil olmaları kısaca böyle oldu. Halife Kadir-Billah ve Kaim-Biemirullah kendi iktidarlarının devamı için İslamın şekilci yorumunu islam coğrafyasına zorla hakim kıldılar. İslam ülkelerinin bu tarihten sonra, bilim ve ilimde geride kalmasının nedeni de budur. Osmanlı döneminin ilahiyatçı-din bilginlerinden olan Prof. Dr. Yusuf Yörükan da bu görüştedir.   

Sonuç olarak, şunu söyleyebiliriz. Oğuz Türklerinden Tuğrul bey ve Gazneliler devletinin hakimi olan sultan  Mahmut,  Abbasi hanedanlığına askeri ve siyasi destek vermeseydi, ehli-sünnet mezhepleri bugünkü çoğunluğu elde edemeyeceklerdi. İslam coğrafyası ve Türk kavimleri de kendi özgün İslami yorumlarına sahip olacaklardı. Ahmet Yesevi ile başlayan ve Hacı Bektaş veli ile devam eden  İslam anlayışı, Türklerin mezhebi olacaktı. Ancak, tarihi şartlar buna müsaade etmedi. Eğer bu gerçekleşmis olsaydı; Türkiye çok daha farklı bir yerde olurdu. İslam coğrafyası da akıl ve bilimden uzaklaşmaz ve bugünkü yaşadıklarını yaşamazdı. Batılıların sömürgesi durumuna da düşmezdi.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
14.12.2019
Kaynaklar:
--Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı yayınları, 2016.
--Prof. Dr. Erdoğan Merçil-Prof. Dr. Ali Sevim, Selçuklu devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu yayınları, 1995.
--Prof. Dr. Bahattin Kök, Gazneli Mahmut ile Abbasi halifesi El-Kadir arasındaki ilişkiler adlı makalesi, 1998.
--Maşide Kamit, Necmettin Erbakan Üniversitesi araştırma görevlisi, Kaim-Biemirillah’ın Hilafetinde Sünni ve Şii iktidar mücadelesi adlı makalesi, 2014.
--Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi, Alfa tarih yayınları, 2014, çeviren, Ahmet Fethi Yıldırım.
--Prof. Dr. Bernard Levis, Alamut Kalesi ve Hasan El Sabbah, Nokta kitap, 2012.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Popular