MUAVİYE ARAP “
MİLLİYETÇİSİ” MİYDİ ?
Bin
dört yüz yıl önce elbette ki “milliyetçilik” terimi yoktu.
Ancak kavimcilik vardı. Arap kavmi, Acem kavmi, Rum kavmi gibi.
İslam dini Arap kavmin bulunduğu bölgeye Hz. Muhammed aracılığı
ile gönderilmişti. Buradan dünyaya yayıldığı için Arapların
en önde olması doğaldı. Hz. Muhammed ve dört halife döneminde
dinin yayılmasında Arap kavimi öncü olmasına rağmen, diğer
kavimlerden üstün görülmemişti. Ancak, Muaviye ile birlikte Emeviler döneminde kavimcilik belirleyici bir unsur oldu. İslam
devletinin yönetim kademelerinde daima Arap kökenliler
görevlendirildi. Diğer kavimlere “Mevali” deniliyordu.
Türkçeye çevirdiğimizde “köle-yabancı” anlamına
gelmektedir. Bu anlayış nereden geliyordu? Araştırmalarımıza göre Tevrat'daki
İsrail oğullarının diğer kavimlerden üstün yaratıldığı
düşüncesinden geliyordu. Emeviler de kendi kavimlerini diğerlerinden üstün gördüğü için Arap kavmi dışındakilere
“MEVALİ” diyordu. Arap kavmi dışındaki Müslümanları
kendilerine “hizmetçi” olarak görüyorlardı. Örneğin, bir Arap kadının “Mevali” ile evlenmesi bile yasaktı.
Oysa, kendileri istedikleri bir kadınla evlenebiliyordu. Ayırımcılığı öyle bir noktaya taşımışlardı ki, bir Mevalinin arkasında namaz dahi kılmıyorlardı.
Hz.
Ali halife olduğunda, Muaviye Şam valisiydi. Hz. Ali'ye biat
etmemişti. Sıffin'de iki ordu karşı karşıya geldiğinde,
Muaviye'nin ordusunun tamamı Araplardan oluşmuştu. Oysa, Hz.
Ali'nin ordusunun yarısına yakını ACEM'di. Yani İranlıydı. Bu
örnek bileonun kavimcilik bakış açısını ortaya
koymaktadır. Emevilerin bu anlayışı bugün bile bazı Arap
devletlerinde hala görülmektedir. Suudi Arabistan ve Libya'da
çalışan işçilerimiz anlatmıştı. Bir Arap ile yabancı bir Müslüman arasında bir olay ya da trafik kazası olduğunda,
önceliğin kendi vatandaşlarına, yani Arap olana verildiğini ve
korunduğunu söylemişlerdi.
Emevilerin
kavimcilik anlayışına en sert tepki, komşuları Acem'erden
gelmişti. Arap orduları tarafından fethedilmeden önce, dünyanın
iki süper devletinden biri olan Persler (Sasaniler) bu şekilde
aşağılanmayı kabul etmediler. Zira kendileri binlerce yıl devlet kurmuş, medeniyet yaratmış bir kültürden geliyorlardı. Irk
ve kavim ayırımı bilmezlerdi. Yönettikleri imparatorluklarda
sayısız kavim ve farklı inançtan olan topluluklar yaşıyordu.
Yedinci yüzyılda, İslam dinini benimsemişlerdi. Ancak kendi
benliklerini de korumak istiyorlardı. Bu nedenle, Ehli- Beyt ile
Emeviler arasındaki mücadelede her zaman Ehli-Beyt'in yanında yer
aldılar. Çünkü orada ayırım, kavimcilik, hor görülmek
yoktu. Bütün inananlara aynı gözle bakılıyordu.
Acemler,
Emeviler dönemindeki ayırımcılık ve baskılara karşı, kendi İslam yorumlarını da kaleme almaya başladılar. Bunun dayanak
noktasını da Ehli-Beyt taraftarlığında buldular. Zira, Emevilere karşı
kendilerini en iyi bu şekilde savunabilirlerdi. Bize göre de çok
akıllı ve zekice bir savunma stratejisiydi. Bu görüş ve
yorumlarını geliştirerek, bugünkü “ŞİA” mezhebini
kurdular. Böylece benliklerini kaybetmediler, Araplaşmadılar. Hem dillerini hem de kültürlerini korumuş oldular.
Muaviye
ile başlayan Arap kavimciliği, İslam'da mezheplerin ortaya
çıkmasına neden oldu. Her kavim kendi kültürüne,
geleneklerine ve göreneklerine göre bir yorum ve sentez oluşturdu.
İlk başlarda Türklerin büyük çoğunluğu bugünkü anlamıyla İslamın Alevi inancını, yani Ehli-Beyt taraftarlığını benimsemişti. Yönetici sınıf ise,
“ehli sünnet” diye adlandırılan dört mezhepten biri olan
İmamı Azam’ın (Ebu Hanife) yorumunu esas almışlardı. Daha
sonra halkın çoğu da bu mezhebe yönlendirildi. Ehli Sünnet mezhebini benimseyenler de bugün Arap kültürünün örf ve adetleri hakim olurken, Alevi Türkmen kitlesinin ise, kendi dilini, geleneğini ve kültürünü korudu görülmektedir. Yani, Alevi Türkmenler de İranlıların benimsediği stratejiyi uygulayarak asimile olmaktan kurtulmuş oldular.
Hristiyanlık
dinini benimseyen kavimler de aynısını yaşadı. Hristiyanlığı yayan Roma, Katolik
kilisesinin merkezi olurken, Almanya, İngiltere ve Rusya farklı
mezhepleri benimsediler. Bu yolla asimile olmaktan kurtuldular. Kendi kültürlerini ve geleneklerini korumuş oldular.
Arap ülkelerinin bugünkü durumuna gelince; durum içler acısıdır. Dünya coğrafyasının kan ve göz yaşının dinmediği bir bölgesi olmuştur. İşgalci ve saldırganlara karşı birlikteliklerini hala sağlayamadılar. Aralarındaki bölünme ve çatışmalara bir türlü son veremediler. Kendi aralarındaki kabilecilik anlayışı devam etmektedir. Onlara, Muaviye'nin kavmiyetçiliğini değil, Mustafa Kemal Atatürk'ün Laik ulus devlet anlayışını örnek almalarını öneriyorum.
Hamdullah
DEDEOĞLU
18.06.2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.