22 Mart 2019 Cuma

TUNCELİ OVACIK BELEDİYE BAŞKANI SAYIN FATİH MEHMET MAÇOĞLU’NA ÖNERİLER


TUNCELİ OVACIK BELEDİYE BAŞKANI SAYIN FATİH MEHMET MAÇOĞLU’NA ÖNERİLER


Sayın Maçoğlu,

Öncelikle sizi tebrik etmeme izin verin. Sizi candan kutluyorum. Tv’lerdeki ve Perpa’daki söyleşilerinizi ilgiyle izledim. Ruhu karartılan halka umut oldunuz. Yaptığınız belediyeciliğinizin İktidara karşı bir alternatif üretemeyen o “Büyük partler”e bir ders olacağı görüşündeyim. Kırk yıllık hayallerimizden birini başardığınız için de ayrıca mutluluk duydum. İnanın içim ferahladı.

Sayın Maçoğlu,

Üretime dönük, paylaşımcı, halkçı ve devrimci uygulamalarınıza aynen katılıyorum. Ancak kanuşmalarınızdaki bazı söz ve anlayışlarınıza katılamayacağmı belirtmek isterim. Konuşmalarınızda sık sık sık “ Burjuvazi” ve “sınıf” sözcüklerini kullanıyorsunuz. Bu sözler kusura bakmayın yüz yıl önceki Marksist söylemlerdir. Oysa, işçi-işveren ilişkileri ve halk içindeki sınıfları oluşturan tabakalar çok değişikliğe uğramıştır. Biz kendimize “devrimci” diyorsak, söyleşilerde anlattığınız yaşlı Dersimli amcanın deyimiyle “ Somut şartların, somut tahlilini “yapmalıyız. Yüz yıl önceki sadece bedenle üretim yapan bir işçi sınıfı da yok, köle pazarlarında köle satın alıp “işçi” çalıştıran bir burjuvazi de yok. Dolayısıyla sadece işçilerin çıkarlarını merkeze koyan bir politik anlayışın eksik olacağı kanaatindeyim. Bunun yerine, esnafı, yerli sanayiciyi(yerli burjuvazi), mavi ve beyaz yakalı teknik elemanları ve köylülüğü de içine alan geniş bir ittifak oluşturulması gerektiği görüşündeyim. İktidar olmak için bu ittifak zorunludur. Başarının anahtarı budur. Bunu sağlayan liderler başarıya ulaşmıştır. Örneğin: Mustafa Kemal ve Mao Zedung 20. yüzyılda bunu gerçekleştiren liderlerdir.

Sayın Maçoğlu,

Yukarıdaki önerilerimi, eleştiriye açık olduğunuzu ve fikirlere değer verdiğinizi bildiğim için yaptım. Bu benim şahsi görüşümdür. Size iletmek istedim. Başarılarınızın devamını diler, selam ve sevgilerimi iletiyorum.


Hamdullah Dedeoğlu
22.03.2019
*Bu öneri ve tebrik yazısı elektronik posta ile sayın Maçoğlu'na da gönderilmiştir.

17 Mart 2019 Pazar

KUR’AN’DA MUSEVİLER Mİ, İNKARCI YAHUDİLER Mİ LANETLENİYOR ?


KUR’AN’DA MUSEVİLER Mİ, İNKARCI YAHUDİLER Mİ LANETLENİYOR ?


İslam dünyasını oluşturan ülkelerin kamuoyunda Musevilik ile “inkarcı” Yahudiler birbirleri ile karıştırılmaktadır. Bu da fanatik bir şekilde Yahudi aleyhtarlığına neden olmaktadır. Hatta ırkçılığa varan nefret söylemlerine ulaşmaktadır. Oysa, Kur’an’ı Kerim’de Hz. Musa’nın peygamberliği ve o’na inen Tevrat kutsal kitap olarak kabul edilmektedir. Ancak, Hz. Musa’nın Yahudi kavminden (İsrailoğulları) gelmesi nedeniyle, Musevilik, Yahudilikle özdeşleşmiş gibidir. Halbuki, Yahudi kavmin dışında Musevi olan Hazar Türkleri ve Ortadoğu halklarından Samiriler de vardır. Kur’an’da yer alan ayetlerde bütün Yahudiler de lanetlenmemiştir. Hz. Musa’ya ve Hz. Muhammed’e muhalefet eden “İnkarcılar” ve “Bozgunculuk” yapanlar lanetlenmiştir. İlgili ayetleri verdiğimizde konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim.

Önce, Hz. Musa’ya muhalefet eden “İnkarcı” ve “Bozguncu” larla ilgili ayetlerden başlayalım:

BAKARA SURESİ 83. Ayet; “Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve “insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekatı verin “ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.”

BAKARA SURESİ 87. Ayet: “And olsun biz Musa’ya kitab’ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da deliller verdik. Ve onu Ruh’l Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Ama, ne zaman bir peygamber size nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiyse büyüklük taslayarak kimini yalanladığınız, kimini de öldürdüğünüz doğru değil mi ! “

BAKARA SURESİ 88. Ayet: “(Yahudiler peygamberlerle alay ederek) “ Kalplerimiz perdelidir “ dediler. Hayır, küfür ve isyanları sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok azı inanır.”

NİSA SURESİ 153. Ayet: “ Ehl-i Kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa’dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, “ Bize Allah’ı apaçık göster” demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilahare kendilerine açık deliller geldikten sonra, buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa’ya apaçık delil (ve yetki) verdik.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Yahudi kavminin bir kesimi Hz. Musa’nın tebliğ ettiği dini kabul etmeyerek muhalefet etmiş, ondan sonra gelen peygamberlerden bazılarını da katletmşlerdir. Bu yüzden dine muhalefet eden, isyan eden ve bozgunculuk yapanlara “lanetlenmiş” denilmektedir. Ancak, bütün Yahudi kavmi kast edilmemektedir. Zira, Hz. Musa’ya inanıp, onun tebliği ettiği dinin gereğini yerine getirenler de bulunmaktadır. Eğer bütün Yahudi kavmi Hz. Musa’ya inanmayıp karşı çıkmış olsaydı; bugün Musevilik dininde bahsedemeyecektik. Konuya bu açıdan bakmanın daha doğru olacağı görüşündeyim.

MEDİNE’DE MÜSLÜMANLAR VE YAHUDİLER

Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye miladi takvime göre 622 yılında göç etmek zorunda kalmıştı. Medine bölgesinin nüfusu yaklaşık on bin civarındaydı. Bunun beş binini Yahudiler, beş binini de Arap kavminden olan Evs ve Hazreç kabileleri oluşturuyordu. Evs ve Hazreç kabilelerinden yaklaşık bin beş yüzü müslümanlığı kabul etmişti. Geriye kalanları put perestti. İslam dinine ve Hz. Muhammed’e en fazla muhalefet edenler Yahudi din alimleriydi. Ancak, Yahudi alim ve bilginlerinden bazıları Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmişlerdi. Hatta müslüman olanlar bile vardı. Örneğin Hz. Yusuf’un sülalesine mensup, Medine Yahudilerinin ulularından ve alimlerinden olan Abdullah Bin Selam İslam dinini kabul edip, müslüman olmuştu.

Bu bilgileri özetledikten sonra,  Hz. Muhammed'e ve İslam’a muhalefet eden Yahudilerle ilgili ayetlerden örnekler vererek, konuyu aydınlatmaya çalışalım.

MAİDE SURESİ 59. Ayet: “ Onlara şöyle de: Ey kitap ehli! Yalnızca Allah’a, bize indirilene ve daha önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz ? Oysa çoğunuz yoldan çıkmış kişlersiniz.”

MAİDE SURESİ 68. Ayet: “ “Ey kitap ehli! Siz, Tevrat’ı, İncili ve Rabbinizden size indirileni hakkıyla uygulamadıkça doğru yol üzerinde değilsinizdir” de. Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kafirler topluluğuna üzülme. “

MAİDE SURESİ 77. VE 78. AYETLER: “ De ki: Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrailoğullarından kafir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.”

BEYYİNE SURESİ 6. Ayet: “ Ehl-i Kitap ve müşriklerden olan inkarcılar içinde ebedi olarak kalacakları cehennem ateşi içindedirler. İşte halkın en şerlileri onlardır.”

Ayetler dikkatle okunduğunda Ehli kitap (Musevi-Yahudi, İsevi-Hiristiyan olanlar) mensubu olup, İslam dinini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyenlere “kafir (inkarcı) denilmektedir. Zira, Kur’an’da Hz. Musa ve Hz. İsa peygamber olarak kabul edilmekte ve onlara inen Tevrat ve İncil’de kutsal kitap olarak belirtilmektedir. Ayetlerde bütün Ehli kitap mensuplarına “kafir” (inkarcı) denilmemektedir. Ayetlerde, Ehli kitap mensuplarından Tevrat ve İncil ile birlikte Kur’an’ın da kutsal kitap olarak kabul edilmesi istenmektedir. Ayetlerin özünde bu anlatılmaktadır.

Ehli kitap mensuplarının tümünün “inkarcı-kafir” olarak görülmediğini açıklayan ayetlerden bazıları şunlardır:

ALİ İMRAN SURESİ 75. Ayet: “ Kitap ehlinin içinde öylesi vardır ki, ona bir kantar altın emanet etsen, olduğu gibi öder. Öylesi de vardır ki, bir altın emanet etsen, yakasına sarılmadıkça onu sana ödemez. “

ALİ İMRAN SURESİ  113. ve 114. Ayetler: “ Kitap ehlinden doğru hareket edip, ibadetten vaz geçmeyen, secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyanlar var. Bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İnsanlara iyiliği emrederler. Kötülükten alı koyarlar. İyiliklere koşarlar. İşte onlar iyi kişilerdendir.”

ALİ İMRAN SURESİ 119. Ayet: “ İşte siz müslümanlar; onlar sizi sevmezken siz onları seven ve kitapların bütününe inanan kimselersiniz.”

CASİYE SURESİ 16. Ayet: “ And olsun ki biz, İsrailoğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları dünyalara üstün kıldık. “

ARAF SURESİ 159. Ayet: "Musa kavminden bir topluluk vardır ki, hakka kılavuzluk eder ve yalnız hakka dayanarak adaleti gözetir"

Yukarıdaki ayetler gayet açıktır. Ehli kitaba mensp olanların tümü lanetlenmemiş ve inkarcılıkla(kafirllikle) suçlanmamıştır. Dolayısıyla ilahiyatçıların, din görevlilerinin, özellikle de cami imamlarının bu konuları cemaatlerine açıklaması ve öğretmesi elzemdir. Irkçılığı ve düşmanlığı körükleyen  bu tür anlayışlarla mücadele etmelidirler. Hz. Muhammed'e de muhalefet eden ve süikast düzenleyen, savaş açan Arap kavmi için ne diyeceğiz ? Onları da toptan düşman olarak mı göreceğiz ?  Kur'an'da onlar da lanetlenmiştir. Ama maalesef, 21. yüzyılda hala din ve inançlar yüzünden düşmanlıklar devam etmektedir. Oysa, bütün dinlere ve inançlara saygılı davranırsak ve herkesin inandığı dinin ibadetlerini özgürce yerine getirmesine müsaade edersek, düşmanlıklar, kin ve nefret son bulacaktır. Dünyadaki bütün düşmanlıkların bitmesi dileği ile.....

Saygılarımla
Hamdullah Dedeoğlu
17.03.2019

*Kur’an’daki ayetler, Diyanet Vakfı Yayınlarının “Kur’an’ı Kerim ve Açıklamalı Meali, 2009” baskısından alınmıştır.

13 Mart 2019 Çarşamba

SELÇUKLU DEVLETİNE İSYAN EDEN BABA İLYAS ALEVİ MİYDİ ?

SELÇUKLU DEVLETİNE İSYAN EDEN BABA İLYAS ALEVİ MİYDİ ?

Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasına neden olan ve tarihe “Babai İsyanı” olarak geçen olayın nedeni neydi ve nasıl olmuştu ? Bu olayı uzun süre merak etmiştim. Konuyla ilgili iki farklı bakış açısına ulaştım. Birincisi Prof. Dr. Yaşar Ocak’ın “Babai İsyanı ve Aleviliğin Tarihsel alt yapısı”, diğeri de araştırmacı-yazar Hamza Aksüt’ün “Baba İlyas ve Babai İsyanı” isimli eseriydi. Hemen hemen aynı kaynakları kullanan yazarlar farklı sonuçlara ulaşmıştı. Bunun nedeni Yaşar hocanın olaya akademisyen gözüyle bakmasının yanında, biraz da dönemin resmi tarihini esas alarak eserini yazmasıdır. Yazar Hamza Aksüt ise, resmi tarihçilen taraflı yazdığını ve isyancıları gerçek dışı iddialarla itham edildiğini belirtmektedir. Bu makalemizde her iki yazarın kitaplarını kaynak olarak kullanacağız.

BABA İLYAS KİMDİR ?

Baba İlyas, yazar Hamza Aksüt’e göre, Oğuz Türkmenlerinin Eymir boyundan İlyas obasının “Baba”sıdır. İsmi de buradan gelmektedir. Takriben 1200’lerin başinda doğmuştur. Mardin bölgesinde oturan Dede Garkın tarafından halkı dini konularda aydınlatması için Amasya bölgesine gönderilmiştir. Vefailik tarikatı ile ilgisi bulunmamaktadır. Horasan’dan değil, Mardin’den gelmiştir. Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’nin iddia ettiği gibi kendisine “Resul” ya da “ Peygamber” dememiştir. Yazar, “Baba Resul” deyiminin “Resul topluluğun babası” anlamında kullanıldığını belirtmektedir. Ayrıca, Mardin bölgesinde “Resul” isimli bir obanın bulunduğunu açıklamaktadır. Biz de aynı görüşe katılmaktayız, Zira, Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra Kırşehir’deki Şeriat mahkmesinde yargılanan Hamduullah Dede, kendilerini “Evladı Resul” olarak tanıtmıştır. Bunu söylemesinin nedeni de soylarının ehli beyt’e dayanmasıdır. Dolayısıyla, Baba İlyas’ın da aynı anlamda kullandığı kanattindeyim. Ya da Aksüt’ün verdiği bilgie göre “Resul” obasına mensubiyeti ifade etmek için de kullanılmış olabilir. Kendisini peygamber ilan etmesi bağlı bulunduğu ocağın inancına da aykırıdır. Bağlı bulunduğu Dede Garkın ocağı ailesinin kökeni Ehli beyt’e dayanmaktadır. Yöneticiler, isyancıları ve liderini halkın gözünde küçük düşürmek için böyle bir propagandaya başvurmuş olabilir.

Yazar Hamza Aksüt, Baba İlyas’ı kısaca bu şekilde tanıtırken, Prof.Dr. Yaşar Ocak, farklı görüşler savunmaktadır. Ona göre, Baba İlyas’ın tam adı, Ebü’l Baka Şeyh Baba İlyas b. Ali el Horasani’dir. Kendisini peygamber olarak ilan etmiştir. Vefai tarikatına mensuptur.  Moğol istilası sırasında Anadolu’ya sığınan ve Selçuklu sultanı 1. Alaedddin Keykubat’ın emrine girmiş bulunan Harezmli Türklerin bir Türkmen babasıdır. Yaşar hoca, Baba İlyas’ın torunu olan Elvan Çelebi’nin verdiği bilgiye dayanarak, Baba İlyas’ın Rum diyarına (Anadolu’ya) Dede Garkın’ın halifesi sıaftıyla Amasya yakınlarındaki Çat köyüne ( Bugünkü İlyas köyü) 1230'lu yıllarda gelerek burada bir zaviye açtığını belirtmektedir. 

Baba İlyas, buradan bölgedeki Türkmenlere kendi inancını yaymak  için çalışmalara başlar. Kısa sürede taraftar toplar. Ancak, Selçuklu sultanının adamları tarafından yakından takip edilmektedir. Yörede ün yapması, yerel yöneticiler tarafından kıskançlıkla ve şüphe ile karşılanır. Konya’daki Selçuklu sultanına durmadan Baba İlyas hakkında gerçeği yansıtmayan raporlar göndermektedirler.

İSYANIN NEDENLERİ VE BABA İSHAK

Olayın nedenleri hakkında üç ayrı görüş bulunmaktadır.
1. Görüş: Selçuklu devletinin resmi tarihçisi İbn Bibi’ye göre, olayı çıkaranlar “kafirdir”. Türkmen toplumunu “ Bilgisiz bir din adamının sözlerine kolaylıkla kanabilen bir yaradılışa sahip " olduğunu ileri sürmüştür. 
2. Görüş: Malatya’lı tarihçi Abu’l Farac’a göre olay “Arapların dinine karşı fena bir ayrılık hareketidir.”
3. Görüş: Türkmenlerin tek kaynağı olan Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin verdiği bilgilerdir.

Elvan çelebi’ye göre olayın iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi Amasya bölgesinin “ Kör Kadı” lakaplı yöneticisinin Baba İlyas’ın “Boz” atını satın alıp Selçuklu sultanına göndermek istemesi, İkinci nedeni ise, Mardin’de bulunan Baba İlyas’in halifelerinden Baba İshak’ın obasına devlet görevlilerinin kötü muamelesidir. “Kör kadı” Baba İlyas’ın çok sevdiği “Boz” atını satın alıp Selçuklu sultanı Gıyasettin Keyhüsrev’e göndermek ister. Ancak Baba İlyas atının satılık olmadığını söylese de “Kör Kadı” inadından vazgeçmez. Atı alması için adamlarını gönderir. Ancak, Baba İlyas’ın dergahındaki görevliler atı vermezler ve çatışma çıkar. Daha sonra Kör Kadı’nın askerleri Zaviyeye baskın yaparlar. Baba İlyas ve tekke’deki görevlileri hapse atarlar. Olayı haber alan Mardin’deki Baba İshak, Baba İlyas’ı kurtarmak için Türkmen obalarından bir ordu meydana getirerek, 1240 yılının ağustos ayında yola çıkar. Yolda karşılaştıkları Selçuklu kuvvetlerini yenerek Amasya şehrine girerler. Ancak geç kalmışlardır. Baba İlyas ve zaviyedeki adamları idam edilmiştir. Baba İshak bunu öğrenince Amasya’daki Selçuklu askeri kuvvetlerini kuşatır ve komutanları Armağanşah’ı öldürür. İsyan yine dinmez. Bu kez hedef Konya’daki Sultan Gıyasettin Keyhüsrev’dir. Sultan, uygulamaları ve saraydaki lüks yaşamı nedeniyle de tepkilerin odağı durumundadır. Yolda diğer Türkmen boylarından da katılımlar olur. Kırşehir yakınlarındaki Malya ovasına gelirler. Bu sırada sultan korkusundan Konya’yı terk eder. Malya ovasında bu kez karşılarına zırhlı Hiristiyan Frenk askerlerden, Ermeni ve Gürcülerden oluşan bir ordu çıkar. Türkmenler kendilerinden emindirler. Malya ovasına gelene kadar Selçuklu kuvvetlerini on iki kez mağlup etmişlerdir. Birlikte getirdikleri kadın-erkeklerden oluşan kuvvetlerle saldırıya geçerler. Ancak ok ve mızrakları zırhlı frenk askerleri karşısında etkili olamaz ve savunma savaşı yaparlar. Ancak sonuç çok kötü olur. yenilerler ve çok sayıda kayıp verdikten sonra çekilirler. Bir kısmı da esir düşer. Ve böylece tarihe “Babai isyanı” olarak geçen ve1240 yılının ağostos ayında başlayıp  üç ay süren olay  Ekim  ayında son bulur.

Selçuklu devleti paralı hiristiyan askerlerin desteği ile Türkmenlerin isyanını bastırır. Ancak, üç yıl sonra Anadolu’ya gelen Moğol ordusuna 1243 yılında Kösedağı savaşında yenilirler ve Selçuklu hanedanı son bulur. Anadolu’da beylikler dönemi başlar. O beyliklerin içersinde Osman bey, Babai dervişlerin ve Türkmenlerin desteği ile yeni bir devlet kurar ve yaklaşık altı tüz yıl hüküm sürer.

BABA İLYAS VE BABA İSHAK ALEVİ MİYDİ ?

Baba İlyas ve Baba İshak’ın bağlı bulunduğu Dede Gargın, alevi dede ocaklarından biridir. Dede Gargın (Karkın) dedelerinin kökeni Ehli Beyt’e dayanmaktadır. Dolayısıyla, Baba İshak isyanına katılanlar kendilerine bugünkü anlamıyla alevi demiyorlardı. Ancak ehli beyt taraftarı oldukları kesindir. İsyana destek veren obaların bazı köyleri bugün de mevcuttur. Bu köyler  alevi inancına mensupturlar. Bunlardan bazıları şunlardır. Baba İlyas’ın türbesinin bulunduğu Amasya Merkeze bağlı İlyas köy(karışık), Samsun’un Havza ilçesine bağlı Eymir köyü, Amasya’nın Merzifon ilçesine bağlı Eymir ve Kıreymir köyleri, Sivas Şarkışla ilçesine bağlı İlyashacılı köyü.

İSYANIN ESAS NEDENİ NEYDİ ?

Baba İshak isyanının nedenlerini yukarıda resmi tarihçilerin ve Baba ilyas’ın torunu olan Elvan Çelebi’nin kitaplarından aktarmıştık. Yazarlardan Prof. Dr. Yaşar Ocak, olayın esas nedeni olarak ekonominin bozulmasını ve kötü yönetim olduğunu belirterek, Babai isyanının İsmaili- şia anlayışından etkilendiği görüşündedir. Olayın gerekçelerinden birisi olması konusunda biz de aynı görüşe katılmaktayız. Ancak, bize göre esas nedenlerin başında, Moğol istilasından ve Selçuklu-Eyyubiler çatışmasından kurtulmak için Anadolu içlerine girmek istemeleridir. Selçuklu yönetiminin de buna engel olması ve onlara kötü gözle bakmasından kaynaklanmaktadır. Selçuklu yönetiminin bu tutumunu sarayın tarihçisi Fars asıllı İbn Bibi’nin Türkmenlere karşı kullandığı sözlerinden de anlayabiliriz. Babailerin amacı devleti yıkmak değil, Moğollarla işbirliği yapan yönetimi devirerek, kendilerine destek veren Şehzade İzzeddin Kılıç Aslan' ı sultan yapmaktı. Sultan Alaatin Keykubat'ın vasiyeti de bu yöndeydi. Nitekim; Babailer moğollara karşı Şehzade İzzedddin Kılıç Aslan ve İzeddin Keykuvas'a, destek vemişlerdi. Be nedenle de çok ağır bedeller ödediler.

Yazar Hamza Aksüt’e göre ise, isyan daha önceden planlanmıştı. Dede Garkın Anadolu, Suriye ve Irak bölgelerinin önemli yol güzergahlarının kesiştiği noktalara bilerek dergahlar kurdurmuş ve halifelerini de bunun için Anadolu’ya göndermiştir.

BABAİ İSYANI VE HACI BEKTAŞ-I VELİ

İsyan sırasında Hacı Bektaş-ı Veli de aynı bölgede bulunmaktadır. Yazar Hamza Aksüt, tarihi kaynaklara dayanarak, Hacı Bektaş-ı Veli’nin baba İlyas’la aynı inancı paylaşmakla birlikte, isyana fiili olarak katılmadığını belirtmektedir. Ancak Yaşar Ocak hoca, Hacı Bektaş veli’nin kardeşi Menteş’in olaya dahil olduğunu ve Sivas’taki çatışmalarda hayatını kaybettiğini ifade etmektedir. Yazar Aksüt’e göre ise, olay sırasında Hacı Bektaş Mardin’deki Bekdeş obasıyla birliktedir. Hacı Bektaş ismi de “Bekdeş obasının hacısı” yada “Bekdeş obasından olan hacı” anlamına gelmektedir. Kayıtlara göre, Hacı Bektaş-ı Veli, Selçukluların Moğollara yenilmesinden sonra, Güney doğu Anadolu’da bulunan Türkmenlerle birlikte orta Anadolu’ya gelip yerleşmiştir.

Sonuç olarak, Babai isyanından alınması gereken tarihi bir ders vardır. Halkın sorunlarına çözüm üretmeyen, onların inançlarına saygı göstermeyip, baskı ve şiddet uygulayan yönetimler hep yıkılmışlardır. Tarih bu derslerle doludur.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
13.03.2019




10 Mart 2019 Pazar

MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE Hz. MUHAMMED’İN DEVRİMLERİ


MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE Hz. MUHAMMED’İN DEVRİMLERİ

Hz. Muhammed’e İslam dinini tebliğ etme görevi geldiğinde kırk yaşındaydı. Çocuk yaşta anne ve babasını kaybetmişti. Yetim büyümüştü. Hz. Hatice ile evlenen kadar hayatı yoksullukla geçmişti. Haşimi ailesinin Kabe’deki dini işlerini yürütmesi nedeniyle dinler konusunda bilgi sahibiydi. Hz. İbrahim’in Allah’a ibadet için yaptığı Kabe putlarla dolmuştu. Bu tek tanrı inancına aykırıydı. Mekke ve Hicaz’daki ekonomik sistem de çok acımasızdı. Nüfusun büyük çoğunluğu açlık ve sefalet içindeydi. Kadınların durumu da çok berbattı. Kadınlar, bir mal gibi alınıp satılıyordu. Görevi, sadece erkeklere hizmet etmek ve onların ihtiyaçlarını gidermekti. Dünyaya geldiklerinde babaları tarafından bir “utanma” vesilesi olarak görülüyorlardı. Erkek çocuk dünyaya geldiğinde ise, bir “şeref” ve “haysiyet” olarak algılanıyor, günlerce eğlence ve neşeli toplantılar düzenleniyordu. İşte Hz. Muhammed’e Cebrail aracılığı ile ayetler geldiğinde Mekke ve Hicaz bölgesindeki toplumun yapısı kısaca böyleydi.

BASKILAR-İŞKENCELER

Hz. Muhammed, İslam’ı tebliğ etmeye başladığında, önce Hz. peygamberle alay ettiler. Sonra küçük düşürücü eylemlerle vaz geçirmek istediler. Bu da olmayınca, rüşvet olarak kadın ve para teklif ettiler. Ancak, Hz. Muhammed peygamberlik görevinden geri dönemezdi. Bütün baskılara ve saldırılara göğüs gerdi. Özellkle, yetimlerle ve yoksullarla ilgili ayetler indiğinde ve Hz. peygamber bunları açıklamaya başladığında Mekke’nin elit grubu buna şiddetle karşı koymaya başladı. Zira, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din taraftar toplamaya başlamıştı. Tefeci ve bezirgan sınıfı bunu kendi çıkarları için büyük bir tehdit olarak algıladı. Ve çok sert tepkiler vermeye başladılar. İslam dinini kabul edenlere işkence etmeye ve katletmeye başladılar. İlk şehit olanlar, Hz. peygamber’in çocukluk arkadaşı ve alevilerin Cem ibadetinde saygıyla andıkları On Yedi Kemerbest'en olan  Ammar bin Yasir’in annesi ve babasıydı.

MEDİNE’YE HİCRET

Hz. Muhammed’in İslam dinini tebliğ etmesi Medine’de oldukça olumlu karşılanmıştı. Tek tanrı inancını savunan, hak, adalet ve iyi ahlakı anlatan ayetler çok sayıda taraftar bulmuştu. Medine’deki Evs ve Hazreç kabilelerinin bazı ileri gelenleri, Mekke’ye gelerek gizlice Hz. Muhammed’e biat edip, İslam dinine girmişlerdi. Medine’lilerin bu tutumu Hz. Muhammed’i memnun etmişti. Ancak Mekke’deki baskıların şiddeti artmaya ve Hz. Muhammed’i suikastle ortadan kaldırmaya kadar gelmişti. Mekke’de yaşamanın şartları ortadan kalkmıştı. Bunun üzerine, Hz. Peygamber, aralarında Hz. Ebubekir’in de olduğu bir grupla gizlice Medine’ye hicret etti.

Hz. Muhammed, Mekke döneminde, itikadi ve ahlaki bakımdan müslamanları eğitmiş, onları toplumsal birlik ve bütünlük için hazır hale getirmişti. Kabile, şehir ayırımı kalkmış İslam dini altında bir “Ümmet” meydana getirilmişti. Medine’ye göç eden müslümanların mal varlıkları orada kalmış ve Mekke’liler tarafından el konulmuştu. Hz. Muhammed bu durumu gidermek için, Mekkeli Müslümanlarla, Medineli Müslümanları kardeş yaptı. Kardeşlik bağı sayesinde Mekke’li göçmenlerin Medine’lilere ait tarla ve bahçelerde çalışarak, elde edilen gelire ortak olmaları sağlandı. Böylece geçimlerini idame ettirerek , başkalarının üzerine de yük olmayacaklardı.

MEDİNE’DE EKONOMİK VE SİYASİ HAYAT

Medine’nin hicretten önceki ismi Yesrib’di. Yesrib’in kelime anlamı “ kınamak- kötülemek- fitne ve fesat çıkarmak “ manasına geliyordu. Hz. Muhammed bunu “şehir-kent “ anlamına gelen Medine ismi ile değiştirdi. Hz. Muhammed bir şehir-site devleti kurmayı hedefliyordu. Bu amaçla, Medine şehrinin sınırlarını belirledi. Nüfus sayımı yaptırdı. Medine’deki ticaretin Yahudi kabilelerinin denetiminde olduğunu görünce, alternatif bir pazar kurdu. Pazarı denetlemek üzere, dokuz kişilik bir heyet görevlendirdi. Heyetin bir üyesi de kadındı. Heyetin görevi bozuk ve hileli malların satışını engellemek ve orada meydana gelebilecek olaylara anında müdahale etmekti.

Medine’de siyasi bir birlik yoktu. Evs ile Hazreç kabilesi arasında çatışmalar eksik olmuyordu. Beni Nadir, Beni Kureyza, Beni kaynuka Yahudi kabileleri arasında da rekabet ve çatışmalar devam ediyordu. Hz. Muhammed bu durumu ortadan kaldırmak istiyordu. Ancak, Mekke’liler Medine’deki kabilelerin ileri gelenlerine sürekli mektuplar göndererek müslüman Kureyşlileri şehirlerinden çıkarmalarını istiyordu. Çıkartmadıkları taktirde, Medine’yi “işgal” etmekle tehdit ediyorlardı. Bu karışık durumları gören Hz. Muhammed, müslüman gönüllülerden oluşan bir ordu kurdu. Ordunun görevi önce müslümanları, sonra da tüm Medine’nin güvenliğini sağlamaktı. Müslümanların Bedir’de Mekke’lilerin ordusunu yenmesi, Medine’de siyasi birliği sağlamak için bir fırsat doğurdu. Hz. Peygamber, Müslüman olmayan Evs, Hazreç ve Yahudi kabilelerin ileri gelenlerini müslüman olan Enes bin Malik’in evinde toplantıya çağırdı. Kabile reisleri ile yapılan bu toplantıda Medine’de barış içinde nasıl yaşanılacağını, dış saldırılara karşı ortak savunma yapılması konularında görüş alış verişinde bulunuldu. Uzun görüşmeler sonunda, Medine’de şehir devletinin kurulması konusunda anlaşmaya varıldı. Anlaşmanın özeti, kabileler iç işlerinde serbest olacak, Medine’nin savunması ortak yapılacak ve çözülemeyen hukuki meselelerde Hz. Muhammed en son karar verici olacaktı. Anlaşmaya varılan bu konular Hz. Ali tarafından yazılarak kayıt altına alındı. Anlaşmayı muhafaza etme görevi de Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali’ye verildi.

MEDİNE SÖZLEŞMESİ

Kabile reisleri ile yapılan anlaşma, eklerle birlikte elli beş maddeden oluşuyordu. Kabile reisleri bu sözleşmeyle, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve Medine şehir devletinin başkanlığını kabul etmişlerdi. Bu anlaşmada, Hz. Muhammed’in müslümanlardan oluşan bir merkezi ordu kurması belirleyici olmuştu. Yani, örgütlü silahlı güç anlaşmayı zorunlu kılmıştı. Anlaşmayla, Medine şehir devletinin kurucu unsuru müslümanlar olduğu kabul edilirken, yönetimin ikinci derecedeki ortakları Yahudi ve müslüman olmayan kabilelerdi. Yahudilerle birlikte diğer kabileler de dinlerinde ve inançlarında serbestçe yaşama hakkına sahiptiler. Aralarındaki hukuki sorunları da kendi dinlerinin hukukuna göre çözeceklerdi. Yani, Herkesin dini kendineydi. Ancak, kabileler müslümanlara karşı Mekke’lilerle ittifak kurmayacaklarına dair söz veriyorlardı. Medine’yi de dış saldırılara karşı birlikte savunacaklardı. Savunma masraflarını da ortaklaşa paylaşacaklardı. Sözleşmenin diğer bir önemli maddesi ise, çözülemeyen sorunlar Hz. Muhammed’e götürülecekti. Maddede aynen şöyle deniliyordu:

Bu yazıda gösterilen kimseler arasında zuhurundan korkulan bütün öldürme, yahut münazaa vakaların Allah’a ve Resullah Muhammed’e götürülmeleri gerekir.”

Bu maddeden de anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed’in hem peygamberliği hem de siyasi liderliği kabul edilmektedir. Böylece siyasi otorite ile dini otorite bir kişide toplanmış oluyordu.

KADIN HAKLARI

İslamiyetten önce Medine’de kadının sosyal hayattaki önemi çok azdı. Erkekler her konuda üstün bir konuma sahipti. Kadınlar toplum hayatında bir eşya gibi alınıp, satılan bir mal gibiydi. İslam tarihi profesörü Neşet Çağatay, “İslam’dan önce Arap tarihi ve Cahiliye çağı” adlı eserinde İslam öncesindeki Arap kadının yerini şöyle anlatmaktadır:

İslam öncesi Medine’de kadının miras hakkı olmadığı gibi, kocası öldüğünde bizzat kendisi erkeğin varisleri tarafından miras malı gibi pay edilirdi. Ayrıca erkekler istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. Evlenilen kadınların sayısı ile ilgili bir sınırlama yoktu. Kadın daha doğuştan aşağılanmaya başlardı. Bir kişinin erkek çocuğu olursa, şenlik düzenler, yemekler verir ve bunu günlerce kutlardı. Kız çocuğu doğarsa, utanır suçlu psikolojisine kapılırdı. Toplum içine çıkmaktan da çekinirdi. “

İslam felsefesi pröfesörü İbrahim Agah Çubukçu da “İslam’da kadın Hakları” isimli makalesinde İslamiyetten önceki kadınların durumu hakkında şunları yazmaktadır:

İslamiyetten önce Araplarda, bir kadın on erkekle evlenebilirdi. Kadın doğan çocuğunu bunlardan sevdiğine nispet ederdi. Erkek de bunu kabullenirdi. Ayrıca erkek, soylu bir nesil elde etmek için, eşinin başka kimselerle düşüp kalkmasına izin verirdi. Cahiliye çağında erkeklerin karılarını karşılıklı olarak değiştirme adetleri de vardı. Hür kadınlar açıkça zina yapamazlardı. Fakat gizli dost tutanlara da sık sık rastlanırdı. “

İslam’dan önceki Hicaz bölgesinde kadınların durumu kısaca böyleydi. İslam’dan sonra ise, birden çok kadınla evlenme sayısı enfazla dörtle sınırlandırılmış, kadına mirasta pay alma hakkı verilmiş, Zina yasaklanmış, erkeğin, kadını gerekçesiz boşaması zorlaştırılmış, erkek ile kadının birbirlerinin tamamlayıcısı oldukları belirtilmiştir. (Tövbe suresi, 71. ayet) Bu yenilikler bugüne göre, kadın-erkek eşitliği olarak tanımlanamaz. Ancak, önceki duruma göre, büyük bir gelişme olarak ele almak gerekir. Toplumlara yeni kural ve kaideleri kabul ettirmek o kadar kolay bir şey değildir. O günkü Hicaz toplumunda kadınlara bu hakların verilmesi bir devrimdir. Toplumların yüzyıllardır benimsemiş ve uygulamış oldukları gelenek ve görenekleri bir anda yıkarak, yerine yenisni koyup kabul ettirmek ancak kararlı bir duruşla mümkündür. Bunu gerçekleştirmek için de örgütlü bir toplum olması gerekir. İşte Hz. Muhammed bunu gerçekleştirmiştir.

MESCİDİ NEBEVİYE VE SUFFA OKULU

Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettiğinde ilk yaptığı işlerden birisi, müslümanların ibadetlerini yerine getirmesi için bir mescit yaptırmak olmuştu. “Mescdi Nebeviye” olarak bilinen bu mescit, kompleks bir yapıya sahipti. Sadece namaz kılınan, ibadet edilen bir yer değildi. Eğitim yapılan, sosyal, askeri, ekonomik konuların da konuşulup tartışıldığı bir yerdi. Mescide daha sonra, ilaveler yapılarak kimsesiz olanlara burada yatılı olarak din eğitimi, İslam ahlakı, islam hukuku konularında eğitim verilirdi. “Suffa okulu” olarak bilinen bu okulda, haftanın bir günü kadınların eğitimine ayrılmıştı. Bu da kadına tanınan bir ayrıcalıktı. Suffa okulunda dini öğrenenler, Medine dışındaki bölgelere eğitmen olarak gönderiliyordu. Onlara öğretmenlik yapıyor, İslam dini ve ahlakını öğretiyorlardı. İslam dini bu öğreticilerin sayesinde hicaz bölgesinde çok hızlı bir şekilde yayıldı ve taraftar buldu.

SONUÇ:

Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi hangi sonuçları doğurmuştur? Hicaz bölgesinde toplumsal yaşamda yapılan değişiklikler nelerdir ? Maddeler halinde kısaca şöyle özetleyebiliriz.

1- Medine’de bir site-şehir devleti kurulmuştur.
2-Yeni bir dinin kurumları oluşturulmuştur.
3--Düzenli bir ordu meydana getirilmiştir.
4-Evlenme, boşanma, miras, alışveriş, borçlanma, kira, diyet, kısas, ortaklık gibi konular hukuki kurallara bağlanmıştır.
5-Yaygın bir medrese eğitimi ile toplum yeni bir kalıba sokulmuştur.
6-Kabile anlayışı yerine, daha birleştirici olan “Ümmet” toplumu oluşturulmuştur.
7-Çoğulculuğa dayanan yazılı bir anayasa yürürlüğr sokulmuştur.

Yukarıda maddeler halinde özetlediğimiz değişimlere ne demeliyiz ? Toplumun eskimiş, yozlaşmış, insanların hak ve hukukuna aykırı kural, gelenek ve göreneklerini yıkarak, onun yerine, örgütlü, daha ileri ve modern bir toplum yaratma eylemlerine tarihte “devrim” denilir. İşte Hz. Muhammed de bunu gerçekleştirmiştir. Bazılarının anlamadığı da budur. Bin dört yüz yıl önceki yenilikleri bugüne göre kıyaslayarak değerlendirme yapılamaz. Değişimleri o günkü şartlara ve toplumların içinde bulundukları döneme göre değerlendirmek gerekir. Aksi taktirde, bizden önceki toplumları “cep telefonlarını niye daha önceden icat etmemişler” ya da “neden uçakla yolculuk yapmamışlar” gibi saçma sapan iddialarla itham etmemiz gerekir. Toplumların gelişimi ve değişimi kısa zaman dilimlerinde mümkün olmamaktadır. Bunun için önce alt yapıların, sonra da üst kurumların değişmesi lazımdır. Yeniliklere bu gözle bakarsak daha iyi anlaşılacağı düşüncesindeyim.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
09.03.2019

Kaynaklar:
--Diyanet İşleri vakfı İslam Ansiklopedisi,
--M.Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet, Medine dönemi,
--Akademik Bakış Dergisi sayı 52, Yıl, 2015, “Hicret Sonrası İlk İslam Medeniyetinin İnşa Sürecinde Toplumsal kurumların Yapısı “ isimli inceleme yazısı,
--Dr. Hikmet kıvılcımlı, Allah, Peygamber, Kitap, Bilim ve gelecek kitaplığı,
--Prof.Dr. Neşet Çağatay, İslam’dan önce Arap tarihi ve Cahiliye Çağı,
--Prof.Dr. İbrahim Agah Çubukçu, İslam’da kadın Hakları adlı makalesi,


1 Mart 2019 Cuma

ŞAH İSMAİL’İN ŞİİRLERİNDEKİ “HATAYİ” MAHLASI NEREDEN GELİYOR ?



ŞAH İSMAİL’İN ŞİİRLERİNDEKİ “HATAYİ” MAHLASI NEREDEN GELİYOR ?


Safevi kızılbaş Türk devletinin kurucusu ve alevilerin yedi ulu ozanından biri olan Şah İsmail’in “Hatayi” mahlasının kaynağı nereden geliyor ? Bu konuda iki ayrı görüş bulunmaktadır. Birincisi rivayate dayanan “hata ettiği ” için “Hatayi ” mahlasını kullanmıştır. İkincisi ise, tamamen tarihi bilgilere dayanarak kimlere “Hatayiler” denildiğini, “Hatayi” kelimesinin ne anlama geldiğini açıklayan bir görüştür. Bu makalemizde kısaca bu iki ayrı görüşü ele alacağız. Kaynak olarak da “Alevilik-Bektaşilik araştırma dergisinde araştırmacı-yazar Ahmet Küçükkalfa’nın orijinal kaynaklara ve tarihçilere dayanarak yazdığı “Hatayiler : Etimolojisi, Tarih ve Kültür” isimli incelemesini esas alacağız. Sayın Ahmet Küçükkalfa’ya emeklerinden dolayı teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Önce birinci görüşü ele alalım. Rivayete dayanan bu görüşe göre, Şah İsmail Bağdat’ı fethettiğinde, Kerbela’da Hz. Hüseyin’in kabrini de ziyaret etti. Ayrılmak üzereyken gözü Hür’ün mezarına ilişti. Birden hiddetlenerek bu mezarın başka bir yere nakledilmesini istedi. Mezar açılınca Hür’ün yarası üzerindeki mendili gördü. “Bu nedir” deyip eline alınca yaradaki kan yeniden akmaya başladı. Tam o esnada Hz. Hüseyin’in türbesinden “ Hata ettin İsmail” diyen bir ses duyuldu. Bunun üzerine İsmail mendili tekrar yaraya bastırdı. Ve mezarın üzerini örttü. Ancak İsmail bu hareketi ile hata yaptığını anladı. Bu hatasını daima hatırlamak için de o günden sonra yazdığı şiirlerini “Hatayi” mahlasıyla yazmaya başladı.

Bu rivayeti çürüten kanıtlar bulunmaktadır. Şah ismail’in Bağdat’ı fethettiği yıl miladi takvime göre 1510 yılıdır. Oysa, Şah İsmail 1506 yılında yazdığı “Dehname” adlı eserinde “Hatayi” mahlasını kullanmıştır. Yani “Hatayi” mahlasını kullanması bu olaydan çok öncedir. İkincisi, İslam tarihini ve Kerbela olayını çok iyi bilen Şah İsmail, Yezid’in ordusunun başında bulunan Hür’ün Hz. Hüseyin’in tarafına geçtiğini ve Hz. Hüseyin’i savunurken şehit edildiğine vakıf olan birisidir. Dolayısıyla, Hür’e hiddetlenmesi mümkün değildir. Üçüncüsü, 830 yıl sonra mezarda sadece kemikleri bulunan Hür’ün yarasından kanın akmasıdır.

İkinci ve doğru olan görüş ise şöyledir: 10. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar İran’ın doğusunda “HİTAY” adlı bir Türk devleti bulunmaktaydı. Hitay’lar resim ve güzel sanatlar konusunda çok ileriydi. Özellikle süsleme sanatında Uygur’lularla birlikte Orta Asya ve yakın doğuda çok ileri bir medeniyet kurmuşlardı. Bunu da Mani dinin kurucusu Mani’den ve müridlerinden öğrenmişlerdi. Mani dni 3. yüzyılda İran’da yasaklanınca, Mani dinine mensup olanlar Hindistan üzerinden Orta Asya ve Çin’e kadar gitmşlerdi. Kendi dinleri ile birlikte resim ve güzel sanatları da götürmüşlerdi Mani dininin kutsal kitapları resimler ve tasvirlerle süslüydü. Ressamlar, resim sanatının piri olarak Manizm dininin kurucusu Mani’yi gösterirler. Hitayların Mani mensuplarından öğrenip geliştirdikleri bu resim ve süsleme sanatına “Hatayi” süsleme sanatı deniliyordu. Şah İsmail de buradan esinlenerek yazdığı şiirleri bu süsleme sanatına benzeterek “Hatayi” mahlasını kullanmıştır. Safevilerin sarayı “Hatayi” lerin minyatürleri ve resim tabloları ile meşhurdur. Şah ismail, şiirlerinde Safevileri, Hatayi’lere benzetmiştir. O şiirlerden birisi şöyledir:

Kırmızı taclu, boz atlı, ağır leşkerli (askerli) heybetli,
Yusuf peygamber sıfatlı, Gaziler diyen Şah menem.
Hatai’yem al atlıyem, sözü şekerden tatlıyem
Murtaza Ali Zatlıyem, Gaziler diyen Şah menem.

Türk kavminden olan Hitaylar, (Hatayiler) erkeklerinin uzun boylu,  yakışıklı, kadınlarının ise güzel olması ile meşhurdur. İran’lı  ünlü şair Şiraz’lı Hafız bir şiirinde şöyle der:

Dün peri yüzlü Türk güzeli yanımızdan ayrılıp gitti.
Acaba ne hatamızı gördü de Hitay yolunu tuttu.”

Makalemizi, benim de aynen katıldığım Ahmet Küçükkalfa’nın şu görüşü ile bitirelim.

Safeviler, Hatayi geleneğin temsilcisi oldular. Şahnamelerdeki minyatürlerde olduğu kadar, mimaride, süslemede, şiirde, tekstilde kısaca güzel sanatların her şubesinde yetkin eserler verdiler.
Hatayi geleneğin yetkin temsilcisi Şah İsmail’in Hatayi mahlasının, Uygur-Hıtay (Hatayi) yüksek kültürünün ve güzel sanatlarının bir yansıması olduğu kuşkusuzdur. İslam sanatını olağanüstü etkilemiş olan Uygur-Hıtay (Hatayi) kültür ve sanatının, İslam kültür ve sanatının omurgasını oluşturduğuna dair yeni-yeniden bir değerlendirme için batılı uzmanların himmetini beklemek gerekmiyor.”

Saygılarımla
Hamdullah Dedeoğlu
01.03.2019


Popular