SELÇUKLULAR VE OSMANLILAR EHLİ-SÜNNET MEZHEPLERİNİ NEDEN RESMİ MEZHEP SEÇTİLER ?
Selçukluların ve Osmanlıların Ehli-Sünnet mezheplerini neden resmi
mezhep olarak seçtiklerini hep merak etmişimdir. Çünkü, Türkler öyle
anlatıldığı gibi Müslümanlığı hemen kabul etmemişlerdi. Sözde İslam, özde Arap
ordularına karşı üç yüz yıl savaşmışlardı. Çok büyük bedeller ödemişlerdi. Arap
orduları öyle katliamlar yapmışlardı ki, Türklerin bunu unutması mümkün
değildi. Daha önceki yazılarımızda bu konuyu geniş bir şekilde yazdığımız için
detaya girmeyeceğiz. Bugün ki yazımızda Selçukluların ve Osmanlıların “Ehli-Sünnet” Mezheperinden Hanefiliği resmi mezhep olarak kabul etmelerinin nedenleri üzerinde duracağız.
Türkler, Emeviler döneminde Arap ordularına karşı can
siperane savaştılar. Çok kayıplar verdiler. Emevilerle yüz yıl, Abbasilerle iki
yüz yıl savaştılar. Yıllarca direnmelerine rağmen, kadınlarının ve gençlerinin köle pazarlarında satılmasına
engel olamadılar. Merkezi bir devletleri ve orduları olmadığı için Arap
ordularına yenilmişlerdi. Ancak, Türkler Miladi 950 yılında Karahanlı hükümdarı
Satık Buğra Han’ın İslamı kabul etmesinden sonra, toplu olarak Müslümanlığı benimsemeye
başladılar. Bu tarihte, Ehli-Sünnet mezhepleri henüz resmi olarak tanınmamıştı.
Orta Asya’ya kadar uzanan Abbasi imparatorluğu topraklarında onlarca mezhep,
ekol ve tarikat bulunuyordu. Bunlar arasında kıyasıya bir mücadele vardı. Aralarında zaman zaman silahlı çatışmalar da oluyordu.
Türklerin İslamiyeti benimsemesinde Ehli-Beyt
mensuplarının katkısı büyük oldu. Gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde
çok sayıda Ehli-Beyt mensubu baskılar nedeniyle, Türk kağanlıklarına sığınmak
zorunda kalmıştı. O yüzden, Türkler arasında Ehli-Beyt mensuplarına karşı yoğun
bir sevgi bulunuyordu. Onlara yapılan zulümlere karşı çıkmışlar ve ellerinden
geldiği kadar korumuşlardı. Ehli-Sünnet mezheplerinden Hanefiliği daha sonra benimsemiş
olmalarına rağmen, Ehli-Beyt sevgisinden asla vazgeçmemişlerdi. Kurdukları
devletlerde, onları vergiden muaf tuttukları gibi, vakıflar aracılığı ile gelir
elde etmelerini de sağlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun eyalet ve sancak
defterlerinde Ehli-Beyt mensupları için ayrı bir bölüm açılıyordu. Ehli-Beyt
mensupları bu defterlerde “Sadat” “Seyyid” ve “Şerif” olarak kayıt
ediliyordu. Bu uygulama Ebu Hanefe'nin Ehli-Beyt'e bakışı ile de uyumluydu. Zira Ebu Hanife Ehli-Beyt'in haklarını ve İslam inancını savunduğu için hem baskı hemde hapis görmüştü.
Bu kısa özeti yaptıktan sonra, asıl konumuza
geçebiliriz. Selçuklular, 1040 yılında Gaznelileri yendikten sonra Horasan ve İran coğrafyasına
hakim olmuşlardı. Gaznelilerin kurucu hükümdarı Mahmud ve ondan sonra gelen oğlu
Musud, Abbasi halifesi tarafından “Sultan “ olarak kabul ediliyordu. Gazneliler
de her yıl halifeye topladıkları vergilerden pay gönderiyordu. O dönemde, Abbasi
halifesinin çok güçlü orduları bulunmuyordu. İmparatorluk topraklarını yerel
hakimler ya da sultanlar aracılığı ile
yönetiyorlardı. Ancak, yerel yönetici ve sultanlar üzerinde manevi bir
hakimiyetleri bulunuyordu. O yüzden, yerel yöneticiler halifenin emir ve
isteklerini yerine getirmek zorundaydılar. Örneğin; Abbasi halifesi Kadir
Billah 1029 yılında mezhepleri dörtle sınırlandırıp, “Ehli-Sünnet”
dışında kalanları yasakladığında, otoritesini tanıyan beyler ve sultanlara
yazılar gönderip bu kararın uygulanmasını istemişti. Bu sultanlardan biri de
Gazneli Mahmut’tu. Gazneli Mahmut, bu
istek doğrultusunda Horasan ve yönetimi altındaki bölgelerde Ehli-Sünnet
dışında kalan mezheplere karşı çok katı uygulamalar yaptı. Onların
dergahlarını, medreselerini yıktırdı, yöneticilerini hapse attı. Bunlardan bazılarını da idam ettirdi. İşte,
Gaznelilerin yerine geçen Selçukluların lideri Tuğrul Bey de yasal bir statü
elde edebilmek için, Abbasi halifesine hediyelerle birlikte elçiler gönderdi.
Elçiler, Halifeden Tuğrul Beyin “Sultanlık” ünvanının onaylanmasını istedi. Halife
bir süre bekledikten sonra, Tuğrul Beye Sultanlık için gerekli olan Hilat ve
beraatları gönderdi. Böylece, Oğuz Türklerinden olan Selçuklular, Ehli-Sünnet
mezheplerinin temsilcisi olan Abbasi halifesinin manevi liderliğini benimsemiş
oldular.
Bu tarihte, İslam coğrafyasında iki halifelik vardı. Bağdat’da Abbasiler,
Kahire’de Fatimiler bulunuyordu. Abbasilerin kökeni Hz. Muhammed’in amca
çocuklarına, Fatimelerin ise, Abbasilerin baskılarından kaçan Hz. Hasan’ın
torunlarına dayanıyordu. Abbasi halifesi, Ehli-Sünnet mezhepleri olan Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve
Hanbeliliği tanıyordu. Diğer mezhep ve ekolleri ise, İslam dışı görüyordu.
Fatimiler ise, Şiiliğin İsmailiye koluna mensuptular. Bu nedenle, aralarında
çatışmalara varan şiddetli bir mücadele bulunuyordu.
İRAN SELÇUKLU DEVLETİ
Abbasi halifesi hem Fatimilere, hem de imparatorluk
içindeki yarı bağımsız olan beyliklere karşı yeni bir müttefik kazanmıştı.
Bunlar Selçukluların önderliğinde bir devlet kuran Oğuz Türkleriydi. Halife,
Gazneli Mahmut’a gönderdiği taleplerin aynısının Selçuklu sultanı Tuğrul Bey
tarafından da yerine getirilmesini istedi. Ehli-Sünnet dışındaki mezheplerin
yasaklanmasını ve Bağdat’da kendisini kontrol altında tutan Deylem kökenli Şii
eğilimli Büveyhilerden kurtarılmasını istedi. Tuğrul Bey yeni fethettikleri
bölgelerde kontrolü tam olarak sağladıktan sonra, miladi 1055 yılında bir
orduyla Bağdat’a girerek, Büveyhilerin halife üzerindeki denetimine son verdi.
Tuğrul Bey, Bağdat’da halifenin kızıyla evlenerek ayrıca halifeyle akrabalık
bağı da kurdu. Halife Kaim Biemrillah da bu sayede Oğuz Türklerinin korumasına
ve desteğine sahip olmuştu. Her iki taraf da bu ilişkiden memnun kalmıştı.
Tuğrul Bey, Büyük Selçuklular devletini kurduktan sonra,
hem aile içindeki iktidar mücadeleleri ile hem de halifenin karşısında yer alan
Fatimi ve diğer mezhep ve tarikat mensupları ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu
sorunları çözen Tuğrul Bey, Halifenin siyasi desteğini alarak fetih hareketlerini başlattı. Boy beylerine Bizans ve Fatimilerin
denetiminde bulunan toprakların feth edilmesi görevini verdi. Beyler de doğu
Anadolu’dan başlayarak Şam’a kadar olan bölgelere akınlar düzenlediler.
Buralarda Selçuklu devletine bağlı beylikler kurdular. Tuğrul beyden sonra
Selçuklu devletinin başına Sultan olarak Alparslan geçti. Onun döneminde kazanılan
Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’da Türkleri durduracak bir güç kalmamıştı.
İran’daki Selçuklu devleti 1170 yılında iç çekişmeler
nedeniyle dağıldı. Anadolu’daki Selçuklu devleti ise, Moğolların Anadolu’yu
istilasına kadar devam etti. 1243 yılında Kösedağı savaşı ile Moğollara yenilen
Anadolu Selçuklu devleti, 1280 yılında dağılma sürecine girdi. Bu tarihten
sonra, Anadolu’da beylikler dönemi başladı.
Anadolu Selçuklu devletinin zayıflamasıyla, beylikler
arasında hakimiyet mücadelesi hız kazandı. İlk başlarda Karaman beyliği öne
çıktıysa da daha sonra uç beyi olan Osmanlı beyliği Ahi şeyhlerin ve Babai dervişlerin
desteği ile daha güçlü bir konuma geçti. Batıda Bizans imparatorluğu ile
mücadele yürütmesi, halkın nezdinde de Osmanlığı beyliğini daha da güçlü
kılmıştı. Bu nedenle, Anadolu’daki halkın büyük çoğunluğu da Osmanlıları desteklemekten yanaydı.
Osmanlı devleti Anadolu’daki beyliklere son verip, siyasi
birliği kurduğunda, Bağdat’daki Abbasi halifeliği 1258 yılında Moğollar tarafından
ortadan kaldırılmış, Fatimi devleti de iç çekişmeler nedeniyle, 1173 yılında yıkılmıştı.
Halifeliği, Kahire’de başında Türk komutanların bulunduğu Memluklular
devleti temsil ediyordu. Ancak, Memluklular Şii değil, Ehli-Sünnet taraftarıydılar.
Osmanlı devleti, 16. Yüzyılın başlarında sınırlarını Orta Avrupa’dan, Afrikaya, oradan Orta doğuya kadar genişletmişti. 1517 yılında
Memlukluları da ortadan kaldırmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu İslam ülkeleri
içinde lider bir duruma gelmişti. İslam mezhepleri içinde çok katı bir ayırım
yapmayan Osmanlı devleti, Safevilerle girdikleri mücadele ve Memluklulardan
halifeliği devir aldıktan sonra, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini de
üstlenmişlerdi. Bu tarihten sonra, devletin resmi dini de yavaş yavaş “Sünni”
lik doğrultusunda katılaşmaya başladı. Özellikle Mısır’dan büyük çoğunluğu İbnTeymiye
ekolünden gelen din adamlarının getirilmesi bunu daha da pekiştirdi. İbn
Teymiye, hukuki yorumlarda (Fıkıh) aklın kullanılmasını reddeden bir görüşe
sahipti. Ayrıca ibadetleri imana dahil eden ekolü temsil ediyordu. Bu görüşleri
nedeniyle, Selefi-Vahabiliğe daha yakın duran görüşlere sahipti. Ancak, Osmanlı devletinin resmi mezhebi, Ehli- Sünnet mezheplerinden Hanefilikti. Kadılar davalarda Hanefi fıkıhı (Hukuk)
doğrultusunda karar veriyordu. Hanifilik İslam'ın yorumunda nakli değil, aklı birinci sıraya koyan bir ekoldü. Bu nedenle, ortaya çıkan sorunlarda aklı kullanarak içtihatlar yoluyla karar verebiliyorlardı.
NEDEN EHLİ-SÜNNET'E DAHİL OLDULAR ?
Buraya kadar Selçukluların ve Osmanlıların dini
anlayışlarını ve halifelerle olan ilişkilerini kısaca anlatmaya çalıştık. Buradan yola çıkarak, Önce
Selçukluların, daha sonra da Osmanlıların neden ehli-sünnet mezheplerinin taraftarı ve temsilcisi olduklarını maddeler halinde açıklamaya çalışalım.
1-Türkler İslamiyeti kabul ettiğinde, İslam coğrafyasının büyük çoğunluğu Abbasi halifesinin denetimindeydi. Abbasi halifesi Kadir Billah ve ondan sonra
gelen Kaim Biemrillah, İslam dinindeki mezhepleri dörtle sınırlandırmış, diğer
mezhepleri yasaklamış ve İslam dışı saymıştı. Dolayısıyla, Selçukluların İslam
coğrafyasında nüfusun büyük çoğunluğunu meydana getiren Ehli-Sünnet dışında kalmaları
mümkün değildi.
2-Abbasi halifesinin kontrolü altında bulunan
topraklarda devlet kuran Selçukluların, Abbasi halifesini dışlamaları düşünülemezdi.
Halifenin otoritesini ve din anlayışını kabul etmekle, yasal bir statü elde etmişlerdi.
3-İslamiyeti yeni kabul eden Türkler, Ehli-Sünnet ve
Şiilik dışında kendi yorum ve anlayışlarını geliştirebilecek bilgilere henüz
sahip değillerdi. Nitekim, Ahemet Yesevi ile başlayan ve Hacı Bektaş Veli ile
devam eden İslam’ın Türk yorumu ancak 13. Yüz yılda ortaya çıkabildi. Fakat, bu
tarihten sonra insanların düşünce ve inançlarını bu yönde değiştirmek ve
kurumsal bir yapıya getirmek kolay değildi. Çünkü, diğer mezhepler
kurumsallaşmış, yazılı kaynaklarını geliştirmiş ve toplumlarda kendilerine
taban bulmuşlardı. Bir Türk yorumu olan Hacı Bektaş Veli’nin yorumu ise, ancak
göçebe toplumlarda etkili olabildi. Şehirlerde ise, Bektaşilik olarak aydın ve entelektüel çevrelerde
biraz taraftar bulabildi. Bugün, Alevilerin ve Bektaşilerin nüfus yapılarına
baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz.
4-Selçuklu devletlerinin mirası üzerine kurulmuş olan
Osmanlı devleti de aynı yolu takip etmek zorunda kaldı. Uluslararası Arena’da
mücadele için bu zorunluydu. Osmanlı’nın karşısında Hıristiyan bir Avrupa
vardı. Hıristiyan batıya karşı İslam coğrafyasının desteğini ancak bu şekilde
alabilirdi. Yukarıda Selçuklular için saydığımız gerekçelerin aynısı Osmanlı devleti için de
geçerlidir. Gerek Selçuklular, gerekse de Osmanlılar İslam coğrafyasının desteğini almak için, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini yapmak zorundaydılar. Tarihi gerçekler bunu
gerektiriyordu. Devletlerin politikaları geniş çıkarlar üzerine kuruludur. Böyle
baktığımızda uluslararası arenadaki mücadeleleri daha iyi anlarız.
Makalemize son vermeden önce, yukarıda bir Türk yorumu
olarak verdiğimiz Alevilik-Bektaşiliğin geleceği ile ilgili kısa bir yorum yapmak
istiyorum. “Türk yorumu” benim söylediğim bir söz değildir. Bu terimi, Osmanlı
döneminin ilahiyatçılarından Prof. Dr. Yusuf Yörükan’dan aldım. Benim de
katıldığım bir görüştür. Alevilik ve Bektaşilikle ilgili yazılı eserler
özellikle 1990’lı yıllardan sonra yaygınlık kazandı. Bu ilgi ve alaka hala
devam ediyor. Özellikle akademisyenlerin çalışmaları bu konuda umut veriyor.
İleriki yıllarda bu çalışmaların semeresi ortaya çıkacaktır. Yazılı kaynaklarını artırıp, çeşitlendirdikçe Alevilik-Bektaşiliğin kurumsallaşmaya doğru gideceğini ümit ediyorum. Bu
kurumsallaşmanın sonucunda İslam coğrafyasında yeni bir “RÖNESANS” döneminin başlayacağına inanıyorum.
Saygılarımla.
Hamdullah DEDEOĞLU
08.04.2020
Kaynaklar:
-Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar-Türkmenler Türk
Dünyası Araştırmaları vakfı yayınevi, 6. Baskı 2016.
-Prof. Dr. Erdoğan Merçil-Prof. Dr. Ali Sevim Selçuklu
Devletleri tarihi, Türk Tarih Kurumu yayınları,1995
-Prof. Dr. Bahattin Kök, Gazneli Mahmud-Abbasi
halifesi El-Kadir arasındaki ilişkiler adlı makalesi, 1998
-Maşide Kamit, Abbasi halifesi Kaim Biemrillah
döneminde Sünni-Şii iktidar mücadelesi adlı makalesi, 2014.
-Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
-Mustafa Şişman, Hacı Bektaş Veli, Sepya kitaplar,
2013.
-Bektaşiliğin İçyüzü, Tevfik Oytan.
-Hüseyin Yalçın, Alevilik Tarihi.
-Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi, Alfa yayınları,
2014.
-Prof. Dr. Bernard Levis, Alamut Kalesi ve Hasan
Sabbah, Nokta kitap, 2012.
-Osmanlı Devletine kadar Türkler-Türkiye Tarihi, Cem
yayınevi, 10. Baskı, 2009.