KURMANÇ DİLİ PERS VE
SASANİLERİN KONUŞTUĞU DİL MİYDİ?
Bu soruya cevap verebilmemiz için son iki bin yılın etnik ve
dini tarihini özetlememiz gerekecektir. Bunu özetlediğimizde, ortaya çıkacak
olan kanıt ve belgeler ışığında yorumumuzu da ekleyerek bu soruya cevap vermiş olacağız.
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bölgedeki nüfus azdı. Bizans (Roma) kaynaklarında “Pavlikanlar” olarak belirtilen yerel halk isyan etmiş, Sivas’tan
Malatya’ya kadar olan bölgedeki nüfusun büyük çoğunluğu Balkanlara sürülmüştü.
İskanın amacı, Anadolu’da isyan çıkaran yöre halkını Kıpçak ve Peçenek
Türklerinin saldırılarına karşı tampon olarak kullanmaktı. Göç ettirilenlerin
isyan etmesinin nedeni ise, kendilerine yapılan baskı-zulüm ve
cezalandırmalardı. Zira, İmparatorluğun resmi dini Hıristiyanlığın Ortodoks
mezhebiydi. Ortodoks Kilisesi, “Maniheist-Pavlikan” olarak tanıdığı bu topluluğu,
“sapkın-zındık” ve “din dışı” olarak kabul ediyordu. Baskıların ve
cezalandırılmaların nedeni buydu. Peki, bu Maniheist- Pavlikanlar kimdi?
PAVLİKANLAR KİMDİ?
Bu inancın kurucusu M.S. 3. Yüz yılda yaşayan “Samosata’lı
(Samsat) Paul” olarak tanınan bir papazdı. O dönemde "Adaptonizm" olarak tanınan bu inancın temsilcisi durumundaki Antakya piskopozu Papaz Paul, üçlü teslisi reddederek,
“Hz. İsa, otuz yaşında vaftiz oluncaya kadar bir insandı. Bu vaftizle birlikte,
O’nun günahsız doğası ödüllendirildi. Gökler açıldı, Tanrı’nın ruhu onun
bedenine yerleşti. Sonra da Tanrı O’nu oğul olarak seçti. Herhangi biri de
gerekli koşulları yerine getirmek suretiyle, Hz. İsa’nın konumuna yükselebilir.
Bu lütfa mazhar olmanın yolu Tanrı’nın emirlerini harfiyen yerine getirmek ve
aşama, aşama ben’i (nefsi) yok etmektir” diyordu ve inancını bu şekilde
açıklıyordu.
Papaz Paul bunları savunduğunda, Roma İmparatorluğu
Hıristiyanlığı henüz resmi din olarak kabul etmemişti. Tam tersine, Hıristiyan
inancında olanlara baskı ve zulüm uyguluyordu. Ne zamanki imparatorluk
sınırları içinde Hıristiyanlık hızla yayılınca, 4. Yüzyılın başında M.S.312
yılında Hıristiyanlık, devletin resmi dini ilan edildi. 325 yılında İznik’te
yapılan din adamları toplantısında, İncil’in sayısı dörtle (Yuhanna, Markos,
Luka, Matta) sınırlandırılıp, üçlü teslis (Hz. İsa hem Tanrı hem Tanrı’nın oğlu
hem de Kutsal Ruh’tur) ilkesi kabul edilince, diğer Hıristiyan yorumlar
yasaklandı ve haklarında takibat yapılmaya başlandı. Balkanlara göç ettirilen
Pavlikanlar, Ortodoks Hıristiyan yorumunu kabul etmeyenlerdi.
Papaz Paul’un bu yorumu, yedinci yüzyıla gelindiğinde daha
da geliştirildi. Pavlikanlar, Ortodoks Hıristiyanların çok kutsal saydıkları Haç’a
ve kutsal resimlere de karşı çıkıyorlardı. Bunu maddeye tapma olarak
görüyorlardı. Pavlikanlar, ayrıca Reenkarnasyon inancı olan Tanrı’nın insan
suretinde tecelli ettiğini de savunuyorlardı.
Merkezi otorite ve Ortodoks kilisesi 7. Yüzyılda sayıları
gittikçe artan bu inanca mensup olanlara karşı ilerde tehdit oluşturacağı
gerekçesiyle, önlemler almaya başladı. Merkezi otorite bu inançta olanları
“sapkın” ve “din dışı” kabul ederek, sert uygulamaları yürürlüğe koydu. Pavlikanların
yoğun olarak yaşadıkları yerler daha çok Kolania (Şebinkarahisar)-Sivas-
Elazığ-Malatya-Tunceli bölgeleriydi. Merkezi
hükümet, araştırma, soruşturma ve değerlendirme yapmak üzere bölgeye bir heyet
gönderdi. Heyete, yargılama ile birlikte içinde idam cezası da dahil çok geniş
yetkiler verdi. Yakalanıp yargılanan Pavlikanların hiçbiri inancından vaz geçmedi.
Yargılamayı yapan heyet, inancından vaz geçmeyenler hakkında idam kararı verdi
ve bunu uyguladı. Pavlikanlar hakkındaki soruşturmalar, cezalandırmalar 9. yüzyılın
başına kadar devam etti. Bu tarihten sonra Pavlikanlar, bir milis gücü
oluşturdular. Soruşturma ve yargılamalarda ağır cezalar veren yetkilileri
öldürmeye başladılar. Haklarında askeri takipler başlayınca da milis güçler ve
bir kısm inananlar Müslümanların denetiminde olan Malatya (Melitene) emirine
sığındılar. Malatya emiri de onları Argaoun (Arguvan) kasabasına yerleştirdi. Pavlikanlar,
Malatya emirinin ve kendilerine katılan aynı inançtaki Roma’lı askerlerin de
desteği ile Tephrike (Divriği) kalesini ele geçirdiler. Bu bölgede devletlerini
ilan ettiler. (M.S.844)
Pavlikanların kurmuş olduğu bu devlet 873 yılına kadar devam
etti. Bu tarihte imparator 1. Basil döneminde kaleleri ele geçirildi.
Pavlikanların önde gelenleri kılıçtan geçirildi. Geriye kalanlar da Balkanlara
sürgün edildi. Ancak Pavlikanlar inançlarını burada de devam ettirdiler. Papaz
Bogomil önderliğinde yeniden örgütlendiler. İnançlarını Bulgar ve Slav halkı
içinde de yayma başarısını gösterdiler. Bulgaristan ve Balkanlarda Bogomil,
İtalya’da Katharlar, Fransa’da Albigenler olarak tanındılar. (Müslüman
Boşnaklar’ın kökleri de bunlara dayanmaktadır)
Bizanslı Tarihçi Zonaras, 12. Yüzyılda yazdığı “Epitome
Historyum” adlı eserinde dönemin olaylarını şöyle anlatmaktadır:
“843 yılında doğuda halk tarafından Paul ve John
isimlerinden elde edilerek cahilce Paulikan olarak adlandırılan büyük bir
Maniheist grubu vardı. İmparatoriçe onları sapkınlıktan Ortodoksluğa döndürmek
istedi. Soylular arasında birkaç kişiyi bu görevle yolladı. Bunlar görevlerini
başarmadılar. Ve vakitlerini boşa harcamakla kalmayıp, sayıları binleri bulan
bütün bir halkın dinden tamamen çıkmasına sebep oldular. Bu halk, İsmaililere katılarak Romalılar’a (Bizans) karşı onlarla
birlikte savaştılar. Ve onların başına gelen birçok felaketin de sebebi
oldular.” (Bizanslı Heretiklerin Tarihi, Janet-Bernard Hamilton, Kalkedon Yayınları, Sayfa, 94)
Yazarın, “İsmaililer” olarak tanımladığı Arap Müslümanlardı.
İsmaili demesinin nedeni ise, Müslüman Arapların köklerinin Hz. İbrahim’in
Hacer’den olan oğlu İsmail’den gelmesiydi. Ancak, yazarın bu ifadeyi Arap
Müslümanları küçümsemek amacıyla kullandığı anlaşılmaktadır. Zira, kitabının diğer
bölümlerinde İsmail’in annesinin kölelikten gelen bir cariye olduğunu belirtmesi,
Bizans İmparatorluğunun Müslümanlara bakışını yansıtmaktadır.
Romalıların kendilerini “üstün ırk” görme anlayışının çok
eskilere dayandığı anlaşılmaktadır. Aynı anlayış Pavlikanlar konusunda da
görülmektedir. Bizanslı tarihçiler Pavlikanlar hakkında şu tanımlamayı yapıyorlardı:
“Pavlikanlar, atalarının sapkınlıklarına kendi keşfettikleri
sapkınlığı da ekleyen aynı bataklıkta boğulan Maniheislerdir.” (Bizanslı
Heretiklerin Tarihi, Janet-Bernard Hamilton, sayfa, 98, Kalkedon yayınları)
Bu ifadelerden Pavlikanların farklı bir etnik ve inançtan
geldikleri anlaşılmaktadır. O halde bu Pavlikanların ataları kimdi? Ve önceki
inançları neydi? Anadolu’nun ele geçirilmesi konusunda imparatorluklar arasında
kıyasıya bir mücadele yaşanıyordu. Romalılarla, Persler arasında başlayan bu rekabet daha sonra da onların devamı olan
Sasani İmparatorluğunun 7. Yüzyılda yıkılışına kadar devam etmişti. Medler,
Persler ve Sasaniler İrani bir kavimdi. Roma İmparatorluğu’nun kurucuları ise,
Anadolu’nun Truva bölgesinden Avrupa’ya giden Etrüsklerdi. Roma şehrinde
kurulan bu krallık daha sonra büyüyerek, sınırlarını Asya ve Afrika kıtasına
kadar genişletmişti. Medlerin sınırları ise, İran’dan başlayıp, Anadolu’da Kızılırmak’a
(Sivas) kadar olan bölümü kapsıyordu. (M.Ö. 6. Yüzyıl) Romalılar’ın batı
Anadolu’daki site devletlerini hakimiyetine almasıyla, Medlerin devamı olan
Perslerle şiddetli bir mücadele başladı. Bu mücadele Anadolu’nun tamamen
Romalıların hakimiyetine girmesine kadar devam etti. Romalılar Anadolu’yu feth
ettiklerinde çok tanrılı bir dine sahiptiler. 4. Yüzyılda Hıristiyanlığı devletin
resmi dini ilan ettiler. Perslerin dini ise, tek tanrılı Zerdüşt-Mecusi inancı idi.
M. S. Üçüncü yüzyılda Hıristiyanlığın her iki imparatorluğa ait topraklarda
yayılamaya başlamasıyla farklı inançlar ortaya çıktı. Önceleri bu dine karşı
çok sert önlemler alan Roma İmparatorları 4. Yüzyılın başlarında Hıristiyanlığı
devletin resmi dini ilan etmişlerdi. Aynı gelişmeler Pers-Sasani İmparatorluğu
topraklarında da yaşanmaya başlandı. Ailesi güney Mezopotamyalı olan ve soylu
bir aileden gelen Mani, kendisine melekler tarafından bildirimler geldiğini
söyleyerek, Zerdüşt-Hıristiyan karışımı yeni bir dinin kuruluşuna önderlik
etti. Önceleri Sasani kralları tarafından müsamaha gösterilen bu inanca Zerdüşt
din adamlarının şiddetli tepki vermesi üzerine, merkezi yönetim tarafından
yasaklama ve cezalandırmalara gidildi. Tutuklanıp Zindana atılan Mani, daha
sonra da M.S. 276 yılında idam edildi. Ancak, takipçileri bu inancı yaymaya
devam ettiler.
İşte Roma’lı tarihçilerin Pavlikanlara “Maniheist” demeleri
de buradan kaynaklanıyordu. Burada dikkati çeken bir ayrıntı bulunmaktadır. Maniheist
olarak adlandırılanların daha önce Med ve Pers imparatorluklarının hüküm
sürdüğü topraklarda ortaya çıkmasıdır. Romalı tarihçilerin Pavlikanlar için
“Ataları gibi sapkın” demesi de onların İrani bir halk olduğunu göstermektedir.
Zira, Anadolu her ne kadar Romalılar’ın hakimiyetine geçmiş olsa da bölgeye
yerleşmiş olan İrani bir halk kütlesi bulunuyordu. Bu kitle Hıristiyanlığın
Ortodoks mezhebinin kabul edilmesi için Merkezi yönetimin baskısı altında
bulunuyordu. Yapılan baskıları göğüslemek amacıyla, kendi inançlarına yakın
gördükleri Hıristiyan-Zerdüşt karışımı olan Mani inancını benimsediler. Bunu
yapmakla, eski inançlarını, adet ve göreneklerini koruma altına almışlardı.
MANİ DİNİ-MANİHEİZM
Peki, Mani’nin getirdiği bu din neyi savunuyordu? Kısaca
anlatmakta yarar buluyoruz.
Mani, öğretilerini sağlığında yazıya geçirmiş ve bu inancını
yaymak için resim sanatından yararlanmıştı. Resim sanatına önem vermesi
nedeniyle, modern dünyada “resmin kurucusu-babası” olarak tanınmaktadır. Mani’nin
Pehlevice yazdığı bu eserler şunlardı: Hayat İncili, Hayat Hazinesi, Şapuragan,
Pragmetia, Sırlar Kitabı, Devler Kitabı, Mektuplar ve İlahiler. Ancak bu
eserlerin orijinali bugüne ulaşmamıştır. Öğrencileri tarafından parçalar halinde
Kıptice, Süryanice, Uygurca, Çince, Farsça ve Latince dillerine çevrilenlerin
bazı bölümleri ulaşmıştır. (Uygurlu hükümdarlar Mani dinini devletin resmi
dini ilan etmişti)
Mani inancı, birbirine zıt olan ışık-karanlık, iyi-kötü
prensiplerine dayanmaktaydı. İnançları kısaca şöyleydi:
Işık aleminin hakimi “Nur” tanrısıdır. Karanlığın hakimi
ise, “Karanlık Tanrısı”dır. İkisi arasında sürekli mücadele vardır. Işık
iyiliğin, karanlık kötülüğün temsilcisidir. Mani dininde, dua etmek ve oruç tutmak da vardı. Maniheizm’e
göre, insanlar iki gruptur. Kurallara tam bağlı olan seçkinler ve kuralların
tümüne riayet etmeyen dinleyiciler. Seçkinler, öldüklerinde temizlenmiş olarak
direkt ışık alemine yükselirler. Dinleyiciler ise, seçkinler tabakasından doğana
kadar reenkarnasyona (ölümden sonra ruhun başka bedenlere geçmesi) tabi
olurlar. Onların seçkinlere yaptıkları hizmetler ve dini öğreti konusunda
gösterdikleri tutumlar daha sonraki hayatlarında iyi biri olarak
bedenleşmelerini sağlayacaktır. İnananlar on kurala uymaları halinde dine
mensubiyetleri için bu yeterli olacaktır. Bu on kural şunlardı: Tek eşli
evlilik yapmak, zinadan, yalandan, hırsızlıktan, riyakarlıktan, putperestlikten,
sihirden, hayvanları öldürmekten, dini şüpheden uzak durmak ve seçkinlere
hizmet etmek. Bu on kurala uyanlar ışık alemine (Nur Tanrısına) yükselirler.
Mani dini, Sasani imparatorluğu döneminde de “sapkın” ve
“din dışı” olarak kabul ediliyordu. Romalı tarihçinin “Ataları da sapkındı”
demesinin nedeni de buradan gelmektedir. Yani Maniheistler her iki
imparatorluğun merkezi yönetimlerince “sapkın” ve “din dışı” olmakla suçlanmış
ve cezalandırılmışlardı. Peki bu etnik halkın dilleri neydi? Bize göre, eski
Farsça olarak belirtilen Pehleviceydi. Zira, Sasani devletinin resmi dili Pehlevice idi. Yani bugünkü konuşulan lehçe ile
söyleyecek olursak Kurmanç diliydi. Bugün Kurmanç dili ile konuşanların
bulunduğu bölge (Sivas-Malatya-Tunceli-Bingöl-Adıyaman-Elazığ) Pavlikanların yaşadığı bölge ile aynıdır. Kurmanç dili, Kürtçe
olarak bildiğimiz dilden farklı bir dildir. Ve birbirlerinin konuşmalarını
anlamazlar. Tarafımızdan yapılan araştırmada Kuırmanç dilinde yer alan yüz
yirmi beş kelime ve sözcüğü bugün konuşulmakta olan Farsça’da tespit etmiş
bulunmaktayız. Yine aynı şekilde, Kurmançca mastarların köklerini bulduğumuzda,
Farsça ile karşılaştırdığımızda aynı sonuçlara ulaştık. Ve bu kelimelerin de Pehlevice lehçesinden
bugünkü Farsça’ya geçtiğini tespit ettik. Konu ile ilgili yazdığımız makaleler
sitemizde yer almaktadır. Bu görüşümüzü destekleyecek başka bulgularımızı da
buna ilave edebiliriz. Örneğin; gerek Zerdüşt gerek Mani dini öğretilerini
Pehlevice ile yazmışlardı. Bugünkü modern Farsça’nın 11. Yüzyılda Firdevsi
tarafından Pehlevice ve Dari lehçelerinin birleşiminden meydana getirildiğini
bilmekteyiz. Dolayısıyla, Pavlikanların Romalı tarihçiler tarafından “ataları
gibi sapkın Maniheist” demeleri de bu tezimizi güçlendirmektedir. Buna
ilaveten, Bizans Araştırmaları Birliğinin başkanlığını yapan John Holdon’un
yazdığı “Bizans Tarih Atlası” eserde Tunceli-Elazığ-Erzincan bölgesi “Derzene”
olarak geçmektedir. Derzene, Farsça bir kelime olup, “Dersim” anlamına
gelmektedir. Türkiye’de Kurmançca konuşanların Sivas, Malatya-Elazığ bölgesinde
yer almaları da bize ayrıca bir ipucu vermektedir. Pavlikanların da bu
bölgelerde isyan hareketlerinde bulunması bizi doğrulamaktadır. Tarihi
kaynaklarda Dersim bölgesinin Romalılar tarafından hiçbir zaman kontrol altına
alınamadığı belirtilmektedir. Zazaca konuşanların da yine aynı şekilde Persler
döneminde Anadolu’da kalanların torunları olduğu konusunda güçlü kanıtlar bulunmaktadır.
Kendisi de Tuncelili olan Tarihçi sayın Ali Kaya Zazalarla ilgili yazdığı
eserinde bunu ifade etmektedir. Bugün Kurmançca dilini konuşan başka bir kitle
daha bulunmaktadır. O kitle “Ezidi-Yezdi” olarak tanınan dini bir gruptur. Bu
inanca mensup olanlar sayıları az olmakla birlikte Türkiye’de, Irak’ın Sincar
ve Duhok kentinde yaşamaya devam etmektedirler. Bir kısmı da Ermenistan,
Gürcistan ve İran’da bulunmaktadır. Bu kitle de yaşadıkları bölgede Kurmanç
dili ile hala konuşmaya devam etmektedirler.
MED-PERS VE SASANİLERE NE OLDU?
Burada şu soruyu sorabiliriz. Perslerden ve Sasaniler’den
geride kalan topluluklara ne oldu? Zerdüşt dininde olanların büyük çoğunluğu
Müslüman olduktan sonra, Merkezi devlet politikaları sonucu aynen İran
coğrafyasında olduğu gibi nüfusun büyük çoğunluğu Sünniliğin Hanefi mezhebini bemimsedi. (İran'ın Şiileşmesi Safevi devleti döneminde olmuştur) Pavlikanlar gibi dışlanan topluluklar ile bir kısım Zerdüştiler kendilerine yakın
buldukları Aleviliği benimsediler. Kürtler
ise, İranlı halklardan daha önce Sünniliği benimsemişti. Osmanlı
ile Safevi devleti arasındaki Çaldıran savaşından sonra Aleviliği benimseyen Kurmançların
bir kısmı İran’a giderken, bir kısmı da Anadolu’da kalmaya devam etti. Daha
önce Sünniliğin Hanefi mezhebini kabul eden İrani topluluklar ise, Şafi Kürt
beylerinin yönetiminde Kürt’leştiler. Kız alıp -vermeler ve ekonomik ilişkiler
sonucu dillerini de unutup asimile oldular. Zira, Güneydoğu Anadolu’daki Şafi
mezhebine mensup Kürt beyleri Osmanlı-Safevi çatışmasında Osmanlı tarafında yer
almışlardı. Anadolu’dan İran-Safevi tarafına giden Türkmen ve Alevi
Kurmançların boşalttıkları topraklara Osmanlı Merkezi yönetimi tarafından Sünni-Şafi
Kürt aşiretleri yerleştirildi. Osmanlı bu aşiretleri Safevi sınırında tampon
olarak kullanmak istiyordu. Buradaki yönetime de karışmadı. Bu bölgeleri
Osmanlı adına Şafi mezhebine mensup Kürt beyleri yönetti. Osmanlı sadece
onlardan vergi ve savaş zamanında asker alıyordu. Safeviler tarafından
yapılacak saldırılara karşı da Merkezi devlet onlara koruma sağlayacaktı.
Osmanlı merkezi yönetimi ile Kürt beyleri arasında yapılan anlaşmalar bu
şekilde idi. Bize göre, Pers ve Sasanilerden kalan sünni inancında olan halkın Kürtleşmesi kısaca
böyle oldu.
Ezidi ve Aleviliği benimseyenler ise, bu sürecin dışında
kaldılar. Bunun da başlıca nedeni, Şafi Kürtler’den ne kız aldılar ne de kız
verdiler. Bunu inançlarına aykırı buldular. Kapalı bir toplum hayatını
benimsediler. Bütün baskılara rağmen inançlarına ve konuştukları Kurmanç diline bağlı kaldılar. Bunu da dini
önderlerin sayesinde başardılar. Dini önderler, çok güçlü bir örgütlenme ağı kurmuştu.
Gerek Ezidilerin gerek Alevilerin bağlı oldukları ocak sistemleri bulunuyordu.
Bu ocakların temsilcisi olan din adamları, kendi inancında olanlarla sürekli
ilişki içindeydiler. Dini bilgilerin yanında ahlaki ve birlikte yaşama
konusunda onları aydınlattılar. Diğer inançlara saygılı olmayı, kadına değer
vermeyi, barış içinde bir arada yaşamayı ve dayanışmayı öğütlediler. Bu ilkeler
sayesinde inançlarını ve dillerini bugüne taşımayı başardılar.
EZİDİLER KİM?
Burada önemli bir konuya daha yer vermemiz gerekecektir. O
da,Yezdiliğin topluma yanlış tanıtılmasıdır. Bu inanca mensup olanlar” Şeytana
tapanlar” olarak sunulmuştur. Köklerinin de Emevi halifesi Muaviye’nin oğlu
Yezid’den geldiği iddia edilmiştir. Bu kesinlikle doğru değildir. Osmanlı
kayıtlarında da maalesef bu inanca mensup aşiretler “Şaytana Tapanlar” olarak
yer almaktadır. Oysa, Yezd-Ezd Farsça bir kelime olup, “Tanrı” anlamına
gelmektedir. Zerdüşt’ün dini öğretisi olan Avesta kitabında, Tanrı
“Yazdan-Yezdan” olarak geçmektedir. İslam dünyasında özellikle de İran
coğrafyasında, Yezdan kelimesi “Tanrı-Allah” anlamında kullanılmaya devam
edilmiştir. Örneğin; Farsça konuşan Şiiler Hz. Ali için “Şir-i Yezdan”
(Allah’ın Aslanı) deyimini kullanmaktadırlar. Nitekim, Ezdilerin Irak’ın Şeyhan
kasabasının Laleş vadisindeki kutsal Dergahın baş sorumlusu olan Hatto-Hacı
İsmail Baba Şeyh, gazeteci Ramazan Öztürk’ün 2017 yılında yayınlanan “Kırılma
Noktası” adlı televizyon programında aynen şunları söylemiştir:
“Bizim kafir olduğumuzu ve Allah’a inanmadığımızı
söylüyorlar. Halbuki biz Allah’a inan bir toplumuz. Biz sadece Allah’tan medet
umar ve ondan yardım bekleriz.”
Yezdiller, Alevi Kurmançlarla aynı lehçeyi konuşmaktadırlar.
İnançlarında ateşi kutsal sayarlar. Dualarını (Namazlarını) güneşe doğru secde
ederek yaparlar. Yani kıble olarak güneşi alırlar. Bu özelliklerinden dolayı da
Yezdilik, İlahiyatçılar tarafından Zerdüşt dininin bir tarikatı, bir mezhebi
olarak değerlendirilmiştir.
Yezdi toplumunu gerek konuştukları Kurmanç dili gerek inanç
bakımından Pers ve Sasanilerden geriye kalanlar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak,Yezdilerin büyük çoğunluğu İslam-Arap ordularının bölgeyi Feth etmesinden
sonra “Sünni” mezhebine geçtiler. Daha
sonra da Kürtleştiler. Çok az bir kısmı eski inançlarına ve dillerine bağlı kaldı.
O kalanlar da Türkiye’de, Irak’ta, İran’da, Gürcüstan’da ve Ermenistan’da küçük
azınlıklar olarak yaşamaya devam etmektedirler.
Anadolu’da yerli halk olarak Yezdilerin dışında da topluluklar
bulunuyordu. Bunlardan biri Osmanlı kayıtlarında “Lek Kürdü” “Lek gücü” olarak
yer alanlardı. Leklerin anayurdu İran’ın Lek-Delfan bölgesiydi. Osmanlı
kayıtlarında Çorum’a iskan edilenler LEK Kürdü” olarak tanımlanmışlardı. Osmanlı bürokrasisi Fars-İrani dillerle konuşan halkların hepsini "Ekrad" olarak kaydetmiştir. Lek cemaati örneği de bunu göstermektedir. Yine kayıtlarda Malatya sancağında “Yerli Ekrad” olarak kaydedilen aşiretler de
vardı. Bunlar Ceka, Sarı Mahmudlu, Mandolu, ve Durukanlı aşiretleriydi.
Tahminimize göre, bu cemaatler de İran kökenliydi. Bunların dışında “İran
Ekradı” olarak kaydedilen cemaatler de bulunuyordu. Bunlar, Halikanlı, Mukri,
Culberli, Balabanlı, Dergezenli, Çendikanlı aşiretleriydi. (C. Türkay, Osmanlı
İmparatorluğunda Aşiretler ve Cemaatler)
TÜRKMAN EKRADI AŞİRETLER
Osmanlı kayıtlarında aşiretler Yörükan, Ekrad, Türkman,
Türkman Ekradı, Arap şeklinde tanımlanmışlardı. Ancak dikkatimizi çeken
“Türkmen Ekradı” aşiretler oldu. Ekrad kelimesi bilindiği gibi Arapçadan
gelmektedir. “Kürtler” anlamındadır. O halde “Türkmen Kürdü” ne anlama
geliyordu. Araştırmalarımız sonunda “Türkman Ekradı” olarak tanımlanan en çok
cemaat, Merdisi aşireti şemsiyesi altında toplananlarda yer alıyordu. Merdisi
aşireti içinde yer alanlar Badıllı, Karkın, Osmanlı, Adamanlı, Abdülheyoğlu,
Cimikanlı ve Tarikanlı aşiretleriydi. Örneğin; Badıllı aşiretine bağlı Milli,
Rişvanlı aşiretleri kayıtlarda “Türkman Ekradı” olarak yer alıyordu. Bunun nedeni aşiret ve cemaatlerin hem
Türkmenlerden hem de Kürtlerden (Bize göre Fars) oluşmasıydı. Bu aşiretlerin 16. Yüzyıldaki
yerleşim yerlerine baktığımızda, Halep eyaleti, Yeni il (Sivas), Maraş,
Malatya, Mardin ve Diyarbakır eyaletinde oldukları görülmektedir. Kaynaklarda
bu aşiretlerin yaylak olarak doğu Anadolu bölgesini kullandıkları görülmektedir.
Örneğin, Diyarbakır eyaletinin Çıska Nahiyesinde (Hani ilçesi), Harput (Elazığ)
sancağının Kuzabad Nahiyesinde Merdisi aşiretinin mezraları yer almaktadır. Osmanlı
kaynaklarında Merdisi-Mirdisi Göçebe Ekrad, Adamanlu Ekrad, Cimikanlı Türkman,
Karkın Türkman, Abdülheyoğlu Konar-Göçer-Ekrad olarak tanımlanmışlardı. Bu
örnek de değişik etnik kökenden gelen aşiret ve cemaatlerin iç içe
yaşadıklarını göstermektedir. Bize göre, kayıtlarda “Türkman Ekradı” olarak yer
almalarının nedeni Türkçe ile birlikte Farsça kökenli dilleri konuşmalarıdır. Aşiretlerin yukarıdaki yapısı da bizi
doğrulamaktadır.
Ancak “Ekrad” olarak tanımlanan bu aşiretlerin bir kısmının
Pers ve Sasanilerin devamı olduğu görüşündeyiz. Zira, Medler, Persler ve
Sasaniler bu coğrafyada bin yıl süren bir hakimiyet kurmuşlardı. Ayrıca 13. yüzyılda İran coğrafyasının Moğol istilasına uğramasından sonra Türkmen aşiretleri ile birlikte İran-Fars kökenli cemaatlerde Anadolu'ya gelmişti. 10. Yüzyıla
kadar Kürtlerle ilgili yazılı kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Kürtler
hakkında ilk bilgiler 10. Yüzyılda Mesudi, 11. Yüzyılda Firdevsi tarafından
verilmiştir. “Kürdistan Bölgesi” adı ise, ilk defa İran Selçuklu hükümdarı
Sencer zamanında kullanılmıştır. İran Selçuklu devleti tarafından belirlenen Kürdistan
eyaletinin sınırları Zağros dağlarının doğusunda Hamedan, Dinvar, Kirmanşah
vilayetlerini, batı da ise, Şehrizor ve Sincar vilayetlerini kapsıyordu. (Prof.
Dr. Ahmet Buran, Kürtler ve Kürt Dili, sayfa, 4) Yani, 12. Yüzyılın başlarında
Kürtlerin bulunduğu bölgeler burasıydı. Bu tarihlerde Anadolu’da Kürtlerin
etkin nüfusları bulunmuyordu. Kürtlerin doğu ve güney doğu Anadolu’da etkin
olmaları 1514 yılındaki Safevi-Osmanlı arasında geçen ve Şah İsmail’in
yenilgisi ile sonuçlanan Çaldıran savaşından sonra olmuştur. Tarihi kaynaklar
da bunun teyit etmektedir.
Yukarıda açıkladığımız görüşleri desteklemek amacıyla, doğu
ve güney doğudaki halkların Kürtleştiğini göstermek için iki aşireti örnek
vereceğiz. Bunlar Karakeçili ve Döğer aşireti olacaktır. Karakeçili aşireti
hepimizin bildiği gibi Oğuzların Kayı boyundan olup, Osmanlı devletini kuran
aşirettir. Aşiretin Urfa’da kalan kolunun bugün Kürtleştiğini, hatta farklı iki
mezhebe mensup olduklarını görmekteyiz. Kaynak Yayınevi tarafından yayınlanan
ve devlet tarafından hazırlandığı belirtilen “Aşiretler Raporu” adlı kitapta
yer alan bilgilere göre, Kara Keçili aşiretinin Urfa’nın Siverek ilçesinde
oturan kolu Kürtçe konuşmakta ve Şafi mezhebine mensuptur. Bozova ilçesinde
oturanlar ise, Kürtçe konuşmakta Hanefi mezhebine mensuptur. Aşiretin Siverek’teki
kolu Şeyh Sait isyanına katılırken, Bozova kolu isyana destek vermemiştir. Yine
aynı şekilde Urfa’da yaşayan ve Oğuzların yirmi dört boyundan biri olan
Döğerler, Kürtçe konuşmakta ve Hanefi mezhebine mensuptur. Raporda, Döğer
aşiretinin Şeyh Sait isyanına destek vermediği belirtilmektedir. Her iki aşiret
de Osmanlı kayıtlarında ve tahrir defterlerinde “Türkmen” olarak
tanımlanmışlardır. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi aynı süreci diğer
Türkmen, Pers ve Sasani aşiretleri ve halkı da yaşamıştır. Burada şunu da
belirtmeliyiz; aynı süreci orta ve batı Anadolu’ya gelen Kürt, Pers ve Sasani
toplulukları da yaşamıştır. Onların da Türkleştiğini söylemeliyiz.
Sonuç olarak Kurmanç dili hakkında şunu söyleyebiliriz:
1-Gerek Zerdüşt gerek Mani, dini öğretilerini Pehlevice ile yazmışlardı.
2-Sasani İmparatorluğunun resmi dili Pehleviceydi.
3-Pehlevice dili, 13. yüzyıla kadar, Horasan'dan Anadolu'ya uzanan bölgede konuşulan bir dilldi.
4-Kapalı bir toplum hayatı yaşayan Ezidiler ve Alevi Kurmançlar Pehlevice'ye dayanan bu diilerinin özünü korudular.
5-Kurmanç dilindeki sözcükler de Pehlevice ile olan ilişkiyi doğrulamaktadır. (Kurmanç dilindeki Pehlevice sözcükler ekte sunulmuştur.)
Makalemizi bitirirken, en büyük alevi aşiretlerden olan
Kureyşan, Kavi ve Koçgiri hakkında ulaştığımız bazı ip uçlarını vermeyi yararlı
buluyoruz. Konumuzu araştırırken, Kavi ya da Gavi kelimesinin Zerdüştlüğün kutsal
kitabı olan Avesta’da “Hükümdar” anlamında kullanıldığını, Ezidi inancında ise,
“duacı-öğütçü” olarak görev yapan din adamlarına verilen bir isim olduğunu
öğrendik. “Kureyş” kelimesinin ise, Mekke’deki bir kabile isminden değil, Pers
İmparatorluğunun kurucusu Büyük Kyros isminden geldiği kanısındayız. Zira,
Kyros’un Türkçedeki okunuşu “Kuyreyş”tir. Farsça da ise hem yazılışı hem okunuşu "Kureş"tir. An eki ise, çoğul ekidir. Türkçedeki ler-lar gibidir. Koçkıri aşiretine gelince, bu isim
bazılarının iddia ettiği gibi, beyaz ya da gri koç değil, “Koç yapanlar- koç
yetiştirenler” anlamına gelmektedir. “Kır” kelimesi Kurmanç dilinde “yapmak-etmek-büyütmek-yetiştirmek”
anlamlarını içerir. Örneğin “Bor kırıya” (Göç etmiş), “Ta ezıng kır” (sen odun
yaptın mı?) gibi. Bu aşiretlere mensup arkadaşlara köklerini araştırırken tarihi
kaynaklara bu açıdan bakmalarını öneriyorum.
Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
02.11.2020.
EKLER:
--Kurmanç Dilindeki Pehlevice Sözcükler
--Med ve Pers İmparatorluğu Haritaları,
--Lek-Delfan Bölgesinin Haritası.
--11. Yüzyılda, Derzene-Basean Bölgesini gösteren Bizans
Haritası. (21 Nolu Eyalet)
--11. Yüzyılda Anadolu’daki şehir ve bölgeleri gösteren
Bizans Haritası.
KAYNAKLAR:
--Janet-Bernard Hamilton, Bizanslı Heretiklerin Tarihi,
Kalkedon Yayınları.
--Ali Rıza Özdemir, Kayıp Türkler, Kripto Yayınları.
--Aşiretler Raporu, Kaynak Yayınları.
--John Haldon, Bizans Tarih Atlası, Alfa Yayınları.
--Cevdet Türkay, Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve
Cemaatler, İşaret Yayınları.
--Alexander A. Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Alfa
Yayınları.
--John Julius Norwich, Bizans, Gerileme ve Çöküş Dönemi,
Kabalcı yayınları.
--Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Maniheizm Maddesi.
--Yrd. Doç. Dr. Resul Ay, Bizans’tan Osmanlı’ya Anadolu’da
Heterodoks İnanışlar adlı makalesi.
--998 Numaralı Diyarbakır Eyalet Defteri, Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü Yayınları.
--397 Numaralı Halep Eyalet Defteri, Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Yayınları.
--Yrd. Doç. Dr. Halim Işık, Bogomilizm adlı makalesi.
--Ulaş Töre Sivrioğlu, Pehlevice adlı Makalesi,
--Eray Karaketir, Pers kralı Büyük Kyros’un Antik İran
Dinleri ile İlişkisi adlı Makalesi.
--Eray Karaketir, Pers İmparatorluğu’nun Kuruluşu adlı
Makalesi.
--Prof. Dr Mehmet Kanar, Farsça Dil Bilgisi, Say yayınları.
--Doç. Dr. Nimet Yıldırım, İran dilleri adlı makalesi.
--Ahmet Küçükkalfa, Lekler, Zendler, Lurlar adlı Makalesi.
--Gazeteci Ramazan Öztürk’ün Ezidi din önderi Hacı İsmail
Baba Şeyh ile yaptığı röportaj.
Haritalar, Bizanslı Heretiklerin Tarihi, Kalkedon yayınlarından alınmıştır.
Harita, John Haldon'un Bizans Tarih Atlası kitabından alınmıştır.
o
Lek'lerin takip ettikleri yol güzargahlarının haritası. Ahmet Küçükkalfa'nın makalesinden alınmıştır.
KURMANÇ DİLİNDEKİ PEHLEVİCE SÖZCÜKLER
Ard-Ord un Av-ov su
Ağur Ahır Bar-Bor Yük
Bırong Kardeş Bızıng Keçi
Com Cam Jın
Kadın
Ce-Ca Arpa Çakuç Çekiç
Çend Ne kadar Çı Ne?
Çehar-Çahr
Dört Dor-Dar Ağaç
Do-Dah
Vermek Dard Dert
Dest El Deh-Dıh Köy
Dev Dev Din Din
Dışmon
Düşman Düd-Dü Duman
Dür Uzak Esker Asker
Üro-İro
Bugün Ez Ben
Go-Gav
Öküz Germ Sıcak
Gıre
Düğüm-Bağ Gul Gül
Hek
Yumurta Heft Yedi
Heşt
Sekiz Ğaun uyku
Hazor
Bin Kem Eksik
Kora Sağır
Kuşt Öldürdü
Kür Kör Larzi Titredi
Lev Dudak Ma Biz
Mor Yılan Most Yoğurt
Mon-Man Kalmak Merd Mert
Mer Koca-Eş Mı Koyun
Mü Kıl Nan
(Non) Ekmek
Nerm-Narm Yumuşak Nüy-Nüğ Yeni
Nezdık Yakın No Hayır
Niv-Nim
Yarım Penç Beş
Peşt Sırt Poyız Sonbahar
Porska
Sormak-sor Pır Çok-Dolu
Pir Yaşlı Rast-Rost Doğru
Röj-Röy Güneş Rü Yüz-Çehre
Rün Yağ Şir Süt
Ser Baş Serd Soğuk
Sol-Sal
yıl Sür Kırmızı
Şev Gece Şeş Altı
Şıvon
Çoban Tol Acı
Tang Dar Tırs Korku
Boron
Yağmur Dang Ses
Gur Kurt Barf Kar
Bist Yirmi Di Gördü
Ğast İstedi Ğor Yemek yedi
Hışk Kuru Pağa Kendisi
Zonı Biliyor Zar Sarı
Zımıston Kış Zımon Dil
Kaynaklar:
--Zazaca-Türkçe Sözlük, Rosan Hayıg-Brigitte Werner, Tij Yayınları.
--Prof. Dr. Mehmet Kanar, Farsça Dil Bilgisi, Say Yayınları.