28 Ağustos 2024 Çarşamba

SELÇUKLU VE OSMANLI HANEDANLARI NEDEN EHLİ-SÜNNET MEZHEPLERİNİ SEÇTİLER?


                                                   hamdullahdedeoglu.blogspot.com.

SELÇUKLU VE OSMANLI HANEDANLARI NEDEN EHLİ-SÜNNET MEZHEPLERİNİ SEÇTİLER?

Selçukluların ve Osmanlıların Ehli-Sünnet mezheplerini neden devletin resmi mezhebi olarak seçtiklerini merak etmiştim. Çünkü, Türkler öyle anlatıldığı gibi Müslümanlığı hemen kabul etmemişlerdi. Sözde İslam, özde Arap ordularına karşı üç yüz yıl savaşmışlardı. Çok büyük bedeller ödemişlerdi. Arap orduları öyle katliamlar yapmışlardı ki, Türklerin bunu unutması mümkün değildi.  Öyleyse, Selçuklu ve Osmanlı hanedanları neden Ehli-Sünnet mezheplerini seçmişlerdi? Bugünkü yazımızda bunun nedenleri üzerinde duracağız.

Türkler, Emevilerle yüz yıl, Abbasilerle iki yüz yıl savaşmışlardı. Merkezi bir devletleri ve orduları olmadığı için Arap ordularına yenilmişlerdi. Ancak, Türkler Miladi 950 yılında Karahanlı hükümdarı Satık Buğra Han’ın İslam’ı kabul etmesi ile Müslümanlığı benimsemeye başladılar. Bu tarihte, Abbasi Halifeliği, Ehli-Sünnet mezhepleri konusunda daha karar almamıştı. Orta Asya’ya kadar uzanan Abbasi imparatorluğu topraklarında onlarca mezhep- ekol ve tarikat bulunuyordu.

Türklerin İslamiyet’i benimsemesinde Ehli-Beyt mensuplarının büyük katkısı olmuştu. Gerek Emeviler gerekse Abbasiler döneminde çok sayıda Ehli-Beyt mensubu baskılar nedeniyle, Türk kağanlıklarına sığınmak zorunda kalmıştı. O yüzden, Türkler arasında Ehli-Beyt mensuplarına karşı yoğun bir sevgi bulunuyordu. Onlara yapılan zulüme karşı çıkmışlar ve ellerinden geldiğince sahip çıkmışlardı. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı hanedanları da kurdukları devletlerde onları vergiden muaf tuttukları gibi, vakıflar aracılığı ile gelir elde etmelerini de sağlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun eyalet ve sancak defterlerinde Ehli-Beyt mensupları için ayrı bir bölüm açılıyordu. Ehli-Beyt mensupları bu defterlerde “SADAT” “SEYYİD” ve “ŞERİF” olarak kayıt ediliyordu.

Bu kısa özeti yaptıktan sonra, asıl konumuza geçebiliriz. Selçuklular, 1040 yılında Gaznelileri yendikten sonra, Horasan ve İran coğrafyasına hakim olmuşlardı. Gaznelilerin kurucu hükümdarı Sultan Mahmud ve ondan sonra gelen oğlu Mesud, Abbasi halifesi tarafından “Sultan “ olarak kabul edilmişti. Gazneliler de her yıl halifeye topladıkları vergilerden pay gönderiyordu. 

Abbasi halifesinin o dönemde çok güçlü orduları bulunmuyordu. İmparatorluk topraklarını yerel hakimler ya da sultanlar aracılığı ile yönetiyorlardı. Ancak, yerel yönetici ve sultanlar üzerinde manevi bir hakimiyetleri bulunuyordu. O yüzden, yerel yöneticiler halifenin emir ve isteklerini yerine getirmek zorundaydılar. Örneğin; Abbasi halifesi Kadir Billah 1029 yılında mezhepleri dörtle sınırlandırıp, “Ehli-Sünnet”  (Hanefilik, Malikilik, Hanbelilik ve Şafilik) dışındaki mezhepleri yasakladığında, otoritesini tanıyan beyler ve sultanlara yazılar gönderip bu kararın uygulanmasını istemişti. 

Bu sultanlardan biri de Gazneli Mahmut’tu. Gazneli Mahmut, bu istek doğrultusunda Horasan ve yönetimi altındaki bölgelerde Ehli-Sünnet dışında kalan mezheplere karşı çok katı uygulamalar yaptı. Onların dergahlarını, medreselerini yıktırdı, yöneticilerini hapse attı. Bunlardan bazılarını da idam ettirdi. İşte, Gaznelilerin yerine geçen Selçukluların lideri Tuğrul Bey de yasal bir statü elde edebilmek için, Abbasi halifesine hediyelerle birlikte elçiler gönderdi. Elçiler, Halifeden Tuğrul Beyin “Sultanlık” ünvanını onaylanmasını istedi. Halife bir süre bekledikten sonra, Tuğrul Beye Sultanlık için gerekli olan Hilat ve beraatları gönderdi. 

Böylece, Oğuz Türklerinden olan Selçuklular, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilcisi olan Abbasi halifesinin manevi liderliğini benimsemiş oldular. Bu tarihte, İslam coğrafyasında iki halifelik vardı. Bağdat da Abbasiler, Kahire’de Fatimiler bulunuyordu. Abbasilerin kökeni Hz. Muhammed’in amca çocukları ABBAS OĞULLARINA, Fatimelerin ise, Abbasilerin baskılarından kaçan Ehlibeyt mensubu Hz. HASAN’IN torunlarına dayanıyordu. Abbasi halifesi, iktidarına destek veren Ehli-Sünnet mezhepleri olan Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbeliliği tanıyordu. Diğer mezhep ve ekolleri ise, İslam dışı görüyordu. FATİMİLER ise, Şiiliğin İsmailiye koluna mensuptular. Bu nedenle, aralarında çatışmalara varan şiddetli bir mücadele bulunuyordu.

İRAN SELÇUKLU DEVLETİ

Abbasi halifesi hem Fatimilere hem de imparatorluk içindeki yarı bağımsız olan beyliklere karşı yeni bir müttefik kazanmıştı. Bunlar Selçukluların önderliğinde bir devlet kuran Oğuz Türkleriydi. Halife, Gazneli Mahmut’a gönderdiği taleplerin aynısının Selçuklu sultanı Tuğrul Bey tarafından da yerine getirilmesini istedi. Ehli-Sünnet dışındaki mezheplerin yasaklanmasını ve Bağdat’da kendisini kontrol altında tutan Deylem kökenli Şii eğilimli Büveyhilerden kurtarılmasını istedi. Tuğrul Bey yeni fethettikleri bölgelerde kontrolü tam olarak sağladıktan sonra, miladi 1055 yılında bir orduyla Bağdat’a girerek, Büveyhilerin halife üzerindeki denetimine son verdi. Tuğrul Bey, Bağdat da halifenin kızıyla evlenerek ayrıca halifeyle akrabalık bağı da kurdu. Halife Kaim Biemrillah da bu sayede Oğuz Türklerinin korumasına ve desteğine sahip olmuştu. Her iki taraf da bu ilişkiden memnun kalmıştı.

Tuğrul Bey, Büyük Selçuklular devletini kurduktan sonra, hem aile içindeki iktidar mücadeleleri ile hem de halifenin karşısında yer alan Fatimi ve diğer mezhep ve tarikat mensupları ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu sorunları çözen Tuğrul Bey, Halifenin siyasi desteğini alarak fetih hareketlerini başlattı. Boy beylerine Bizans ve Fatimilerin denetiminde bulunan toprakların fethedilmesi görevini verdi. Beyler de doğu Anadolu’dan başlayarak Şam’a kadar olan bölgelere akınlar düzenlediler. Buralarda Selçuklu devletine bağlı beylikler kurdular. Tuğrul beyden sonra Selçuklu devletinin başına Sultan olarak Alparslan geçti. Onun döneminde kazanılan Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’da Türkleri durduracak bir güç kalmamıştı.

İran’daki Selçuklu devleti 1170 yılında iç çekişmeler nedeniyle dağıldı. Anadolu’daki Selçuklu devleti ise, Moğolların Anadolu’yu istilasına kadar devam etti. 1243 yılında Kösedağı savaşı ile Moğollara yenilen Anadolu Selçuklu devleti, 1280 yılında dağılma sürecine girdi. Bu tarihten sonra, Anadolu’da beylikler dönemi başladı. Osmanlı beyliği, Ahi şeyhlerin ve Babai dervişlerin desteği ile daha güçlü bir konuma geçti. Batıda Bizans imparatorluğu ile mücadele yürütmesi, halkın nezdinde de Osmanlığı beyliğini daha da güçlü kılmıştı.

Osmanlı devleti Anadolu’daki beyliklere son verip, siyasi birliği kurduğunda, Bağdat’daki Abbasi halifeliği 1258 yılında Moğollar tarafından ortadan kaldırılmış, Fatimi devleti de iç çekişmeler nedeniyle, 1173 yılında yıkılmıştı. Halifeliği, Kahire’de başında Türk komutanların bulunduğu Memluklular devleti temsil ediyordu. Ancak, Memluklular Şii değil, Ehli-Sünnet taraftarıydılar.

Osmanlı devleti, 16. Yüzyılın başlarında sınırlarını Orta Avrupa’dan, Afrikaya, oradan Orta doğuya kadar genişletmişti. 1517 yılında Memlukluları da ortadan kaldırmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu İslam ülkeleri içinde lider duruma gelmişti. İslam mezhepleri içinde çok katı bir ayırım yapmayan Osmanlı devleti, Safevilerle girdikleri mücadele ve Memluklulardan halifeliği devir aldıktan sonra, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini de üstlenmişlerdi. Bu tarihten sonra, devletin resmi dini de yavaş yavaş Sünnilik doğrultusunda katılaşmaya başladı. Özellikle Mısır’dan büyük çoğunluğu Hanbeli mezhebinne mensup İBN TEYMİYYE ekolünden olan iki bin civarında din adamını getirmesi bunu daha da pekiştirdi. İbn Teymiye, hukuki yorumlarda (Fıkıh) aklın kullanılmasını reddeden bir görüşe sahipti. Ayrıca ibadetleri imana dahil eden ekolü temsil ediyordu. Bugünkü deyimle Vahabiliğe  yakın görüşlere sahipti. Ancak, Osmanlı devletinin resmi mezhebi Hanefilikti. Kadılar davalarda Hanefi fıkıhı (Hukuk) doğrultusunda karar veriyordu. Ancak Mısır’da getirilen mollalardan sonra, Osmanlı Devleti Hanefi fıkıhından (Hukuki yorumlarından) uzaklaşmaya başladı. Daha katı ve şekilci bir anlayışa evrildi.

NEDEN EHLİ-SÜNNETE DAHİL OLDULAR?

Buraya kadar Selçukluların ve Osmanlıların din anlayışlarını ve Abbasi halifeleriyle ilişkilerini kısaca anlatmaya çalıştık. Buradan yola çıkarak, Önce Selçukluların, daha sonra da Osmanlıların neden ehli-sünnet mezheplerinin temsilcisi olduklarını maddeler halinde açıklamaya çalışalım:

1-Türkler İslamiyeti kabul ettiğinde, İslam coğrafyası Abbasi halifesinin denetimindeydi. Abbasi halifesi Kadir Billah ve ondan sonra gelen Kaim Biemrillah, İslam dinindeki mezhepleri dörtle sınırlandırmış, diğer mezhepleri yasaklamış ve İslam dışı saymıştı. Dolayısıyla, Selçukluların İslam coğrafyasında nüfusun büyük çoğunluğunu meydana getiren Ehli-Sünnet dışında kalmaları mümkün değildi.

2-Abbasi halifesinin kontrolü altında bulunan topraklarda devlet kuran Selçukluların, Abbasi halifesini dışlamaları düşünülemezdi. Halifenin otoritesini ve din anlayışını kabul etmekle, yasal bir statü elde etmişlerdi.  

3-İslamiyeti yeni kabul eden Türkler, Ehli-Sünnet ve Şiilik gibi, kendi yorum ve anlayışlarını geliştirebilecek bilgilere henüz sahip değillerdi. Nitekim, Ahemet Yesevi ile başlayan ve Hacı Bektaş Veli ile devam eden İslam’ın Türk yorumu ancak 13. Yüz yılda ortaya çıkabildi. Fakat, bu tarihten sonra insanların düşünce ve inançlarını bu yönde değiştirmek ve kurumsal bir yapıya getirmek kolay değildi. Çünkü, diğer mezhepler kurumsallaşmış, yazılı kaynaklarını geliştirmiş ve toplumlarda kendilerine taban bulmuşlardı. Ehlibeyt İslam'ın bir Türk yorumu olan Hacı Bektaş Veli’nin öğretleri ise, ancak göçebe toplumlarda etkili olabildi. Şehirlerde ise, Bektaşilik olarak aydın ve entelektüel çevrelerde biraz taraftar bulabildi. Bugün, Alevilerin ve Bektaşilerin nüfus yapılarına baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz.

4-Selçuklu devletlerinin mirası üzerine kurulmuş olan Osmanlı devleti de o yolu takip etmek zorunda kaldı. Uluslararası Arena'da mücadele için bu zorunluydu. Osmanlı’nın karşısında Hristiyan bir Avrupa vardı. Hristiyan batıya karşı İslam coğrafyasının desteğini ancak bu şekilde alabilirdi. Yukarıda Selçuklular için saydığımız gerekçelerin aynısı Osmanlı devleti için de geçerlidir. Gerek Selçuklular gerek Osmanlılar için Ehli-Sünnet mezheplerini savunmak devlet olabilmeleri için bir zorunluluktu. Tarihi gerçekler bunu gerektiriyordu. Devletlerin politikaları geniş çıkarlar üzerine kuruludur. Böyle baktığımızda uluslararası arenadaki mücadeleleri daha iyi anlarız.

Saygılarımla.

Hamdullah DEDEOĞLU

28.08.2024

KAYNAKLAR:

-Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar-Türkmenler Türk Dünyası Araştırmaları vakfı yayınevi, 6. Baskı 2016.

-Prof. Dr. Erdoğan Merçil-Prof. Dr. Ali Sevim, Selçuklu Devletleri tarihi, Türk Tarih Kurumu yayınları,1995

-Prof. Dr. Bahattin Kök, Gazneli Mahmud-Abbasi halifesi El-Kadir arasındaki ilişkiler adlı makalesi, 1998

-Maşide Kamit, Abbasi halifesi Kaim Biemrillah döneminde Sünni-Şii iktidar mücadelesi adlı makalesi, 2014.

-Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

-Mustafa Şişman, Hacı Bektaş Veli, Sepya kitaplar, 2013.

-Bektaşiliğin İçyüzü, Tevfik Oytan, Demos Yayınları.

-Hüseyin Yalçın, Alevilik Tarihi, Karahan Kitapevi Yayınları.

-Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi, Alfa yayınları, 2014.

-Prof. Dr. Bernard Levis, Alamut Kalesi ve Hasan Sabbah, Nokta kitap, 2012.

-Osmanlı Devletine kadar Türkler-Türkiye Tarihi, Cem Yayınevi, 10. Baskı, 2009.

 

 

 

 

24 Ağustos 2024 Cumartesi

AKADEMİSYENLERİN “ANADOLU ALEVİLİĞİ” TEZLERİNE CEVAP

         hamdullahdedeoglu.blogspot.com

AKADEMİSYENLERİN “ANADOLU ALEVİLİĞİ” TEZLERİNE CEVAP

Son yirmi yılda akademik çevrelerde Alevilik ile ilgili çok sayıda makale, yüksek lisans tezi ve doktora tezi yayınlandı. Bu eserleri yayınlayanların büyük çoğunluğunu Alevi gelenekten gelmeyenler oluşturmaktadır. Bu Alevi toplumu için elbette ki olumlu bir gelişmedir. Ancak bu akademisyenlerin yine büyük çoğunluğu Aleviliği, Senkretik, Heterodoks veya Heterojen olarak tanımlamaktadır. Üç kelime de Yunanca kökenli olup, Türkçedeki karşılıkları “Farklı olan” “Aynı nitelikleri içermeyen” yani, devletin “resmi ve merkezi inancının dışında olan” anlamına gelmektedir.

Bir önceki makalemizde bunlara cevap vermiştik. Bugünkü makalemizde ise, Aleviliği “kitabi Müslüman” görmeyen, Anadolu Aleviliğini 10. Yüzyılda başlatan, Aleviliği sadece Türklere mahsus bir inanç gibi sunan, Babai ayaklanmasına ve Kızılbaş Safevi devletine yanlış pencereden bakan görüşlere cevaplar vereceğiz.

Yukarıdaki görüşlerin sunulduğu eserlerin başında Harun Yıldız’ın, “ANADOLU ALEVİLİĞİ, Amasya Yöresi Bağlamında Bir İnceleme” adlı doktora tezi gelmektedir. Ankara Okulu Yayınları tarafından ilk baskısı 2004, üçüncü baskısı 2021 yılında yapılan doktora tezinde yanlış bulduğumuz ya da katılmadığımız görüşleri maddeler halinde ele alıp cevaplar vereceğiz. Bu sadece sayın Harun Yıldız’a değil, tezlerinde aynı düşünceleri savunan akademisyenlere de bir cevap olacaktır.

KİTABİ MÜSLÜMAN/SÜNNİ İSLAM NE DEMEK?

1-“Bu süreçte şehir ve kasaba gibi yerleşim merkezlerinde genelde medreselerde öğretilen ve bu yüzden kitabi esaslara daha bağlı olan kitabi İslam tasavvuru/Sünni İslam yorumu etkili olurken; özellikle kırsal kesimde, dağlarda ve yaylalarda yaşayan göçebe ve konar-göçer topluluklar arasında kitabi İslam’dan farklı olan ve önemli ölçüde Alevi eğilimli Türkmen derviş ve babaların yaptığı propaganda faaliyetlerinin sonucunda, daha çok İslamiyet öncesi eski inanç ve geleneklerden beslenen akımların etkili olduğu şifahi-sözlü ve mistik boyutları olan bir İslam tasavvuru görülmekteydi.” (Sayfa, 45)

Burada sayın Yıldız’a iki noktada itirazımız olacaktır. Birincisi, şehir ve kasabalardaki halkın hepsi okur-yazar ve medrese eğitimli miydi? Yani bütün şehir ve kasabalarda yaşayanlar dini kaynaklarında kendileri mi okuyup öğrenmişlerdi, yoksa, sizin Sünni İslam dediğiniz ve devletin resmi mezhebini savunan şeyh ve mollalardan sözlü yollardan mı öğreniyorlardı? Şehir ve kasabalardakilerin inancı “kitabi Müslüman” oluyor da kırsal kesimdekilerin inancı “kitabi” olmayan mı oluyor?

1920’li yıllarda bile okuma yazma oranının yüzde 7-8 olduğu bir toplumda, sekiz yüz yıl önceki okuma-yazma oranı sizce yüzde kaç olabilir? Elbette ki, şehir ve kasabalardaki halkın büyük çoğunluğu konur-göçerler gibi sözlü ve şifahi olarak öğreniyordu.

İkinci itirazımız göçebe ve konar-göçer toplulukların İslamiyet öncesi eski inanç ve geleneklerden beslendiğidir. Sayın Yıldız, bütün toplumlar geçmişe ait kültürlerini, geleneklerini ve inançlarını bir gecede silip atmamışlardır. Yani, Müslüman olan Araplar da eski kültürlerini, geleneklerini ve inançlarının bir kısmını devam ettirmişlerdir. Örneğin; Arap kavminin İslamiyet’ten önceki çok kadınla evlenme geleneği, İslam’ı kabul etmelerinden sonra da devam etmiştir. Buna benzer çok sayıda örnekler verebiliriz.

Alevi Türkmenlerin eski geleneklerine, göreneklerine ve kültürlerine sahip çıkmasının eleştirilecek bir tarafı yok, tam tersine “doğru olanı yapmışlar” demenizi beklerdim. Zira Alevi Türkmenler olmasaydı Türk kültürü bugüne taşınamayacak, belki de Türkçe diye bir dil olmayacaktı. Kültürlerini ve geleneklerini kaybeden bazı kavimler, örneğin kuzey Afrika halkları (Fas, Tunus, Cezayir) hem dillerini kaybettiler hem de kültürlerini kaybederek Araplaştılar.

Sayın Yıldız, Siz yoksa bunu mu savunuyorsunuz?

ANADOLU ALEVİLİĞİ 10. YÜZYILDA MI BAŞLADI?

2- “Alevilik tarihsel bir olgu olarak Türklerin İslam’a girişiyle birlikte yaklaşık X. Yüzyıldan itibaren başlayıp, günümüze kadar gelişerek devam eden bir süreç içerisinde oluşmuştur.”

Sayın Yıldız, Alevilik, Türklerim İslamiyet’i kabul etmesi ile ortaya çıkmamıştır. Alevi İslam anlayışı özü itibari ile Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin kendisidir. Daha sonra Hz. Ali ile devam edip, evlatları aracılığı ile bugüne kadar gelmiştir. Aleviler kendilerini böyle görürler. Türklerin Alevi İslam’ı benimsemesinin nedeni Horasan, Maveraünnehir ve Türkistan coğrafyasına sığınan Ehlibeyt mensupları ile onların davetçileri sayesinde olmuştur. Bunu siz de tezinizde belirtiyorsunuz.

“Zira Türkler, Emevilerin Arap ırkçılığına dayalı politikalarına karşı Ehlibeyt adına hareket eden gruplarla ortak hareket ediyor ve Ehlibeytin sevgi ve hoşgörüye dayanan din anlayışını benimsiyordu.” (Sayfa, 41) Burada bir çelişki yok mu? Hangisi doğru?

Aslında doğru tespit yapmışsınız. Anacak yanlış sonuca varmışsınız. Zira Yahya bin Zeyd’in Emevilere karşı isyanından sonra (M. 743) Türklerin ehlibeyt aracılığı ile İslam dinine girmeye başladığını belirtmişsiniz. Bu tespitleriniz bize göre de doğrudur. Bu tespitlerden sonra Alevliği 10. Yüzyılda başlatıp ve sadece Türklere mahsus olması ise, doğru değildir. Çünkü sizin de belirttiğiniz gibi, Ehlibeyt İslam’ı sevgi ve hoşgörüye dayanıyordu. Türklerin Aleviliği benimsemesinin nedeni de buydu. Zira Alevi İslam anlayışı, Ehlibeyt’in savunduğu İslam’dı. Bu yüzden Alevi İslam, 10. yüzyılda değil, Hz. Muhammed ile başlar. Hz. Ali devam eder, evlatları aracılığı ile de bugüne kadar gelmiştir.  

Sayın Yıldız, katılmadığım diğer bir görüşünüz de Aleviliği sadece Türklere ait bir inanç gibi göstermenizdir. Zira Alevi İslam’ı benimseyen Arap, Fars ve Kürt kavminden olan kesimler de vardır. Bunları nereye koyacağız. Var olan bir şeyi yok sayıp, görmezlikten mi geleceğiz?

AHMET YESEVİ KİMDİ?

3-Sayın Yıldız, sizin kitabi Sünnilik dediğiniz İslam, Abbasi Halifesi Kadir Billah döneminde Miladi takvime göre 1029 yılında sarayda alınan bir kararla ortaya çıkmıştır. Bu kararda dört mezhep yasal sayılırken, onun dışında kalan yorumlar yasaklanmış ve İslam dışı sayılmıştır. Ve haklarında takibat yapılmıştır. Yani cezalandırılmışlardır. Üstelik mezheplere adları verilen ekol sahiplerinden hiçbiri o tarihte hayat da değildi. Türklerin kurmuş olduğu beylik ve devletlerde de Abbasi Halifesinin almış olduğu kararlar uygulanmıştır. Bu nedenle, devleti yönetenlerin temsil ettiği İslam anlayışı Sünni İslam’dı. Anacak tabandaki halkın yoğun olarak benimsediği İslam, Ehlibeyt mensuplarının ve onların temsilcilerinin tebliğ ettiği İslam anlayışıydı. Hoca Ahmet Yesevi de Ehlibeyt mensuplarının tebliğ ettiği İslam’ı yani, sizin de belirttiğiniz gibi, sevgi ve hoşgörüye dayanan İslam anlayışının temsilcisiydi.

Sayın Yıldız, Bazı kaynaklarda Hoca Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli’nin “Batini” olduğu, yani Ehlibeyt taraftarı olan Fatimilerin benimsediği Şia’nın “İsmailiye koluna mensup olduğudur. Abdülbaki Gölpınarlı “Mevlana Celalettin Rumi” adlı eserinde, Mustafa Şişman Hacı Bektaş Veli adlı eserinde, yazar İsmail Saltuk ve Prof. Dr. Bernard Levis de eserlerinde aynı görüşü paylaşmışlardır. Horasan bölgesinde çok yoğun olarak bulunan İsmaili Dailerinin faaliyetleri ve bölgenin önde gelen şair ve bilim insanlarından Ömer Hayyam’ın, Nasır-ı Hüsrev’in, Feridun Attar’ın ve İbni Sina’nın İsmaili olarak tanınması da bu görüşü desteklemektedir.

Ayrıca Necmettin Erbakan Üniversitesi öğretim üyelerinden sayın Zahide Ay, Bedahşan bölgesinde yaptığı saha araştırmalarında, Ahmet Yesevi’nin bölgedeki İsmaililer tarafından bir “Fatimi Daisi” olarak anıldığını belirtmiştir. Anadolu Alevilerinin inançlarına on iki imamı dahil etmeleri, Safevi devletinin kuruluşundan sonra olmuştur.

MOĞOLLAR VE BABAİ İSYANLARI

4-Sayın Yıldız, siz de diğer akademisyenler gibi Anadolu Selçuklu Devletinin dağılmasının sorumlusu olarak Babailer isyanını gösteriyorsunuz. Aynı nakarat diğer akademisyenlerin tezlerinde de yer almaktadır. Oysa, Anadolu Selçuklu devletinin dağılmasının bir değil, birkaç nedeni vardı.

1-Babai isyanı neden Selçuklu sultanı Alaattin Keykubat döneminde değil de Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında oldu?

2-Konar-göçerler ve Celalettin Harzemşah’la Anadolu’ya gelen kitleler ve silahlı gruplar Babai isyanına neden destek verdiler?

3-Alaattin Keykubat Gıyasettin Keyhüsrev’i değil de neden Memluklu prensesinden olan oğlu İzettin Kılıçaslan’ı veliaht olarak seçilmesini vasiyet etti?

4-Moğol işgaline, Mevlana Celalettin de dahil olmak üzere, Selçuklu bürokrasisi değil, yine Babai isyanına destek veren kitleler direnmişlerdir. Bu uğurda binlerce şehit vermişlerdir. Bunların başında da Ahi Evran gelmektedir. Dolayısıyla Selçuklu yönetimi zaten Moğollarla iş birliği içindeydi. Kendisinden sayıca çok az olan bir orduya neden direnemedi? 

Yukarıdaki soruların cevabı nettir. Tabandan kopmuş ve stratejik akıldan yoksun kötü bir yönetim, Selçuklu hanedanlığının sonunu getirmiştir. Ancak şunu da unutmayalım; Babai isyanına katılan şeyhler, dervişler, babalar, erenler ve aşiretler destek vermeseydi Osmanlı, Anadolu’da öne çıkan bir beylik olabilir miydi? Bize göre mümkün değildi. İşte bu da o dönemde Anadolu’da en aktif toplumun kimlerden oluştuğunu göstermektedir.

SAFEVİ DEVLETİNE DOĞRU BAKIŞ NASIL OLMALI?

5-Sayın Yıldız, kitabınızda öyle anlatımlarda bulunuyorsunuz ki, Osmanlı devletini merkeze koyup kutsal bir devlet sayıyorsunuz, karşısındaki Safevi devletini ise, Osmanlı’yı yıkmak için ortaya çıkmış bir ”Şer” kuvveti olarak gösteriyorsunuz. O zaman şöyle düşünmek de yanlış olmaz: Osmanlı da Selçuklulara karşı hareket eden bir “Şer” kuvveti miydi?

Sayın Yıldız, Şah İsmail, Osmanlı’yı yıkıp yeni bir devlet kurmadı. Var olan Akkoyunlu devletinin yönetimini ele geçirerek, Kızılbaş bir Türkmen devleti yapmıştır. Osmanlı ile aralarındaki çekişmenin esas nedeni bölgeye, dolayısıyla ticaret yollarına hakim olma mücadelesidir.

Sayın Yıldız, Amasya bölgemizle ilgili güzel araştırmalar yapmışsınız. Emeğinize sağlık. Ancak yanlış ya da eksik bulduğum noktaları yazmayı da bir zorunluluk olarak gördüm. Kitabınızla ilgili olarak yazdığım eleştiri ve önerileri bundan sonraki baskılarda dikkate alacağınızı ümit ediyor, bu vesile ile selam ve saygılarımı iletiyorum.

Hamdullah Dedeoğlu.

24.08.2024.

18 Ağustos 2024 Pazar

ALEVİLİK, SENKRETİK VE HETERODOKS BİR İNANÇ MI?

                                                                            hamdullahdedeoglu.blogspot.com

ALEVİLİK, SENKRETİK VE HETERODOKS BİR İNANÇ MI?

Alevilik, akademisyenlerin yazdığı kitap ve makalelerde hep “Senkretik” ve “Heterodoks” bir inanç olarak belirtilir. Öyle ki, bu tanımlama bazı Alevi yazarlar tarafından bile tekrarlanmaktadır. Hatta bazıları daha da ileri giderek Aleviliği “İslam dışı” olarak takdim etmektedirler. Bu görüşte olanlara daha önce cevap verdiğimiz için; bugünkü makalemizde egemen din anlayışı çerçevesinde yazılan tez ve makalelerde Aleviliği “Senkretik” ve “Heterodoks” bir inanç olarak tanımlayan açıklamları üzerinde duracağız.

Okuyucularımızın konuyu daha iyi anlayabilmeleri için, bu iki kelimenin anlamlarını açıklamamız gerekecektir. Önce Senkretizmle başlayalım:

Kelimenin asıl kökü Latince olup, dilimize Fransızcadan geçmiştir. Türkçe karşılığı “Birbirinden farklı olan doktrin veya dini inançları kaynaştıran ya da uzlaştıran öğreti.” anlamına gelmektedir.

Heterodoks kelimesi ise, Yunanca kökenli olup, “farklı” anlamına gelen “heteros” ve “öğreti” “düşünce” anlamındaki “Doxa” (Doksa) sözcüklerinden oluşmaktadır. Sözcükler birleştirildiğinde “Ana akımdan sapmış olan” anlamına gelmektedir. Yani akademisyenler, Aleviliği ana akımdan sapmış bir inanç olarak belirtmektedirler. Bu görüşe makalemizin devamında cevap vereceğiz.

Şimdi de ana akım ya da merkez akım olarak kabul edilen ve egemenlerin inancını temsil eden “Ortodoks” kelimesinin üzerinde bir tanımlama yapalım:

Yunanca “Orthos” sözcüğün karşılığı olan “doğru” ve “inanç” “öğreti” anlamına gelen “Doksa” (doxa”) kelimelerinden oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, yönetimi elinde bulunduran egemen sınıf kendi inancını “doğru” olarak kabul ederken, dini farklı yorumlayan tabandaki halkın inancını “sapmış” yani, “Sapkın” olarak görmektedir.

Bu tanımlamalardan sonra makalemizin ana konusuna geçebiliriz.

“Senkretik” ve “Hetrodoks” kelimelerinin kökeninden de anlaşılacağı gibi bu tanımlamalar Hristiyanlıktan gelmektedir. Hristiyanlık dini, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği bir dindi. Bugünkü Filistin coğrafyasında ortaya çıkmış olup, Museviliği yozlaştıran ve dinin içini boşaltan Yahudi din adamlarına karşı, barış içinde bir arada yaşamayı, yetime, yoksula sosyal haklar verilmesini savunan ve insanların iyi ahlaklı olmasını tebliğ eden bir inançtı. Ancak Roma imparatorluğunun 4. Yüzyılın başlarında Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak benimsemesinden sonra, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din, amacından saptırılarak, saldırgan, işgalci ve köleliğe dayanan egemen sınıfın inancına dönüştürüldü. Bunda en büyük pay, daha önce Musevi-Yahudi bir haham-din adamı olan Pavlus’un (Paul) büyük payı vardı. Zira, Hz. İsa kendisini bir peygamber olarak tanıtırken, Pavlus, Hz. İsa’yı Romalıların Hristiyanlıktan önceki inancında en büyük tanrı olarak kabul edilen “ZEUS’un yerine koyarak, Hz. İsa’yı hem tanrı hem tanrının oğlu hem de kutsal ruh olarak benimsemesini getirmişti. Bu anlayış Roma İmparatorluğunu yöneten egemen sınıfın inancına ve çıkarına en uygun olanıydı. Bu inancın benimsenmesi ile Roma imparatorları kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler ve toplumları da buna inandırdılar. Buna inanmayanlara da “Heterodoks” yani “sapkın” dediler. Ne kadar benzerlikler var değil mi? Aynısını Emevi ve Abbasi Sultanları da yapmıştı. Onlar da kendilerini Allah’ın yer yüzündeki temsilcileri olarak görüyorlardı. Oysa bu Allah'a şirk koşmaktı. İslam'ın tevhid inancına aykırıydı. İşte, Ortodoks inancı dedikleri buydu. Egemen sınıflar, çıkarlarına göre uydurdukları din anlayışını "merkez" kabul ederken, gerçek dinin değerlerini savunanları “sapkınlık” anlamına gelen “Heterodoks” olmakla suçluyorlardı. Romalı egemen sınıfların resmi din adamları ile tarihçileri de bu din anlayışını hakim kılmak için var güçleriyle çalıştılar. Romalı yöneticiler, bu anlayışı hakim kılmak için gerek ideolojik yolla, gerek baskı yaparak, çoğu zaman da şiddet kullanarak egemenlikleri altında yaşayan halkları bu yöntemlerle denetim altına alıp, asimile ettiler.

Yukarıda Romalılar için söylediklerimizin aynısı, Emevi ve Abbasi Sultanları için de geçerlidir. Onlar da Romalı İmparatorları taklit ederek, kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler. İslam dininin içini boşaltarak kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. İslam dininde sadece tebliğ esas alınırken, onlar dini işgal, istila, yağma ve talanlarına maske olarak kullandılar. Oysa yaptıkları bu eylemler, Kur’an’a aykırıydı. Bu aykırılığa, ENAM suresinin 151. ve BAKARA Suresinin 256. Ayetini örnek olarak verebiliriz.

Yine aynı Roma imparatorlarının yaptıkları gibi, dini kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için Abbasi Sultanları da peygamber efendimizin vefatından dört yüz yıl sonra kendilerine bağlı bir din ve mezhepler oluşturdular. Kendilerine destek veren “EHLİ-HADİS-EHLİ-SÜNNNET” adını verdikleri fırkaların dışında kalanları “Sapkın” olarak nitelendirdiler. Yani, Pavlus nasıl ki Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dini başka bir dine dönüştürdüyse, Emevi ve Abbasi Sultanlarının  besleyip desteklediği sarayın sözde din adamları da aynı görevi yaptılar.

İslam dinini kurmuş oldukları devletlerin resmi inancı yapan yönetici sınıflar, gerçek dinin amacını gizlemişler ve dinin özünü savunanları “Sapkın” “Zındık” ve “Mülhid” olmakla suçladılar. Bunlara karşı şiddet uyguladılar, katliamlar yaptılar. İşte Alevilik de bunlardan biriydi. Alevi İslam anlayışı barışı, adaleti, sevgiyi, iyi ahlaklı bir toplum inşa etmeyi savunurken, resmi din anlayışın savunucuları egemenlerin çıkarları doğrultusunda kalemleri ile bunlara destek verdiler. Anlamı "Barış" olan İslam dinini işgal, yağma ve talana maske yaptılar. İşte, egemenlerin bu din anlayışına karşı çıkan Alevi İslam'ı  bunun için “Senkretik” ve “Heterodoks” olmakla itham etmektedirler. Bu kalem oynatıcıları aslında her şeyi bilmektedirler. Ancak kendileri de egemenlerin elinde tuttukları pastadan nemalandıkları için onlara destek vermeye ve kalem oynatmaya dün olduğu gibi, bugün de devam etmektedirler. Bunlar kendilerini  “aydın” “ilahiyatçı” olarak göstermektedirler. Maalesef bunların büyük çoğunluğu bu görevi bilerek yapmaktadır. Bir kısmı da farkında olmadan bu anlayışa destek vermektedir. Bunların dışında kalan ve sayıları iki elin parmak sayısını bile geçmeyen aydın ve ilahiyatçı ise, gerçekleri halka anlatmak için kıt imkanları ile bunlara cevap vermektedirler. İşte gerçek “aydın" ve gerçek “ilahiyatçı” da bu azınlıkta olanlardır. Tarih, bu cesur ve dürüst aydınları her zaman minnet ve şükranla anacaktır. Onlar, gerçek inananların kalbinde her zaman yaşamaya devam edeceklerdir.

Sonuç olarak, hiçbir din ve inanç bir günde oluşmamıştır. Kendisinden önceki inançlardan, kültürlerden, gelenek ve göreneklerden beslenerek bir sentez oluşturmuşlardır. Bu nedenle bir inancı “Merkez” sayarken başka bir dini ya da mezhebi “Sapkın” olmakla itham etmek doğru değildir. Bu bir orta çağ düşüncesidir. Dördüncü yüz yılda farklı bir inanç için tanımlanan bir sözcüğü yirmi birinci yüzyılda tekrar etmek, o tarihte donup kalmaktır. Kendisini akademisyen olarak görenlere, dinler tarihine bu gözle bakmalarını öneriyorum.  

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

18.08.2024.

16 Ağustos 2024 Cuma

HACI BEKTAŞ VELİ DERGAHINDAN FOTOĞRAFLAR

HACI BEKTAŞ VELİ DERGAHINDAN FOTOĞRAFLAR
















Bu fotoğraflar 15.08.2024'de  H. Dedeoğlu tarafından çekilmiştir. 

10 Ağustos 2024 Cumartesi

HZ. MUHAMMED ATEİSTLERLE Mİ, ZALİM MÜŞRİKLERLE Mİ MÜCADELE ETTİ?

hamdullahdedeoglu.blogspot.com

HZ. MUHAMMED ATEİSTLERLE Mİ, ZALİM MÜŞRİKLERLE Mİ MÜCADELE ETTİ?

Kuran’ı Kerim’de iki kelime sık sık geçer. Bunlardan biri Müşrik, diğeri de Mümindir. Mümin, İslam’ın tevhid inancına sahip olanlara, müşrik ise Allah’a şirk koşanlara deniliyordu. Şirk koşanlar, Allah’a ulaşmak için putları aracı yapanlardı. Kabe’nin içinde bu putlardan bulunuyordu. Yani, müşrikler de Allah’a inanıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, Kabe’yi tavaf ediyorlardı. Hz. Muhammed’e yeni dini tebliğ edilme görevi verilmesinin nedeni de bu şirk inancına karşı, tevhid (Allah’ın birliği) inancını hakim kılmaktı. İşte Hz. Muhammed peygamberliği boyunca bu müşriklerle mücadele etti. Zira kendisine ve Müslümanlara baskı, zulüm ve işkence yapanlar bunlardı. Yani, o dönemde Ateizm de yoktu, Ateist de yoktu. Hz. Muhammed’in müşriklere karşı mücadelesini anlatan ayetleri verdiğimizde konumuz daha iyi anlaşılacaktır.

LOKMAN SURESİ 25. Ayet: “Eğer onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı” diye sorarsan yemin olsun, “Allah” derler.”"

ENFAL SURESİ 34 ve 35. Ayetler: “Onun hizmetlerine layık olmadıkları halde, halkı Mescid-i Haram’dan (Kabe) men ederlerken, Allah ne diye onları azaplandırmasın? Onun (Mescid-i Haram) hizmetine layık olanlar ancak Allah’a karşı gelmekten sakınanlardır. Fakat çoğu bunu bilmez. Onların Kabe’deki tapınmaları ancak ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir.”

ZÜMER SURESİ 3. Ayet: “İyi bil ki, gerçek din yalnız Allah’ındır. Ondan başka dostlar edinerek: “Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırmaları için tapıyoruz.” Diyenlere gelince; kuşku yok ki Allah onlar arasında, ayrılığa düştükleri konuda hükmünü verecektir. Allah, yalancı, inkarcı insanı doğru yola iletmez. “"

YUNUS SURESİ 18. Ayet: “Onlar Allah’ı bırakırlar da kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda verebilecek putlara taparlar. “Allah katında şefaatçilerimiz bunlardır” derler. “”

MAUN SURESİ: “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte öksüzü iten kakan odur. Yoksulu doyurmaya önayak olmayan odur. Vay haline o namaz kılanların ki, onlar gafildirler. Onlar riyakarlık yapanlardır. Onlar zekat vermeyi de men ederler.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Müşriklerin bütün ibadetleri yerine getirdiği, ancak, fakire, yoksula ve yetime hakkını vermediği de belirtilmektedir. İşte, Hz. Muhammed Allah’a şirk (ortak) koşan müşriklere karşı sadece tevhidi değil, halkın çoğunluğunu oluşturan fakir, yoksul ve yetimlerin haklarını da savunmuştur. Ayetlerde, Müşriklere “riyakar-iki yüzlü” denilmesinin nedeni de budur. Zira Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği din, tevhid inancına, adalete ve iyi ahlaka dayanıyordu. Mekke oligarşisi ise, dini yozlaştırmış, adaleti ortadan kaldırmış, fuhuş, hırsızlık, zina yaygınlaşmış, zayıflar ve kimsesizler ortada bırakılmıştı.Kısaca dini sadece ibadet etmekle sınırlandırmışlardı. İşte Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği dinin esaslarını anlatmaya başladığında, Mekkeli kodamanların saldırısına uğramış, bu nedenle inananları ile birlikte Medine’ye göç etmek zorunda kalmıştı. Kur’an’ı’ Kerim’deki zulümle ilgili ayetleri verdiğimizde bu durum daha iyi anlaşılacaktır.

AHKAF SURESİ 12. Ayet: “Ondan (Kur’an) önce de bir rehber ve rahmet olarak Musa’nın kitabı (Tevrat) vardı. İşte bu da (Kur’an) zalimleri uyarmak ve iyi hareket edenlere bir müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş ve kendinden öncekileri tasdik eden bir kitaptır.”

ARAF SURESİ 44. Ayet: “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.”

ŞURA SURESİ 42. Ayet: “Ancak halka zulmedenlere ve haksız yere yeryüzünde azgınlıkta bulunanlara karşı durulmalıdır.” 

Görüldüğü gibi Kur'an'da Zalim olan müşrikler lanetlenmekte, zalimlere karşı yapılacak mücadele "meşru savunma" olarak kabul edilmektedir.

Makalemizi ilahiyatçı-yazar, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk hocamızın konu hakkındaki sözleri ile tamamlayalım:

“Hiçbir peygamberin mesajında ateizme veya dinsizliğe karşı savaş çağrısı yoktur. Çağrı zulme, azgınlığa, kodamanlara, tağutlara, haksızlığa, talana, kısaca şer ve şirk kodamanlarına karşı savaş çağrısıdır. Başta ibadetler olmak üzere, diğer bütün dinsel unsurlar ve motifler, bu esas savaşı verecek olan güçleri donatmak, daha iyi savaşır hale getirmek içindir. Kur’an’ın dini, öncelikleri bakımından, “ibadetler ve tesbihler dini” değil, “ZULME KARŞI MÜCADELE” dinidir.”” (Kur’an’ın Yarattığı Devrimler, sayfa, 51, Yeni Boyut Yayınları, 2014)

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

10.08.2024.

 

Popular