18 Haziran 2020 Perşembe

DEDEMİZİ SÜRDÜLER AMASYA'YA


Amasya, 2020.

DEDEMİZİ SÜRDÜLER AMASYA'YA 

Dedemizi çıkarmışlardı kadılar mahkemesine. 
Dini öğretmek istediler, dinin sahibine.
Sorulardan anlaşılıyordu cehaletleri.
Tekrar ediyorlardı, basma kalıp sözleri.

Hak’tan gelmiş biliyorlardı dört mezhebi.
İlk defa duyuyorlardı, Halifenin ismini.
Şaşırdılar ne diyeceklerini.
Hemen idamla tehdit ettiler, Hamdullah dedeyi.

Din dedikleri namazla, Oruç’tu hepsi.
Kur’an’ı bilmiyordu hiç birisi.
Keskin sözlerin hepsi gösterişti.
Amaç cehaletlerini örtmekti.

Hamdullah Dede ısrarla söze girdi:
“Dinin de devletin de sahibi biziz” dedi.
“Atalarım ve Alplerim bu yolda can verdi”
“İnancımı yargılama yetkisini size kim verdi?”
“İdam ise amacınız, alın sizin olsun, bir can değil mi?” dedi.

Kadılar ne diyeceklerini bilemedi.
İdam kararı hemen ilan edildi.
Karar padişaha gitti.
Padişah “Amasya’ya sürgün” dedi.
Amasya’lılar da “Hoş geldin dedem” dedi.

Yazan: Aşık Dedeoğlu
31.05.2017

*1826 Yılında Amasya’ya sürgün edilen Hacıbektaş postnişini Hamdullah Dedeye ithaf edilmiştir.

12 Haziran 2020 Cuma

TÜRKİYE’DEKİ KURMANÇ DİLİNİN KÖKENİ NEREDEN GELİYOR?

TÜRKİYE’DEKİ KURMANÇ DİLİNİN KÖKENİ NEREDEN GELİYOR?

Türkiye’de Kurmanç dilini konuşanların etnik kimliği üzerinde uzun süre tartışmalar yapıldı. Özellikle de 1980 öncesi siyasi tartışmaların ana konusu bu olmuştu. Kurmanç dilini konuşanlar kamuoyunda “Kürt” olarak adlandırıldılar. Oysa, bu dili konuşanların ataları Horasan’dan geldiklerini söylüyorlardı. Ancak, sahada bilimsel araştırmalar yapılmamıştı. Bu yapılmış olsaydı, sağlıklı veriler ışığında konu daha iyi anlaşılmış olacaktı. Bize göre yöntem şöyle olmalıydı; Kurmanç ve Farsça’yı bilen bir bilim heyetinin Horasan bölgesini  inceleyerek yerinde bilgi toplaması ve konuşulan dillerin bir dökümünü yapması gerekirdi. Bildiğimiz kadarıyla bu yapılmadı. Biz de bu düşünceyi, kırk yıl sonra amatör bir ruhla uygulamaya çalıştık. Kurmanç dilini bilen birisi olarak, bugün konuşulmakta olan Farsça’yı öğrenmeye çalıştık. İlk yaptığımız Farsça’nın zamanlarını ve gramerini öğrenmek oldu. Bu aşamadan sonra, Kurmanç dilinde günlük konuşmalarda geçen sözcük ve kelimeleri Farsça ile karşılaştırmak oldu. Sonuç yüzde doksan benzerlik çıktı. Kurmanç dilindeki bazı sözcük ve kelimeleri bu kez de Osmanlıca ile karşılaştırdık. Orada da sonuç benzer çıktı.Yani, karşılaştırma yaptırdığımız Osmanlıcadaki kelimelerin kökeni de Farsça idi. Buradan şu sonuç çıkıyordu: demek ki, Farsça Horasan ve Maverünnehir bölgesinde üstün ve halkın çoğunluğunun konuştuğu bir dildi. Bu tespitimiz tarihi bilgilerle de çakışmaktadır. Şöyle k; Horasan bölgesinde devlet kuran Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlar resmi dil olarak Farsça’yı kullanmışlardı. Çünkü, Farsça’nın geçmişi çok eskiydi. Pers imparatorluğundan bu yana hem devletlerin hem de halkların konuşup anlaştığı ortak bir dil olmuştu. Dolayısıyla, diğer bölge diller üzerinde bir üstünlüğü bulunuyordu. 

Konuyu bu şekilde özetledikten sonra, Farsça ile Kurmanç dili arasındaki ilişkiyi inceleyen iki ayrı makaleyi blog'da sunmuş bulunuyorum. Konuya meraklı olanların bunu bilimsel verilerle desteklemelerini öneriyorum. Burada ayrıca canlı olarak yaşadığım bir olayı da anlatmak istiyorum. Bir inşaat firmasında yönetici olarak çalışan bir arkadaşımızı ziyarete gitmiştik. İnşaatı gezerken kulağıma Kurmanç dilinden bazı sözcükler geldi. Merak içinde sesin geldiği yere döndüm. Ancak, konuşanların fiziki görünümlerinden yabancı oldukları hemen anlaşılıyordu. Arkadaşımızdan izin alarak onlarla sohbet etmeye başladık. Aradan bin yıl geçmiş olmasına rağmen, birbirimize derdimizi anlatabiliyorduk. Konuştuğumuz kişiler Afganistan vatandaşıydılar. Afganistan’ın Mezar-ı Şerif şehrine yakın bir yerde oturduklarını ve konuştukları dilin de o bölgenin çoğunluğu tarafından kullanılan bir dil olduğunu belirttiler. Araştırma yapmak için bölgeye gidememiştik ama, bölge kendisi bize gelmişti. Sonuç tezimizi doğrular nitelikteydi. Bize göre, Kurmanç dilinin kökeni Horasan bölgesine dayanmaktadır. Ancak şunu da belirtmemiz gerekir; bugün ki Farsça 11. yüzyılda Firdevsi tarafından pehlevi ve Dari lehçelerinin birleştirilmesi sonucunda oluşmuştur. Dolayısıyla, Kurmanç dilinin kökeninin klasik Farsça'dan geldiği kaanatindeyiz. Kurmançca konuşan Türkmenler bu dili Horasan’a geldikten sonra öğrenmişlerdi. Batıya göçle birlikte bu dili de beraberlerinde getirmişlerdi. Zira, Türkmenler Anadolu’ya gelmeden önce, İran'da Fars dillerini konuşan topluluklarla yıllarca birlikte yaşamışlardı. Orada ortak bir kültür oluşturmuşlardı. Hatta bazı Fars kökenli aşiretler de Anadolu’ya göç sırasında Türkmenlerle birlikte gelmişlerdi. Bu aşiretlerden biri de Balabanlı aşiretiydi. Aşiretler konusunda kaynak bir eser ortaya koyan Osmanlı arşiv uzmanı Cevdet Türkay, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatler” adlı kitabında bu aşiretleri ”İran Ekrad Yörükanı” olarak belirtmektedir. Aynı eserde, Kurmançca konuşan Türkmen aşiretleri ve cemaatleri "TÜRKMAN EKRADI" (TÜRKMEN KÜRDÜ) olarak kaydedilmişlerdir. Yaptığımız araştırmada Türkman ekradı olarak adlandırılan aşiretlerin bugün bile bu dili konuştuklarını tespit etmiş bulunmaktayız. 

Burada hemen şu soru akla gelebilir. Kurmanç dilini bilmeyen Türkmenler için ne diyeceğiz? Onlar, Aral ve Balkar gölü civarından batıya gelirken Horasan bölgesinde kalmadan transit bir geçişle Anadolu’ya gelenlerdi.Ya da Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelen Türkmenlerdi. Prof. Dr. Faruk Sümer, “Oğuzlar- Türkmenler” adlı eserinde gerek Horasan gerekse diğer bölgelerden Anadolu’ya gelen Türkmenleri çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. Örneğin, Faruk Sümer hoca Horasan’a gelen Türkmenlerin burada azınlıkta kaldıklarını da kitabında ifade etmektedir. Azınlıkta kalan toplumlar çoğunluğun konuştuğu dili öğrenmek zorunda kalırlar. Bu bütün toplumlar için geçerli olan bir kuraldır. Ayrıca, tarih boyunca Horasan bölgesinde Kürt halkı bulunmamıştır. Günümüz Kuzey Horasan’da bulunan Kürt kökenlilerin de Safeviler döneminde Özbeklere karşı oraya iskan edilenler olduğunu bütün tarihçiler de teyit etmektedir. Bugün bile, İran ve Afganistan tarafında kalan Horsan bölgesindeki nüfusun büyük çoğunluğunu Fars kökenliler oluşturmaktadır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Kurmançca konuşan Türkmenler etnik açıdan Kürt olarak adlandırılamazlar. Bunun tarihsel gelişimini yukarıda kısaca anlattık. Ayrıca Kurmanç dilini bilenlerle Kürtçe konuşanların anlaşamadıklarını da belirtmekte yarar var. Yani iki dil farklı lehçelerden oluşmaktadır. Bu nedenle de Kurmanç dilini konuşanların tümünü Kürt olarak görmek doğru değildir. Ancak, Kurmançca konuşan bir kişi kendisini “Kürt” olarak tanımlıyorsa, bu onun bireysel kararıdır. Buna da kimse karışmamalıdır.

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
12.06.2020.
 İlgili makaleler: 
*Kurmanç dili ile Farsça'nın ilişkisi var mı?
**Kurmanç dili ile Farsça'nın ilişkisi (2)

2 Haziran 2020 Salı

TÜRKİYE NEDEN DİNCİLEŞİYOR?

TÜRKİYE NEDEN DİNCİLEŞİYOR?

İslam ülkeleri içinde ayrı bir yeri olan Türkiye, son yıllarda “dinci” politikacı ve örgütlerin ağırlık kazandığı bir ülke oldu. Saltanatı kaldırmış, Cumhuriyetini kurmuş, laikliği anayasasına koymuş bir ülke bu duruma nasıl geldi? Bu makalemizde bu soruya cevaplar bulmaya çalışacağız.

Atatürk döneminde çok partili sistemi deneyen ancak, başarılı sonuçlar alamayan Türkiye buna ara vermek zorunda kalmıştı. İkinci dünya savaşının bitiminde Avrupa’da çok partili sisteme geçildi. Türkiye’de bundan esinlenerek 1945 yılında yeni partilerin kurulmasına destek verdi. CHP’den ayrılan Celal Bayar ve Adnan Menderes’in liderliğinde Demokrat Parti kuruldu. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti ezici bir çoğunlukla tek başına iktidar oldu. Batı ittifakının yanında yer alarak Kore’ye asker gönderdi. Ve arkasından 1952’de Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) üye oldu. İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Mustafa Kemal’in “çağdaşlaşma-modernleşme” sloganı “batılılaşma” olarak değiştirildi. Milli sanayii kurma hamlelerine ara verilerek, “acenta”lık, sistemine geçildi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra kapatılan tarikatlar yeniden açığa çıktılar. Saltanat yanlısı, cumhuriyet karşıtı bu cemaat ve tarikatlar hızla örgütlendiler. Toplumu din adı altında “dinci” leştirdiler. Yani dini politikleştirdiler. Alttan alta şekilci din anlayışını çağdaşlaşmanın karşısına rakip yaptılar. Demokrat Parti ve arkasından gelenler de maalesef bu “dinci”leşmeyi desteklediler. Onlar da oy hesabı yaparak, gericiliğin gelişmesine zemin hazırladılar. Dinci partiler,1990 yılından sonra da ABD’nin desteği ile İslam coğrafyasında yer yer iktidara geldiler. AKP’de bu destek sayesinde iktidara getirtilen partilerdendi. Recep Tayyip Erdoğan’ın 2002 yılında ABD’li bakan ve politikacılara yazdığı mektuplar bu desteğin verilmesini isteyen ifadelerle doludur. 2003 yılında ABD’nin Irak işgaline destek verilmesi de bunun bir nevi karşılığıydı. Bu destekler Libya’da, Suriye’de devam etti. “Dinci”ler batı ittifakının bu saldırı ve işgallerine verdikleri desteklerini “diktatör Saddam” “Zalim Esed” sloganları ile gizlemeye çalıştı. Batılıların, müslüman ülkeleri işgal ve saldırılarına meşruluk kazandırdılar. Dincilerin bu politikalarına maalesef liberal solcularla, bazı orta yolcu solcular da destek verdiler. Emperyalizmin gericilerle kurduğu ittifakı anlayamadılar. Onların “demokrasi ve özgürlük getireceğiz” yalanlarına alet oldular. Ve sonunda “dinci”lerin iktidarlarının devamına dolaylı da olsa destek sunmuş oldular. Aynen 1979 yılındaki Humeyni rejimine, Sol ve Komünist partilerin destek vermesi gibi. 

Konumuzu özetleyecek olursak, batılı emperyalistlerle kurulan ittifak her zaman Türkiye’nin aleyhine oldu. Hem ekonomik açıdan aleyhimize oldu hem de siyasi olarak “dinci” bir gericiliğin yükselmesine neden oldu. Ekonomik açıdan Türkiye bağımsız gelişmesini yapamadı. Batıya bağımlı bir ekonomi oluşturuldu. Aynı sonuçlar Osmanlı’nın son yüzyılı için de geçerlidir. Gericilik, batı işbirlikçiliği ile birlikte yürüdü. Kurtuluş savaşına, Cumhuriyete, cumhuriyetin devrimlerine karşı çıkan ve onunla savaşanlara baktığımızda bunu net olarak görürüz. Hep aynı cemaatler, aynı tarikatlar ve aynı siyasi güçler sahnededir. Kuvayı Milli-ye’ye karşı Kuvay-ı İnzibatiye, kurtuluş osavaşındaki gerici ayaklanmalar, 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanı, Menemen’deki Derviş Mehmet’in eylemleri bunlara örnektir. 

Sonuç olarak, Türkiye ne zaman emperyalizmden bağımsız politikalar izlediyse, kalkınmasını o derece ileri götürmüş, bunun sonucunda toplum da daha çağdaş ve daha özgür olmuştur. Mustafa Kemal'in 1923-1938 yılları arasında uyguladığı politikalar buna çok güzel bir örnektir. Dincilik ve gericilik ise, esas desteğini hep emperyalizmden yani, dışardan almıştır. Modernleşmeye ve çağdaşlaşmaya karşı çıkan örgütler ve cemaatler incelendiğinde arkasındaki dış desteği rahatlıkla görebiliriz. Örneği de en son darbe teşebbüsünde bulunan FETÖ’dür. Terör örgütü ele başısının ikamet ettiği yere ve orada oturması için kefil olanlara baktığımızda, o desteğin kimler tarafından verildiğini görebiliriz. Bu örnek de yukarıda anlattığımız görüşü doğrulamaktadır. Buradan çıkaracağımız en büyük ders, emperyalizmle işbirliği gerciliği ve bağımlılığı getirir. Emperyalizme karşı direniş, bağımsızlığı ve modernleşmeyi  getirir. İşte gericilikle-çağdaşlaşmayı, yobazlıkla-ilericiliği ayıran kıstas budur. 

Son olarak, dindar olanla, "dinci"'yi de birbirinden ayırmamız gerekiyor. Dindar, ibadetini Allah için yapan, saf, temiz ve iyi niyetli insandır. "Dinci" ise, ibadeti gösteriş ve çıkarı için kullanandır. Dinin  mesajlarını anlamayan, dini din olmaktan çıkarıp, bir sömürü aracı yapandır. Bunların din anlayışı, İslamiyet öncesinde Ebu Cehil ile Ebu Lehep' in din anlayışı gibidir. Bunu belirtelim ki "dinci"lerin eline koz vermeyelim. Aksi taktirde, dinin sahibiymiş gibi etrafa bilgiçlik taslarlar. Bunu belirtmemizin şu faydası da var; vatandaşımız dindar ile "dinci" ayırımını  böylece daha kolay yapmış olacaktır. 

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
02.06.2020.


Popular