25 Eylül 2020 Cuma

ANADOLU ALEVİLİĞİ'NİN KÖKENİ NEREDEN GELİYOR?

ANADOLU ALEVİLİĞİ'NİN KÖKENİ NEREDEN GELİYOR?  
(Toplam Dokuz Sayfa)    sayfa-1-

Anadolu Aleviliğinin kökeninin nereden geldiği konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bunlardan “Milliyetçi-Türkçü” kanat Hacı Bektaş Veli’nin görüşlerini özetleyen Velayetname isimli eserde ismi geçen Ahmet Yesevi’ye dayandırmaktadır. Diğer görüş ise, Aleviliği İslam dışı ve ayrı bir din sayarak, Anadolu’da uygarlıklar kurmuş Luvilere, Hititlere kadar götürmektedir. Bizim görüşümüz ise, bunların ikisinin de dışındadır. Konuyu çok önemli bulduğumuz için beyan edeceğimiz görüşler belgelere, kayıtlara, o dönemlerde yazılan eserlere ve bunları bilimsel metotlarla ele alan akademisyenlerin makalelerine ve kitaplarına dayanacaktır. Ancak, yer yer kendi görüş ve yorumlarımızı da belirteceğiz. Yapacağımız yorumlara, analizlere ve bakış açımıza katılmayanlar mutlaka olacaktır. Bunu elbette saygı ile karşılarız. Fakat, aynı saygı ve olgunluğu görüşümüze katılmayanlardan beklemek de bizim hakkımızdır. 

Burada bir konuya daha açıklık getirmek istiyoruz. O da Şudur: Entelektüel çevreler özellikle de dünyaya “sol” cepheden baktıklarını söyleyenler İslam dinini ve mezheplerini orijinal kaynaklardan okuyup araştırmak yerine, genellikle batılı oryantalistlerden (doğu bilimci) aldıkları bilgiler doğrultusunda değerlendirmişlerdir. İstisnalar da elbette bulunmaktadır. Bunlardan öne çıkan isimler, Osmanlının son dönem ilahiyatçılarından Prof. Dr. Yusuf Yörükan ile Elmalı Hamdi Yazır, Cumhuriyet döneminde ise, din bilgini Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve ilahiyatçı Mustafa Cemil Kılıç’tır. Bu değerli şahsiyetler çok önemli eserler ortaya koymalarına rağmen laik ve “sol” da olanlara kendilerini beğendirememişlerdir. Çünkü, onlar yerli ve milli olanları küçümsemişlerdir. Oysa, bu insanlarımıza destek verilmiş olsaydı, “dincilik” ülkemizde bu kadar destek bulamazdı. Şimdi aynı çevreler dincilikle mücadele etmek yerine, Avrupa ülkelerine gitmek için çaba harcıyorlar. Oysa, Avrupa ülkeleri ülkemizdeki dinciliğin daha kötüsünü ve daha vahşi olanını yaşamıştı. Bu çevreler bugünkü Avrupa’nın cesur din adamları ve aydınlanmacıların sayesinde bu noktaya geldiğinden de habersizler. Bunları belirtmemizin nedenini elbette merak etmişsinizdir. Makalemizde yer alacak olan Alevilik anlayışımıza ilk karşı çıkacak olan bu Avrupa’ya iltica eden kişiler olacaktır. Bunlar, Avrupa’da istedikleri gibi konuşup yazabilmektedir. Ülkelerinde kalıp mücadele etmek yerine, iltica etmeyi seçmişlerdir. Hemen hemen hepsi de eski “solcu” dur. Solculuk adına savunacakları bir şey kalmayınca kendilerine Alevilik sahasında yer aramaktadırlar. Ayrıca, Alevilik hakkında savundukları tezlerinin nereden kaynaklandığını ve ne amaç taşıdıklarını da biliyoruz. Bunları belirttikten sonra konumuza geçebiliriz. Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için ara başlıklar halinde sunacağız. Makalemiz mecburen biraz uzun olacaktır. Bunu belirtelim. Ancak, biz elimizden geldiği kadar kısa tutacağız. 

İSLAMİYET NASIL DOĞDU?

Anadolu Aleviliğinin nereden geldiğini anlayabilmemiz için İslam dinini doğuşundan bugüne kadar ele almamız gerekecektir. Zira, kökü buradan gelmektedir. İslam dini 7. Yüzyılda Hicaz bölgesinde Hz. Muhammed tarafından tebliğ edildi. Mekke’de Hz. Muhammed’e inen ayetler incelendiğinde, büyük çoğunluğunun yoksul, yetim ve kimsesizlerin hakları ile ilgili olduğu görülecektir. Örneğin; Maun suresinde yoksula, yetime yardım etmeyen ve gelirden pay vermeyenler iki yüzlü olmakla suçlanmaktadır. Ve bunların yaptıkları ibadetlerin de Tanrı tarafından kabul edilmeyeceği belirtilmektedir. O yıllar, kabileler arasında şiddetli çatışmaların, adam öldürmelerin de yoğun olduğu bir dönemdi. Hz. Muhammed, tebliğ ettiği İslam dini ile bunların da önüne geçmek istiyordu. Ancak, burada eski ile yeni arasında çatışmanın olmaması mümkün değildi. Hz. Muhammed aynı zamanda çürümüş, yozlaşmış, adaletten uzaklaşmış bir düzene de karşı çıkıyordu. Zira, Hindistan ve Çin’den, Arabistan yarımadasına gelen mallar Mekke ve Medine’deki tüccarlar aracılığı ile batıya naklediliyordu. Buradan da Anadolu’ya, Şam’a ve oradan da Avrupa’ya gidiyordu. Mekke’li tüccarlar bu ticaretten büyük kazançlar elde ediyordu. Fakat bu gelir halka yansımıyordu. Halk çok yoksuldu. Aileler çocuklarına yeterli yiyecek ve giyecek bulamıyordu. İşte burada, Hz. Muhammed ayetler aracılığı ile zekatı devreye sokuyordu. Zekatın anlamı, zengin olanların mal varlığının kırkta birini fakir ve yoksula verilmesini ön görüyordu. Hz. Muhammed’in bu talebi Mekke’li zenginlerin aleyhineydi. Onlar elde ettikleri kazancı fakir olanlarla paylaşmak istemiyordu. Zira, onların hizmetinde çalışan çok sayıda köle ve cariye bulunuyordu. İnen ayetlerde köle ticaretine karşı çıkılarak, "köleleri azat edin" deniliyordu. Zenginler ayrıca, İstedikleri kadar kadınla da evlenebiliyorlardı. Aralarında öyleleri vardı ki, ondan fazla eşleri bulunuyordu. Özellikle de fakir ailelerin kızları birer mal gibi alınıp satılıyordu. İşte İslamiyet bu şartlarda doğdu. İlk dönemdeki taraftarlarının büyük çoğunluğunun yoksul ve kölelerden oluşması buradan kaynaklanıyordu. İslam dininden önceki Hicaz bölgesinin durumu kısaca böyleydi. 

Hz. Muhammed miladi takvime göre 610 yılında başlattığı mücadeleyi 630 yılında Mekke’nin fethi ile tamamladı. Mekke’li bezirganlar İslam dinini kabul etmek zorunda kaldılar. Mekke’nin en zengini ve lideri olan Ebu Süfyan da bunların arasındaydı. 

İSLAM’DA İLK AYRILIK                                                                                                   sayfa-2-

Hz. Muhammed 632 yılında vefat ettiğinde, Mekke ve Medine’den meydana gelen bir devlet kurmuştu. Peygamberin vefat ettiği gün, Hz. Ali, cenazenin defin işi ile uğraşırken, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’i halife seçerek biat etti. Karşı çıkmak isteyenleri de baskı altına aldı. Ancak Hz. Ali, Ebubekir’in halifeliğini onaylamıyordu. Biat için yapılan teklifleri de kabul etmiyordu. Eşi Hz. Fatıma, halifelik hakkının Hz. Ali’nin olduğunu açıktan beyan ediyordu. Bu amaç için Medine’nin ileri gelen aile reisleri ile görüşmeler yapıyordu. Hz. Ömer de bütün bu olanları takip ediyordu. Hz. Ebubekir’in halifeliğinin sarsılmasını istemiyordu. Bu nedenle, etrafına topladığı silahlı adamlarla Hz. Ali’nin evini kuşatma altına alarak, Hz. Ebubekir’in halifeliğini kabul etmesini istiyordu. Ancak, Hz. Ali buna direniyordu. Sonunda Hz. Ali’nin evini basan Hz. Ömer’in adamları ile kavga çıktı. Kavgaya müdahale etmek isteyen ve o sırada hamile olan Hz. Fatıma ağır yaralandı. Üç ay sonra da hayatını kaybetti. Kaynaklar, Hz. Fatma’nın vefatından sonra Hz. Ali’nin Ebubekir’in halifeliğini kabul edip, biat ettiğini ifade etmektedirler. Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın halifelik talebi, Peygamberin veda hutbesinde halife olarak Hz. Ali’yi işaret etmesine dayanıyordu. Ancak karşı taraf bunu reddediyordu. Anlaşmazlığın temelinde bu yatıyordu. 

Burada Hz. Ali’nin neden halife olamadığı konusunda görüşümüzü belirtmek istiyoruz. Hz. Muhammed vefat ettiğinde, Hz. Ali otuz iki yaşında bulunuyordu. İslamiyeti kabul eden kabilelerden çoğu ile eskiye dayanan husumeti bulunuyordu. Zira, Hz. Ali, Bedir, Uhud, Hendek savaşında ve daha sonra meydana gelen silahlı çatışmalarda çok sayıda kişiyi öldürmüştü. O kabileler, Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıkıyorlardı. Üstelik o kabilelerin reisleri aradan geçen zaman içinde İslam devletinin zengin tabakasını oluşturmuştu. Bunların başında da Ümeyye (Emevi) oğulları geliyordu. Bu çevreler, Hz. Ali’nin herkese eşit davranacağını, yoksul ve orta sınıftan yana olacağını tahmin edebiliyorlardı. Çünkü, Hz. Ali’nin yaşamını biliyorlardı. Hz. Ali, hep yoksul ve yetimden yana tavır koymuştu. Yemeğini dahi onlarla paylaşıyordu. Bu nedenle, Hz. Ali’nin halife olmasının kendileri için risk taşıdığını tahmin edebiliyorlardı. Kısaca, yeni kurulan İslam devletinde çıkarlar çatışıyordu. Örgütlü olan ve ellerinde kabile mensuplarından meydana gelen silahlı adamları bulunanlar imtiyazlarını ve çıkarlarını kaybetmek istemiyorlardı. Hz. Ali’nin etrafında ise, kendi kabilesi olan Haşimiler ile çok az sayıda taraftarı bulunuyordu. Ancak, bunlar geniş kitleler üzerinde etkili olabilecek ne siyasete ne de bilgi birikimine sahiptiler. İktidar olmak güç ve kuvvete dayanıyordu. Hz. Ali ve destekçileri, karşı tarafı alt edebilecek bir güce sahip değillerdi. Bu nedenle, daha sonra yeni yönetimi kabul etmek zorunda kaldılar. Bu olaydan sonra Haşimi kabilesi dışında Hz. Ali’yi destekleyenlere “Ali’nin Şiası” (Ali’nin taraftarları) denilmeye başlandı. Daha sonra da sadece Şia-Şii olarak anıldılar.

Hz. Ebubekir’in halifeliği iki yıl sürdü. Ondan sonra sırasıyla Hz. Ömer (634-644), Hz. Osman (644-656), Hz. Ali (656-661) yılları arasında halifelik yaptı. Hz. Ali’nin halifelik dönemi iç çatışmalar ve savaşlarla geçti. Önce haricilerle, sonra da kendi halifeliğini tanımayan Şam valisi Ümeyye oğullarından Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ile savaştı. Hz. Ali, Muaviye’nin denetiminde olan Şam ve Mısır eyaletlerini hiçbir zaman ele geçiremedi. 661 yılında şehit edildiğinde, Mısır ve Şam eyaletleri Muaviye’nin elinde bulunuyordu.

Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra Küfeliler halife olarak Hz. Hasan’a biat ettiler. Muaviye buna karşılık Küfe üzerine büyük bir ordu gönderdi. Siyaseti çok iyi bilen ve arkasına zengin sınıfı alan Muaviye, Hz. Hasan’ın ordusunda ikilik çıkardı. Bir kısım komutanları da para ile kendi tarafına çekti. Durumu değerlendiren Hz. Hasan, Muaviye ile anlaşmak zorunda kaldı. Anlaşmanın şartları şöyleydi: Muaviye’den sonra halifelik şura ile seçilecekti, Hutbelerde Ehli Beyt’e lanet edilmeyecekti, Hz. Hasan’ı desteklemiş olanlara dokunulmayacaktı. Ancak gücü eline geçiren Muaviye, bunların hiçbirini yerine getirmedi. Kendisinden sonra da oğlu Yezid’i halife seçti. Yezid’in halifeliğini tanımayan Hz. Hüseyin Kerbela’da hunharca şehit edildi. Bu katliamdan sonra İslam devletindeki ayrılıklar daha da derinleşti.                                                                                                                         sayfa-3-

Emevilerin saltanatı yaklaşık doksan yıl sürdü. 750 yılında, Horasan’lı Eba Müslim önderliğinde ayaklanan muhalifler, Emevilerin iktidarına son verdi. Yerine, Hz. Muhammed’in amca çocukları olan Abbasileri halifeliğe getirdiler. Abbasiler halifeliğe getirildiğinde, on iki imamlardan Cafer-i Sadık 6. İmam olarak görev yapıyordu. Kendisini ilme veren İmam Cafer Sadık ailesini politikanın dışında tutmak istiyordu. Çünkü, daha önce yaşanan acı olayların tekrarlanmasını istemiyordu. İktidarı ele geçiren Abbasiler, bir süre sonra Ehli Beyt mensupları dahil, herkes üzerinde baskı kurmuşlardı. İktidara gelmeden önce Ehli-Beyt’e bağlılık temelinde propaganda yürütmüşlerdi. İktidara geldikten sonra, Ehli-Beyt mensuplarını dışladılar. Yaptıkları uygulamaların Emeviler’den bir farkı kalmamıştı. İmam Cafer Sadık tarafından 7. İmam ilan edilen oğlu İsmail, Abbasilerin bu politikalarını kabul edemiyordu. Babasından Abbasilerin bu uygulamalarına daha sert çıkışlar yapmasını istiyordu. Durum değerlendirmesi yapan İmam Cafer Sadık, İsmail’in imamlığını iptal ederek, onun yerine ikinci eşinden olan küçük oğlu Musa Kazım’ı imam olarak atadı. Bu olaydan kısa bir süre sonra da büyük oğlu İsmail vefat etti. Bazı tarihçiler İsmail’in Abbasiler tarafından öldürüldüğünü ileri sürmektedirler. İsmail’in ölümünden sonra, Ehli Beyt’e destek verenler (Şia-Şii) iki gruba ayrıldı. Musa Kazım’ın imamlığını tanıyanlar bir tarafta, İsmail’in imamlığının devam ettiğini kabul edenler öbür tarafta yer alıyordu. İkinci grubu temsil edenler ilerde Şiiliğin İsmaililik kolunu meydana getireceklerdi. 

KARMATİLER

İmam Cafer Sadık’ın, İsmail’in imamlığını iptal etmesinin en büyük nedenlerinden birisi çok yakın dostu ve aynı zamanda eski bir arkadaşı olan Ebul Hattab’dı. Zira, Ebul Hattab, radikal ve militancı fikirleri ile İsmail’i etkisi altına almıştı. Ebul Hattab, daha önce  Güney Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye'de etkin olan Hıristiyanlığın batıni mezhebi Paulikienlerin (Pavlikan) dini inancına mensuptu.  Hattab’ın yetmiş kadar taraftarı ile Küfe valisinin emriyle katledilmesi, İmam Cafer Sadık’ı böyle bir karar almaya zorunlu kıldığı belirtilmektedir. 

Ebul Hattab taraftarları İmam İsmail’in ölümünden sonra onun oğlu Muhammed El Mektum’u imam olarak tanıdılar. Böylece Şiiliğin ikinci kolu İsmaililik oluştu. Bu tarihten sonra İsmailli olan taraftarlara “Batini” denilmeye başlandı. Batini denilmesinin nedeni Kur’an’ın zahiri (görünen) anlamı yanında Batıni (iç görünüm) anlamlarının bulunduğunu belirtmeleriydi. Kısaca şöyle diyorlardı: 

"İşte bu batini anlamını halka anlatmak için imamlara ve onların temsilcileri olan Dailere (çağrıcı-davetçi), babalara (Dervişlere-dedelere) ihtiyaç vardır. Gönderilen kitap ve Şeriatler peygamberlere göre değişir. Ancak batıni konular değişmez. Bu nedenle batıni her zaman zahirin üstündedir. Dini emirler, batıni ilimleri bilmeyen cahillerin görevidir. Peygamberler “İnsanı Kamil”den başka bir şey değildir.” 

Bunların savunduğu görüşe göre, Tanrı’ya ulaşmak için Şeriat, Tarikat ve Hakikat aşamalarından (kapılarından) geçilmesi gerekir. (Alevilik’de olduğu gibi) İslam’ın bu Batıni yorumu 9. Yüzyılda İran’ın Rey (Tahran), Kum, Kaşan, Hamedan, Horasan, Orta Asya’ya, Batıda ise, Suriye’den Kuzey Afrika’ya kadar yayıldı. İşte bu İsmaili Dailerden olan Hamdan Karmati, Hamedan ve Vasıt bölgesinde yeni bir hareket başlattı. Bu ekolden gelenler Bahreyn’de beylik kurdular. (Miladi. 890) “Karmatiler” olarak tanınan bu beylik yaklaşık yüz elli yıl bağımsız kaldı. Orada halkçı ve paylaşımcı bir düzen kurdular. Ancak, beylikleri Abbasilerin saldırıları sonucu yıkıldı ve önde gelen liderleri katledildi. Kurdukları eşitlikçi ve halkçı düzen de ortadan kaldırıldı. 

FATİMİLER                                                                                                              SAYFA-4-

Kuzey Afrika’daki İsmaili Dailerden (Davetci-çağrıcı-tebliğci)Abdullah eş-Şii, Tunus ve Cezayir’in doğusunda bulunan Kutama isimli Berberi aşiret federasyonunun büyük çoğunluğunu Şii-İsmail-i yapmıştı.  Bu aşiret mensuplarından bir ordu kuran Abdullah eş-Şii, bölgede denetimi sağladıktan sonra, Suriye’de bulunan 7. İmam olarak kabul ettiği İsmail’in soyundan gelen Ubeydullah el Mehdi’yi devletin başına getirdi, sonra da halife yaptı. (Miladi 909) Kurulan devlete de Hz. Ali’nin eşi Fatma’dan esinlenerek “Fatimi’ler devleti” dedi. Hızla yayılan devlet, Abbasi halifesinin denetiminde bulunan Mısır’ı ele geçirdi. Burada, Abbasi halifeliği adına okunan hutbelere son verdi. Hutbeler Fatimi halifesinin adına okunmaya başlandı. 

Fatimi devletinin kurulmasıyla İslam coğrafyasında iki ayrı halifelik ortaya çıktı. Bağdat’daki Abbasi halifeliği ve Mısır’daki Şii-İsmaili Fatimi haifeliği. Bu tarihten sonra iki halifelik arasında kıyasıya bir mücadele başladı. Fatimiler “Darül Hikme” adıyla eğitim kurumları kurdular. Burada Dailere Kur’an, Tefsir, Fıkıh (hukuk), Felsefe, Matematik ve Astronomi dersleri veriliyordu. (Bugün Mısır’da bulunan ünlü El Ezher üniversitesi de Fatimiler tarafından kurulmuştu) Bu kurumlarda eğitimlerini tamamlayan Dailer propaganda için İslam coğrafyasındaki bölgelere gönderiliyordu. Bugün ki Afganistan ve Pakistan olarak bilinen bölgeler de buna dahildi. Dailerin faaliyetleri çok etkili olmuştu. Zira, halk Abbasi halifesinin yönetiminden şikayetçiydi. Fatimilerin, Ehli Beyti savunmalarının da kitleler üzerinde etkisi büyüktü. Dailer içinde en tanınmış ve eserler yazmış olanları Nesefi, Hatim Er Razi ve Ebu Yakub Sicistani idi. 

EHLİ SÜNNET MEZHEPLERİ NASIL OLUŞTU?                                                        

Fatimileri İslam coğrafyasında atağa kalktıkları dönemde, Bağdat’daki Abbasi halifesi Deylem kökenli Şii eğilimli (On iki imamcı) Büveyhilerin denetimindeydi. Ancak, Büveyhiler Fatimilere karşı Abbasilere destek veriyordu. Onuncu yüzyılın başlarında Suriye, Hicaz, Mekke ve Medine’de hutbeler Fatimi halifesinin adına okunmaya başlanmıştı. Bunu büyük bir tehdit olarak gören Abbasi halifesi Kadir Billah, Miladi 1029 yılında “EHLİ-SÜNNET İTİKADI” adlı bir belge hazırlatarak İslam alimlerine zorla imzalattırdı. Yetmişe yakın cemaat, fırka ve ekolü de dörtle sınırlandırdı. Bu dört ekole de (mezhep) dört İslam aliminin adını verdi. Bunlar Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelilikti. Bu imamlardan Ebu Hanife (699-767), İmam Maliki (711-796), İmam Şafii (767-820), İmam Hanbeli (780-855) yıllarında yaşamıştı. Yani, fırka ve mezhepler dörtle sınırlandırıldığında, mezheplere adları verilen alimlerin hiçbiri yaşamıyordu. Üstelik Ebu Hanife, Abbasi halifeleri döneminde muhalif olduğu gerekçesiyle meydanlarda kırbaçlanmış ve zindana atılmıştı. İmam Şafii hakkında da adli soruşturmalar açılmış ve yargılanmıştı. Buradaki amaç, Fatimilere karşı bu saygın alimlerin etkisindeki kitlenin desteğinin alınması yatıyordu. Ehli-Sünnet mezhepleri kısaca böyle meydana geldi.

Abbasi halifesinin zor kullanarak aldığı bu karar, otoritesini tanıyan beylik ve sultanlara tebliğ edildi. Bunların arasında Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinin hakimi Gazneli devletinin Sultanı olan Mahmut da bulunuyordu. Sultan Mahmut, halifenin aldığı kararları hakim olduğu bölgede uygulamaya koydu. Abbasi halifesinin aldığı karara ne kadar muhalif fırka, cemaat, tarikat ve mezhep varsa, hepsini tasfiye etti. Bunlara ait dergahlar, medreseler kapatıldı. Yöneticileri cezaevine konuldu. Bir kısmı da idam edildi. Bu fırkalara ait yazma eserler de meydanlarda yakıldı. Tarihi kaynaklar, yakılan bu eserleri binlerle ifade etmektedir. Yakılan bu eserlerin büyük çoğunluğunu İsmail-i eserler oluşturuyordu.

SELÇUKLULAR                                                                                                                  SAYFA-5-

Gazneli devletinin kurucuları Türk kökenliydi. Fakat, Mankışlak ve Aral gölü çevresinde yaşayan oğuzlarla çatışma halindeydiler. Horasan ve İran bölgesine inmek isteyen Oğuz Türklerine müsaade etmiyorlardı. Aralarında uzun süre devam eden savaş ve çatışmalar 1040 yılına kadar devam etti. Gazneliler, 1040 yılındaki Dandanakan savaşında Oğuz Türklerine yenildiler. Oğuzların başında Kınık boyundan Tuğrul ve Çağrı Bey bulunuyordu. Tuğrul Bey yönetimindeki Oğuz Türkleri önce Horasan bölgesini, arkasından da bütün İran coğrafyasını denetimi altına aldılar. Daha sonra da Gazneli devletine de son verdiler.                                                                                                                       

 İran Selçuklu devletini kuran Tuğrul Bey, Abbasi halifesi Kaim Biemrillah’a elçiler aracılığı ile hediyeler göndererek Sultanlığının onaylanmasını istedi. Halife iki ay bekledikten sonra Sultanlık Berat ve Hilatlarını elçiler aracılığı ile Tuğrul Beye gönderdi. Böylece, Tuğrul Bey İran’ın yeni sultanı olurken, Halife de yeni bir müttefik kazanmış oldu. Zira, halife ile Gazneli Sultan Mahmut arasında son yıllarda ilişkiler iyi değildi. Fatimi halifesinin gönderdiği hediyelerin Sultan Mahmut tarafından kabul edilmesi, Abbasi halifesinin kafasında soru işaretleri yaratmıştı. Bu nedenle, Selçukluların bölgeye hakim olması, Abbasi halifeliğince olumlu değerlendiriliyordu.

Bağdat’taki Abbasi halifesinin Deylem kökenli Şii eğilimli Büveyhilerin denetiminde olduğunu yukarıda belirtmiştik. Abbasi halifesi bu durumdan memnun değildi. Zira, hutbeler hem halife hem de Büveyhiler adına okunuyordu. Bu durumdan kurtulmak istiyordu. Saray’da ikili bir yönetim bulunuyordu. Tuğrul Beyin bölgeyi tam olarak denetim almasını bekledi. 1055 yılına geldiğinde halife Kaim Biemrillah, Bağdat’taki duruma müdahale etmesi için Tuğrul Beye mektup gönderdi. Tuğrul Bey güçlü bir orduyla Bağdat’a doğru yola çıktı. O sırada Bağdat’taki askeri birliklerin başında Türk kökenli Arslan Besariri bulunuyordu. Arslan Bey Şii Büveyhileri destekliyordu. Arslan Besari Tuğrul Beyin çok kalabalık bir orduyla geldiğini öğrenince, Musul yakınlarındaki Rahbe kasabasına çekildi. Bağdat’a gelen Tuğrul Bey halife tarafından coşkuyla karşılandı. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey tam zamanında yetişmişti. Zira, Abbasi halifesi iki koldan çembere alınmıştı. Bir taraftan Şii Büveyhiler, diğer taraftan Şii İsmaili Fatimi devleti Abbasi halifeliğine son darbeyi vurmayı düşünüyordu. Tam bu dönemde Abbasi halifesinin imdadına Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey yetişti. Olayları izleyen Fatimi halifesi, bölgeden sorumlu Dai olan Şirazi aracılığı ile Arslan Besari’ye yardım teklif etti. O da kabul etti. Fatimi halifeliği Arslan Besari’ye iki milyon üç yüz bin dinar gönderdi. (Miladi 1056) Bağdat’taki hakimiyeti sağlayan Tuğrul Bey başkent İsfahan’a geri dönmüştü. Bunu değerlendiren Arslan Besari Halep, Musul ve Amid eyaletinin beylerinin desteğini alarak Bağdat’ı ele geçirdi. Halifeyi göz hapsine aldı. Hutbeleri Fatimi halifeliği adına okuttu. (M. 1057) Fatimiler diğer taraftan Tuğrul Bey’in kardeşi İbrahim Yinal’la da anlaşarak onun da desteğini aldılar. Bağdat’ın dışında Musul, Küfe ve Sincan’da da hutbeler Fatimi halifeliğin adına okutulmaya başlandı. Gelişmeleri yakından takip eden Tuğrul Bey yeni destek kuvvetleri ile önce kardeşi İbrahim Yinal’ı, sonra da Bağdat’ı elinde tutan Arslan Besari’yi yenerek hutbeleri yeniden Abbasi halifesi adına okutmaya başladı. İbrahim Yinal ve Arslan Besari bu savaşlarda yenildiler ve idam edildiler. (M. 1059-1060) Bu olaylardan sonra Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey bölgede tam bir denetim sağladı. Fatimiler de bölgeye müdahale edecek başka bir kuvvet bulamayınca geri plana çekildiler. Bölgedeki propagandalarını ise, Dailer aracılığı ile yürütmeye devam ettiler.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Selçuklular bölgeye gelmeseydi, Abbasi halifeliği ve dolayısıyla bugün İslam coğrafyasında nüfusun çoğunluğunu oluşturan Ehli-Sünnet mezhepleri etkin olabilirler miydi? Tahmin etmek oldukça zor, ancak bugünkü güce ulaşamayacakları da mümkün görünmemektedir. Zira, askeri gücü olmayan bir halifeliğin iktidarını uzunsüre devam ettiremiyeceği kanaatindeyiz. Çıkan sonuç: Selçuklular İslam coğrafyasını büyük ölçüde etkilediler. Yıkılmakta olan Abbasi halifeliğinin iki yüz yıl daha yaşamasını sağladılar. Ehli-Sünnet mezheplerinin de askeri koruyuculuğunu yaptılar.

NİZARİ İSMAİLİLER                                                                                                        sayfa -6-

Selçukluların Bağdat’taki Abbasi halifesine destek verdikleri dönemde, Fatimi devletinin başında 7. İmam olarak kabul edilen İsmail’in torunlarından El Mustansır Halifelik görevinde bulunuyordu. Halife Mustansır döneminde (1035-1094) Fatimi devleti en parlak dönemini yaşıyordu. Sınırları Hicaz bölgesi (Mekke-Medine), Mısır, Suriye, kuzey Afrika ve Sicilya adasını kapsıyordu. Kendilerine bağlı olan bölgelerin dışında da görev yapan Dailer bulunuyordu. Bu görev alanları Orta Asya’dan başlayarak, Doğu Türkistan, Hindistan toprağı olan Sind bölgesi, İran, Irak topraklarını içine alıyordu. Dailer’den bahsetmemiz gerekiyor, zira bize göre, Anadolu Aleviliğinin bugünlere gelmesinde onların büyük rolü bulunduğuna inanmaktayız. Tarihi kayıt ve belgeler de bunu göstermektedir. Şimdi konumuz olan Anadolu Aleviliğinin anlaşılabilmesi için; Dailer’in yetişmesini ve faaliyetlerini kısaca anlatmamız gerekecektir.

Dailer “Darül Hikme” adlı okullarda eğitiliyorlardı. Burada Kur’an-ı Kerim, Tefsir, Tevil, Fıkıh, Hadis, felsefe, Mantık, Astronomi ve tartışma uslubuna kadar her şey öğretiliyordu. Eğitimlerini tamamlayan Dailer seçilmiş olan bölgelere gönderiliyordu. Gönderildikleri bölgenin bir baş daisi bulunuyordu. Diğer dailer ona bağlı olarak çalışıyordu. Bu dailer genellikle tüccar görünümünde görev yapıyorlardı. Gittikleri bölgenin dilini öğrenip, oradaki halkın giyimine ve geleneklerine de uyum sağlıyorlardı. Burada önemli ve etkili buldukları kişileri seçip, davaya kazandırıyorlardı. Bu faaliyetleri tam bir gizlilik içinde yürütüyorlardı. Dailer, birbirlerini tanımak için özel şifreler ve işaretler kullanıyordu. 

Fatimilerin İran Dailerinden olan Abdül Melik Attaş, on iki imam Şiiliğini benimseyen bir aileden gelen Hasan Sabbah’la Rey’de (Tahran) tanıştılar. Uzun süre devam eden tanışmadan sonra Şii İsmaili öğretisini tartışmaya başladılar. Sonunda, Hasan Sabbah Abdül Melik Attaş’ın İsmaili öğretisini kabul etti. Attaş onu daha iyi bir eğitim alması için Mısır’a gönderdi. Mısır’da yaklaşık üç yıl kaldı. Halife Mustansır’ın vefatından sonra taht kavgaları başladı. Hasan Sabbah halife Mustansır’ın talebi doğrultusunda halifenin büyük oğlu Nizari’nin tarafını tuttu. Fatimi veziri olan Bedr-el Cemali ise, damadı ve halifenin küçük oğlu Mustali’yi halife yapmak istiyordu. İki grup arasında şiddetli çatışmalar oldu. Nizari öldürülüp, Mustali halifeliğe geldiğinde, Hasan Sabbah Mısır’dan uzaklaşmayı tercih etti. Uzun bir yolculuktan sonra İran’a geldi. Dokuz yıl İran’da dolaştı. Kirman, Yezd ve Huzistan’dan sonra, Hazar denizi sahillerine geçti. Hedef bölgeler olarak, Deylem, Gilan ve Mazenderan bölgelerini seçti. Buradaki halkın çoğu Şii taraftarı idi. Bölge hem dağlık hem de merkezi hükümetin denetimi dışındaydı. Hasan Sabbah yaklaşık üç yıl bu bölgede dai olarak çalışmalarda bulundu. Kendisine bağlı bir Dai teşkilatı ve sempatizanlar grubu oluşturdu. Hasan Sabbah’ın çalışmaları Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından yakından izleniyordu. Vezir Hasan Sabbah’ın yakalanması için emirler çıkardı. Bölgeye asker sevk etti. Bunu öğrenen Hasan Sabbah, önce Kazvin’e, daha sonra da Rudbar bölgesine geçerek, burada saklanmaya başladı. Rudbar bölgesinde Alamut ismiyle bilinen kaleyi öğrendi. Kalenin hakimi Şii eğilimli El Mehdi isimli yerel bir beydi. Kaleyi El Mehdi’den üç bin altın karşılığında satın aldı. Kalenin adına da “Belde tül İkbal” adını verdi. Kalenin surlarını güçlendirdi. Kalenin içine su depoları, yiyecekler için ambarlar yaptırdı. (M.1090) Kale deniz seviyesinden iki bin metre yüksekteydi. Kalenin üzerinde bulunduğu kayanın yüksekliği ise, beş yüz metreyi buluyordu. Savunma için çok elverişliydi.                                                                                                         SAYFA-7-

Hasan Sabbah Alamut kalesine sahip olduğunda, Selçuklu Sultanlığı makamında Melik Şah bulunuyordu. Sultanın veziri Nizamülmülk fanatik derecede Şii-İsmaili düşmanıydı. İsmaililere karşı tutuklamaları başlattı. Çok sayıda İsmaili’yi de idam ettirdi. Melik Şah’ı ikna ederek Alamut kalesini kuşattı. Ancak kale ele geçirilemedi. Nizamülmülk de Hasan Sabbah’ın fedailerinden olan Ebu Tahir Arrani tarafından hançerlenerek öldürüldü. Bir süre sonra da Melik Şah hayatını kaybetti. Selçuklu ailesi içinde taht kavgaları başladı. Bundan yararlanan Hasan Sabbah, Horasan bölgesi içinde yer alan Girdkuh-Girdikruh, İsfahan yakınlarındaki Şahdiz ve bazı küçük kaleleri ele geçirdi. Bu kalelere dailer atadı. Hasan Sabbah’a bağlı İsmaililerle, Selçuklular arasındaki mücadele zaman zaman ateş-kesler olmak üzere devam etti. Alamut kalesi baş Daisi (Piri) Hasan Sabbah Miladi 1124 yılında vefat etti. 

Hasan Sabbah vefat etmeden önce, baş dai olarak Lamasar kalesinin komutanı ve Daisi Türk kökenli Büzürg Ümid’i (Büyük Ümid) atadı. Alamut kalesi 1256 yılında Moğollar tarafından yıkılana kadar Büzrüg Ümid’in oğulları ve torunları tarafından yönetildi. Selçuklu dağılana kadar aralarındaki mücadele devam etti. Selçukluların yerine geçen Harzemşahlarla fazla çatışma yaşamadılar. Moğol tehlikesine karşı da yer yer iş birliği de yaptılar. Moğol işgalinden kaçan sivillere ayırım gözetmeksizin kalelerini açtılar. Yiyecek ve içeceklerini de onlarla paylaştılar. 

İsmaililerin İran’daki en tanınmış kaleleri şunlardı: Alamut, Lamasar, Samiran, Şahdiz, Girdihkuh. 

Suriye’deki en ünlü kaleleri ise, Kastel Ruc, Bakras, Derbisak, Banyas ve Masyaf’tı. (Bu kalelerin bulunduğu bölgeler, bugün İsmaililerin, Dürzilerin ve Nusayri Alevilerin yoğun oldukları yerlerdir.)

En ünlü İsmailli bilgin, alim ve şairler de şunlardı:

-Tıp bilimin kurucusu sayılan İbni Sina

-Ünlü ilahiyatçı Nasr-ı Hüsrev

- Bilim adamı Nasreddin Tusi

-Şair Ömer Hayyam

-İslam alimi İbn Arabi

-Ünlü tasavvufçulardan Fazlullah, Senai, Kasım Enveri, Aziz Nesefi, Beyazıt Bestami, Hallacı Mansur, Şemsi Tebrizi 

-Filozof İbn Meymun                                                      

-Şair Nesimi                                                                                                                  

Hasan Sabbah’ın kendisi de aynı zamanda bir yazardı. Matematik, Geometri, Astronomi ve tıp alanında eğitim almıştı. Alamut kalesinde zengin bir kütüphane kurmuştu. O nedenle kale İsmailli olmayan alim ve bilim adamlarının da uğrak bir yeriydi. Dünyadaki ilk ansiklopedi olan “İHLANU-S SEFA” İsmailli-Nizari yazarlar tarafından hazırlanıp yayınlandı. Alamut kalesindeki zengin kütüphanede bulunan eserlerin büyük çoğunluğu Moğollar tarafından yakılarak yok edildi. Çok az bir kısmı yazar ve tarihçi Cüveyni tarafından günümüze ulaştırıldı.

DAİLER (DAVETCİLER) ANADOLU’DA

Orta Asya’da Moğol-Tatar ve Türk kavimlerini bir araya getiren Cengiz Han çok güçlü bir devlet kurdu. (Miladi 1206) On beş yıl içinde Çin’i, Orta Asya’yı, İran’ı, feth etti. Harezmşahlar devletine son verdi. (Miladi 1221) Harezmşahlar devletinin sınırları içinde yaşayan halk daha güvenli bölgelere göç etti. Bu güvenli bölgelerin başında Anadolu’daki Selçuklu devletinin toprakları ile Eyyübilerin denetiminde olan Halep eyaleti geliyordu. (Halep eyaleti Adana ile Urfa arasındaki bölgeyi kapsıyordu) Selçuklu devletinin başında ise, Alaaddin Keykubad bulunuyordu. Sultan Alaaddin’in Moğol istilasından önce Alamut kalesindeki İsmaililerle ilişkileri de iyiydi. Moğollara karşı onlardan yararlanmak istiyordu. Her yıl düzenli olarak onlara para yardımında bulunuyordu. Memluklu devletinin tarihçisi olan El Hamevi’nin “El-Tarih el Mansuri” adlı eserde yer alan bilgiye göre, bu yardımlar daha sonra Suriye’deki İsmailli Baş Daisine gönderilmeye başlandı. Alaaddin Keykubad Moğol saldırılarından kaçan göçmenlerin Anadolu’da yerleşmelerine de izin verdi. Moğol tehlikesine karşı bu göçmenlerin askeri gücünü Moğolların önünde bir set gibi kullanmayı düşünüyordu. Göçmenlerin büyük çoğunluğunu Türkmenler meydana getiriyordu. Onlarla birlikte İran’lı (Fars kökenli) ve Kürt kökenli aşiretler de bulunuyordu. İşte bunlar arasında İsmaili Dailer ve onların etkilediği konar-göçer olan kabileler ve aşiretler de vardı. İsmaili Dailer gerçek kimliklerini gizleyerek, Kalenderilik, Vefailik gibi tasavvuf tarikatlarının içine girdiler. Alaaddin Keykubad, bu tasavvufçu derviş ve babalara araziler verdi. Ve bunları vergiden muaf tuttu. Bunlar genellikle yollar üzerinde, derbentlerde tekke ve zaviyeler kurdular. Bu zaviyeler, aynı zamanda kervanlara ve yolculara ücretsiz hizmet veriyor, güvenlik içinde kalacak yer de sağlıyorlardı. Buna örnek olarak Amasya’ya, Sivas ve Tokat’dan gelen yol üzerinde bulunan Baba İlyas tekkesidir. (Bugün İlyas köyü. Baba İlyas zaviyesinin yerinde bugün “Baba İlyas” türbesi bulunmaktadır) Baba İlyas’a bu arazi Sultan Alaaddin Keykubad tarafından verilmişti. O dönemde, Anadolu’daki nüfusun çoğunluğu henüz Türk ve Müslüman değildi. Moğol istilasından kaçıp gelenlerden sonra nüfusun çoğunluğu Türk ve Müslümanlardan oluştu. 

ALEVİLİK VE İSMAİLİLİK                                                                                       SAYFA-8-

Moğol istilasından kaçan İran ve Orta Asya’daki esnaflar da Anadolu’ya sığındılar. Bu esnaflar Ahilik teşkilatını kurdular. Ahi Evran bunların başkanlığını yapmış ve en tanınmışlarındandı. Bu teşkilat ilerde Moğol işgali sırasında direnişi örgütleyip, dağılan Selçuklu devletinin eksiklerini ve yetersizliklerini tamamlayacaktı. Burada örnek olarak Şeyh Edebali ile Osman Bey arasındaki ilişkiyi gösterebiliriz. Daha sonra Osman beyin kayınpederi olacak olan Şeyh Edebali ve ailesi Ahilik teşkilatının önde gelen temsilcilerindendi. Ahi teşkilatında görev alan esnaflar aynı zamanda tasavvuf tarikatları ile de iç içe geçmişlerdi. Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın tespitlerine göre, Şeyh Edebali aynı zamanda Vefai tarikatı şeyhiydi. Vefai tarikatı hem Anadolu’da hem de Suriye coğrafyasında bulunan halk arasında oldukça yaygın bir tarikattı. Tarikatın kurucusu Seyyid Ebul Vefa Bağdadi, 1026 yılında Irak’ın Kusan şehrinde doğdu. 1107 yılında Bağdat’ta vefat etti. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisindeki bilgilere göre, Ebul Vefa’nın soyu Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’e dayanmaktadır. Ebul Vefa, batıni bir şeyh olarak tanınıyordu. Müritleri arasında hem Kürt hem de Türk kökenliler bulunuyordu. Anadolu’daki Alevi ocaklarının bir kısmının Ebul Vefa’dan geldiği şecerelerden anlaşılmaktadır. 1240 yılındaki “Babai” ayaklanmasının önderleri olan Baba İshak da Vefai dervişi olan Baba İlyas’ın halifelerindendi. Adıyaman’dan başlayıp Kırşehir’de son bulan isyanın gerekçesi, Sultan Alaaddin’in vefatından sonra yerine geçen Gıyaseddin Keyhüsrev’in veziri Sadettin Köpek’in Anadolu’ya gelmek isteyen göçmenlere müsaade etmemesiydi. Onların amacı aynı zamanda Moğollara direnişten yana olan İzeddin Kılıç Aslan'ı Sultan yapmaktı. Zira, Gıyasettin Keyhüsrev yönetimi Moğollarla iş birliği içindeydi. Gıyasettin Keyhüsrev’in bu tutumu daha sonra Anadolu’nun Moğollar tarafından işgal edilmesine neden olacaktı. 

Burada Hacı Bektaş Veli için de bir parentez açmamız gerekecektir. Osmanlı tarihçisi ve aynı zamanda Baba İlyas’ın torunlarından olan Aşık Paşazade’ye göre, Hacı Bektaş Veli Anadolu’ya geldiğinde Vefai şeyhi Baba İlyas’ı Amasya’da ziyaret etmiş ve kardeşi Menteş ile birlikte Sivas’a geçmişti. “Menakıbu-l Arifin” adlı eserin yazarı Eflaki’ye göre ise, Hacı Bektaş Veli’nin kendisi de bir Vefai şeyhiydi.  Hacı Bektaş Veli’nin İsmailli Dailerle ilişki içinde bulunduğu hakkında Velayetname adlı eserinde de bilgiler bulunmaktadır. Veleyatname’de yer alan bilgilere göre, Hoca Ahmed-i Yesevi, Bedahşan beyinin zulmüne karşı kendisinden yardım isteyen Müslüman halka, on iki yaşındaki nefes oğlu Kudbeddin Haydar’ı gönderir. Esir düşen Kudbeddin Haydar’ı kurtarması  ve Türkistan halkının devam eden şikayetlerini ortadan kaldırması için bu sefer de Hacı Bektaş Veli’yi görevlendirir. Hacı Bektaş Veli, Şahin donuna girerek Bedahşan’a uçar. Kudbeddin Haydar’ı kurtarır. Ve Oradaki halkı da kendi istekleri ile Müslüman yapar.

Sembollerle anlatılan bu olaydan da görüleceği gibi, Hacı Bektaşı Veli ile İsmaililer arasında bir bağ olduğu, bu ilişkinin Irak’da ve Anadolu’da Vefai tarikatı içinde devam ettiği görülmektedir. Bu da yukarıda belirttiğimiz gibi, İsmaili dailerin tasavvuf tarikatları içinde faaliyetlerine devam ettiğini doğrulamaktadır.

Velayetnama’de geçen Bedahşan bölgesi, bugün Afganistan, Pakistan ve Hindistan arasında kalan dağlık bir yerdir. Horasan’ın doğusunda yer alan bu bölgede ibadetleri Anadolu’daki Alevilere benzeyen Bedahşan İsmailileri yaşamaktadır. Bölgeyi ziyaret eden Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Zahide Ay, konu ile ilgili olarak şunları yazmaktadır:

“…ORTA ASYA'NIN Alevileri diyebileceğimiz HORASAN’ın doğu komşusu BEDAHŞAN İsmaililerin dini ritüellerinde müziğin, tıpkı Anadolu Alevilerinde olduğu gibi, ayin sırasında önemli araçlardan biri olarak kullanılıyor olmasıdır. Rubap eşliğinde okunan Farsça kasideler, Bedahşan İsmaililiğinin en karakteristik ibadet unsurlarından biridir. Ayrıca “CEMAATHANE” adını verdikleri ibadethanelerinde, yine tıpkı Anadolu Alevilerinde olduğu gibi, kadın-erkek bir arada ibadet etmektedirler. Daha önemlisi, Bedahşan İsmaili geleneği, şifahi malzemelerinde kayıt olduğu üzere, Ahmet Yesevi’yi 11. Yüzyıl Fatimi halifesi El Mustansır Billah (1029-1094) tarafından Türkistan’a gönderilen bir İsmaili daisi olarak görmektedir.” (Yrd. Doç. Dr. Zahide Ay, “13. Yüzyılda Anadolu’nun İslamlaşma Sürecindeki İsamili Etkiler ve Bu Etkilerdeki Vefailik Boyutu” adlı makalesi, sayfa, 16)                        SAYFA-9-

Sonuç olarak, yukarıdaki bilgi ve belgelerden de anlaşılacağı gibi, Anadolu Aleviliğinin kökeninde Şii-İsmaili etkilerin önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Bunu kanıtlayan olguları bugün de görebiliriz. İsmailli dailerin faaliyet yürüttüğü bölgelerdeki halkların inançlarına olan bağlılığı bugün de devam etmektedir. Örneğin; Suriye’de Nusayriler, İsmaililer, Dürziler. İran ve Irak’daki Ehli Haklar ve Babailer. Bu toplulukların Anadolu’daki Alevilerle temelde aynı inançtan geldikleri görülmektedir.  Hepsi de Kur’an’ın batıni anlamını esas almışlardır. İbadetleri arasında görülen bazı farkların ise, yöresel olduğu anlaşılmaktadır.  Anadolu'ya gelen dailerin ve onların etkisindeki kitlenin zaman içinde yedi imam inacından, on iki imam  inancına geçiş yaptıkları tahmin edilmektedir. Zira, Moğol istilasından önce  Anadolu'da Şii ya da on iki imamcı gelenekten gelen  dervişler ve bunlara bağlı bir halk kesimi vardı. Bu dervişlere "RUM ABDALLARI" deniliyordu. Moğol istilasından sonra gelen derviş ve babalara ""HORASAN ERENLERİ" denilmesi de buradan geliyordu. Bu iki ayrı dönemde gelen Seyyid, derviş ve bunlara bağlı olan halk kitlesi zamanla Alevilik-Bektaşilik çatısı altında birleşti ve bugünkü oluşum meydana geldi. Anadolu'daki Alevilerin kökleri  de bu dai, baba, derviş, Seyyid ve pirlere dayanmaktadır. İnancın önderleri bunlardı. Bu inancın oluşumunda daha önce Anadolu'da yaşayan yerli halkın inançlarının etkisi de vardır. Bütün dinler ve inançlar da daha öncekilerden etkilenmiştir. Bu sadece Alevilik için geçerli değildir. Daha önceki inançları ne olursa olsun bu toprakları bize vatan yapan herkesi bin yıl sonra tekrar saygı ve hürmetle anıyoruz. 

Makalemizi iki ünlü bilim insanın İsmaililk hakkındaki yorumları ile bitirelim. Bunlar, Marksizmin kurucusu Karl Marks’ın dava arkadaşı, F. Engels ile doğu bilimci Prof. Dr. Bernard Levis olacaktır. 

FREDERİK ENGELS: “BATINİ OLŞUMLAR, FEODAL ÇAĞDA HALKÇI KAREKTERİ OLAN MUHALEFET HAREKETLERİDİR.”

PROF. DR. BERNARD LEVİS: “İSMAİLİLİĞİN İSLAM ÜZERİNDEKİ ENTELEKTÜEL ETKİSİ BÜYÜKTÜR. İSMAİLİLERİN ALTIN ÇAĞINDA ŞAİRLER, FİLOZOFLAR, İLAHİYATÇILAR VE BİLGİNLER YÜKSEK SEVİYELİ ESERLER ÜRETTİLER.”

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

25.09.2020.

Ek: İRAN VE SURİYE'DEKİ İSMAİLİ KALELERİN HARİTASI

Kaynaklar:

--Yrd. Doç. Dr. Zahide Ay, Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi, 13. Yüzyılda Anadolu’nun İslamlaşma Sürecindeki İsmaili Etkiler ve Bu etkilerdeki Vefailik Boyutu, adlı makalesi

--Zahide Ay, Orta Asya’da Şiilik: Horasan, Maveraünnehir ve Bedahşan İsmaililiğin Girişi ve Gelişimi, adlı makalesi.

--Faik Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği, Berfin yayınları, 3. Baskı, 2010,

--Farhad Daftari, Şii İslam Tarihi,

--Dr. Ayşe Atıcı, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü, “Suriye Bölgesinde iki İnanç Hareketi: Nizari İsmaililer ve Nusayriler” adlı makalesi.

--Ayşe Atıcı, Büyük Selçuklu Devletinde Batıni Hareket, Yüksek Lisans Tezi.

--Yrd. Doç. Dr. Ömer Tokuş, Bingöl Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, “Arslan El Besasiri ve İbrahim Yınal isyanlarının Gizli Kahramanı, Hibetullah Şirazi” adlı makalesi.

--Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), 6. Baskı, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 2016.

--Prof. Dr. Bernard Levis, Alamut Kalesi ve Hasan Sabbah.

--Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.

--Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı,

--Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, İmam Azam savunması

--Prof. Dr. Bahattin Kök, “Gazneli Mahmud’un Halife El Kadir ile ilişkisi” adlı makalesi,

--Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet.

--Maşide Kamit, Necmettin Erbakan Üniversitesi, “Halife Kaim Biemrillah Döneminde Şii-Sünni iktidar Mücadelesi” adlı makalesi.


Ek:  İran ve Suriye’deki İsmailli Kaleler Haritası.




---Yıldız işareti olan yerler, İsmaililerin  sürekli ikamet ettikleri kalelerdir. Üçgen işareti ile belirtilen yerler, İsamaililerin yoğun olarak bulundukları bölgelerdir.

--Haritalar, Sayın Ayşe Atıcı'nın "Büyük Selçuklu Devletinde Batıni Hareket" isimli Yüksek Lisans Tezinden Alınmıştır. Kendisine bu çalışmasından dolayı teşekkür ediyoruz.










 







16 Eylül 2020 Çarşamba

GERİDE ANILAR KALIR

 GERİDE ANILAR KALIR

Nedir bu mal, mülk hevesi.

Birlikte mi götüreceksin hepsini.

İçeceğin bir tas çorba ile,

Yiyeceğin bir tabak yemek değil mi?


Ekmeğini kimseyle bölüşmezsin.

Aç yatan komşunu görmezsin.

"Hep bana, hep bana" dersin.

Yiyeceğin bir tabak yemek değil mi?


Malın da mülkün de unutulur gider.

Geride sadece anıların kalır.

Yeni doğanlarla adın anılır.

Hoş bir seda ile hatıraların kalır.


Yazan: Hamdullah Dedeoğlu

16.09.2020.




15 Eylül 2020 Salı

HZ. ALİ’DEN VECİZ SÖZLER: “ZALİMİN KARŞISINDA, MAZLUMUN YANINDA OLUN”


 HZ. ALİ’DEN VECİZ SÖZLER: “ZALİMİN KARŞISINDA, MAZLUMUN YANINDA OLUN”

Bugün ki yazımızda, Alevi inanca mensup olanlar tarafından bir önder, bir Veli ve “Allah’ın Arslanı” olarak bilinen Hz. Ali’nin veciz sözlerini ele alacağız. İslam coğrafyasında daha çok bir savaşçı olarak tanınan Hz. Ali’nin düşünce ve felsefesi hep ikinci planda tutulmuştur. Bu makalemizde Hz. Ali’nin bu yönünü ele alacağız. Bu veciz sözlerden de anlaşılacağı gibi, Hz. Ali’nin yüksek bir kültüre ve bilgiye sahip olduğu görülecektir. Bu sözler, Hz. Ali’nin ahlakını, dürüstlüğünü ve insancıl (Hümanist) bakış açısını özetlemektedir. Bugün kaybolmaya yüz tutan bu değerleri tekrar hatırlatıp, yozlaşan ve bozulan toplumu uyarmanın görevimiz olduğunu düşünüyorum. Yararlı olması dileğiyle…

--ZULÜME KARŞI ÇIKIN, ZALİMİN KARŞISINDA, MAZLUMUN YANINDA OLUN.

--YÖNETİCİLERİN EN ÜSTÜNÜ, ADALETLİ OLANI VE BU ADALETİNİ BÜTÜN   İNSANLARA YAYAN KİŞİDİR.

--HALKI AYAKTA TUTAN ADALETTİR.

--SEVGİYE VE DOSTLUĞA DAYALI BİR TOPLUM OLUŞTURUN.

--BAŞKALARINA KULLUK ETME, ALLAH SENİ ÖZGÜR YARATMIŞTIR.

--HAKSIZ YERE KAN DÖKMEKTEN SAKININ.

--ŞEREF, MAL VE SOYLA DEĞİL, AKIL VE EDEP İLE ELDE EDİLİR.

--EN GÜZEL SÜS AKILDIR, EN ÜSTÜN MEZİYET BİLİMDİR.

--AKIL, KESKİN BİR KILIÇTIR.

--BİLİM MALDAN DAHA HAYIRLIDIR. BİLİM SENİ KORUR. MALI İSE, SEN KORURSUN.

--İNSANLAR MAL VE SOYLA DEĞİL, İLİM VE AKIL İLE ÜSTÜNLÜK ELDE EDERLER.

--EN YÜKSEK DERECE, BİLGİNLERİN DERECESİDİR.

--KİŞİNİN DEĞERİ, İLİM VE AKIL İLE ANLAŞILIR.

--DÜNYA MALI KALMAZ ÇOK OLSA DA. BİLİM KALICIDIR, YOK OLMAZ DÜNYA DA.

--BİLİM CANA CAN KATAR. AKIL AYDINLATIR, CEHAALETİ YOK EDER.

--ELİNE VE DİLİNE HAKİM OL. 

--İNTİKAM ALMAKTAN VAZ GEÇİN. 

--HOŞGÖRÜ AHLAKIN SÜSÜDÜR.

--KÖTÜ AHLAK CEHALETİN ÜRÜNÜDÜR.

--ASALET İYİLİKLERİN KAYNAĞIDIR.

--DOĞRULUK, DİNİN VE İMANIN ESASIDIR.

--DÜNYA MALINA DEĞER VEREN KİŞİLERLE ARKADAŞLIK ETME, FAKİR OLURSAN HOR GÖRÜRLER, ZENGİN OLURSAN KISKANIRLAR.

--İÇ GÜZELLİK, DIŞ GÜZELLKTEN DAHA İYİDİR.

--GÜZELLİĞİN BAŞLANGICI, GÜLER YÜZLÜLÜKTÜR.

--YALANCIYA DANIŞMA. ÇÜNKÜ O SERABA BENZER, UZAĞI YAKIN, YAKINI UZAK GÖSTERİR.

--FAZLA KONUŞMAK USANDIRIR.

--EN BÜYÜK MUTLULUK, SAĞLIKTIR.

--GERÇEK DOST, SEN YOKKEN SANA DOSTLUK EDENDİR.

--GÜZEL AHLAK EN İYİ ARKADAŞTIR. 

--BÜTÜN İYİLİKLERİN ESASI GÜZEL AHLAKTIR.

--ASALET İYİLİKLERİN KAYNAĞIDIR.

Hz. Ali ile ilgili veciz sözleri Hz. Muhammed’in “BEN İLMİN ŞEHRİYİM, ALİ ONUN KAPISIDIR” değerlendirmesiyle bitirelim.

***Yukarıdaki veciz sözler sayın Ali Polat’ın “Hz. Ali” isimli eserinden alınmıştır. Bu çalışmasından dolayı kendisine teşekkür ediyoruz. 

***Yukarıdaki sözler Hz. Ali'nin valilere gönderdiği talimatlardan ve yaptığı konuşmalardaki sözlerinden derlenmiştir.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

15.09.2020.


14 Eylül 2020 Pazartesi

SELÇUKLU SULTANI MELİK ŞAH İLE ALAMAUT KALESİ HAKİMİ EHLİBEYT TARAFTARI HASAN SABBAH ARASINDAKİ MEKTUPLAŞMALAR HASAN SABBAH: BEN SİZE DÜŞMAN DEĞİLİM. BENİM DÜŞMANIM ABBASİ HALİFESİDİR"







SELÇUKLU SULTANI MELİK ŞAH İLE ALAMAUT KALESİ HAKİMİ EHLİBEYT TARAFTARI HASAN  SABBAH ARASINDAKİ MEKTUPLAŞMALAR

HASAN SABBAH: BEN SİZE DÜŞMAN DEĞİLİM. BENİM DÜŞMANIM ABBASİ HALİFESİDİR"

İran Selçuklu Sultanı Melik Şah ile Alamut kalesi hakimi Ehlibeyt taraftarı Hasan Sabbah arasındaki mektuplaşmalar Miladi takvime göre, 1090 yılında yapılmıştır. Mektuplar Türkiye'de  ilk defa Mehmed Şerafeddin (Yaltkaya) tarafından 1926 yılında Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuasında yayınlanmıştır. 2018 yılında da yüksek lisans öğrencisi Mehmet Çalışkan tarafından sadeleştirilerek Yeditepe Üniversitesi tarih dergisinde yayınlanmıştır.  Ehlibeyt taraftarı İsmailiye mezhebinin Nizari kolunun temsilcisi olan Hasan Sabbah ile İran Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melik Şah arasında geçen mektuplaşmalar her ne kadar bazı tarihçiler tarafından şüphe ile karşılansa da içeriğinin o günkü tarihi olaylara ve Hasan Sabbah’ın görüş ve inancına yakın olduğu görülmektedir. Sultan Melik Şah ile Hasan Sabbah arasındaki mektupların içeriğinin bilinmesinin yararlı olacağı kanaatiyle blog’da yayınlamayı uygun bulduk. Zira, Hasan Sabbah ülkemizde tek taraflı yayınlar nedeniyle, olumsuz bir şahıs olarak tanınmaktadır. Bizim şahsi görüşümüze göre ise, Hasan Sabbah’ın anlatıldığı gibi olmadığı, gayet eğitimli ve kültürlü olduğu doğrultusundadır. Selçuklu Sultanını Hasan Sabbah'a karşı kışkırtanların başında Abbasi halifesi ve Selçuklu veziri Nizamülmülk gelmektedir. Çünkü, o tarihte Abbasiler mezhepleri dörtle sınırlandırmış, Şiilik dahil, diğer İslami yorum ve mezhepleri yasaklamıştı. Hasan Sabbah da Mısır'daki Şii Fatimilerin Nizari kolunun temsilciliğini yapmaktaydı. Abbasi halifesi bu nedenle, Hasan Sabbah ve takipçilerini kendisi için tehdit olarak görüyordu. Halife, askeri güçten yoksun olduğu için, bu görevi kendisinin halifeliğini kabul eden Selçuklu Sultanı Melik Şah’a yaptırmak istiyordu. Hasan Sabbah da  verdiği cevapta, Şii Fatimi halifelerin destekçisi olduğunu kabul ederek, Abbasi halifelerin iktidarı hile ile ele geçirdiğini, halka baskı ve zulüm yaptıklarını belirterek, Sultan Melik Şah'tan Alamut kalesinin fethi için asker göndermemesini talep etmektedir. Ancak, ileriki yıllarda Selçuklu Sultanları gerek vezirlerin gerek Abbasi halifelerin telkinleri ile Alamut kalesini birkaç kez kuşatmalarına rağmen ele geçirememişlerdir. Alamut Kalesi 1256 yılında Moğollar tarafından ele geçirilip yakılmış, sonra da yıktırılmıştır. 

1090 yılında yazıldığı tahmin edilen  bu mektuplardan Hasan Sabbaha'a ait Farsça fotokopisi yukarıda, Türkçeye çevrilmiş şekli ise, aşağıda bilginize sunulmuştur.

SULTAN MELİK ŞAH’IN MEKTUBU: “ KALENİ BAŞINA YIKARIM”

Bismillahirrahmanirahim.

Hasan Sabbah bilsin ki bizim yüce kulağımıza böyle ulaşmıştır: Sen yeni bir din ve millet peyda etmişsin. Bazı cahil dağlı halkı başına toplamışsın. Onların tabiatına uygun sözler söyleyerek benim adamımı bıçaklamaya gönderiyorsun. Mülk ve millet kuvveti, din ve devlet nizamı onlarla muhkem olan İslam halifelerine sövüyorsun. Bu dalaletten vazgeçip Müslüman olmalısın! Yoksa senin üzerine gelmeyi bekleyen çokça asker tayin buyurduk. Karşılık vererek zinhar, zinhar zinhar kendini bu bela kuyusuna atmayasın!  Kendinin ve tabilerinin canını kendin bağışlarsın. Kalenin muhkemliği ile mağrur olmayasın! Hakikati bilesin ki senin kalen Alamut’un burcu göğün burçlarından olsa Ulu Tanrı’nın inayetiyle kara toprakla yeksan ederim. Vallahu a’lemu bi sevab.

HASAN SABBAH’IN CEVABI: “VEZİRLERİN SANA YANLIŞ BİLGİ VERİYOR”

Cihangir Sultan’ın adalet bolluğunda ve raiyyet perverlikte uzun ola! Bundan sonra: Sultan’ın dergahından Alamut kalesinde sakin sakin olan ben kuluna hitap buyurmuşlardır ki; 

“Bizim yüce kulağımıza böyle ulaşmıştır: Sen yeni bir din ve millet peyda etmişsin. Bazı cahil dağlı halkı başına toplamışsın. Onların tabiatına uygun sözler söyleyerek benim adamımı bıçaklamaya gönderiyorsun. Mülk ve millet kuvveti, din ve devlet nizamı onlarla sağlam olan İslam halifelerine sövüyorsun. Bu dalaletten vazgeçip Müslüman olmalısın! Yoksa senin üzerine gelmeyi bekleyen çokça asker tayin buyurduk. Karşılık vererek zinhar, zinhar, zinhar kendini bu bela kuyusuna atmayasın! Kendinin ve tabilerinin canını kendin bağışlarsın. Kalenin muhkemliği ile mağrur olmayasın! Hakikati bilesin ki; senin kalen Alamut’un burcu göğün burçlarından olsa; Ulu Tanrı’nın inayetiyle kara toprakla yeksan ederim!” 

Sadr-ı Kebir Ziyaddin Hakan buraya gelip sultanın hükmünü getirince onu ululayarak Sultanın hükmünü gözüme koydum. Sultanın bu aciz kuluna yad buyurmasından başım göğe erdi. Şimdi biraz itikadım ve ahvalimden söz edeyim. Sultan’ın dergahının kullarının ahvalimi işitip o hususta düşünmesini umuyorum. Benimle düşmanlığı Sultan’ın malumu olan devlet erkanıyla ve özellikle Nizamülmülk’le meşveret buyurmasınlar.

Ben ki, Hasan’ım: Öyle yaptımsa, Müslümanlık dininden çıkayım. Ulu Tanrı ve Hak Peygamber’e asi olayım. Ama Sultan, benimle ilgili hasımların sözüne inayet ederse, benim de kendim için endişelenmem gerekir. Zira, kuvvetli düşman hakkı batıl, batılı hak gösterebilir. Bu hal bu kul vaki olmuştur. Bu hal belki Sultan’ın reyine saklı kalmamıştır. Bu kulun hali şöyledir: Babam imam Şafi mezhebinde bir Müslüman idi. Bu kul 4 yaşına varınca mektebe gönderildim. İlim tahsiliyle meşgul oldum. Dört yaşından 14 yaşıma kadar türlü ilimlerde; özellikle Kur’an ve hadis ilminde mahir oldum. Din derdi peyda oldu. İmam Şafi’nin kitaplarında peygamber evladının-salavatallahu aleyhi ve aleyhim- yüceliği ve imameti hakkında çokça rivayet aldım. Aklım o tarafa meyletti. Daima devrin imamını araştırmakta idim. Feleğin hükmüyle insanların önemli saydığı dünyevi işlere daldım ve dini maksatlarımı unuttum. Gönlümü tamamıyla dünya işlerine ve mahluka hizmete verdim. Halik’e sırt çevirdim. Hak Teala bundan memnun olmayarak bana düşmanlar musallat etti ve beni bu işlerden vaz geçirdi. Kaçarak şehirlerde ve kırlarda dolaştım. Her türlü muhalefet ve zahmetle uğraştım. Benimle Nizamülmülk’ün ahvali Sultan’dan gizli değildir. Hak Teala beni bu vartadan kurtardı. Anladım ki gönlümü mahlukun işlerine verip Halik’e sırt çevirmenin bundan başka neticesi olamaz. Mertcesine din talebi ve ahiret işlerine kalkıştım. Rey’den (Tahran) Bağdat’a gittim. Bir müddet orada kaldım. Oranın ahval ve vaziyetlerini öğrendim. Halifelerin ve Müslüman din ulularının halini araştırdım. Abbasi halifelerini mürüvvet, fütüvvet ve Müslümanlıktan çıkmış buldum. Böylece anladım ki onların hilafet ve imametindeki Müslümanlık ve dindarlıktan küfür ve zındıklık yeğdir. Bağdat’tan Mısır’a gittim Hak Halife ve müstakır İmamı orada buldum. Ahvali araştırdım. Onun hilafetinin Abbasi hilafetinden ve onun imametinin onların imametinden daha hak ve daha doğru olduğunu anladım. Ona ikrar ederek Abbasilerin hilafetinden tamamen yüz çevirdim. Bunun ardından Abbasi halifeleri benim ahvalime vakıf olarak yolda beni yakalaması için birini yolladılar. Hak Teala beni o vartadan kurtardı. Selametle Mısır’a vardım. Ondan sonra Abbasi halifeleri, Mısır askerlerinin Emiri olan Emir’ül Cüyaş’a Hasan Sabbah’ı yahut kellesini göndermesi için üç katır altın ve başka şeyler gönderdiler. Hak halife ve Mutakır İmam Müstansır Billah’ın inayetiyle o vartadan kurtuldum. Abbasi halifeleri Emir’ül Cüyuş’u bana karşı tahrik etti. Beni Frenk kafirlerini (Haçlılar) davet etmekle itham etti. Bu durum İmam’ın mübarek kulağına gitti. Beni kendi himayesine aldı. Bana menşer vererek bildiğim ve yapabildiğim şekilde Müslümanları doğru yola getirmeyi ve Mısır halifelerinin(Fatimi halifeler) imameti ve hakikatinden agah etmeyi buyurdu. Sultanın (Melik Şah) “Ey müminler! Allah’a, Resul’e ve ulu’l-emre itaat edin” ayetinin saadetinden nasibi varsa benim sözümden çıkmaz. Sultan Mahmud Sebuktekin /Gazne’li Sultan Mahmud) gibi onları def etmeye ve ezmeye kalkışırsa Müslümanların arasından onların serlerini kaldırır. Yoksa, bir zaman gelecek ki biri bu işi yapacak ve bu sevaba nail olacak. Benim yeni bir din ve millet peyda ettiğimi buyurmuşsunuz. Neuzübillah! Ben Hasan yeni bir din ve millet peyda etmişim. Benim dinim Hz. Resul (S.a.v.) zamanında sahabeninkiyle aynı dindir. Kıyamete kadar doğru din ve mezhep budur ve bu olacaktır. Şimdi benim dinim Müslümanlık dinidir. 

Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah.

“BENİM DÜNYA İŞLERİYLE İLGİM YOKTUR”

Benim dünyaya ve dünya işlerine iltifatım yoktur. Yaptığım işler ve söylediğim sözler halis muhlis hak din uğrunadır. Benim itikadım odur ki Hz. Peygamber evladı Sallallahü aleyhi ve Alihi sellem-kendi pederlerinin (Peygamberin) hilafetine Abbas oğullarından daha müstahaktırlar. Abbas oğulları iyi kimseler olsa bile daha layıktırlar. Sen Sultan Melik Şah, bunca zahmet ve meşaketle üç kere Doğu’ya, Batı’ya, Kuzey’e, Güney’e asker sevk ettikten ve memleketi ele geçirdikten sonra bu memleket Melik Kavurt oğullarının eline geçse ve senin oğulların her nerede yakalanırsa katledilse reva olursa, onların hilafeti de reva olsun. Halbuki, Abbas oğulları öyle adamlar ki, onların fesatlarından müşahade ettiklerimi söylemekle bitmez. Hiçbir din ve Miletten hiç kimse buna reva olmaz, olamaz. Onların ahvaline vakıf olmayanlar onlara itikat ederler ve hilafetlerini hak bilirler. Ben onların işlerine ve ahvaline vakıfken nasıl reva olayım ve onların şerrini Müslümanlar arasından kaldırmazsa bilmem kıyamette sorulduğu vakit nasıl cevap verir ve nasıl kurtulur? Şimdiye kadar olduğu gibi benim dinim bu olacaktır. İnkar etmedim ve etmem. Kalbimde DÖRT HALİFE ve Aşare-i Mübeşşire’ye muhabbet vardır ve olacaktır. Hiçbir din peyda etmedim. Benden önce var olmayan bir mezhep ortaya koymadım. Benim mezhebim Hz. Resul Aleyhissellem zamanının mezhebidir. Kıyamete kadar doğru mezhep bu olacaktır. Benim ve tabilerimin Abbas oğullarına ta’an (lanet) ettiği sözüne gelelim: Müslüman olan din ve diyanetten haberi olan kimse ona nasıl ta’a-n etmez? Onlar öyle bir kavim ki bidayetleri ve nihayetleri yalan, hile, fısk-u fücur ve fesattır ve öyle olacaktır. Her ne kadar onların ahvali ve işleri bütün cihanca malumsa da Hazreti Sultan’a hüccet olması için kısaca söyleyeceğim: 

"EBU MÜSLİM’İ KATLETTİLER, İMAM EBU HANİFE’Yİ KIRBAÇLADILAR, HALLACI MANSUR’U İDAM ETTİLER"

Ebu Müslim gibi birçok gayret göstererek ve zahmet çekerek Mervan oğullarının zulmünden Müslümanların mallarını kurtaran, Peygamber’in temiz hanedanına ettikleri laneti ki kendileri layıktır ve zulmü cihandan kaldıran, adalet ve insaf getiren bir adamı nasıl gadre uğrattılar ve kanını akıttılar. Peygamber Aleyhissellam’ın dört bir yandaki binlerce temiz evladını şehit ettiler. Köşeler ve viranelerde kalan münzeviler Seyitlik libasını çıkararak canlarını kurtardılar. Bunlar şarapla, zinayla, gulam perestlikle meşgul değildi. Bu fesat zamanında onların en alim ve en fazılı Harun’un (Halife Harun Reşid) iki kız kardeşi vardı. Onlardan Abbase’yi şarap meclisinde kendisiyle bulunduruyordu ve nedimlerini o meclisten men etmiyordu. O meclistekilerden Cafer Bermeki onun kız kardeşiyle fesat işledi ve ondan bir oğlu oldu. Oğlanı Harun’un hacca gittiği yıla kadar gizlediler. Harun oğlanı orada görerek Cafer’i öldürdü. Müslümanlığın direklerinden Küfe’li Ebu Hanife’ye(Hanefi mezhebin kurucu imamı) yüz kırbaç vurdurdular. Mansur Hallac gibi rehberi idam ettiler. İşte Hülafa-yı Raşidin. İşte mülk ve milletin dayanağı din ve devletin nizamı onlarla muhkem olan Müslümanlık erkanı. Onlara ta’an edersem veya asi olursam, insaf et, haklı mıyım, haksız mıyım?

Cahilleri suikast için kandırdığıma gelince: Candan şerefli şey olmadığı ve hiç kimsenin CANINA KIYAMAYACAĞI BASİRET SAHİPLERİNCE AŞİKARDIR. Benim gibi malı mülkü az biri nasıl bu işe kalkışabilir?  Fakat benim de Horasan Hududundan işittiğime göre, Sultanın gulamları, Nizamülmülk’ün memurları ve muamelat erbabı bazı Müslümanların hanımlarına, zahitlerin ve ibadın haremine el uzatıyorlarmış. Bazı divan işlerinde insafsızlık ediyorlarmış. Her ne kadar insanlar devlet erkanından yardım istese de hiç kimse soruşturmuyormuş. Belki belaya uğruyorlarmış. Mülkün kethüdası (efendisi) olan Nizamülmülk, Ebu Nasır Kündüri gibi hiçbir zamanda hiçbir devlete nail olmamış bir veziri Sultanın malına, mülküne tasarruf ettiği yalanıyla şehit etti, ortadan kaldırdı. Bugün zalimler ve zorbalarla iş birliği yapıyor. Ebu Nasır vaktinde on dirhem vergi alınıyor ve hazineye gidiyordu. O, (Nizamülmülk) elli dirhem alıyor ve yarım dirhem bile Sultan’a gitmiyor. Küçük bir kısmını iş birliği yaptığı zorbalara veriyor, kalanını kızlarına, oğullarına ve damatlarına sarf ediyor. Memleketin her tarafında kerpiç ve çamur imaretle para zayi ettiği alemin malumudur. Hace Ebu Nasır, oğlu ve kızına hangi gün bir dinar vermiş, tahtaya ve çamura para sarf etmiştir? Bu zamanın insanlarının bu acizlikten kurtulmaya hiç ümidi yoktur. Eğer bazı kimseler çaresizlikten kendi canlarına kıyar veya zalimlerden bir ikisini def ederlerse mazurdurlar.

Vagt-i zaruret çu nemaned goriz

Dest begired ser-i şemşir-i tiz

Zaruret vaktinde kaçacak yer kalmayınca

Keskin kılıç elle tutulur.

Hasan Sabbah’ın bir kimseyi kandırıp bu işleri yaptırması ne mümkündür. Dünyada takdiri İlahi olmaksızın hangi iş vuku bulabilir?

“Bu türlü hareketleri terk et, yoksa harap ederim” buyurmuşsunuz. Ben Hasan’dan Sultan’ın reyinin hilafına iş sadr olacak, neuzübillah! Lakin bir hizip bu kulu talep ediyor. Hileyle burayı (Alamut’u) ele geçirdim ve halimi Sultan’a bildirebilmek için kendime sığınak yaptım. Hasımlarım vaz geçer de Sultan’ın kapısına gelirim ve kalan kulların sırasına geçerim. Sağlıkta dünya ve düşkünlükte ahiret işlerini Sultan’a söylerim. Yoksa benden bunun hilafına bir şey sadr olursa ve Sultan’ın emrine tabi olmazsam yakında ve uzaktaki halk bana serzeniş ve ta’an (Beddua-lanet) ederler. Kendi efendisine muhalefet etti ve “Ey müminler! Allah’a, Resul’a ve amirlere itaat edin” ayetinin saadetinden mahrum kaldı derler. Düşmanlarımın Sultan’ın katında hürmet ve itibarı artar. Hakkımda iftiralar uydururlar. Din ve davet hakkındaki iyilikler halk arasında fenalık diye yayılır. İyi adımı fenaya çıkarırlar. Hakkımda birçok kötülükler yapan Nizamülmülk’e rağmen Sultan’ın hizmetine gelirsem Nizamülmülk’ten yana ferah olsam bile, Sultan Abbasilere bağlı kaldıkça ve onların emrinden çıkmadıkça beni talep etmeye çalışacaklar. Mısır’a gittiğim vakit beni ele geçirmek istediler. Ardımdan Mısır’a pek çok adam yolladılar. Bana kast etmek için Emir’ül Cüyuş’a hizmet ettiler. Hak halife Mustansır Billah’ın (Fatimi halifesi) inayeti olmasaydı o vartada helak olmuştum. Ondan sonra Emir’ül Cüyuş beni Frenk küffarını davet etmek için deniz yoluyla gönderdi. Ulu Tanrı’nın yardımıyla o vartadan kurtuldum. Birkaç yıl nice zahmet ve meşakkatler çekerek Irak’a düştüm. Beni yakalamaya çalışıyorlardı. Bugünse, bu makama (Alamut’a) vardım ve Alevi halifelerin (Fatimi halifelerin) davetini açıkladım. Taberistan, Kuhistan ve Cibal’da birkaç kale ele geçirdim. Refiklerden, müminlerden, Şiilerden ve Alevilerden (Ehlibeyt mensuplarından) birçok kişiyi etrafımda topladım. Abbasiler benden hayıflanıyor ve korkuyorlar. Sultan’ın mübarek mizacını bana karşı ediyorlar. Canıma kast ediyorlar. Sultan’dan beni talep edebilirler. O vakit işlerin ne şekilde olacağı malum değildir. Kötü şeyler meydana gelebilir. Sultan onların icabetine iltimas ederse mezheb-i mürüvette (İsmaililik) mazur olmaz. Eğer iltimas etmezse bazı cahiller “ Omuz üstünde gaşiye taşımak (Gaşiye taşımak halifeye itaat anlamına geliyordu) ve atın önünde yaya gitmek niyeydi. Hasan Sabbah’ı vermemek niye?” diye Sultan’a dil uzatırlar. İki taraf arasında atışma ve mukavemet olması muhtemeldir. 

Bu kayabaşı (Alamut) meselesine gelince: “Alamut’un burcu göğün burçlarından olsa yere indiririm” buyurmuşsunuz. Bu kayada oturanların uzun müddet kendi ellerinden çıkmayacağına itimatları vardır. Bu Allah’ın inayetiyle ilgilidir. Şimdi ben bu köşede oturmuş, farz ve sünneti yerine getiriyorum. Tanrı ve Peygamber’den Sultan ve devlet erkanının doğru yola gelmesini diliyorum. Ulu tanrı bir gün onları hak dine getirsin. Abbasilerin fesadını halktan kaldırsın. Eğer Sultan din ve dünya saadetine kavuşursa, İslam Sultanı Muhammed Gazi’nin (Gazneli Sultan Mahmud) Allah rağmet eylesin onların şerrini def ettiği ve Tirmizli Seyyid (Ehlibeyt mensubu) Alaül-mülk Hüdavendzade’yi getirip hilafete oturttuğu gibi Sultan bu işe kalkışsın. Bu büyük işi yapsın ve Ulu Tanrı’nın kulları arasından onların şerlerini kaldırsın. Yoksa, bir zaman gelir ki, adil bir padişah gelir, bu işi yapar ve Müslümanları onların cevrinden kurtarır. Ve-selamu ala men’t-tebal-huda. (Selam hidayete tabi olanadır. Taha suresi, 47. Ayet)

Hassan Sabbah’ın Selçuklu Sultanı Melik Şah’a gönderdiği cevabi mektubundaki görüşlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz. 

1-Abbasi halifeleri saltanatı hileyle ele geçirdiler. Zalim Emevi hanedanını deviren komutan Ebu Müslim Horasan-i’yi suikastle ortadan kaldırdılar. İmam Ebu Hanefi’yi meydanlarda kırbaçladılar. Din adamı ve bir derviş olan Hallac-ı Mansur’u idam ettiler. Ehlibeyt mensuplarına ve onlara destek olanlara baskı, zulüm hatta katliam yaptılar.

2- Mısır’daki Fatimi halifelerini tanıdığım için Abbasi halifeleri bana düşmandır. Sizi de bize karşı kışkırtıyorlar. Onların söylediklerine inanmayın. Benim size karşı hiçbir husumetim yoktur. Ayrıca, sizin Sultanlığınıza da tabiyim.

3-Nizmaülmülk halka zorbalık yapmaktadır. Topladığı vergileri kendi çevresine aktarmakta ve lüzumsuz işlerde harcamaktadır. Bana karşı da düşmanlığı bulunmaktadır. 

4-Ben kimsenin öldürülmesini istemedim. Ancak, saldırı ve hakarete uğrayanların da kendilerini savunma hakkı bulunmaktadır. 

5-Halifelik makamı Ehlibeyt mensuplarının hakkıdır. Siz de iyi bir Sultan olarak anılmak istiyorsanız bunu yapın.

6-Dört halifeye hakaret ettiğim doğru değildir. Hepsine saygı ile bakarım.

7-Benim dinim Hz. Muhammed’in dinidir. 

Mektuba verilen cevaptan da görüleceği gibi, Hasan Sabbah’ın iftira ve hakaretleri hak etmediği anlaşılmaktadır. İstediği, sadece halifelik makamının Ehlibeyt mensuplarına verilmesidir. Kendi şahsına herhangi bir talebi bulunmamaktadır. Mektubundaki sözlerden Hasan Sabbah’ın iyi bir din eğitimi aldığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, fedailerine haşhaş içirdiği ve sahte cennetle kandırdığı gerçeği yansıtmamaktadır. Bu tür iftiraların kendisine düşman olanlar tarafından propaganda amacıyla yapıldığı anlaşılmaktadır. Biz de tarihi kişilerin tek taraflı değil, çok yönlü olarak tanınmasının daha doğru olacağı gerçeğinden hareket ederek, bu mektupları yayınlamayı uygun bulduk. Yararlı olması dileğiyle…

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

14.09.2020.

EK: 

--Hasan Sabbah'ın Selçuklu Sultanı Melik Şah'a yazdığı mektubun Farsça fotokopisi.

--Alamut kalesini gösteren harita

Kaynak: 

-Mehmet Çalışkan Yüksek Lisans Öğrencisi, Yeditepe Üniversitesi Tarih Bölümü Araştırma Dergisi, Cilt, 2, Sayı 3, 3 Ocak 2018.












8 Eylül 2020 Salı

“DİRİLİŞ ERTUĞRUL”’ DİZİSİNDE GİZLENEN GERÇEKLER


“DİRİLİŞ ERTUĞRUL”’ DİZİSİNDE GİZLENEN GERÇEKLER

 “Diriliş Ertuğrul” dizisi TRT’de yayınlandığında izlememiştim. İzleyen arkadaşlardan bazıları “Türkçü-İslamcı” bakış açısıyla çekildiğini söylemişlerdi. Ben de zamanımı harcamamak adına diziye ilgisiz kalmıştım. Onun yerine kitap okumayı ve makale yazmayı tercih etmiştim. Kurban Bayramında Amasya’daki yakın akrabalardan birine gittiğimde, Beyaz TV’de yayınlanan “Diriliş Ertuğrul” dizisini izlediklerini gördüm. Bu diziyi neden izlediğini sorduğumda, “Doğa manzarası var, atlar var, göçebe hayatı var. Hoşuma gitti. Onun için izliyorum” cevabını aldım. O günkü yayınlanan bölümü biz de zorunlu olarak izledik. Eve döndükten sonra, zamanım müsait oldukça dizinin başlangıç ve diğer bölümlerini izlemeye başladım. Yaklaşık yüz bölümün özetini izledikten sonra, bu dizi hakkında bir makale yazmanın gerekli olduğuna karar verdim. Zira, dizi internet ortamında milyonlarca kişi tarafından izleniyordu. Bu dizi de verilen mesajlara ve gizlenen gerçeklere cevap vermenin zorunlu olduğuna kanaat getirdim. Bu makalemizde bu dizi hakkındaki görüşlerimizi açıklayacağız.

 DİZİ İÇİN MASRAFTAN KAÇINILMAMIŞ

 “Diriliş Ertuğrul” dizisinin TRT’nin ve dolayısıyla devletin imkanları ile çekildiğini hemen belirtmeliyim. Masraftan kaçınılmamış. Dizi tam bir “Hollywood” sineması tarzıyla çekilmiş. Çok sayıda kamera kullanılmış. Hatta uçan dronlardan de yararlanılmış. Efektler de ona uygun yapılmış. Filmin başlangıç müziği de AKP’nin seçim propagandalarında kullandığı Dombıra ile uyumlu yapılmış. Bu dizideki amaç hemen sırıtıyor. Seçmen kitlesinin etki altına alınması belli oluyor. Yani, bir siyasi partiye oy devşirmek amacı taşındığı gizlenmiyor. Burada üzüldüğüm nokta, Anadolu’yu bize yurt yapan şehit ve gazilerin siyasi çıkar için kullanılmış olmasıdır. Özellikle de Ertuğrul Gazi gibi tarihsel bir şahsiyetin buna alet edilmesi hiç de şık olmamıştır. Bu ülkenin birliğini, bütünlüğünü savunduğunu iddia edenlerin toplumun yüzde yüzüne hitap eden bir tarihi dizi yerine, bir partinin tabanını bloke edip, onu elde tutmaya yarayan bir bakış açısı ile ele almaları yanlış olmuştur. Bu dizinin masrafları seksen milyon insanın verdiği vergilerden karşılanmıştır. Dolayısıyla, bu anlayış, dizide sık sık kullanılan “Adalet” ilkesi ile de ters düşmüştür. Adalet sadece bir gruba, bir kesime değil, toplumun tümü için uygulanırsa adalet olur. Lafla, sloganla adalet sağlanmaz.  

 Dizinin gerçek amacını belirtikten sonra, bilinçli olarak gizlenen ve saptırılan tarihi olaylara gelelim.

 AMERİKAN TEZİ “TÜRK-İSLAM SENTEZİ” ÖNE ÇIKARILMIŞ

 Dizide, Ertuğrul Gazinin ağzından sık sık “Nizamı Alem”, “Cihanın fethi” ile “Türklük” “İslamcılık” “Türk-İslam Birliği” kelimeleri  geçmektedir. Bir kere Ertuğrul Gazi’nin bu sözleri o günkü şartlarda kullanması mümkün değildir. Zira, daha obasının sürekli kalacağı ve yaşayacağı bir metre kare toprağı dahi yoktur. Moğollar İran ve Horasan bölgesindeki Harzemşahlar devletini ortadan kaldırmış, bütün şehirler yakılmış ve yıkılmıştır. Süleyman Şah yönetimindeki Kayı obası Moğol ordusunun zulmünden kaçıp sığınacak bir yer aramaktadır. Yani, ölüm-kalım mücadelesi vermektedir. Bu durumda olan birisinin cihanın fethini, Nizamı Alemi düşünecek ne imkanı ne de zamanı var. Zaten dizideki olaylara da bu düşünce aykırı düşmektedir. Zira, obanın içinde bulunduğu acıklı durumu dizi de anlatmaktadır. Dolayısıyla, bu anlayış dizinin kendisi ile de çelişmektedir. Bu düşünce olsa olsa, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, yani ikinci dünya savaşından sonra, ABD’nin Sovyetler Birliği ile girdiği hegomonya mücadelesi için Türkiye’nin önüne koyduğu “Türk-İslam” sentezinin bir ürünüdür. Dizide sık sık kullanılan "Türklük" ve "İslam birliği" cümlelerinin de bu tezden alındığı görülmektedir. “Allahü Ekber” sloganlarının sık sık kullanılması da bunu teyit etmektedir. ABD, “Türk-İslam” sentezi ile Sovyetler Birliği’ni çembere alıp, dağıtmayı hedeflemişti. Yani, Türk ve Müslüman halkları kendi çıkarı için kullanmak istiyordu. Aynen bugün olduğu gibi. Diziyi çeken ya da çektirenler bunu hala anlamadılarsa daha ne diyelim.

 BABAİ-VEFAİ VE BEKTAŞİ DERVİŞLER GİZLENMİŞ

 Dizide saptırılan ve gizlenen ikinci bir gerçek ise, Anadolu’yu bizlere yurt yapan Babai, Vefai şeyhler ve din adamlarıdır. Dizinin senaryosunu yazanların bunu bilerek gizledikleri ve çarpıttıkları kanaatindeyim. Zira, dizideki Geyikli dervişini sanırım “Boz geyikli dede”den almışlar. Ertuğrul’u Moğollardan kurtaran Bozgeyikli dede Halep eyaletinde (Halep eyaleti 13. Yüzyılda Adana’dan, Urfa’ya kadar olan bölgeyi kapsıyordu) yaşayan Boz geyikli obasının dedesiydi. O dönemde, o dervişlere Babai ya da vefai dervişi deniliyordu. O dervişler ileride Hacı Bektaş Veli’nin etrafında birleşecek olan Bektaşi (Alevi) şeyhlerdi. Nitekim, dizide Geyikli dervişin elinde kılıç yerine, ağaçtan yapılan bir asa bulunmaktadır. Sanırım senaristler bunu da Bursa’nın fethine tahta kılıçla katılan Abdal Musa’dan esinlenmişler. Dizinin ilerleyen bölümlerinde Erturul Gazi’yi öldürmek isteyen Moğol iş birlikçisi Selçuklu emiri Sadettin Köpek’in elinde kurtaran Karkın obası beyi Karkın bey de  Babai’lerdendi. Zira, Karkın obası Amasya’lı Baba İlyas’ın taraftarı olan bir obaydı. Bugünkü deyimle söyleyecek olursak Aleviydi. (Bu obaya mensup olanların bir kısmı bugün Çorum ili sınırları içinde yaşamaktadırlar ve alevidirler.)  Dizide bu da gizlenmiş. Bu arada şunu da hemen belirtmeliyiz; dizide sık sık “Kefere” sözcüğü kullanılmaktadır. Anadolu, dizideki “Kefere” mantığı ile değil, Babai, Vefai ve Bektaşi dervişlerin insancıl-merhametli-dayanışmacı İslam anlayışı ile yurt yapılmıştır. Eğer, bir bölgeyi elinde tutmaya “kefere” (kafir) mantığı hakim olsaydı, bugün Anadolu’ya Moğollar hakim olurdu. Diziye çekenlere ve senaristlere şunu sormak isterim: Osmanlı devletinin kurucuları, Yeniçeri ocağını inanç olarak neden Hacı Bektaş Veli dergahına bağladılar? Gerçekleri gizlemekle tarih yapılmaz. Siz, tarihi ve gerçekleri Osman Bey’den ve Orhan Bey’den daha mı iyi biliyorsunuz? Onlar, Bamsı Alp’in ağzında sık sık kullanılan “Bugün hiç Kefere biçmedik” gibi sözleri ile değil, yerli halka da eşit davranarak bu toprakları yurt yapmışlardır. Ayrıca, bu sözler hem ırkçılık kokmakta hem de tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Yirmi birinci yüzyılda bu tür sözleri kullanmak bu diziyi çekenlere de senaristlere de yakışmamıştır. Bu sözler İslam dininin hümanist anlayışına da aykırıdır. Onlara Kur’an’da yer alan şu ayetleri gerekçeleri ile birlikte incelemelerini öneriyorum. Enam Suresi 151. Ayet, Furkan suresi 68. Ayet, Bakara suresi 190. ve 256. Ayetleri, Maide Suresi 32. Ayet, Gaşiye suresi 21. ve 22. Ayetleri, Şura suresi 48. Ayet ve İsra suresi 54. Ayeti. Bu ayetleri kavradıklarında, İslam dininin hümanist anlayışını daha iyi anlayacakları kanaatindeyim.

 Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Dizi için harcanan paraya ve emeğe yazık olmuştur. Dizinin amacı, bir partinin taban kitlesini genişletmek ve elde tutmak olduğu açıkça belli olmaktadır. Tarihi kişilikler de parti çıkarı için çekinmeden kullanılmıştır. Tarihe mal olmuş şahsiyetler bu kadar kolay harcanmamalıdır. Süleyman Şaha da Ertuğrul Gaziye de saygısızlık yapılmıştır. Ancak, dizide oynayan, alın teri döken emekçi kardeşlerimi bu eleştirilerden ayrı tutuyorum. Onlar, verilen görevi ve mesleklerini icra etmişlerdir. Onlara selam ve sevgilerimi sunuyorum.

 Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

08.09.2020.

Popular