18 Ağustos 2024 Pazar

ALEVİLİK, SENKRETİK VE HETERODOKS BİR İNANÇ MI?

                                                                            hamdullahdedeoglu.blogspot.com

ALEVİLİK, SENKRETİK VE HETERODOKS BİR İNANÇ MI?

Alevilik, akademisyenlerin yazdığı kitap ve makalelerde hep “Senkretik” ve “Heterodoks” bir inanç olarak belirtilir. Öyle ki, bu tanımlama bazı Alevi yazarlar tarafından bile tekrarlanmaktadır. Hatta bazıları daha da ileri giderek Aleviliği “İslam dışı” olarak takdim etmektedirler. Bu görüşte olanlara daha önce cevap verdiğimiz için; bugünkü makalemizde egemen din anlayışı çerçevesinde yazılan tez ve makalelerde Aleviliği “Senkretik” ve “Heterodoks” bir inanç olarak tanımlayan açıklamları üzerinde duracağız.

Okuyucularımızın konuyu daha iyi anlayabilmeleri için, bu iki kelimenin anlamlarını açıklamamız gerekecektir. Önce Senkretizmle başlayalım:

Kelimenin asıl kökü Latince olup, dilimize Fransızcadan geçmiştir. Türkçe karşılığı “Birbirinden farklı olan doktrin veya dini inançları kaynaştıran ya da uzlaştıran öğreti.” anlamına gelmektedir.

Heterodoks kelimesi ise, Yunanca kökenli olup, “farklı” anlamına gelen “heteros” ve “öğreti” “düşünce” anlamındaki “Doxa” (Doksa) sözcüklerinden oluşmaktadır. Sözcükler birleştirildiğinde “Ana akımdan sapmış olan” anlamına gelmektedir. Yani akademisyenler, Aleviliği ana akımdan sapmış bir inanç olarak belirtmektedirler. Bu görüşe makalemizin devamında cevap vereceğiz.

Şimdi de ana akım ya da merkez akım olarak kabul edilen ve egemenlerin inancını temsil eden “Ortodoks” kelimesinin üzerinde bir tanımlama yapalım:

Yunanca “Orthos” sözcüğün karşılığı olan “doğru” ve “inanç” “öğreti” anlamına gelen “Doksa” (doxa”) kelimelerinden oluşmaktadır. Görüldüğü gibi, yönetimi elinde bulunduran egemen sınıf kendi inancını “doğru” olarak kabul ederken, dini farklı yorumlayan tabandaki halkın inancını “sapmış” yani, “Sapkın” olarak görmektedir.

Bu tanımlamalardan sonra makalemizin ana konusuna geçebiliriz.

“Senkretik” ve “Hetrodoks” kelimelerinin kökeninden de anlaşılacağı gibi bu tanımlamalar Hristiyanlıktan gelmektedir. Hristiyanlık dini, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği bir dindi. Bugünkü Filistin coğrafyasında ortaya çıkmış olup, Museviliği yozlaştıran ve dinin içini boşaltan Yahudi din adamlarına karşı, barış içinde bir arada yaşamayı, yetime, yoksula sosyal haklar verilmesini savunan ve insanların iyi ahlaklı olmasını tebliğ eden bir inançtı. Ancak Roma imparatorluğunun 4. Yüzyılın başlarında Hristiyanlığı devletin resmi dini olarak benimsemesinden sonra, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din, amacından saptırılarak, saldırgan, işgalci ve köleliğe dayanan egemen sınıfın inancına dönüştürüldü. Bunda en büyük pay, daha önce Musevi-Yahudi bir haham-din adamı olan Pavlus’un (Paul) büyük payı vardı. Zira, Hz. İsa kendisini bir peygamber olarak tanıtırken, Pavlus, Hz. İsa’yı Romalıların Hristiyanlıktan önceki inancında en büyük tanrı olarak kabul edilen “ZEUS’un yerine koyarak, Hz. İsa’yı hem tanrı hem tanrının oğlu hem de kutsal ruh olarak benimsemesini getirmişti. Bu anlayış Roma İmparatorluğunu yöneten egemen sınıfın inancına ve çıkarına en uygun olanıydı. Bu inancın benimsenmesi ile Roma imparatorları kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler ve toplumları da buna inandırdılar. Buna inanmayanlara da “Heterodoks” yani “sapkın” dediler. Ne kadar benzerlikler var değil mi? Aynısını Emevi ve Abbasi Sultanları da yapmıştı. Onlar da kendilerini Allah’ın yer yüzündeki temsilcileri olarak görüyorlardı. Oysa bu Allah'a şirk koşmaktı. İslam'ın tevhid inancına aykırıydı. İşte, Ortodoks inancı dedikleri buydu. Egemen sınıflar, çıkarlarına göre uydurdukları din anlayışını "merkez" kabul ederken, gerçek dinin değerlerini savunanları “sapkınlık” anlamına gelen “Heterodoks” olmakla suçluyorlardı. Romalı egemen sınıfların resmi din adamları ile tarihçileri de bu din anlayışını hakim kılmak için var güçleriyle çalıştılar. Romalı yöneticiler, bu anlayışı hakim kılmak için gerek ideolojik yolla, gerek baskı yaparak, çoğu zaman da şiddet kullanarak egemenlikleri altında yaşayan halkları bu yöntemlerle denetim altına alıp, asimile ettiler.

Yukarıda Romalılar için söylediklerimizin aynısı, Emevi ve Abbasi Sultanları için de geçerlidir. Onlar da Romalı İmparatorları taklit ederek, kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak kabul ettirdiler. İslam dininin içini boşaltarak kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. İslam dininde sadece tebliğ esas alınırken, onlar dini işgal, istila, yağma ve talanlarına maske olarak kullandılar. Oysa yaptıkları bu eylemler, Kur’an’a aykırıydı. Bu aykırılığa, ENAM suresinin 151. ve BAKARA Suresinin 256. Ayetini örnek olarak verebiliriz.

Yine aynı Roma imparatorlarının yaptıkları gibi, dini kendi amaçları doğrultusunda kullanmak için Abbasi Sultanları da peygamber efendimizin vefatından dört yüz yıl sonra kendilerine bağlı bir din ve mezhepler oluşturdular. Kendilerine destek veren “EHLİ-HADİS-EHLİ-SÜNNNET” adını verdikleri fırkaların dışında kalanları “Sapkın” olarak nitelendirdiler. Yani, Pavlus nasıl ki Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dini başka bir dine dönüştürdüyse, Emevi ve Abbasi Sultanlarının  besleyip desteklediği sarayın sözde din adamları da aynı görevi yaptılar.

İslam dinini kurmuş oldukları devletlerin resmi inancı yapan yönetici sınıflar, gerçek dinin amacını gizlemişler ve dinin özünü savunanları “Sapkın” “Zındık” ve “Mülhid” olmakla suçladılar. Bunlara karşı şiddet uyguladılar, katliamlar yaptılar. İşte Alevilik de bunlardan biriydi. Alevi İslam anlayışı barışı, adaleti, sevgiyi, iyi ahlaklı bir toplum inşa etmeyi savunurken, resmi din anlayışın savunucuları egemenlerin çıkarları doğrultusunda kalemleri ile bunlara destek verdiler. Anlamı "Barış" olan İslam dinini işgal, yağma ve talana maske yaptılar. İşte, egemenlerin bu din anlayışına karşı çıkan Alevi İslam'ı  bunun için “Senkretik” ve “Heterodoks” olmakla itham etmektedirler. Bu kalem oynatıcıları aslında her şeyi bilmektedirler. Ancak kendileri de egemenlerin elinde tuttukları pastadan nemalandıkları için onlara destek vermeye ve kalem oynatmaya dün olduğu gibi, bugün de devam etmektedirler. Bunlar kendilerini  “aydın” “ilahiyatçı” olarak göstermektedirler. Maalesef bunların büyük çoğunluğu bu görevi bilerek yapmaktadır. Bir kısmı da farkında olmadan bu anlayışa destek vermektedir. Bunların dışında kalan ve sayıları iki elin parmak sayısını bile geçmeyen aydın ve ilahiyatçı ise, gerçekleri halka anlatmak için kıt imkanları ile bunlara cevap vermektedirler. İşte gerçek “aydın" ve gerçek “ilahiyatçı” da bu azınlıkta olanlardır. Tarih, bu cesur ve dürüst aydınları her zaman minnet ve şükranla anacaktır. Onlar, gerçek inananların kalbinde her zaman yaşamaya devam edeceklerdir.

Sonuç olarak, hiçbir din ve inanç bir günde oluşmamıştır. Kendisinden önceki inançlardan, kültürlerden, gelenek ve göreneklerden beslenerek bir sentez oluşturmuşlardır. Bu nedenle bir inancı “Merkez” sayarken başka bir dini ya da mezhebi “Sapkın” olmakla itham etmek doğru değildir. Bu bir orta çağ düşüncesidir. Dördüncü yüz yılda farklı bir inanç için tanımlanan bir sözcüğü yirmi birinci yüzyılda tekrar etmek, o tarihte donup kalmaktır. Kendisini akademisyen olarak görenlere, dinler tarihine bu gözle bakmalarını öneriyorum.  

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

18.08.2024.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Popular