8 Nisan 2020 Çarşamba

SELÇUKLULAR VE OSMANLILAR EHLİ-SÜNNET MEZHEPLERİNİ NEDEN RESMİ MEZHEP SEÇTİLER ?

SELÇUKLULAR VE OSMANLILAR  EHLİ-SÜNNET MEZHEPLERİNİ NEDEN  RESMİ MEZHEP SEÇTİLER ?

Selçukluların ve Osmanlıların Ehli-Sünnet mezheplerini  neden resmi mezhep olarak seçtiklerini hep merak etmişimdir. Çünkü, Türkler öyle anlatıldığı gibi Müslümanlığı hemen kabul etmemişlerdi. Sözde İslam, özde Arap ordularına karşı üç yüz yıl savaşmışlardı. Çok büyük bedeller ödemişlerdi. Arap orduları öyle katliamlar yapmışlardı ki, Türklerin bunu unutması mümkün değildi. Daha önceki yazılarımızda bu konuyu geniş bir şekilde yazdığımız için detaya girmeyeceğiz. Bugün ki yazımızda Selçukluların ve Osmanlıların  “Ehli-Sünnet” Mezheperinden Hanefiliği resmi mezhep olarak kabul etmelerinin nedenleri üzerinde duracağız.

Türkler, Emeviler döneminde Arap ordularına karşı can siperane savaştılar. Çok kayıplar verdiler. Emevilerle yüz yıl, Abbasilerle iki yüz yıl savaştılar. Yıllarca direnmelerine rağmen, kadınlarının ve gençlerinin köle pazarlarında satılmasına engel olamadılar. Merkezi bir devletleri ve orduları olmadığı için Arap ordularına yenilmişlerdi. Ancak, Türkler Miladi 950 yılında Karahanlı hükümdarı Satık Buğra Han’ın İslamı kabul etmesinden sonra, toplu olarak Müslümanlığı benimsemeye başladılar. Bu tarihte, Ehli-Sünnet mezhepleri henüz resmi olarak tanınmamıştı. Orta Asya’ya kadar uzanan Abbasi imparatorluğu topraklarında onlarca mezhep, ekol ve tarikat bulunuyordu. Bunlar arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Aralarında zaman zaman  silahlı çatışmalar da oluyordu.

Türklerin İslamiyeti benimsemesinde Ehli-Beyt mensuplarının  katkısı büyük oldu. Gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde çok sayıda Ehli-Beyt mensubu baskılar nedeniyle, Türk kağanlıklarına sığınmak zorunda kalmıştı. O yüzden, Türkler arasında Ehli-Beyt mensuplarına karşı yoğun bir sevgi bulunuyordu. Onlara yapılan zulümlere karşı çıkmışlar ve ellerinden geldiği kadar korumuşlardı. Ehli-Sünnet mezheplerinden Hanefiliği daha sonra benimsemiş olmalarına rağmen, Ehli-Beyt sevgisinden asla vazgeçmemişlerdi. Kurdukları devletlerde, onları vergiden muaf tuttukları gibi, vakıflar aracılığı ile gelir elde etmelerini de sağlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun eyalet ve sancak defterlerinde Ehli-Beyt mensupları için ayrı bir bölüm açılıyordu. Ehli-Beyt mensupları bu defterlerde “Sadat” “Seyyid” ve “Şerif” olarak kayıt ediliyordu. Bu uygulama Ebu Hanefe'nin Ehli-Beyt'e bakışı ile de uyumluydu. Zira Ebu Hanife Ehli-Beyt'in haklarını ve İslam inancını savunduğu için hem baskı hemde hapis görmüştü. 

Bu kısa özeti yaptıktan sonra, asıl konumuza geçebiliriz. Selçuklular, 1040 yılında Gaznelileri yendikten sonra Horasan ve İran coğrafyasına hakim olmuşlardı. Gaznelilerin kurucu hükümdarı Mahmud ve ondan sonra gelen oğlu Musud, Abbasi halifesi tarafından “Sultan “ olarak kabul ediliyordu. Gazneliler de her yıl halifeye topladıkları vergilerden pay gönderiyordu.  O dönemde, Abbasi halifesinin çok güçlü orduları bulunmuyordu. İmparatorluk topraklarını yerel hakimler ya da sultanlar aracılığı ile  yönetiyorlardı. Ancak, yerel yönetici ve sultanlar üzerinde manevi bir hakimiyetleri bulunuyordu. O yüzden, yerel yöneticiler halifenin emir ve isteklerini yerine getirmek zorundaydılar. Örneğin; Abbasi halifesi Kadir Billah 1029 yılında mezhepleri dörtle sınırlandırıp, “Ehli-Sünnet” dışında kalanları yasakladığında, otoritesini tanıyan beyler ve sultanlara yazılar gönderip bu kararın uygulanmasını istemişti. Bu sultanlardan biri de Gazneli  Mahmut’tu. Gazneli Mahmut, bu istek doğrultusunda Horasan ve yönetimi altındaki bölgelerde Ehli-Sünnet dışında kalan mezheplere karşı çok katı uygulamalar yaptı. Onların dergahlarını, medreselerini yıktırdı, yöneticilerini hapse attı. Bunlardan bazılarını da idam ettirdi. İşte, Gaznelilerin yerine geçen Selçukluların lideri Tuğrul Bey de yasal bir statü elde edebilmek için, Abbasi halifesine hediyelerle birlikte elçiler gönderdi. Elçiler, Halifeden Tuğrul Beyin  “Sultanlık” ünvanının onaylanmasını istedi. Halife bir süre bekledikten sonra, Tuğrul Beye Sultanlık için gerekli olan Hilat ve beraatları gönderdi. Böylece, Oğuz Türklerinden olan Selçuklular, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilcisi olan Abbasi halifesinin manevi liderliğini benimsemiş oldular. 

Bu tarihte, İslam coğrafyasında iki halifelik vardı. Bağdat’da Abbasiler, Kahire’de Fatimiler bulunuyordu. Abbasilerin kökeni Hz. Muhammed’in amca çocuklarına, Fatimelerin ise, Abbasilerin baskılarından kaçan Hz. Hasan’ın torunlarına dayanıyordu. Abbasi halifesi, Ehli-Sünnet mezhepleri olan  Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbeliliği tanıyordu. Diğer mezhep ve ekolleri ise, İslam dışı görüyordu. Fatimiler ise, Şiiliğin İsmailiye koluna mensuptular. Bu nedenle, aralarında çatışmalara varan şiddetli bir mücadele bulunuyordu.

İRAN SELÇUKLU DEVLETİ

Abbasi halifesi hem Fatimilere, hem de imparatorluk içindeki yarı bağımsız olan beyliklere karşı yeni bir müttefik kazanmıştı. Bunlar Selçukluların önderliğinde bir devlet kuran Oğuz Türkleriydi. Halife, Gazneli Mahmut’a gönderdiği taleplerin aynısının Selçuklu sultanı Tuğrul Bey tarafından da yerine getirilmesini istedi. Ehli-Sünnet dışındaki mezheplerin yasaklanmasını ve Bağdat’da kendisini kontrol altında tutan Deylem kökenli Şii eğilimli Büveyhilerden kurtarılmasını istedi. Tuğrul Bey yeni fethettikleri bölgelerde kontrolü tam olarak sağladıktan sonra, miladi 1055 yılında bir orduyla Bağdat’a girerek, Büveyhilerin halife üzerindeki denetimine son verdi. Tuğrul Bey, Bağdat’da halifenin kızıyla evlenerek ayrıca halifeyle akrabalık bağı da kurdu. Halife Kaim Biemrillah da bu sayede Oğuz Türklerinin korumasına ve desteğine sahip olmuştu. Her iki taraf da bu ilişkiden memnun kalmıştı.

Tuğrul Bey, Büyük Selçuklular devletini kurduktan sonra, hem aile içindeki iktidar mücadeleleri ile hem de halifenin karşısında yer alan Fatimi ve diğer mezhep ve tarikat mensupları ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu sorunları çözen Tuğrul Bey, Halifenin siyasi desteğini alarak fetih hareketlerini başlattı. Boy beylerine Bizans ve Fatimilerin denetiminde bulunan toprakların feth edilmesi görevini verdi. Beyler de doğu Anadolu’dan başlayarak Şam’a kadar olan bölgelere akınlar düzenlediler. Buralarda Selçuklu devletine bağlı beylikler kurdular. Tuğrul beyden sonra Selçuklu devletinin başına Sultan olarak Alparslan geçti. Onun döneminde kazanılan Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’da Türkleri durduracak bir güç kalmamıştı.

İran’daki Selçuklu devleti 1170 yılında iç çekişmeler nedeniyle dağıldı. Anadolu’daki Selçuklu devleti ise, Moğolların Anadolu’yu istilasına kadar devam etti. 1243 yılında Kösedağı savaşı ile Moğollara yenilen Anadolu Selçuklu devleti, 1280 yılında dağılma sürecine girdi. Bu tarihten sonra, Anadolu’da beylikler dönemi başladı.

Anadolu Selçuklu devletinin zayıflamasıyla, beylikler arasında hakimiyet mücadelesi hız kazandı. İlk başlarda Karaman beyliği öne çıktıysa da daha sonra uç beyi olan Osmanlı beyliği Ahi şeyhlerin ve Babai dervişlerin desteği ile daha güçlü bir konuma geçti. Batıda Bizans imparatorluğu ile mücadele yürütmesi, halkın nezdinde de Osmanlığı beyliğini daha da güçlü kılmıştı. Bu nedenle, Anadolu’daki halkın büyük çoğunluğu da Osmanlıları desteklemekten yanaydı.

Osmanlı devleti Anadolu’daki beyliklere son verip, siyasi birliği kurduğunda, Bağdat’daki Abbasi halifeliği 1258 yılında Moğollar tarafından ortadan kaldırılmış, Fatimi devleti de iç çekişmeler nedeniyle, 1173 yılında yıkılmıştı. Halifeliği, Kahire’de başında Türk komutanların bulunduğu Memluklular devleti temsil ediyordu. Ancak, Memluklular Şii değil, Ehli-Sünnet taraftarıydılar.

Osmanlı devleti, 16. Yüzyılın başlarında sınırlarını Orta Avrupa’dan, Afrikaya, oradan Orta doğuya kadar genişletmişti. 1517 yılında Memlukluları da ortadan kaldırmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu İslam ülkeleri içinde lider bir duruma gelmişti. İslam mezhepleri içinde çok katı bir ayırım yapmayan Osmanlı devleti, Safevilerle girdikleri mücadele ve Memluklulardan halifeliği devir aldıktan sonra, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini de üstlenmişlerdi. Bu tarihten sonra, devletin resmi dini de yavaş yavaş “Sünni” lik doğrultusunda katılaşmaya başladı. Özellikle Mısır’dan büyük çoğunluğu İbnTeymiye ekolünden gelen din adamlarının getirilmesi bunu daha da pekiştirdi. İbn Teymiye, hukuki yorumlarda (Fıkıh) aklın kullanılmasını reddeden bir görüşe sahipti. Ayrıca ibadetleri imana dahil eden ekolü temsil ediyordu. Bu görüşleri nedeniyle, Selefi-Vahabiliğe daha yakın duran görüşlere sahipti. Ancak, Osmanlı devletinin  resmi mezhebi, Ehli- Sünnet mezheplerinden Hanefilikti. Kadılar davalarda Hanefi fıkıhı (Hukuk) doğrultusunda karar veriyordu.  Hanifilik İslam'ın yorumunda nakli değil, aklı birinci sıraya koyan bir ekoldü. Bu nedenle, ortaya  çıkan sorunlarda aklı kullanarak içtihatlar yoluyla karar verebiliyorlardı. 

NEDEN EHLİ-SÜNNET'E DAHİL OLDULAR ?

Buraya kadar Selçukluların ve Osmanlıların dini anlayışlarını ve halifelerle olan ilişkilerini kısaca anlatmaya çalıştık. Buradan yola çıkarak, Önce Selçukluların, daha sonra da Osmanlıların neden ehli-sünnet mezheplerinin taraftarı ve temsilcisi olduklarını maddeler halinde açıklamaya çalışalım.

1-Türkler İslamiyeti kabul ettiğinde, İslam coğrafyasının büyük çoğunluğu Abbasi halifesinin denetimindeydi. Abbasi halifesi Kadir Billah ve ondan sonra gelen Kaim Biemrillah, İslam dinindeki mezhepleri dörtle sınırlandırmış, diğer mezhepleri yasaklamış ve İslam dışı saymıştı. Dolayısıyla, Selçukluların İslam coğrafyasında nüfusun büyük çoğunluğunu meydana getiren Ehli-Sünnet dışında kalmaları mümkün değildi.

2-Abbasi halifesinin kontrolü altında bulunan topraklarda devlet kuran Selçukluların, Abbasi halifesini dışlamaları düşünülemezdi. Halifenin otoritesini ve din anlayışını kabul etmekle, yasal bir statü elde etmişlerdi.  

3-İslamiyeti yeni kabul eden Türkler, Ehli-Sünnet ve Şiilik dışında kendi yorum ve anlayışlarını geliştirebilecek bilgilere henüz sahip değillerdi. Nitekim, Ahemet Yesevi ile başlayan ve Hacı Bektaş Veli ile devam eden İslam’ın Türk yorumu ancak 13. Yüz yılda ortaya çıkabildi. Fakat, bu tarihten sonra insanların düşünce ve inançlarını bu yönde değiştirmek ve kurumsal bir yapıya getirmek kolay değildi. Çünkü, diğer mezhepler kurumsallaşmış, yazılı kaynaklarını geliştirmiş ve toplumlarda kendilerine taban bulmuşlardı. Bir Türk yorumu olan Hacı Bektaş Veli’nin yorumu ise, ancak göçebe toplumlarda etkili olabildi. Şehirlerde ise, Bektaşilik olarak aydın ve entelektüel çevrelerde biraz taraftar bulabildi. Bugün, Alevilerin ve Bektaşilerin nüfus yapılarına baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz.

4-Selçuklu devletlerinin mirası üzerine kurulmuş olan Osmanlı devleti de aynı yolu takip etmek zorunda kaldı. Uluslararası Arena’da mücadele için bu zorunluydu. Osmanlı’nın karşısında Hıristiyan bir Avrupa vardı. Hıristiyan batıya karşı İslam coğrafyasının desteğini ancak bu şekilde alabilirdi. Yukarıda Selçuklular için saydığımız gerekçelerin aynısı Osmanlı devleti için de geçerlidir. Gerek Selçuklular, gerekse de Osmanlılar İslam coğrafyasının desteğini almak için, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini yapmak zorundaydılar. Tarihi gerçekler bunu gerektiriyordu. Devletlerin politikaları geniş çıkarlar üzerine kuruludur. Böyle baktığımızda uluslararası arenadaki mücadeleleri daha iyi anlarız.

Makalemize son vermeden önce, yukarıda bir Türk yorumu olarak verdiğimiz Alevilik-Bektaşiliğin geleceği ile ilgili kısa bir yorum yapmak istiyorum. “Türk yorumu” benim söylediğim bir söz değildir. Bu terimi, Osmanlı döneminin ilahiyatçılarından Prof. Dr. Yusuf Yörükan’dan aldım. Benim de katıldığım bir görüştür. Alevilik ve Bektaşilikle ilgili yazılı eserler özellikle 1990’lı yıllardan sonra yaygınlık kazandı. Bu ilgi ve alaka hala devam ediyor. Özellikle akademisyenlerin çalışmaları bu konuda umut veriyor. İleriki yıllarda bu çalışmaların semeresi ortaya çıkacaktır. Yazılı kaynaklarını artırıp, çeşitlendirdikçe Alevilik-Bektaşiliğin kurumsallaşmaya doğru gideceğini ümit ediyorum. Bu kurumsallaşmanın sonucunda  İslam coğrafyasında  yeni bir “RÖNESANS” döneminin başlayacağına inanıyorum.

Saygılarımla.
Hamdullah DEDEOĞLU
08.04.2020

Kaynaklar:
-Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar-Türkmenler Türk Dünyası Araştırmaları vakfı yayınevi, 6. Baskı 2016.
-Prof. Dr. Erdoğan Merçil-Prof. Dr. Ali Sevim Selçuklu Devletleri tarihi, Türk Tarih Kurumu yayınları,1995
-Prof. Dr. Bahattin Kök, Gazneli Mahmud-Abbasi halifesi El-Kadir arasındaki ilişkiler adlı makalesi, 1998
-Maşide Kamit, Abbasi halifesi Kaim Biemrillah döneminde Sünni-Şii iktidar mücadelesi adlı makalesi, 2014.
-Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
-Mustafa Şişman, Hacı Bektaş Veli, Sepya kitaplar, 2013.
-Bektaşiliğin İçyüzü, Tevfik Oytan.
-Hüseyin Yalçın, Alevilik Tarihi.
-Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi, Alfa yayınları, 2014.
-Prof. Dr. Bernard Levis, Alamut Kalesi ve Hasan Sabbah, Nokta kitap, 2012.
-Osmanlı Devletine kadar Türkler-Türkiye Tarihi, Cem yayınevi, 10. Baskı, 2009.















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Popular