ALEVİLİK, SENKRETİK VE HETERODOKS BİR İNANÇ MI?
Alevilik, akademisyenlerin yazdığı kitap ve makalelerde hep “Senkretik”
ve “Heterodoks” bir inanç olarak belirtilir. Öyle ki, bu tanımlama bazı
Alevi yazarlar tarafından bile tekrarlanmaktadır. Hatta bazıları daha da ileri
giderek Aleviliği “İslam dışı” olarak takdim etmektedirler. Bu görüşte olanlara
daha önce cevap verdiğimiz için; bugünkü makalemizde egemen din anlayışı
çerçevesinde yazılan tez ve makalelerde Aleviliği “Senkretik” ve
“Heterodoks” bir inanç olarak tanımlayan açıklamları üzerinde duracağız.
Okuyucularımızın konuyu daha iyi anlayabilmeleri için, bu iki kelimenin
anlamlarını açıklamamız gerekecektir. Önce Senkretizmle başlayalım:
Kelimenin asıl kökü Latince olup, dilimize Fransızcadan geçmiştir. Türkçe
karşılığı “Birbirinden farklı olan doktrin veya dini inançları kaynaştıran ya
da uzlaştıran öğreti.” anlamına gelmektedir.
Heterodoks kelimesi ise, Yunanca kökenli olup, “farklı” anlamına gelen “heteros”
ve “öğreti” “düşünce” anlamındaki “Doxa” (Doksa) sözcüklerinden
oluşmaktadır. Sözcükler birleştirildiğinde “Ana akımdan sapmış olan”
anlamına gelmektedir. Yani akademisyenler, Aleviliği ana akımdan sapmış bir
inanç olarak belirtmektedirler. Bu görüşe makalemizin devamında cevap
vereceğiz.
Şimdi de ana akım ya da merkez akım olarak kabul edilen ve egemenlerin
inancını temsil eden “Ortodoks” kelimesinin üzerinde bir tanımlama yapalım:
Yunanca “Orthos” sözcüğün karşılığı olan “doğru” ve “inanç”
“öğreti” anlamına gelen “Doksa” (doxa”) kelimelerinden
oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, yönetimi elinde bulunduran egemen sınıf kendi
inancını “doğru” olarak kabul ederken, dini farklı yorumlayan tabandaki halkın
inancını “sapmış” yani, “Sapkın” olarak görmektedir.
Bu tanımlamalardan sonra makalemizin ana konusuna geçebiliriz.
“Senkretik” ve “Hetrodoks” kelimelerinin kökeninden de anlaşılacağı gibi bu
tanımlamalar Hristiyanlıktan gelmektedir. Hristiyanlık dini, Hz. İsa’nın tebliğ
ettiği bir dindi. Bugünkü Filistin coğrafyasında ortaya çıkmış olup, Museviliği
yozlaştıran ve dinin içini boşaltan Yahudi din adamlarına karşı, barış içinde
bir arada yaşamayı, yetime, yoksula sosyal haklar verilmesini savunan ve
insanların iyi ahlaklı olmasını tebliğ eden bir inançtı. Ancak Roma
imparatorluğunun 4. Yüzyılın başlarında Hristiyanlığı devletin resmi dini
olarak benimsemesinden sonra, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din, amacından
saptırılarak, saldırgan, işgalci ve köleliğe dayanan egemen sınıfın inancına
dönüştürüldü. Bunda en büyük pay, daha önce Musevi-Yahudi bir haham-din adamı
olan Pavlus’un (Paul) büyük payı vardı. Zira, Hz. İsa kendisini bir peygamber
olarak tanıtırken, Pavlus, Hz. İsa’yı Romalıların Hristiyanlıktan önceki
inancında en büyük tanrı olarak kabul edilen “ZEUS’un yerine koyarak, Hz.
İsa’yı hem tanrı hem tanrının oğlu hem de kutsal ruh olarak benimsemesini
getirmişti. Bu anlayış Roma İmparatorluğunu yöneten egemen sınıfın inancına ve
çıkarına en uygun olanıydı. Bu inancın benimsenmesi ile Roma imparatorları
kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler ve
toplumları da buna inandırdılar.
Buna inanmayanlara da “Heterodoks” yani “sapkın” dediler. Ne kadar
benzerlikler var değil mi? Aynısını Emevi ve Abbasi Sultanları da yapmıştı.
Onlar da kendilerini Allah’ın yer yüzündeki temsilcileri olarak görüyorlardı.
Oysa bu Allah'a şirk koşmaktı. İslam'ın tevhid inancına aykırıydı. İşte,
Ortodoks inancı dedikleri buydu. Egemen sınıflar, çıkarlarına göre uydurdukları
din anlayışını "merkez" kabul ederken, gerçek dinin değerlerini
savunanları “sapkınlık” anlamına gelen “Heterodoks” olmakla suçluyorlardı.
Romalı egemen sınıfların resmi din adamları ile tarihçileri de bu din
anlayışını hakim kılmak için var güçleriyle çalıştılar. Romalı yöneticiler, bu
anlayışı hakim kılmak için gerek ideolojik yolla, gerek baskı yaparak, çoğu
zaman da şiddet kullanarak egemenlikleri altında yaşayan halkları bu
yöntemlerle denetim altına alıp, asimile ettiler.
Yukarıda Romalılar için söylediklerimizin aynısı, Emevi ve Abbasi Sultanları
için de geçerlidir. Onlar da Romalı İmparatorları taklit ederek, kendilerini
tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler. İslam dininin içini
boşaltarak kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. İslam dininde sadece
tebliğ esas alınırken, onlar dini işgal, istila, yağma ve talanlarına maske
olarak kullandılar. Oysa yaptıkları bu eylemler, Kur’an’a aykırıydı. Bu
aykırılığa, ENAM suresinin 151. ve BAKARA Suresinin 256. Ayetini örnek olarak
verebiliriz.
Yine, aynı Roma imparatorlarının yaptıkları gibi, dini kendi amaçları
doğrultusunda kullanmak için Abbasi Sultanları da peygamber efendimizin
vefatından dört yüz yıl sonra kendilerine bağlı bir din ve mezhepler
oluşturdular. Kendilerine destek veren “EHLİ-HADİS-EHLİ-SÜNNNET”
adını verdikleri fırkaların dışında kalanları “Sapkın” olarak
nitelendirdiler.
Yani, Pavlus nasıl ki Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dini başka bir dine
dönüştürdüyse, Emevi ve Abbasi Sultanlarının besleyip desteklediği sarayın
sözde din adamları da aynı görevi yaptılar.
İslam dinini kurmuş oldukları devletlerin resmi inancı yapan yönetici
sınıflar, gerçek dinin amacını gizlemişler ve dinin özünü savunanları
“Sapkın” “Zındık” ve “Mülhid” olmakla suçladılar. Bunlara karşı şiddet
uyguladılar, katliamlar yaptılar. İşte Alevilik de bunlardan biriydi. Alevi
İslam anlayışı barışı, adaleti, sevgiyi, iyi ahlaklı bir toplum inşa etmeyi
savunurken, resmi din anlayışın savunucuları egemenlerin çıkarları
doğrultusunda kalemleri ile bunlara destek verdiler.
Anlamı "Barış" olan İslam dinini işgal, yağma ve talana maske
yaptılar. İşte, egemenlerin bu din anlayışına karşı çıkan Alevi İslam'ı
bunun için “Senkretik” ve “Heterodoks” olmakla itham etmektedirler.
Bu kalem oynatıcıları aslında her şeyi bilmektedirler. Ancak kendileri de egemenlerin
elinde tuttukları pastadan nemalandıkları için onlara destek vermeye ve kalem
oynatmaya dün olduğu gibi, bugün de devam etmektedirler. Bunlar
kendilerini “aydın” “ilahiyatçı” olarak göstermektedirler. Maalesef
bunların büyük çoğunluğu bu görevi bilerek yapmaktadır. Bir kısmı da farkında
olmadan bu anlayışa destek vermektedir. Bunların dışında kalan ve sayıları iki
elin parmak sayısını bile geçmeyen aydın ve ilahiyatçı ise, gerçekleri halka
anlatmak için kıt imkanları ile bunlara cevap vermektedirler. İşte gerçek
“aydın" ve gerçek “ilahiyatçı” da bu azınlıkta olanlardır. Tarih, bu cesur
ve dürüst aydınları her zaman minnet ve şükranla anacaktır. Onlar, gerçek
inananların kalbinde her zaman yaşamaya devam edeceklerdir.
Sonuç olarak, hiçbir din ve inanç bir günde oluşmamıştır. Kendisinden
önceki inançlardan, kültürlerden, gelenek ve göreneklerden beslenerek bir
sentez oluşturmuşlardır. Bu nedenle bir inancı “Merkez” sayarken başka bir dini
ya da mezhebi “Sapkın” olmakla itham etmek doğru değildir. Bu bir orta çağ
düşüncesidir. Dördüncü yüz yılda farklı bir inanç için tanımlanan bir sözcüğü
yirmi birinci yüzyılda tekrar etmek, o tarihte donup kalmaktır. Kendisini
akademisyen olarak görenlere, dinler tarihine bu gözle bakmalarını öneriyorum.
Hamdullah Dedeoğlu.
18.08.2024.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.