PROF. DR. SAYIN HARUN YILDIZ’IN “ANADOLU ALEVİLİĞİ”
MAKALEMİZE CEVABI
Akademisyenlerin
“Anadolu Aleviliği” üzerine yazdıkları makale ve tezlerle ilgili olarak
24.08.2024 tarihinde bir makale yayınlamıştım. Bu makalelere örnek olarak sayın
Prof. Dr. Harun Yıldız’ın “ANADOLU ALEVİLİĞİ, Amasya Yöresi Bağlamında Bir
inceleme” isimli doktora tezindeki düşünceleri ele almıştım. Ankara Okulu
tarafından yayınlanan kitabı okuduktan sonra, kitapta katılmadığım görüşleri
ele alan makaleyi bilgi amaçlı olarak elektronik posta ile sayın Harun yıldız
hocama da göndermiştim. Kendisinden gelen cevabı gazetecilik mesleği ilkeleri
gereğince yayınlamak istediğimi ilettim. Sayın Yıldız da bunu kabul ettiler. Harun hocamın cevabını aşağıda bilgilerinize
aynen sunuyorum.
Merhabalar Hamdullah Bey,
Öncelikle
göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı teşekkür ediyorum. Cevabım biraz gecikti,
zira yıllık izinde olduğum için şehir dışındaydım. Bugün Samsun’a döndüm ve
mesajınıza cevap vereyim dedim.
Doktora
çalışmamı iyi okuduğunuz belli. Bu araştırmanın ana iskeletini 1990’lı yılların
sonları ile 2000’li yılların başlarında yapmıştım. Tam beş yıllık bir süreçte
bu çalışma ortaya çıktı. Çalışma ilk ortaya çıktığı dönemde ülkemizde Alevilik
üzerine fazla bir çalışma yoktu, bu yüzden siz de bilirsiniz, her zaman ilk
araştırmaları yapmak ve belli konularda ilk adımları atmak zordur. Bu yüzden
kitabın daha sonraki baskılarını sürekli geliştirerek yaptım. Siz sonrakileri
de zaten görmüşsünüz.
Çalışma,
aslında bir alan araştırması, Amasya yöresi örnekleminde Anadolu Aleviliği.
Gördüğüm kadarıyla siz, sadece ilk kısma odaklanarak konunun tarihsel boyutuyla
ilgili dikkat çekici ve yer yer güzel tespitler de bulunuyorsunuz. Ancak
çalışmanın diğer bölümleri ile ilgili herhangi bir değerlendirmenizi göremedim.
Şimdi,
sorularınıza geçelim;
1)
Kitabi Müslüman/Sünni İslam ne demek?
Şehir
ve kasaba gibi yerleşim merkezlerinde genelde medreselerde öğretilen ve bu
yüzden kitabi esaslara daha bağlı olan kitabi İslam tasavvuru” derken ifade
edilen şey, daha çok eğitim kurumlarının öncülüğünde ortaya çıkan kurumsal din
anlayışıdır. Anadolu ölçeğinde bu anlayışın zaten Sünni İslam anlayışı olduğu
ortadadır. Anadolu dışına, örnek olarak İran gibi farklı bir kültür
coğrafyasına çıktığınızda Sünni anlayış yerini Şii ve Alevi gibi anlayışlara
bırakmaktadır.
Şehir
merkezlerinde yerleşik kültürle birlikte ortaya çıkan din anlayışının
sosyolojik olarak kitabi bir anlayış olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Kaldı
ki bunu sadece ben söylemiyorum. Din anlayışı noktasında şehirli ve kırsal alan
ayrımını bilindiği gibi, ilk olarak M. Fuat Köprülü yapmış, arkasından da pek
çok bilim adamı ve araştırmacı aynı anlayışı sürdürmüştür.
Burada,
şehir ve kasabalardaki halkın hepsinin medrese eğitimli olup okur-yazar
olduğunu ifade etmek mümkün değil; bunların içinde dini bilgilerini
medreselerde okuyarak elde edenler bulunduğu gibi, sizin de ifade ettiğiniz
gibi, çevrelerindeki insanlardan sözlü/şifahi biçimde elde edenler de
bulunmaktaydı. Kırsal alanlarda, eğitim kurumları da bulunmadığı için, burada
yaşayan toplum kesimlerinin din anlayışı, sizin ifadenizle, kitabi olmayan’dan
daha çok, şifahi, mistik hatta mitolojik ögeleri daha baskın bir anlayış
olacaktır.
O
dönemlerde kırsal kesimde şehirlerdeki gibi medrese gibi eğitim kurumlarını
görmek zaten mümkün değil.
Burada
ikinci itirazınıza geldiğimizde,
Sosyolojik
olarak daha çok kırsal alanlarda yaşayan konar-göçer toplulukların eski inanç,
kültür ve geleneklerden daha çok beslendikleri ve bunları sürdürdükleri
görülür. Bu durum, tarihte sıkça görülen bir şeydir. Ayrıca, sadece müslüman
toplumlara özgü bir şey değil, dünyanın neresine giderseniz gidin kültür
coğrafyası olarak kırsal alanlarda kırsal kültürle iç içe yaşayan her
toplulukta görülen bir şeydir. Bu yüzden bu çevrelerdeki anlayış tarzı,
yerleşik kültür coğrafyasına kıyasla daha gelenekçi ve daha katıdır.
Bu
noktada ‘bütün toplumlar geçmişe ait kültürlerini, geleneklerini ve
inançlarını bir gecede silip atmamışlardır’ sözünüz
doğru. Bunu çalışmanın değişik yerlerinde zaten ifade etmekteyim. Ayrıca,
ülkemizde başta Türkçe olmak üzere, Türk kültür ve geleneklerinin yaşatılması
noktasında Alevi çevrelerdeki çaba her zaman dikkat çekici olmuştur.
Burada
benim Araplaşmayı savunmam mümkün değil. Konuyu, öncelikle tarihsel
gelişim noktasında ele aldığım için eserin özellikle ilk bölümünde tasviri bir
bakış tarzıyla gelişmeleri bütüncül olarak ortaya koymaya çalıştım. Yoksa
bunları farklı boyutlarıyla tartışma zeminine çekmeyi değil. Böyle bir zemine
çekme çabası içine girildiğinde ise, çok daha farklı şeyler söylemek mümkün.
İfade
edilmelidir ki, önemli olan mutlak anlamda gelenekçi bir tavırdan ziyade yer,
ortam ve zamana göre eski kültürel kodlara yönelik yenilikçi, rasyonel hatta
eleştirel bir tavır takınabilmektir. Kişisel anlamda tavrımı merak ediyorsanız,
ikinciden yana olduğumu belirtmeliyim.
2)
Anadolu Aleviliği, 10. yüzyılda mı
başladı?
“Alevilik
tarihsel bir olgu olarak Türklerin İslam’a girişiyle birlikte yaklaşık X.
yüzyıldan itibaren başlayıp, günümüze kadar gelişerek devam eden bir süreç
içerisinde oluşmuştur.”
Burada
özellikle Türkler arasında Alevi anlayışların doğuş ve yaygınlaşmasıdır
kastettiğim şey. Bu süreçte Ehl-i Beyt mensuplarının dikkat çekici bir rolleri
de olmuştur. Yoksa evet Aleviliğin doğuşu ve kökenleri, Türklerin
İslamlaşmasından çok daha öncelere, İslam’ın erken dönemlerine kadar gidiyor.
Bunu çalışmanın giriş bölümünde kavramsal çerçeve bağlamında “Alevilik”
kavramını ele alırken ifade etmekteyim.
Aleviliğin
sadece Türklere özgü olması tabii ki mümkün değil; zira bugün İslam dünyasına
baktığımızda Türklerin dışında Araplar, Farslar, Kürtler hatta Arnavut ve
Boşnak gibi toplulukların içinde de bu anlayışı benimseyen kitlelerin
bulunduğunu görmekteyiz.
Bu
noktada sizin ‘Alevi İslam anlayışı özü itibari ile Hz. Muhammed’in tebliğ
ettiği dinin kendisidir’ şeklindeki yaklaşımınıza tam olarak katılmam
mümkün değil; zira Alevilik, Hz. Muhammed’in hayatında yok ki onun tebliğ
ettiği dinin kendisi olsun. Burada zaten ifade ediyorsunuz, ‘Aleviler
kendilerini böyle görürler’ diye. Evet, sadece Alevi çevreler, kendilerini önemli
ölçüde böyle görmektedirler. Tabii bu öngörü, ne kadar tarihsel gerçeklerle
uyuşmaktadır tartışılır? Zira Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din, Kur’an’ı ve
Kur’an’daki temel, kurucu ilkeleri öne çıkaran evrensel bir İslam anlayışıydı.
Bu anlayışa Alevilik dediğinizde bu durum pek çok problemi beraberinde
getirecektir.
Ayrıca,
Türk kitlelerinin Emevilere karşı, Ehl-i Beyt mensuplarına verdikleri destek
onlardaki adalet ve ahlak arayışının bir tezahürüydü.
“Sayın Yıldız, katılmadığım
diğer bir görüşünüz de Aleviliği sadece Türklere ait bir inanç gibi
göstermenizdir. Zira Alevi İslam’ı benimseyen Arap, Fars ve Kürt kavminden olan
kesimler de vardır. Bunları nereye koyacağız. Var olan bir şeyi yok sayıp,
görmezlikten mi geleceğiz?” diyorsunuz.
Şimdi,
çalışmanın konusu Anadolu Aleviliği ve Aleviliğin Anadolu coğrafyasındaki
yayılışı olunca, evet böyle bir algı ortaya çıkabiliyor. Ancak bu durum,
yukarıda da ifade ettiğim gibi, Aleviliğin sadece Türklere ait bir inanç
olduğunu göstermemektedir. Çalışmanın diğer bölümlerine bakmış olmalısınız,
buralarda yer yer Kürt Aleviler’den de bahsetmekteyim. Pek dikkatinizi çekmemiş
gibi görünüyor, ya da gözünüzden mi kaçtı acaba?
3)
Ahmet Yesevi kimdi?
Burada
Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli üzerinden Alevilik-Batınilik ilişkisine
giriyorsunuz. Bu mesele, tartışmalı ve tartışmalı olduğu kadar konuyu farklı
mecralara çekme potansiyeline sahip bir mesele.
Ahmet
Yesevi ile ilgili daha farklı çalışmalar da var, onlara da bakmak gerekecektir.
4)
Moğollar ve Babailer İsyanı
Burada
yanlış anlamışsınız, Babailer ayaklanması ile ilgili kısımda tam olarak bunu
söylemiyorum. Babailer isyanı, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılışının tek
sebep ve sorumlusu değil, her ne kadar yenilgiyle de sonuçlansa, devletin
yıkılışını kolaylaştıran bir etkiye sahiptir. İfade ettiğim şey bu. Yoksa bunun
tek sorumlusu değil.
Aslında
Selçukluların yıkılışının birkaç değil pek çok sebebi vardır. Sizin
söylediklerinizle birlikte, bu süreci hazırlayan ve hızlandıran daha farklı
sebep ve gelişmeler de bulunmaktadır. Bu yüzden kaynakları iyi incelemek
gerekiyor. Bu noktada Ahmet Yaşar Ocak’ın konuyla ilgili güzel bir çalışması
var, ona bakılabilir.
5)
Safevi Devletine doğru bakış, nasıl
olmalı?
Her
şeyden önce doğru bilgiyi esas alan, bilimsel bir bakış tarzına ihtiyacımız
var. Tarihsel hadiseleri, öncelikle ortaya çıkmış olduğu dönemlere, şayet
bütüncül biçimde bakabilirsek, daha doğru anlayabiliriz. Burada benim
Osmanlı’yı merkeze koyma, hatta kutsallaştırma gibi bir çabam ve böyle bir
kaygım da yok. Sadece olayların yaşandığı dönem ve sürecin fotoğrafını
çektiğimizde o dönemde daha baskın ve güçlü bir devlet olduğu ortaya çıkıyor.
Safeviler’le
ilgili tespitinize katılıyorum; evet Şah İsmail, Osmanlı’yı yıkıp yeni bir
devlet kurmadı. Şah İsmail, kendisini üzerinde bulduğu Akkoyunlu devletini,
devlet içindeki iktidar çekişmelerinden de faydalanarak ortadan kaldırmış, bu
şekilde Safevi Devleti ortaya çıkmıştır. Başlangıçta kızılbaş güçlerin
ağırlıkta olduğu Safeviler’de, bu denge daha sonra ortadan kalkıyor. Zira
kızılbaş Türkler, süreç içerisinde devletin merkez güçleri tarafından dışlanıp
ötekileştiriliyor; böylece Farısi unsurlar, devlette hakim duruma geliyorlar ve
kızılbaşlıktan Şiiliğe geçiş süreci yaşanıyor. Bu süreci iyi analiz etmek
gerekiyor. Öyle ki bu süreçte kızılbaş Türkmenler arasında, Anadolu’ya
geldikleri topraklara dönenler bile vardır.
Safevilerle
ilgili olarak Faruk Sümer başta olmak üzere Tufan Gündüz hocanın da güzel
çalışmaları var. Daha önce Hans Roemer’den bir makale çevirmiştim, başlığı
şöyle: “Kızılbaş Türkmenler: Safevi Teokrasisinin Kurucuları ve Kurbanları”.
Tekrar
ilginiz için teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.
Selam,
saygı ve muhabbetlerimle.
Harun YILDIZ
30.08.2024