28 Ekim 2025 Salı

SÖĞÜT AĞACIN GÖLGESİ-BİR AŞİRETİN GÖÇ HİKAYESİ (Öykü-Roman-85 sayfa)


SÖĞÜT AĞACIN GÖLGESİ-BİR AŞİRETİN GÖÇ HİKAYESİ

Misis’den, Yellice yaylasına geleli daha bir hafta bile olmamıştı. Nisan ayının sonuydu. Obalarımız yerlerine tam olarak henüz yerleşmemişti. En arkadan gelenler yayladaki eksikliklerini tamamlamaya çalışıyorlardı. Bizim obamız Hazna Hatunun yönetiminde (kendisi anam olur) düzenini kurmuştu. Babam Firuz Bey annem sayesinde bunlarla uğraşmazdı. O aşiretin Beyi olarak eksiği olan obalara yardım göndermekle meşguldü. Kiminin çadır bağlayacak taşlarla örülmüş arka duvarları kiminin de ocaklarının bacaları yıkılmıştı. Bunları tamir etmek için ustaları gönderiyordu. Zira bu yapılmadan çadırları bağlamak zordu. Obalar arasındaki bu yardımlaşma karşılık beklemeden yapılırdı. Geceleri hem yaylanın soğuğundan korunmak hem de yemeklerin pişirilmesi için ateşin yakılması gerekiyordu. Çadırın arkasında kalan bir metre yüksekliğindeki duvarlar rüzgarı engelliyordu.

Yemeklerin yapılması ve sütlerin pişirilmesi için Ocakların da hızla tamir edilmesi gerekiyordu. Zira bu yapılmadan hem yemekler pişmez hem de peynir ve tere yağ elde edilemezdi. Ocakların en zor tamir edilen yeri ise bacalarıydı. Göç nedeniyle kışın yaylayı boşaltıyoruz. Biz daha sıcak olan güneyde, Yüreğir nahiyesine bağlı Misis mezrasına gidiyoruz. Ama yabani hayvanlar ve kuşlar burada kalmaya devam ediyor. İşte bu bacalar bunların adeta sığınakları oluyor. Bu nedenle en çok hasar gören de bacalar oluyor. Ancak bacaları tamir etmek zaman alıyor. Tabandan çapı iki metre olan bacalar yükseldikçe daralıyor. Tepe noktaya gelene kadar bu çap yarım metreye düşüyor. O yüzden içeriden bacanın bozulan yerlerini örmek ve sıvalarını tamir etmek zaman alıyor.

Bizim aşiretin ismi Musa Hacılıdır. Bu ismin aşiretimizi kuran büyük dedemizden geldiğini babam söylemişti. Aşiretimiz, Kaçaroğlu, Tanburacalı, Avşıllı, İncili, Caberli, Çilli, Hacı Fakılı cemaatleri ile Meşeli, Tecerli, Anamaslı, Dündarlı, Tur Hasanlı, Kara Bıyıklı, Demirhanlı, Göbelli obalarından oluşuyor. Toplamda beş yüz on üç yüz haneyiz. Altmış bin koyunumuz, üç yüz atımız, iki yüz elli devemiz, iki yüz kadar eşeğimiz var. Yüklerimizi ve eşyalarımızı atlar, develer ve eşekler taşır. Misis’deki kışlağımızdan Yellice’ye kırk gün süren bir yolculuktan sonra geliriz. Yolda ekinlere, bostanlara, bağ ve bahçelere zarar vermemek için çok dikkatli davranırız. Eğer bu kurallara uymazsak, sancak beyleri bize ceza keser. Bu cezayı ödemeden de yaylaya çıkamayız. Beyimiz Firuz ağa da bu konuda çok hassastır. Sürünün başı ile sonu arasına her elli metrede bir gözcü koyar. Bunlar genellikle eşeğe binmiş vaziyet de gözcülük yaparlar. Gözcülerle haberleşmeyi sağlayan kişi ise, doru atlı Bayram çavuştur. Göç kafilesini yöneten Bayram amcaya “Savranbaşı” da denilir. Yolu en iyi bilenlerden biri de  odur. Yaşı kırkın üzerindedir. Ama çok çevik bir vücuda, kıvrak da bir zekaya sahiptir. Aksaklıklara anında müdahale eder, sürünün etrafa zarar vermesini engeller, hem de sürünün en az zayiatla yaylaya varması için büyük çaba sarf eder. Yolda doğum yapanlara, sakatlananlara, hastalananlara ve yeni doğan kuzulara da o bakar. İki tane yardımcısı da eşeklerle ona destek verir. Akşam nerede mola verileceğine, taze otların hangi bölgede bulunduğuna da hep o karar verir. Babamın ona sonsuz güveni vardır.

Göç katarın en başında ise, Savranbaşı ile birlikte adetimiz gereği nişanlı ya da yeni evlenmiş bir genç kız da bulunur. Bu kıza “Ala Dorlak” deriz. Bunun Aşirete bereket ve bolluk getireceğine inanılır. Ala Dorlak, bineceği atı ya da eşeği kendisi seçer. Bu ata ve eşeğe eyer vurulmaz. Bunun yerine, yünden yapılmış bir keçe atın ya da eşeğin üstüne konulur. Onun üstüne de yine yünden yapılmış bir minder konulup, sağlam bir iple kemer gibi bağlanır. Genç kız, başında gümüş takıların bulunduğu bir taç, üzerinde kırmızı renkli bir elbise, ayağında ise, “küllü şeftali” isminde nar çiçeği renginde deriden yapılmış “edik” dediğimiz bir ayakkabı giyer.

Yellice yaylası, Misis ovasının tam tersine çok yüksek tepelerden meydana geliyor. Bizim aşiretin yeri bellidir. Kimse başkasına ait mezraya girmez. Herkes sınırını bilir. Bu yayla için sancak beyine vergi öderiz. Yellice’deki Kızılca Pınar mezrası bizim meramızdır. Her yıl baharda buraya geliriz. Hayvanlarımız burada otlar, burada su içer. Arazisi yaklaşık yedi bin dönüme yakındır. İçinde üç ayrı yerden dere akar. Babam Firuz Bey bu dereleri çevirip, önüne büyük bir depo ve oluklar yaptırmıştı. İnsanlar içme suyunu ağaçtan yapılan borulardan alırlar. Hayvanlar için ise oyulmuş ağaçlardan yapılan oluklar vardır. Hayvanlar suyunu bu oluklardan içerler.

Yaylaya her geldiğimizde su depolarının ve olukların içi temizlenir. Bu iş için babamın görevlendirdiği temizlikçiler vardır. Aşiretin bakım ve tamir işini yapanlara günlük sekiz akçe üzerinde ödeme yapılır. Bu ödemeler yayla döneminin sonunda peynir, tereyağı, yün ve koyun satışlarından sonra yapılır. Peynirler ve tere yağlar tuzlanarak toprak çömleklerinde saklanır. Tüccarlar bu ürünleri gelip yaylalarda alırlar. Satılık koyunlar ise, daha çok kısır olanlar ve yaşı geçmiş olanlardan seçilir. Koyunların yününü hem Osmanlı hem de ecnebi tüccarlar satın alır. En çok revaçta olan tüccarlar İngiliz ve Rus kökenli olanlardır. Hatta Rus tüccarlar canlı koyun satın alıp, çoban kiralayarak bunları memleketlerine götürürler. Orada da iyi bir parayla kasaplara satarlarmış.

Ecnebi tüccarlar, mallarını dışarı çıkartmak için izin belgesi alırlar. Çıkışta satın aldıkları malların vergisini devletin memurlarına öderler. Biz de yaylaları kullanma bedeli olarak sancak beylerinin görevlendirdiği vergi memurlarına koyun başına yarım akçe, deve başına beş akçe, at için üç akçe, eşek için de iki akçe öderiz. Babamın on üç bin koyunu var. Bizim aşiret de en çok vergiyi babam öder.

Akşam olmuştu. Obaların bacalarında dumanlar çıkmaya başlamıştı. Yemek zamanı geliyordu. Kadınlar akşam yemeği için hazırlık yapıyordu. Bizim yemekleri genellikle annem pişirir. Çok meşgul olduğu zaman, Durak ağabeyimin hanımı Esma yengem yapar. Kendisi Beydilli aşiret beyinin kızıdır. Bizim eve geleli dört yıl oldu. Üç yaşında bir oğlu var. İsmi Mehmet Ali. Çok sevimlidir. Babamın tek torunudur. O yüzden hepimizin Mehmet Ali’ye karşı sevgisi bir başkadır. Hele babamın torunu için yapmayacağı iş yoktur. Onu sırtına bile alıp gezdirir. Bazen de obanın içindeki ziyaretlere Mehmet Ali ile birlikte gider.

Karanlıkla birlikte sıvacıların bugünkü işi bitmişti. Annemin yaptığı yayla çorbasının kokusu her tarafa yayılmıştı. Yemeğimizi babamın otağında birlikte yeriz. Ellerimi yıkadıktan sonra otağa geçtim. Selam verip, sofradaki yerimi aldım. Servisi kız kardeşim Havva yapar. Mayıs’ta on altısına girecek. Benden üç yaş küçüktür. Ağabeyim de benden dört yaş büyüktür. Yemeği hep birlikte yeriz. Bu bir geleneğimizdir.

Çorbanın yanında küpten çıkarılan eski çökelek de sofraya konmuştu. Çökeleği sac ekmeğinin arasına sarıp çorba ile yemeyi çok severim. Annem ve kız kardeşim bunu bildikleri için çorbaların yanına mutlaka eski çökelek çıkarırlardı. Çorbadan sonra etli bulgur pilavı ile ayran geldi. Yemeğimizi yedikten sonra ağabeyimle ağılları kontrol etmek için dışarı çıktık. Ağıllar yaklaşık yedi yüz metre ileride Kümbet tepe dediğimiz yerin rüzgar almayan dalda bir yerindeydi. Çobanların çadırları da hemen ağılların yanında bulunuyordu. On iki çobanımız var. Bunlar aileleri ile birlikte kalırlar. Babam her bir çobana yıllık altı kile buğday ile yirmi koyun verir. Bunlar buğdayı değirmenlere götürüp un yaptırırlar. Koyunların sütünden ve yününden elde edilen parayla da diğer ihtiyaçlarını alırlar.

Ağıllara vardığımızda çobanlar yeni doğan kuzuları annelerinden ayırıp, kendi bölmelerine koymakla meşguldüler. Geldiğimiz günden bugüne kadar doksan beş koyun kuzulamıştı. Tahminimize göre bu sayı mayıs ayının sonuna kadar en az üç bini bulması gerekir. Haziran ayının sonunda da beş bine yaklaşmasını bekliyoruz. Esas gelirimizi de her yıl doğan kuzu miktarı kadar sattığımız koyundan elde ederiz. Deve ve atların fazlasını da satarız. Ancak o gelirimizin çok az bir kısmını karşılar. Koyun satışından sonra ikinci gelir kaynağımız peynir, tereyağı ve yün satışından gelir. Bu satışların hepsine ağabeyim bakar. Ancak babamdan habersiz iş de yapmaz. Ne yapacaksa önce onun onayını alır. Koyunların tanesi 50 ile 60 akçe arasında satılır. Tereyağı ve peynirin beş okkalık küplerdeki fiyatı 18 akçe, yünün okkası ise, bir akçeden satılır. Bunun yanında kadınların dokudukları kilimlerden, keçelerden gelir elde eden obalarımız da var.

Eve döndükten sonra babamla yarınki işleri konuşmaya başladık. Bize ait olan bulgur Setenin bir an evvel faaliyete geçmesi gerektiğini söyledi. Bu işle de benim ilgilenmemi istedi. Ben de gerekli bakım ve tamiratların yapılmasından sonra iki gün içinde hazırlayabileceğimi söyledim. Seteni çalıştıracak Hamza usta ile de yarın görüşüp işi daha da hızlandırabileceğimi ifade ettim. Bu sözlerimin babamın hoşuna gittiğini anlayabiliyordum. Zira, işlerle ilgilenmemi gördükçe yüzündeki ifadesinin değiştiğini görebiliyordum. Babam işlerin aksamadan yürümesine ve zamanında yapılmasına çok önem verir. İş takibi konusunda kimseye taviz vermez. İş bitiminde kontrolleri mutlaka yapar. Buna çok dikkat eder. Bu nedenle babamın huyunu bilen ustalar işlerine çok dikkat eder, gerekli titizliği de gösterirlerdi. İş bitiminde eğer işi beğenmiş ise, ya ustalara ayran ya da meyve ikram eder. Bu ikramlar onun memnuniyetini gösterirdi.

Sabah ilk işim Meşeli obasından Hamza ustayı bulmak oldu. Birlikte bulgur Setenin yanına gittik. Seten, sekiz ağaç direk üzerinde eni üç, boyu dört metre olan bir çatıdan meydana geliyordu. Seten taşları da daire şeklinde örülen bir yapının üzerinde bulunuyordu. Hamza Usta Seten taşı ve çatısını inceledikten sonra; bana dönüp şöyle dedi:

--Şahin ağam, taş çok yıpranmış. Çatının üstündeki dallar da dağılmış. Çatıyı ben hallederim ama, taş için Dikran ustanın gelmesi gerekiyor.

Seten taşı çok hassas bir taştı. İki parçadan meydana geliyordu. Altta iki metre çapında bir taş, onun üzerinde de bir buçuk metre çapında ayrı bir yuvarlak taştan meydana geliyordu. Üstte dönen taşın ortasında yirmi santim genişliğinde delikler bulunuyordu. Alttaki taş yatık vaziyette kalırken, diğer yuvarlak taş dikey olarak alttaki taşın üzerinde daireler çizerek dönüyordu. Dönen taş ağaçtan yapılmış bir saplama aracılığı ile atın amuduna bağlanıyordu. At bu taşı aynı eksen etrafında daire şeklinde çevirerek kaynatılmış buğdayı kabuklarından ayırıyordu.

Bulgur yapılacak buğdaylar daha önceden kazanlarda kaynatılıp kurutulur. Kurutulup elenen buğdaylar keçi kılından yapılmış çuvallar içinde setene getrilir. Seten de alttaki taşın üzerine serilir. Buğday taneleri üstte bulunan yuvarlak taşın gücüyle ezilir. Böylece buğdaylar kılçıktan ayrılır. Bu işlem yaklaşık üç-dört saat sürer. Ezilen buğdaylardan ayrılan kılçıklar rüzgar aracılığı ile savrulur. Buğdayın tanesi bulgur olurken, kılçıklar da hayvanlara yem olarak verilir. İşte köylülerin ve yörüklerin vazgeçilmez yiyeceği bulgur böyle yapılıyor.

Biz bu seten’den de ayrıca gelir elde ediyoruz. Hem aşiretimizdeki ailelerin hem de diğer cemaatlerin bulgur işleme işlerini de biz yapıyoruz. Bütün masraflar bize ait olmak üzere, gelirin dörtte biri Hamza ustaya, dörtte üçü de bize kalır. Hamza usta yayla döneminde kazandığı parayla çok rahat bir geçim sağlıyordu. Ancak işi çok meşakatliydi. Sabahtan akşama kadar atın peşinde daireler çizerek çalışmanız, yarım saatte bir taşın ezdiği buğdayları küçük bir yabayla aktarıp, havalandırmanız gerekiyordu. Bu zor işte Hamza ustaya hanımı ve çocukları da yardım ediyordu.

Buğdayı Seten’de dövmek ne kadar zor bir iş ise, onun tamir ve bakımını yapmak da bir o kadar maharet gerektiren bir işti. Zira hem alttaki taşın hem üstte dönen taşın aşınan yerlerinin murçla yenilenmesi gerekiyordu. Bu işin uzmanı da Dikran ustaydı. Ermeni kökenli olan Dikran usta Hıristiyan dinine mensuptu.  Kendisi Ağca Kale nahiyesinde oturuyordu.  Oraya atla gidip gelmem bir günü buluyordu. Elinde çok acil bir işi yoksa babamın selamını söylediğimde ertesi günü hemen gelirdi. Seteni devreye almamız için Ağca Kale’ye hemen gitmem gerekiyordu. Ahırın bulunduğu bölgeye gidip, atımı otağın önüne getirdim. Babama gerekli bilgiyi verdikten sonra, atımın eyerini bağlayıp, hemen yola çıktım.

Mısırlı mezrasına yaklaştığımda yağmur hafif hafif çiselemeye başladı. Bulgar Viranına geldiğimde ise yağmur daha da şiddetlendi. Yağmurun dinmesini beklemekten başka yapacak bir şeyim kalmamıştı. Atımla birlikte büyükçe bir ardıç ağacın dibine sığındık. Yağmurla birlikte hava da soğumuştu. Heybeden abayı çıkarıp üstüme aldım. Heybenin diğer tarafında da bir çıkının içinde annemin yaptığı kavurmalı gözlemeler vardı. Çıkıdan bir tane de gözleme çıkarıp yemeye başladım. Yarım saat sonra yağmur kesilir gibi oldu. Dönüşte karanlığa kalmamak için tekrar yola devam ettim. Cevizli köyüne geldiğimde yağmurdan eser yoktu. Güneşli bir hava vardı. Öğleyi biraz geçmişti ki Ağca kale nahiyesine gelmiştim. Dikran ustanın evine doğru devam ettim. Dikran ustanın evi iki katlı taştan yapılmış bir binaydı. Binanın alt tarafını atölye olarak kullanıyordu. Burada kağnı ve at arabalarının tekerleklerinin imalat ve tamirini de yapıyordu. Atölyenin kapısı kapalıydı. Hanımını tanıyordum. Nal seslerini duymuş olacak ki, ikinci katın penceresi açıldı. Beni görünce tanıdı. Kısa bir sohbetten sonra, Dikran ustanın köyün altındaki değirmene gittiğini, ama ne zaman geleceğini bilmediğini, gitmek istersem tarif edebileceğini söyledi.

Değirmene gitmekten başka şansım yoktu. Atın yönünü tarif edilen yöne doğru çevirip yola devam ettim. Değirmen bir derenin çıkışında kurulmuştu. Değirmen tek katlı iki ayrı bölmeden meydana geliyordu. Bir bölmesinde değirmen, bitişiğinde de değirmencinin ailesi ile birlikte kaldığı ev bulunuyordu. Değirmenin çarkını çeviren su iki yüz metre aşağıda tekrar akmaya devam ediyordu. Daha aşağıda da Kızılırmak’ın kollarına karışıyordu.

Atımı değirmenin önündeki ağaçlardan birine bağladım. Yem torbasını atın başına taktıktan sonra içeriye doğru yürümeye başladım. Dışarda iki tane kağnı arabası ile dört-beş eşek göze çarpıyordu. Bunlar yakın köylerden değirmene un öğütmek için gelenlere aitti. Bu da değirmende kalabalık bir müşteri sırasının olduğunu gösteriyordu. Değirmenden içeri girdiğimde, Dikran Ustanın değirmen taşıyla ilgilendiğini gördüm. Kısa bir süreliğine elindeki işi bırakıp, beni orada bulunanlarla tanıştırdı. Hal, hatır sorduktan sonra durumu anlattım. Dikran usta buradaki işinin akşama kadar süreceğini, yarın sabah yola çıkıp öğleye doğru Yellice yaylasına gelebileceğini söyledi. Değirmenci Artin’in ikram ettiği erik kompostosunu içtikten sonra, müsaade isteyip oradan ayrıldım. Hava tekrar kararmıştı. Bu da yağmurun habercisiydi. O yüzden daha fazla geceye kalmamak için atımı dört nala koşturmaya başladım.

Cevizli mezrasını geçtikten sonra yağmur kendini iyece göstermeye başladı. Atı kısa bir süreliğine durdurup, abayı heybeden çıkartıp üzerime aldım. Bir de gözleme çıkarıp açlığımı gidermeye çalıştım. Bulgar viranına geldiğimde hava daha da kararmaya başladı. Atı dinlendirmek için yavaşladım. Yaylaya da az kalmıştı. Yaylaya iyice yaklaştığımda çadırlardan sızan mum ve kandillerin ışıkları görünür oldu. Köpeklerin ulumaları da hızlandı. Otağa geldiğimde annemle ağabeyimin dışarda beni beklediklerini gördüm. Köpek seslerini duyduklarında benim gelmekte olduğumu tahmin etmişler. Annemin sesinden beni merak ettiği belli oluyordu. Sofranın hazır olduğunu atı ahıra bağladıktan sonra hemen gelmemi istedi. Ata su ve yem verdikten sonra, tekrar otağımıza doğru yöneldim. Ailece sofraya oturduk. Bugün gittiğim yerlerde yaptıklarımı kısaca babama anlattım. Çok memnun oldu. Değirmende karşılaştığım insanların selamlarını ilettim.

Benim konuşmalarımdan sonra sözü babam aldı. Dikran usta ile yarın kendisinin ilgileneceğini, benim sebzelik için ayrılan bahçenin sabanla sürülmesi için Fatmalı köyündeki İbrahim amca ile görüşmeye gitmemi söyledi. Fatmalı köyündekiler genellikle ziraatçilik yapıyorlardı. Buğday, arpa ve hayvan yemi olan fiğ ekip biçiyorlardı. Bizim üç dönümlük bahçeyi her yıl İbrahim amca sürer, ekilmeye hazır hale o getirirdi. Bundan sonrası anneme aitti. O, bahçeye soğan, kabak, hıyar, fasulye, nohut, kara kavun eker. Bahçenin Sulanması, çapası ve otların temizlenmesi ile hep o ilgilenir. Bazen benden de yardım istediği olur. Ama, işlerin çoğunu çobanların eşleri ile halleder. Çapa, ot yolma, sırıklama, gübreleme gibi işlerin hepsini onlarla yapar. Bahçede çıkan üründen çobanların ailelerine ve komşulara da verir. Obada herkes anneme o nedenle “Hazna Ana” derdi. Sıkıntısı, derdi olan anneme gelir. Kız istemeye, küsleri barıştırmaya hep annemi götürürler. Çözemediği bir şey olduğunda da babamdan yardım ve destek ister. Babamda onu kırmaz, istediklerini yerine getirir. O ne de olsa hem bey kızı hem de bir aşiretin başı olan Firuz Beyin hanımıydı. Saygınlığı ve itibarı çok yüksekti. Babası Dulkadirli’nin Yeni il kazasının en büyük aşireti olan Ağca Koyunlu’nun reisi Mehmet beydi. Ağca Koyunlu aşiretinin iki bin beş yüz hanesi vardı. Bizim Musa hacılı aşireti de Ağca Koyunlu’dan ayrılan bir aşiretti. Yani onlarla akrabaydık. Hepimiz Türkmenlerin Bayat boyuna mensuptuk. Horasan’dan Anadolu’ya birlikte gelmişiz.

Ertesi sabah ben ve atım tekrar yollardaydık. Bu kez yolculuğumuz Fatmalı Köyüneydi. Atımla ben iyi bir ikiliydik. İki yıl önce Annemin babası Mehmet dedem hediye etmişti. Geldiğinde bir yaşını biraz geçmişti. Atımın tımarına, bakımına, yemesine, içmesine çok önem veririm. Atım siyah renkli, uzun bacaklıdır. Bizim burada siyah ata “Yağız at” derler. Dedem adını Karayel koymuştu. Bana çok bağlıdır. Benim en yakın dostum ve arkadaşımdır. Geçen yıl Kızıl Geçit mezrasından geçerken önümüze çıkan bir yılanı görüp aniden durup şaha kalkmış, ben de düşmüştüm. Ayağım incindiği için bir süre yerden kalkamamıştım. O ayağımdaki sancı hafifleyene kadar baş ucumda beklemişti. Bazen obalardan geçerken köpeklerin saldırısına uğrarız. O hiç korkmaz. Hatta ben elimdeki kamçıyı köpeklere doğru sallarken, o da onların üstüne korkmadan yürür. Bu yönüyle de çok cesurdur.

Bir saatlik yolculuktan sonra, Baş Viran mezrasındaki Fatmalı köyüne gelmiştim. İbrahim amcanın evi köyün girişindeki tepeyi geçince soldaki ilk evdi. Eve yaklaştığımızı gören beyaz bir köpek bize doğru havlamaya başladı. Köpek iri yarı bir Kangaldı. Köpeğe fazla yaklaşmadan İbrahim amcaya seslendim. Biraz sonra kapıdan on beş yaşlarında bir erkek çocuk göründü. Kendimi tanıttıktan sonra, köpeğe doğru yönelerek bize yol açtı. Köpek sakinleşince tekrar atımla beraber eve yöneldik. Atı evin önündeki dut ağacına bağladım. Bu sırada İbrahim amca da evden çıkıp yanımıza geldi. Hoş, beşten sonra eve buyur etti.

Ev toprak damlıydı. Yemeklerin pişirildiği ana ev büyükçe bir yerdi. İçinde büyük bir bacası vardı. Hem yemekler hem de ekmekler bu bacada yakılan ateşle pişiriliyordu. Evin ortasında ayrıca bir metre çapında yuvarlak bir pencere bulunuyordu. Evin içi bu pencereden gelen ışıkla aydınlanıyordu. Evin her iki tarafında da birer oda bulunuyordu. Birisi misafir odasıydı. Diğerinde ise evli olan oğlu kalıyordu. İbrahim amca, ben ve küçük oğlu misafir odasına geçtik. Misafir odasının her iki tarafında makatlar bulunuyordu. Üstüne yün minderler, arkasına da hasırdan yastıklar konmuştu. Babamın selamını söyleyip, geliş nedenimi söyledim. Bunun üzerine oğlu Ahmet’in atlarla birlikte Eymir Köyüne dünürü Hüseyin amcanın sebzeliğini sürmek için gittiğini, oradaki çift sürme işi bittikten sonra ancak gelebileceğini söyledi. Kabul etmekten başka yapacağım bir şey yoktu. Kısa bir sohbetten ve birer bardak ayran içtikten sonra müsaade isteyip oradan ayrıldım.

Yaylaya geldiğimde, Dikran ustanın tamir işine başladığını öğrendim. Atımı ahıra çekip bağladım. Önüne de arpa ile karışık yemini verdikten sonra, setenin bulunduğu yere gittim. Babam, Hamza usta ve Dikran usta sohbet ediyorlardı. Dikran usta işe başlamıştı ama iş henüz bitmemişti. Vakit de öğleyi biraz geçiyordu. Dikran usta ile hoş beş ettikten sonra, babam bana eve gidip yemeklerin hazır olup olmadığımı öğrenmemi istedi. Otağ ile Seten arası beş yüz metreden biraz azdı. Otağın önünde annemle karşılaştım. Yemeklerin hazır olduğunu, misafir otağına hazırlayacaklarını söyledi. Hemen geriye dönüp babama annemin söylediklerini ilettim. Hep birlikte misafir otağına geldik. Sonra da yer sofrasına oturduk. Önce bir tarhana çorbası içtik. Arkasından pirzolalarımız geldi. Yemekten sonra onlar Seten yerine dönerken, ben de yeni doğan kuzulara bakmak için koyun ağıllarına yöneldim.

Akşam yemeğini yemiş babamın otağında ailece sohbet ediyorduk. Biraz sonra dışardan bir ses geldi.

--Destur var mı Firuz Beyim.

Gelen Yeni il kazasının kaymakamlığında görevli bir mübaşirdi. Babamla tanışıyorlardı. Biz ilk defa görüyorduk. Babam mübaşiri içeri buyur edip, oturması için yer gösterdi. Mübaşir uzun boylu, pos bıyıklı, iri yarı birisiydi. İsminin Kapıcı Başı İsmail olduğunu babamın hitap etmesinden öğrendik. Kısa bir hoş-beşten sonra mübaşir iç cepkeninde taşıdığı bir evrakı çıkartıp babama uzattı. Babam;

--Bu nedir Mübaşir Efendi?

Mübaşir İsmail Efendi uzattığı evrakı geri çekip, gözlerini evraktan ayırmadan bunun bir padişah fermanı olduğunu, içinde Rakka eyaletine gönderilecek aşiretlerin isim listesinin bulunduğunu belirtti. Sonra fermanda yazılanları özetlemeye başladı. Fermanda yazılanlara göre, Yeni İl kazasındaki konar-göçer aşiretlerin tamamı bu iskana tabi olacaktı. Sadece yerleşik olan ve ziraatçilikle meşgul olan köyler bu iskandan muaf tutulacaktı. Fermanın en altında da padişahın tuğrası bulunuyordu. Fermanın altındaki karar tarihinde 21 Ocak 1691 yazıyordu. Karar, biz yaylaya gelmeden üç ay önce alınmış. İskana tabi olan aşiretlerin boy beyi aynı zamanda iskan başı olacakmış. Aşirete bağlı tüm obalardan o sorumlu olacakmış. Aşiretin boy beyinin yanına kaymakamlıkta görevli memurlar da verilecekmiş. Rakka eyaletine yapılacak yolculukta nereden geçileceğine ve nerede mola verileceğine bunlar karar verecekmiş. Bütün haneler tek tek nüfusları ile birlikte deftere yazılıp kayıt altına alınacakmış. Nüfus ve hane sayısına göre Rakka eyaletinde arazi verilecekmiş. Rakka’ya gidecek aşiret ve obalar yayla sezonu bitmeden bir ay önce yola çıkacaklarmış.

Mübaşirin fermanda yazılanları anlatmasından sonra evdekilerin suratları asıldı. Moralleri bozuldu. Ne diyeceklerini bilemediler. Şaşkın şaşkın bir mübaşire bir babama bakıyorlardı. Babam bizden daha soğuk kanlıydı. Olayı kavramaya çalışıyordu. Arkasından mübaşire sorularını sormaya başladı.

--İsmail Efendi bizi niçin oraya gönderiyorlar? Biz buradan memnunduk. Vergilerimizi de ödüyorduk. Bizim yetiştirdiğimiz koyunların eti lezzetli olduğu için İstanbul’a, Bursa’ya hatta Rusya’ya gönderiyorduk. Biz şimdi buradaki düzenimizi bozup, nasıl Rakka’ya gideriz?

Mübaşir İsmail Efendi, gün görmüş, nice olaylara şahit olmuş biriydi. Yaşı kırkın üzerindeydi. Babamı teselli etmek isteyen bir ses tonuyla şöyle cevap verdi:

--Firuz Beyim, buradaki aşiretlerin Rakka’ya gönderilme nedeni; Arabistan tarafında oturan Arap aşiretler burayı istila edip, yerli halkı göçe zorlamışlar. Bölgedeki güvenliği ve ticareti engelliyorlarmış. Bölgeye sizinle birlikte Ankara, Diyarbakır, Harput, Malatya ve Ergani’deki Türkmen ve Ekrad aşiretler de iskan edilecek. Bunların arasında Badıllı, Milli, Rişvanlı, Cihanbeyli aşiretleri de bulunuyor. Bu iskanın esas amacı güneyden gelen Arap aşiretleri dengelemek, onların saldırı ve eşkıyalıklarını önlemektir. Devlet size orada hane başına seksen dönüm arazi verecek. Sizden arazi vergisi alınmayacak. Araziyi ekip-biçmeniz için gerekli malzemeler de verilecek. Mesela saban, Öküz, Kağnı arabası, tohumluk buğday, arpa, fiğ gibi ihtiyaçların hepsi karşılanacak. Fermanın devamındaki kararı da okumuştum. Bunların hepsi yazıyor orada. Ferman, önceki gün Sivas Beylerbeyi tarafından Yeni İl kaymakamlığına gönderilmiş. Bugün de mübaşirler aracılığı ile Aşiret beylerine iletilmesi istendi. Bize verilen görev bunu aşiret beylerine iletmek ve sorularınıza cevap vermektir.

Mübaşir İsmail efendinin Arap aşiretlerinin eşkıyalık yaptıkları, yerli halkı zorla göç ettirdiklerini söylemesi en çok da annem ile Esma yengemi telaşlandırdı. Her ikisi de bey kızları olduğu için bunun ne anlama geldiklerini iyi biliyorlardı. Zira aşiretler arasında meydana gelen onlarca çatışma ve saldırılara şahit olmuşlardı. Nice can kayıpları yaşanmış, nice acıklı ağıt ve türküler dile getirilmişti. Annem ile yengemin içinden geçen duygu ve düşünceleri okuyan babam Mübaşire ikinci sorusunu yöneltti.

--Peki bu Arap aşiretler bize de saldırılarsa ne yapacağız? Bizi kim koruyacak? Biz orada malımıza, namusumuza nasıl sahip çıkacağız?

Mübaşir efendi daha öne Urfa, Birecik, Rakka ve Halep bölgelerinde görev yaptığını, yerli Arap aşiretlerinin devletin yanında olduğunu, iskan edilecek aşiretler içinde bulunan Milli, Badıllı, Rişvanlı ve Cihanbeyli aşiretlerinin de çok güçlü olduklarını ve onları sindirebileceklerini belirtti. Mübaşir Ayrıca, Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin paşanın çok dirayetli birisi olduğunu, kendisini şahsen tanıdığını, emrinde hem yeniçeri hem de yüzlerce sipahi askeri bulunduğunu, bu nedenle güvenlik konusunda endişe duymamamızı birkaç kez tekrar etmek zorunda kaldı.

Mübaşir İsmail efendinin güven veren bu sözleri annemi ve babamı biraz olsun rahatlatmıştı. Ancak gerek yengemin gerek ağabeyimin tam anlamıyla tatmin olmadıkları yüz ifadelerinden belli oluyordu. Aslında aşiretimizin de silahlı adamları vardı. Sayıları yüz yetmişi buluyordu. Ama bunlar profesyonel asker değildi. Hem ailelerinin işlerini yapıyorlar hem de gerekli durumlarda koruma görevi üstleniyorlardı. Babamdan habersiz hareket etmezler. Bütün yetki aşiret beyi olan babamdaydı. Tüfek hariç tüm silaha sahiptiler. Kılıç, yay, ok, mızrak, teber, hançer kullanabiliyorlardı. Bunların arasında Durak ağabeyim de bulunuyordu.

Mayıs ayına girmek üzereydik. Önümüzdeki hafta Yellice yaylamızda Hıdırellez şenlikleri düzenlenecek. Bu şenlikler her yıl yapılır. Şenlikteki ok yarışlarında ağabeyim genellikle birinci gelir. Bu yarışlar için kendisi bir haftadır hazırlık yapıyor. Atıyla her gün Kızıl Gedik geçidine kadar gidip orada atışlara devam ediyor. Ben de rahvan yarışlarına katılacağım. Dedem bu atı en çok da bu özelliğinden dolayı bana hediye etmişti. Onun iyi bir cins yarış atı olabileceğine kanaat getirmiş. Ben de dedemin bu atı bana boşa vermediğini ispat etmek için fırsat buldukça atımla idman yapıyorum. At yarışları, babamın otağı ile Gence Pınar arasında yapılıyor. Pınarın çeşmesine bağlı olan kırmızı kurdelayı getiren birinci, sarıyı getiren ikinci, beyazı getiren de üçüncü oluyor. Birinciye koç, ikinciye genç bir koyun, üçüncüye ise, sütten kesilmiş bir kuzu veriliyor. Rahvan yarışında dereceye girenlere de aynı hediyeler veriliyor. Okçuların hediyeleri daha da büyük oluyor. Ok atma yarışlarında birinci gelene sapı gümüş kaplama kılıç, ikinciye bir yaşında bir tay, üçüncüye bir adet kalkan, dördüncüye de mızrak veriliyor.

Yellice yaylamızda düzenlenecek yarışmalara sadece Musa Hacılı aşireti ve ona bağlı cemaat ve obalar katılabiliyor. Diğer aşiretler de kendilerine ait yaylalarda bu şenlikleri düzenliyor. Şenlik düzenleyenler arasında Beydilli, Ağca Koyunlu, Çeçeli, Badıllı aşiretleri de var. Şenlikler arasında ziyaretler ise serbest. Bu ziyaretleri daha çok bekar gençler yapıyor. Şenliklerde beğendikleri kızlara mendil verme, ayna gönderme en çok rağbet edilen hediyeler oluyor. Eğer kız da istekliyse buna cevap veriyor. Değilse, hediyeyi geri gönderiyordu. Hediyeyi geri göndermesi onun başka birini sevdiğini gösterirdi. O nedenle ısrar edilmez. Kızın isteğine saygı duyulur. Aksini yapanlara ise, iyi gözle bakılmaz ve saygı gösterilmez.

Mübaşir ile babam arasındaki sohbet gece yarısına kadar devam etti. Mübaşir iskan bölgesi hakkında tüm bildiklerini anlatmıştı. Mübaşir geceyi Mısırlı obasında geçireceğini söyleyerek. müsade istedi. Ailece Mübaşir İsmail efendiyi atının yanına kadar yolcu ettik. Otağa döndüğümüzde babam Rakka’ya gitmek için daha dört ay zamanımız olduğunu, o zamana kadar bölge hakkında daha fazla bilgi toplayacağımızı, bu bilgiler doğrultusunda gerekli hazırlıkları yaptıracağını söyledi. Annemle yengem babamım bu sözlerinden sonra biraz daha rahatlamış görünüyorlardı. Babam ayrıca Çemişgezek sancağında yaylaya çıkan amca oğullarının kışlak olarak Rumkale’ye gittiklerini, buranın da Rakka’ya yakın olduğunu, gerekirse onlardan da destek alabileceklerini belirtmesi bizleri de rahatlatmıştı. O gece karışık duygular içinde uyumak için otaklarımıza geçtik.

Sabah kahvaltısı için ailece babamım otağında toplandık. Yengem ve kız kardeşim sofrayı hazırlamak için gidip geliyorlardı. Bulgur çorbasının kokusu her tarafı sarmıştı. Annem de sabah erken kalkıp tereyağlı katmer yapmış. O da çok güzel kokuyordu. Hep birlikte sofraya oturduk. Akşamki moral bozukluğundan eser kalmamıştı. Herkes bugünkü yapacağı işlere odaklanmıştı. Kahvaltımızı bitirmiştik ki; dışarıdan bir ses duyuldu:

--Firuz Beyim evde misiniz?

Ben yerimden kalkarak hızla dışarı çıktım. Sesin sahibi Fatmalı köyünden İbrahim amcaydı. Annemin sebze bahçesini sabanla sürecek olan kişiydi. İki atın çektiği dört tekerlekli arabayla gelmişti. Arabanın içinde saban ve tapan vardı. Kısa bir hoş-beşten sonra kendisini babamın otağına davet ettim. O buna gerek olmadığını, hemen sebzelik yere gidip bir an evvel işine başlamak istediğini söyledi. Biz İbrahim amca ile sohbete devam ederken otaktakilerin hepsi dışarı çıkmıştı. Onlar da İbrahim amcaya “Hoş geldin” dediler ve içeriye buyur ettiler. Onlara da bana söylediklerinin aynısını tekrarladı. Bunun üzerine, Babam, ağabeyim ve ben İbrahim amcanın arabasına binerek bahçeye doğru hareket ettik. Oraya geldiğimizde Saban ve tapanın indirilmesine yardım ettik. Zira hem saban hem de tapan tek başına bir insanın kaldırıp indirebileceği ağırlıkta bir alet değildi. Gerek saban gerek tapan ağaçtan yapılmış, sabanın ağzında toprağı işlemesi için keskin bir sivri demir bulunuyordu. Tapan ise, te harfi şeklinde olup, ağaçtan yapılmıştı. Ağacın alt ve üstü tahta gibi düzeltilmiş şekli gibiydi. Ancak oldukça ağırdı. Sabanla sürülen toprağı düzeltmek için kullanılıyordu. Topak şeklindeki bu sert toprak parçalarına kezek deriz. İşte bu kezekleri de ezebilen tapan iki at tarafından çekiliyordu. Bazen kezekler çok büyük olduğunda atlar tapanı çekerken üzerine ağırlık olması için insan oturuyordu. Böylece ekilecek tarla ya da bahçedeki kezekler yumuşak toprak haline getiriliyordu. Bunun amacı ekilen tohumun en iyi şekilde toprakla buluşmasını sağlamaktı. Saban ve tapanı indirdikten sonra, babam İbrahim amcaya dönerek, kalacağı misafir otağını hazırlatacağını, öğle yemeklerinin evden getirileceğini, atları içinde otağın yanındaki ahırı kullanabileceğini söyledi.

İbrahim amcanın sebzeliği sürmeye başlamasından sonra biz tekrar otağa döndük. Babam Hıdırellez şenliklerinin yaklaştığını söyleyerek, oba beyleri ile yarın toplantı yapılması için ağabeyimi görevlendirdi. Toplantıda ayrıca Rakka’ya iskan edilme kararını da görüşeceklerini söyledi. Oba beylerinin tepkisi ne olacaktı? Babam bunu çok merak ediyordu. Zira, Rakka sürekli kalınacak ve ziraatçilik yapılacak bir yerdi. Yaylakları ayrı kışlakları ayrı olan aşiretler buna uyum sağlayabilecekler miydi? Ayrıca ziraatçilik konusunda da fazla bilgileri yoktu. Bunu yapabilecekler miydi? Hayvanlarını ne yapacaklardı? Ne kadarını oraya götürebileceklerdi? Bunu henüz kimse tam bilmiyordu. Bunların üstüne bir de Arap aşiretlerinin eşkıyalıkları vardı. Kendilerini bunların saldırılarına karşı nasıl koruyacaklardı? Yoksa, devlet iskan edilecek aşiretleri, Arap aşiretlerine karşı denge olarak mı kullanacaktı? Eğer devletin düşüncesi bu yönde ise, kendilerini çok kötü günler bekliyordu. Daha önce orada yaşayan yerli Arap halkı bu yeni gelen Arap aşiretleri ile baş edemeyip neden toprağını terk etmişti? Bütün bunlar babamın kafasında soru işareti olarak dolaşıp duruyordu. Bir aşiret boy beyi olarak halkını düşünmek, onların can ve mal güvenliğini sağlamak en başta gelen görevleri arasındaydı. Bütün bunları cemaat ve oba beyleri ile tartışıp onların da düşüncelerini öğrenmek istiyordu. Toplantılar Setenin yakınındaki büyük çadırda yapılıyordu. Benim de orayı hemen hazırlamam gerekiyordu. Oturulacak minderleri ve yaylanın soğuk gecesi için mangallarda yanacak kömürleri ayarlayıp eksik bir şey varsa tamamlamalıydım. Bunları hazırlamak benim görevlerim arasında bulunuyordu. Babamın mahcup olmaması için bunları hemen yapmalıydım.

Bu tür toplantılara sadece oba beyleri katılıyordu. Başkanlığını ise, babam yapıyordu. Konuşmak isteyenler babamdan müsaade alıp öyle konuşurlar. Kimse babama karşı saygıda kusur etmez. Babamda onlara karşı kırıcı olmaz. Yanlış ve hata yaptıklarında uyarır. Onlar da bu uyarıları dikkate alıp yanlışlarını düzeltirlerdi. Oba beylerinin toplantısı geç saatlere kadar sürdü. Toplantının çıkışında hepsi endişeli görünüyordu. Babamın da onları tam anlamıyla ikna edemediği anlaşılıyordu. Sonuçta hem kendilerinin hem de ailelerinin can güvenliği söz konusuydu. Yakın zamanda Bozok eyaletinde meydana gelen Celali isyanları ve Kuyucu murat Paşanın yaptıkları daha unutulmamıştı. Binlerce insan canlı canlı kuyulara atılmış, yüz binlercesi de yerinden yurdundan olmuştu. Kendilerini yeni toparlamışlardı ki, şimdi de Rakka‘ya iskan kararı çıktı. Hem can güvenliklerinden endişeliydiler hem de hiç anlamadıkları ziraatçiliği nasıl yapacaklardı? Hayvanlarını nasıl değerlendireceklerdi? Bütün bu sorular kafalarını meşgul ediyordu.

Oba beyleri ayrıldıktan sonra içeride ne konuşulduğunu babam yavaş yavaş anlatmaya başladı. Yüz yetmiş kişilik koruma birliğini iki yüz elliye çıkarma kararı almışlar. Koruma birliğinin eğitilmesi görevini de Meşeli obasının beyi olan İlhan Kethuda üstlenmiş. Eksik olan ok, yay, mızrak, kama, pala, Teber, kılıç gibi savaş aletlerinin de aşiret bütçesinden karşılanmasına oy birliği ile karar vermişler. Aşiret bütçesi her yıl hane başına alınan altmış akçeden meydana geliyordu. Bu harcamalar babamın bilgisi dahilinde Kaçaroğlu obası beyi Beyzade Kethuda tarafından yapılıyordu. Konar-Göçer olan aşiretimiz bundan sonra can ve mal güvenliği için savaşmayı da göze almaya hazırlıklı olacaktı. Başka çaremiz de yoktu. Ayakta kalmak için bunu yapmak zorundaydık.

İbrahim amca iki günün sonunda sebzeliği sabanla sürüp, tapanla düzledikten sonra ekilmeye hazır hale getirmişti. Sıra sebze tohumlarını ekmeye gelmişti. Annem geçen senenin ürününden tohumları ayırmıştı. Şimdi bunların ekilmesi gerekiyordu Annem bunu tek başına yapamazdı. Benimle birlikte çoban eşlerinin yardımı da gerekiyordu. Onlardan üç çoban hanımını da yanımıza aldıktan sonra, hep birlikte sebzeliğe doğru hareket ettik. Üç dönümlük sebzeliğin bir kısmına kabak, bir kısmına hıyar, bir kısmına fasulye, diğer kısmına da dolmalık biber ve kışlık kavun ekeceğiz. Ben eşekle bez torbaların içinde getirdiğim tohumları çobanların eşlerine dağıttım. Annem de onlara nereye ekileceğini göstermek üzere onlara kendisini takip etmelerini istedi. Kadınlar annemin söyledikleri doğrultusunda sebzeler için ayrılan bölümlere geçtiler. Onlar da torbalar içindeki tohumları istenilen yere ekmeye başladılar. Annem onların yaptıklarını kontrol ederken tohumlar arasındaki mesafenin iyi ayarlanmasına dikkat etmelerini, tohumun üzerini toprakla iyice örtmelerini ısrarla tembih etti. Ben onları annemle baş başa bırakıp sebzeliğin duvarlarının üzerinde eksik ve eskimiş çitlerin yerine yeni dikenli çalılıklar kesmek üzere eşeğimizle Tecer dağı yolu üzerindeki tepelere doğru hareket ettim. Burada nacakla kestiğim çalıları bir meydana yığdım. Sonra da onları ağaç dallarından yaptığım iskeleye yükleyip bağladım. İskeleyi de eşeğin semerinin her iki tarafına bir iple sabitledim. Eşeğin yularından çekerek sebzeliğe kadar dikenli dalları sürükleyerek getirdim. Annemler tohumları ekmeye devam ediyordu. Vakit öğleyi geçmişti. İskeleyi çözdükten sonra yere bir kazık çakarak eşeği bağladım. Eşek ipin uzunluğu kadar olan yerdeki otları yiyebilecekti. Ben bunları yaparken annem de yer sofrasına hazırlamakla meşguldü. Kadınlar da işlerine ara vermişlerdi. Onlar da sofranın hazırlanmasına yardım etmek için anneme doğru hareket ettiler. Annemin evden getirdiği yemekleri hep birlikte yedikten sonra, ardıç ağaçların gölgesinde dinlenmeye çekildik.

Ağaçların gölgesinde bir saat dinlendikten sonra herkes tekrar işine döndü. Ben de getirdiğim dikenli çalıları demirden yapılmış yabayla duvarlardaki eksik ve eskimiş yerleri tamamlamaya başladım. Sebzeliğin uzunluğu altmış metre, genişliği ise elli metreydi. Bu alanın etrafı bir metre yüksekliğinde taş duvarlarla kapatılmıştı. Duvarın üzerinde de bir metre yüksekliğinde dikenli çalılar bulunuyordu. Bunun amacı bahçedeki sebzeleri hem evcil hem de yabani hayvanlardan korumaktı. Duvarların üzerindeki çalılıklar her yıl bakımdan geçiriliyordu. Zira, biz Misis kışlağına gittiğimizde burası boş kalıyordu. Kar, yağmur ve sert esen rüzgarlar çalıları aşındırıyor, sonra da savurup başka yerlere götürüyordu. Bu nedenle çalıların her yıl yenilenmesi gerekiyordu. Dikenli çalılar bir nevi çit görevi görüyordu. Hava iyice kararıncaya kadar çalışmaya devam ettim. Ancak hepsini bitirememiştim. Annemlerde işini bitirememişti. Yarın yine gelmemiz gerekiyordu. Bahçeden hep birlikte ayrılıp otağımıza doğru hareket ettik. Çobanların hanımları ile yarın sabah sebzelikte buluşmak üzere ayrıldık.

Otağımıza geldiğimizde yengem ve kız kardeşim akşam yemeklerini hazırlamış bizi bekliyorlardı. Sofra hazırlanana kadar o gün yapılan işler hakkında babama bilgi verdim. Yarın sebzelikte tüm işlerin biteceğini söyledim. Babam başını sallayarak memnuniyetini belirtip “elinize sağlık” dedi. Babam yaptığımız işlerden sonra daima teşekkür eder. Benden sonra ağabeyim de Hıdırellez şenliklerinin hazırlıkları hakkında yaptıklarını anlattı. Babam bunları da can kulağı ile dinleyip önerilerini iletti. Bu sene yapılacak şenliklerin daha canlı geçmesi için ödüllerin artırılmasını söyledi. Yarışmalara daha fazla kişinin katılmasını sağlamak için oba beylerine talimat vereceğini de belirtti. Babam herhalde bu yılki Yellice şenliklerin son şenlik olabileceğini düşünüyordu. Zira bu sözlerinin arkasında Rakka iskanının kafasını hala meşgul ettiği anlaşılıyordu.

Ertesi gün sebzelikdeki işimize devam ettik. Dikenli çalılar yetmeyince tekrar Tecer dağı yolu üzerindeki tepelerde kesim işine devam ettim. Annemler de sebze tohumlarını ekmeye devam ettiler. Öğleden sonra bahçe duvarları ile olan işim bitti. Bu kez bahçe kapısının tamiratı ile uğraştım. Geriye kalan zamanı da dereden gelen su kanalının bozulan yerlerini kürekle düzelttim. Kanalın içine dolan toprak ve molozları temizledim. Suyun kanallardan düzgün olarak bahçeye ulaşması için bunun yapılması gerekiyordu. Annemlerin işi hava kararmak üzereyken bitti. Eşyalarımızı toparlayıp, bahçe kapısını kilitledikten sonra hep birlikte otağımıza doğru hareket ettik. Eve geldiğimizde babamla ağabeyim sohbet ediyordu. Yengemle kız kardeşim de akşam yemeği için hazırlık yapıyordu. Yemek hazırlanana kadar bugün yaptıklarımızı babama ve ağabeyime kısaca anlattım. Onlar da Hıdırellez şenliklerini konuşuyorlardı. Ağabeyim bu yılki şenliklere kadınların dokudukları kilim, heybe, halı, keçi kılı ve koyun yününden yapılan çuvalların da sergilenmesi için öneride bulundu. Babam bu fikri çok beğendi. Sergide özellikle “Aynalı”ve“Saydak” modelli çuvallara ağırlık verilmesini, diğer modellerden “Aşıklı” ve “Çalmalı”dan da birer tane sergilenmesini istedi. Zira şenliklere Sivas, Bozok ve Maraş sancağındaki tüccarlar da katılıyordu. Tüccarlar bu şenlikler aracılığı ile aşiretlerin ürettikleri ürünlerin pazarlığını yapıp satış sözleşmeleri yapıyorlardı. Sözleşme yapan tüccarlar anlaştıkları mallar karşılığında yüzde onla, yüzde elli arasında değişen kaparolar veriyorlardı. Dokumaların bu yıl şenliklerde sergilenmesi satışların artmasını sağlayabilirdi. Bu da aşiretimiz için iyi bir gelir olurdu.

Dokumalar içinde en fazla rağbet gören ürünümüz, kadınlarımızın dokuduğu heybeler geliyordu. Desen ve kaliteleri tüm yaylada ün yapmıştı. Fiyatları da diğer aşiretlerin dokuduklarından yüksek olmasına rağmen oldukça rağbet görüyordu. Heybeler boylarına göre üç çeşit dokunuyordu. En büyük boyu atların sırtına konulanıydı. Onu sırasıyla eşekler için örüleni, en küçük boyu ise, insanların sırtına koyup taşınanıydı. Heybeler desenlerine göre de en çok üç model dokunur. Bunlara “Kurt ağzı, Turunç” ve “Yaprak” modeli denilir. En çok satılanı ve beğenileni ise, yaprak desenli olanıydı. Heybelerde en çok kullanılan renk ise, kırmızı ve siyahtı. Heybe, yelek, cepken gibi küçük hacimli olanlar “Çulha” denen tezgahlarda, halı kilim, çuval gibi daha büyük olanlar ise, İstar adı verilen tezgahlarda dokunur. Dokuma tezgahları dikdörtgen bir çerçeve şeklinde olup, iki ayağı yere çakılıdır. İplikler arasında bir değnek bulunur. Bu değneğe kılıç adı verilir. Dokunan iplikleri sıkıştıran takoza ise, “Döven” ya da “Kirkit” denilir. Çuval dışındaki dokumalar koyun yününden elde edilen ipliklerden dokunur. Buğday, arpa, fiğ, gibi tahılların konuldukları çuvallar ise, genellikle keçi kılından elde edilen iplikten yapılır. Tezgahlarda ayrıca hem yünden hem de pamuk ipliğinden kadın ve erkekler için mintan, cepken, entari gibi giyim eşyaları da dokunur. Ancak bunlar satılmaz, herkes kendi ihtiyacı kadar olanı dokur. Dokumada kullanılan yünler koyunlardan kırpıldıktan sonra önce yıkanır. Sonra bir tahtaya çakılmış şişler üzerinde tığlanır. Tığlanan yünler, Kirmanla ya da Teşi ile iplik haline getirilir. Bundan sonra kazanlarda yanmış kireç suda tekrar kaynatılıp temizlenir. Kurutulan ipler bu kez bitkilerden elde edilen boyalarla istenilen renklere boyanır. Bu boyama işi de yine kazanlarda kaynatılan suya boyaların karıştırılması ile yapılır. Kazanlarda çıkartılan iplikler kurutmaya alınır. Kuruyan iplikler renklerine göre ayrılıp, rulo haline getirilir. Rulo haline getirilen ipler dokunmak için hazır hale gelir. Bitkisel boyalar daha çok Maraş’tan gelir. Halep’ten gelen boyalar da vardır. Halep’ten gelen boyalar çok meşhurdur, ancak daha pahalıdır. Bu nedenle genellikle Maraş boyaları kullanılır. Ancak bu boyaları topladıkları bitkilerden elde eden obalar da vardı.

Hıdırellez Şenlikleri bu cuma günü başlayacak. Şenliklerdeki at yarışlarına ben de katılacağım. At yarışları şenliğin son günü olan pazar günü yapılacak. Hazırlanmam için önümde beş gün kaldı. Hızlı bir şekilde idmanlara devam etmeliyim. Zira son günlerde işlerin yoğunluğu nedeniyle, antrenman yapmaya fırsat bulamadım. Ben atımı, atım da beni özlemiştir. Bu beş günde atımın tımarına ve yemlerine de dikkat etmeliyim. Zira atımın göstereceği performansta bunlar çok önemli. Atımın ismini daha önce size söylemiştim.  Adı Karayel. Bu ismi dedem vermişti. Karayel bizim yaylada esen bir rüzgarın da adıdır. Nisan’ın on beşi ile Haziran’ın on beşi arasında çok etkili olur. Kuzeyden eser. Beraberinde soğuk hava getirir. Arkasından tüm yayla kararır. Daha sonra da şiddetli yağmur başlar. Bu yağmurlar aralıksız bir ila iki saat arasında yağar. Dereler coşar. Havayı çayırların ve çiçeklerin kokusu sarar. En çok da menekşelerin kokusu hissedilir. Papatya ve gelinciklerin görüntüsü de yaylamıza ayrı bir renk katar. Yağmurun durmasından sonra da güneş kendisini gösterir. Biraz önce sanki hiçbir şey olmamış gibi yaylaya ışıklarını gülücük gibi saçar. Karayel her ne kadar kısa bir süre sıkıntı yaratsa da uzun vade de yaylaya bereket getirir. Zira, yağmurla birlikte otlar yeniden filiz atar, pınarlar, dereler bol suya kavuşur. Dedem de Karayel ismini işte bu rüzgarın isminden esinlenerek vermiş. Atın renginin kara olmasıyla da tam bir uyum sağlamış. Karayel, hız konusunda daha tam istediğim seviyede değil. Ama rahvan yürüyüşünde bana göre aşiretin bir numarası. Karayel’in Rahvan yürüyüşünü görenler hayranlığını ifade etmekten kendisini alamıyor. Özellikle de orta yaşın üzerindeki erkekler Karayel’in Rahvan yürüyüşüne gıpta ile bakıyorlar. Dedem Karayel bir yaşına geldiğinde aşiretin en iyi at eğiticisi olan Alamaslı obasından Mustafa kahyaya teslim etmiş. Karayel iki ay Mustafa Kahya’nın yanında kalmış. Burada rahvan yürüyüşü başta olmak üzere iyice eğitilmiş. Atların Rahvan yürüyüşüne alışması için arka iki ayağına ellişer gram ağırlığında gümüş külçeler bağlanır. Bu gümüş ağırlıklar atın ayaklarında en az bir ay kalır. Bu eğitimden geçen atlar, rahvan yürüyüşünün iyi ve en hızlı yapan atlar olur. İşte benim Karayel’im de bu eğitimlerden geçtikten sonra bana verildi. Görenlerin Karayel’in Rahvan yürüyüşüne hayran olması da buradan geliyor. Dedem de benim bu yılki at koşularına değil, Rahvan yürüyüşü bölümüne katılmamı istiyor. Zira o da Karayel’in bu özelliğini görüyor. Ve bu nedenle dereceye girebileceğimi tahmin edebiliyor. Ben ise, henüz kararımı veremedim. İdmanlardan sonra Karayel’in durumuna göre karar vereceğim.

Şenliklerde at yarışı ve sergiler dışında karakucak güreşleri yapılır, halk oyunları oynanır. Halay, madımak oyunu, simsim oyunu en çok ilgi ile izlenenlerin başında gelir. Bu oyunlar vesilesiyle genç kızlar ile genç erkekler eşleri olabilecek adayları gözlerine kestirirler. Birbirlerine ilgi duyanlar karşılıklı hediyeler gönderirler. Bunlar ayna, mendil, ipek eşarp, gibi küçük hacimli hediyeler olur. Buluşma yerleri ise ya Ardıçlı Tepe ya da Çağlayan Deredeki Çeşme Başı olur.

Sabah her gün yaptığımız işlerle ilgileniyorduk. Ben önce atlarımızı çeşmedeki olukta suladım. Arkasından yemlerini verdim. Ağabeyimde ağılları kontrol etmeye gitmişti. Oradan da yarın yapılacak şenliklerin hazırlıkları ile ilgilenecek. Yengem ile kız kardeşim de otağın temizliğini yapıyorlardı. Annemle babam da dışarda sohbet ediyorlardı. Annemin babama akşam için hazırlık yapılması gerektiğini duydum. Meraka edip anneme nereye gideceklerini sordum. Annem Tur Hasanlı obasından Hüseyin efendinin kızı Gülbahar ile Alamaslı obasından Kara Ali’nin oğlu Zeynel’in nişan törenine gideceklerini söyledi. Ben Gülbahar’ı da Zeynel’i de tanıyordum. Zeynel benden bir yaş büyüktü. Gülbahar ise, kız kardeşim Havva’nın arkadaşlarından biriydi. Gülbahar annesiyle bizim obaya sık sık gelirler. Dokuyacakları kilim, çuval, mintan, cepken, heybeler için obanın kadınlarından desen motifleri alırlardı. Obalar arasında bu çok yaygın olan bir şeydi. Dokuma tezgahlarında genellikle genç kızlar çalıştığı için herkes birbirini tanıyordu. Hepsi aynı zamanda arkadaştılar. O nedenle aralarındaki dayanışma ve yardımlaşma en üst düzeydeydi.

Tur Hasanlı obasının mezrası Tecer dağı yolu üzerindeydi. Bize uzaklığı dört kilometreyi buluyordu. Babamla birlikte aşiretimizin din işlerine bakan Cafer Baba ve eşi de gidecekti. Oğlan tarafı olan Kara Ali, babamların ve Cafer Baba’nın yaşlarını düşünerek yaylı bir at arabası gönderecekmiş. Yaylı araba bizim buralarda herkeste yoktur. Ancak durumu iyi olan çiftçilerle bir de zengin Hıristiyan ailelerde bulunur. Yaylı araba, normal at arabası gibi çok zıplayıp insanı rahatsız etmez. Bu arabalarda kasa ile şase arasında ayrıca yarım daire şeklinde demir makaslar bulunur. Bu nedenle bozuk yollarda araba fazla zıplamazdı. Yolcular da diğer at arabasına göre daha az rahatsız olurdu. Bu arabayı bizim buralarda tek yapan kişi Gürün Köyünden Artin ustadır. Bir senede en fazla üç tane sipariş alır. Verdiği sözü yerine getirmesi ile tanınır. Adını bilmeyen yoktur. Hakkında anlatılanlardan dolayı epey bilgiye sahiptim.

Sürücüyle beraber annemler beş kişi olacaktı. Arabada benim için de yer vardı. Şimdiye kadar herhangi bir nişan törenine katılmamıştım. Nasıl olduğunu merak ediyordum. Bunun için önce annemi, sonra da onun desteği ile babamı ikna etmeliydim. Ancak annemi tek başına yakalamalıydım. Bir ara annemin otağa girdiğini gördüm. Hemen arkasından ben de gittim. Niyetimi anneme söyledim. Neden önce kendisine geldiğimi biliyordu. Zira, bu tür isteklerimizi direkt babamıza söyleyemezdik. Hepimiz ondan çekinirdik. Annem hep aracı ve ikna edici olurdu. Ama, babamın kabul etmeyeceği talepler içinde hiçbir zaman aracı olmazdı. Çünkü, onun neyi kabul edip, etmeyeceğini çok iyi biliyordu. Nişana birlikte gitmeme olumlu bakmıştı. Bu da babamı ikna edeceğini gösteriyordu. Bana dışarda babamla görüşeceğini, benim otağın içinde beklememi söyledi. Biraz sonra yüzünde gülümsemeyle otağa girdi. Babam benim de nişana gelmemi onaylamıştı. Akşam için giyeceğim kıyafetlerimi hazırlamam gerekiyordu. Bana yardım edecek tek kişi kız kardeşim Havva idi. Hemen misafir otağına yöneldim. Havva oranın temizliğini yapıyordu. Ona akşam babamlarla birlikte nişana gideceğimi, bunun içinde temiz kıyafetlerimin hazırlanması gerektiğini söyledim. O her zaman ki güler yüzü ile ilgileneceğini söyledi. Gülbahar arkadaşı olduğu için onun mutlu gününde yanında olmak istiyordu. Ama benim yaptığım gibi önce annemi ikna etmesi gerekiyordu.

Akşam olmuştu. Evde telaş başlamıştı. Kız kardeşim Havva da bizimle beraber gelecekti. Önce annemi, sonra da babamı ikna etmişler. Böylece arabadaki yolcuların sayısı altıya yükseldi. Kız kardeşim giyeceklerimi hazırlamış yatağımın üzerine koymuş, deri botlarımı da silmişti. Annem çoktan hazırlanmış saçlarını örmek için Havva’yı bekliyordu. Kız kardeşimin saçları yarı beline kadar geliyordu. Tek başına örmesi mümkün değildi. Örgü işini ya Esma yengeme ya da anneme yaptırmak zorundaydı. O da şık giyinmek istiyordu. Firuz Beyin kızı olmak kolay değildi. Giyimi, kuşamı iyi olmalıydı.

Hava tam kararmıştı ki, uzaktan arabanın sesi duyulmaya başlandı. Araba yanaşmaya başlayınca rengi de belli olmuştu. Kasasının rengi açık mavi renkliydi. İki tane doru at çekiyordu. Araba bizim otağa doğru geliyordu. Arabacının yanında bizim obanın çobanlarından Kerim’in oğlu Ahmet de vardı. Ahmet’in arabacıya kılavuzluk yaptığı anlaşılıyordu. Biz de ailece otağın dışında arabayı bekliyorduk. Kısa bir süre sonra arabacı otağın önüne geldiğinde atların gemini çekerek arabayı durdurdu. Selamlaşmalardan ve hoş beşten sonra hepimiz arabaya bindik. Cafer Babanın otağı ise, yolumuzun biraz dışında kalmıştı. Babam arabacıya yolu tarif etti. Oraya geldiğimizde, Çoban Kerim’in oğlu Ahmet arabadan indi. Annemin ve babamın elini öptükten sonra, müsaade isteyip bizden ayrıldı. Bu sırada Cafer Baba ve eşi Sultan ana da otağdan çıkıp bize doğru hareket ettiler. Kısa bir hoş beşten sonra onlar da arabaya bindi. Cafer Baba bizim aşiretin hocası, yani imamıydı. Ancak obada herkes ona Cafer Baba diye hitap ediyordu. Yolda arabacı konuşmaya başladı. İsminin Himmet olduğunu, babamın ismini duyduğunu ancak tanımadığını, Cafer Baba’yı ise, cenazelerde gördüğünü ve tanıdığını söyledi. Kendisi İğdeli köyündenmiş. Orada ırgatlık yapıyormuş. İyi araba kullandığı için arabanın sahibi olan Esmer Hasan’ın oğlu Ali’nin bu görevi kendisine verdiğini anlattı. Bizi Tur Hasanlı obasına getirip, götürmek için nişan sahibi Kara Ali’nin, arabayı Esmer Hasan’ın oğlundan kiraladığını, ücretinin de yine onun tarafından karşılanacağını söyledi. Babam da Cafer Baba da kendisiyle tanışmaktan memnun kaldıklarını, yarınki şenlikler nedeniyle nişanı fazla uzatmak istemediklerini, misafir otağında dinlenmesini söylediler.

Kısa bir yolculuktan sonra Tur Hasanlı obasından Hüseyin efendinin otağının önüne gelmiştik. Hava iyice kararmıştı. Mumların ve kandillerin ışıkları obanın çadırlarından süzülüyordu. Arabanın sesini duyanlar dışarıya çıkmaya başlamıştı. Ben hemen arabadan inip, annemle Sultan anaya yardım etmek için arabanın önüne doğru hareket ettim. Babam ve Cafer baba indikten sonra, annemin elinde tutarak arabadan indirdim. Sonra da Sultan ananın elinden tutarak aynı hareketi yaptım. En son da kız kardeşime yardım ettim. Kız ve oğlan tarafından olmak üzere bizi yirmiye yakın kişi karşıladı. Kısa bir hoş beşten sonra hep birlikte büyük otağa geçtik. Misafir çadırın önü de yine kalabalıktı. Hüseyin efendinin çadırı yuvarlak olmasına rağmen oldukça büyüktü. Babam ve Cafer Babanın oturacağı minderlerin üstüne ayrıca iki tane koyun postu serilmişti. Yaslanmak için arkalarında da hasırdan yapılmış büyük ve uzun yastıklar bulunuyordu. Diğer misafirlerin oturacağı yerlerde ise, kıl çulların üzerine konulan yün minderler ve normal yastıklar vardı. 

Misafirlerin hepsi oturduktan sonra, akşam yemeği için yere sofralar kurulmaya başlandı. Erkeklerin sofraları ayrı bayanların sofraları ayrıydı. Oğlan tarafından Kara Ali Efendi bir koçla bir koyun kestirmiş. Yanına da bulgur pilavı, yoğurt ve tatlılar yaptırıp getirmişti. Et yahnisi iyi pişmiş ve oldukça lezzetliydi. Bulgur pilavı da tereyağı ile yapılmıştı. Mis gibi kokuyordu. Ayranla birlikte iyi gidiyordu. Yemekleri bitirdikten bir saat sonra şerbetler geldi. Sıra nişan yüzüklerinin takılmasına gelmişti. Cafer Baba ve babam yerlerinden kalkıp biraz öne çıktılar. Sonra da nişanlanacak gençleri içeriye davet ettiler. Önde Zeynel, arkadan Gülbahar içeri girip, babamların yanında durdular. Cafer baba Gülbahar’ı soluna, Zeynel’i de sağına alıp, dua etmeye başladı:

“Allah, Allah, Hak erenler nişanınızı mübarek eylesin. Birlikteliğiniz ömür boyu olsun. Rızıklarınız bereketli, nişanınız Hz. Muhammed’in sünneti olsun. Aranızdaki sevgi ve yakınlık daim olsun. Fitne ve fesat aranıza girmesin. Allah uzun ömürler versin”

“Allah, Allah, şefaati Nebi, keremi Ali, himmeti Veli için el Fatiha.”.

Hep birden Fatiha suresini okuduktan sonra, babam yüzükleri istedi. Altın yüzükler bir tepsi içinde genç bir kız tarafından babama uzatıldı. Babam adet gereği,

 “Kara Ali Efendi, makas kesmiyor.” Dedikten sonra, Kara Ali Şalvarın cebinden akçeleri tepsiye koymaya başladı. Tepsi içinde yüzükleri getiren genç kız, paraları görünce, gülümsemeye başladı. Akçeleri gören babam kurdelayı kesip yüzükleri takmaya başladı. Önce Gülbahar’ın, daha sonra da Zeynel’in yüzüğünü taktı. Burada kısa bir konuşma yaparak gençleri kutladı ve hayırlı olmasını diledi. Bu törenden sonra nişanlılar dışarı çıktı. Genç erkekler ve kızlar ayrı ayrı çadırlara gidip eğlencelerine devam ettiler. Gecenin sessizliğinde türkülerin ve manilerin sesi bizim oturduğumuz otağa kadar geliyordu.

Anlaşma gereği, erkek tarafının kızın babasına düğün eşyasının alınması için bin akçe ödemesi gerekiyordu. Buna “Başlık” ya da “destek akçesi” deniliyor. Geleneklere göre bu paranın yarısı nişanda, diğer yarısı da düğünden bir ay önce verilmesi gerekiyordu. Kız tarafı bu parayla mutfak eşyası, yatak, yorgan, kilim ve giyecek eşyalar alıyordu. Kara Ali Efendi beş yüz akçeyi babam ve Cafer Babanın huzurunda kızın babasına teslim etti. Gülbahar artık nişanlı olduğu için başını bir yazma ya da eşarpla kapatması gerekiyordu. Zira, bu geceden sonra artık nişanlı bir kızdı. Bekarlığa veda ediyordu. Geleneklere göre, nişanlı bir kızın başı açık gezmesi uygun görülmezdi.

Yarın şenliklerin başlama günüydü. Babam arabacıya verdiği sözü tutarcasına hem kız tarafından hem de erkek tarafından kalkmak için müsaade istedi. Hep birlikte ayağa kalkıp dışarı çıktık. Dışarıda bizi bekleyen arabaya kadar geldiler. Arabacı Himmet atların başındaki yem torbalarını çıkarıyordu. Bizi görünce daha da hızlandı. Yem torbalarını katladıktan sonra, benim ve kız kardeşimin oturacağı arabanın arka tarafındaki bölmeye koydu. Buraya gelirken de biz bu yem torbalarının üzerine oturarak gelmiştik. Yem torbaları yumuşak olduğundan bayağı rahat etmiştik. Zira içleri saman ve arpa doluydu.

Bizi yolcu etmeye gelen hem erkekler hem de kadınlar babamla, annemle, Cafer Baba ile, Sultan Ana ile, kız kardeşim Havva ve tabii ki benimle tek tek vedalaştılar. Kız kardeşimle beni yanaklarımızdan, diğerlerinin ellerinden öpüp saygılarını sundular. Arkasından hem babama hem de Cafer Babaya birer çıkı verdiler. Onlar da teşekkür edip, bu paketleri eşlerine teslim ettiler. Nişanda Aşiret reisine ve imama hediye vermek gelenektendi. O nedenle reddedilmezdi. Anneme, Sultan Anaya ve kız kardeşime arabaya binmeleri için yardımcı oldum. Ben de arkadan bindikten sonra, arabacı atları dehlemeye ve kamçılamaya başladı. Ay doğmuş, gök yüzünde hiç bulut yoktu. Neredeyse gündüz gibi aydınlıktı. Yirmi dakika sonra obamıza gelmiştik. Önce Cafer Baba ve eşini çadırına bıraktık. Sonra da bizim otağa geldik. Annemle kız kardeşimi indirdikten sonra, babamla birlikte arabacı Himmet’e teşekkür edip, iyi geceler ve iyi yolculuklar diledik. Zira, kendisi İğdeli köyüne gidecekti.

Otağa geldiğimizde kız kardeşim paketlerde ne olduğunu merak edip bakmış. Paket de pamuk ipliğinden Çulhada dokunmuş bir adet cepken ile bir adet mintan varmış. Babam renkleri görünce kendisine pek uygun olmadığını, cepkeni Durak ağabeyime, mintanı da bana verdi. Cepken Çulha tezgahında dokunan kolları sarkık bir erkek elbisesidir. Mintan da yine Çulha tezgahında dokunan gömleğin üstüne giyilen hırka benzeri bir giyecektir. Cepken de Mintan da genellikle pamuk ipliğinden dokunur. Yün ipliğinden dokunanı da vardır. Çulha tezgahlarında genellikle bekar genç kızlar çalışır. Ama motifleri, desenleri ve renkleri tecrübeli evli kadınlar seçer. Aşiret mensupları giyeceklerini parayla satın almazlar. Bütün giysilerini ve kullandıkları kilim, çuval, çul ve minder gibi ihtiyaçlarını İstar ve Çulha tezgahında dokurlar. Zira, bu giysilerin hammaddeleri olan yünü, keçi kılını besledikleri hayvanlardan, pamuk ipliğini de takas yoluyla Misis’deki komşularından elde ederler. Ayakkabı ve çizmelerini de yine kendileri yaparlar. Dışardan aldıkları arasında kandil yağı ile mum başta gelir. Onu, altın ve gümüş takılar takip eder.

Cuma günü erkenden kalktık. Annem hemen otağın arkasındaki ocağı yakmaya gitti. Kız kardeşim ile yengem de otağın temizliği ile ilgilenmeye başladılar. Biz erkekler de şenliğin bugünkü programı üzerinde sohbet etmeye başladık. Şenlik Cuma namazından sonra başlayacak. Namazdan önce babam aşiret mensuplarına hitap edecek. Şenliğin önemini anlatacak. Gelen tüccarlara iyi davranılmasını, sözleşmelerin mutlaka yazılı olarak yapılmasını anlatacak. İleride ihtilafların ortaya çıkmaması için, sözleşmelerde satılan malların tüm detaylarının kayda geçirilmesi gerektiğini, teslim zamanının iyi belirtilmesi gerektiğini söyleyecek. Babamın bunları söylemesinin nedeni tüccarlarla yaşanan ihtilaflarda kadının verdiği kararların büyük çoğunluğunun konar-göçerlerin aleyhine olmasıydı. Zira, konar-göçerler okuma yazma konusunda zayıf oldukları için tüccarlar sözleşmelere hep kendi çıkarlarını ön plana alan maddeleri koyuyorlardı. O yüzden kadılar da bu sözleşmelerde yer alan maddeleri gerekçe göstererek, hep tüccardan yana karar veriyorlardı. Babam bunu önlemek istiyordu. Zira, zarar eden taraf hep bizim aşiret mensupları oluyordu.

Biz o kadar koyu bir sohbete dalmıştık ki, kahvaltı zamanının geldiğini kız kardeşim Havva’nın sesiyle anladık. Annem ocakta saç üzerinde peynirli, kavurmalı, gömeçli gözlemeler yapmış. Yanına kaynatılmış koyun sütü ile yayıktan yeni çıkmış taze tereyağı koymuş. Hep birlikte sofraya oturduk. İştahla kahvaltımızı yaptık. Şenliklerin bugün başlaması nedeniyle hepimiz heyecanlıydık. Zira, ağabeyim pazar günkü ok yarışlarına ben de cumartesi günü yapılacak rahvan yarışmasına katılacağım. Rahvan yarışına uzun süre düşündükten sonra babamın yardımıyla karar verdim. Babamda dedem gibi Karayel’in rahvan yürüyüşünde daha iyi olacağını söyledi. Ben de bunu dikkate alarak, koşulara değil, rahvan yarışlarına katılmaya karar verdim. Bunun için Karayel’e keçenin altına pamuktan dokunmuş bir eyer altlığı dokuttum. Bu altlık için kız kardeşim üç gün Çulha tezgahında ter döktü. Böylece Karayel fazla terlemeyecek, diğer atlara göre daha rahat bir yürüyüş yapacak. Bunu herkes bilmiyor. Bu bizim Karayel için bir avantaj olacak.

Kahvaltıdan sonra ailece Kızılca Pınar mezramızın en düz olan yerine doğru hareket ettik. Gittiğimizde meydanda insanlar toplanmaya başlanmış, çocuklar ağaç salıncaklarda neşeyle eğleniyordu. Çocukların diğer bir kısmı da ya çelik çomak ya da “Kale” oyunu oynuyorlardı. Büyükler de kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Şenliğin yapılacağı alana aşiret ve oba beyleri için ahşaptan oturma yerleri yapılmıştı. Babamı görenler saygıyla geri çekilerek yer verdiler. Annem, yengem ve kız kardeşim kadınların bulunduğu alana geçtiler. Ağabeyimle ikimiz de erkeklerin yanına geçtik. Şenliğin bugünkü programı konusunda aramızda sohbet etmeye başladık. Cuma namazından sonra karakucak güreşlerinin ilk turu başlayacak. Aralarda çuval yarışı, yoğurt yeme yarışı ve akşam da ateşler yakılarak sinsin oyunu oynanacak. Cumartesi günü güreşlere devam edilecek. Sabah ve öğleden sonra rahvan yürüyüşü yarışmaları, at yarışları, davul-zurna eşliğinde halk oyunları ve toplu halaylar oynanacak. Pazar günü ise, güreşlerin finalleri ve ok atma yarışmaları yapılacak.

Vakit öğleye yaklaşmıştı. Erkeklerde bir hareketlenme başladı. Kimisi evden getirdiği suyla, kimisi de biraz daha uzaktaki pınarda abdest almak üzere o tarafa yöneldi. Aşiretimizin hocası Cafer Baba da oba beyleri arasındaki yerini almıştı. Babamla kısa bir görüşme yaptılar. Cuma namazından önce babamın kısa bir konuşma yapması konusundaki programın uygulanacağını, kendisinin de şenlik hakkında katılımcılara bilgi verip, iyi dileklerde bulunacağını söyledi.

Cafer Baba vaktin geldiğini anlayınca yerinden kalkarak Cuma namazının kılınacağı alanın en önüne geçti. Erkekler de onu takip etti. Kadınlar ve genç kızlar alanın sağ tarafında ayakta beklerken, çocuklar da alanın sol tarafında oyunlarına devam ediyordu. Kısa bir süre sonra ereklerin abdest alma ve alanda toplanması bitmişti. Alanda sekiz yüze yakın erkek toplanmıştı. Kadın ve çocukların toplamı ise, bin beş yüz civarındaydı. Erkekler ve gençler, yeleklerin üzerine giydikleri hırkalarını çimenlerin üzerine seccade yapmışlardı. Babam konuşmasını yapmak üzere alana getirilen ahşap iskeleye doğru yürümeye başlamıştı. Bu sırada hem kadınlardan hem de erkeklerden çocuklara sessiz olmaları söylendi. Babam iskeleye çıkınca ortalık sessizleşti. Ama çocukların olduğu sol taraftan az da olsa gürültüler gelmeye devam ediyordu. Babam daha önce konuşulduğu gibi, şenliğin amacının obalar arasında dayanışa, tanışma amacı taşıdığını, bununla birlikte şenliğin aynı zamanda obaların ürettiği malların tüccarlara tanıtılması amacını taşıdığını, bu nedenle de herkesin tüccarlara karşı saygılı olmasını, satış şartlarına dikkat edilmesini, dürüst bir alış-veriş yapılması için gerekli özenin gösterilmesini söyledi. Babam “Doğru söyledin Beyim” sözleri arasında konuşmasına son verdi. Sonra iskeleye Cafer Baba çıktı. Cuma namazının nasıl kılınacağı hakkında bilgiler verdi. Cuma namazının iki rekat olduğunu, Fatiha ve ihlas surelerinin okunması gerektiğini, bilmeyenlerin kendisini takip etmelerini istedi. Cafer baba konuşmasının devamında Hıdırellez’in bereketi temsil ettiğini, bu yılın bütün obalara bereket ve bolluk getirmesini diledi. Cafer Baba konuşmasını bitirdiğinde iskeleyi sağa çektirip, sırtını kalabalığa döndü. Meydanda tam bir sessizlik hakim olmuştu. Çocukların sesi de kesilmişti. Zira, bazı kadınların çocukların olduğu bölüme geçerek sükuneti sağladıkları görülüyordu. Namaz, Cafer Babanın “Allahü Ekber” sesi ile başladı. Toplu halde kılınan iki rekat namazdan sonra, sıra karakucak güreşlerine gelmişti. Cafer Baba güreşleri de duayla açarak, yiğitleri er meydanına çağırdı. Güreşler üç boy olarak yapılıyordu. Küçük, orta ve büyük boy. Bu yılki karakucak güreşlerine on sekiz kişi başvurmuştu. Her boyda altı kişi yarışacaktı. Hakemlik görevini daha önce güreş yapanlar yapıyordu. Bu yılda aynı görevi onlar yapacak.

Sergi çadırları da kurulmaya başlanmıştı. Her oba ürünlerini en iyi bir şekilde tanıtmak için birbiriyle yarış içindeydi. Sergilerin bir tarafında dokuma ürünleri olan kilim, keçe, heybe, diğer tarafında ise, peynir, tereyağ çeşitleri, çökelek çeşitleri, kurutulmuş otsu yiyecekler ile koyunlardan elde edilen yün çeşitleri bulunuyordu. Şenlikler bir nevi panayır, Pazar görevini görüyordu. Şenliklerdeki sergileri ziyarete yakınlardaki şehir ve kasabalardan tüccarlar geldiği gibi, dışarıdan İngiliz, Rus, Venedik ve Portekizli alıcılar da geliyordu. Bu yüzden şenlikler eğlence ve yarışmaların yapıldığı bir organizasyon olduğu gibi aşiretlerin ve obaların ürettiği mallarının pazarlanması amacını da taşıyordu. Bu şenliklerde yabancı tüccarlara canlı hayvan satışları da yapılıyordu. Bu hayvanların başında koyun ihracatı geliyordu. Ecnebi tüccarlar satın aldıkları canlı hayvanları limanlara kadar karadan götürüp, orada gemilere yükleyip ülkelerine götürüyorlardı. Hayvanların limanlara kadar götürülme işini de yine aşiretlerin çobanları yapıyordu.

Karakucak güreşleri için davul ve zurnalar çalmaya başlamıştı. Güreşlerin yapılacağı alandaki otların boyu çok uzun olduğundan tırpanlarla biçilmişti. Güreşlere her obadan katılan gençler vardı. Her oba kendi güreşçisinin birinci gelmesi için destek veriyordu.  Bu obalar için bir onur ve gurur meselesiydi. Bütün bir yıl sohbetlerde bu güreşler konuşulacaktı. Ta ki bir yıl sonra yenisi yapılana kadar. Birinciliği elde eden obalar böbürlene böbürlene bunu her sohbetlerinde anlatacaklardı. Diğer oba mensupları da bunu sakince ve saygılı bir şekilde dinleyeceklerdi.

Birinci tur güreşler tamamlandığında kısa bir ara verilmişti. Bu arada da çuval içinde yoğurt yeme, yumurta taşıma yarışmaları yapıldı. Çocuklar bu yarışlara oldukça ilgi gösteriyordu. Zira bazen çok komik anlar yaşanıyordu. Çuval içinde yolda düşenleri ve yumurtaları kıranları görmek çocuklar için eğlenceli oluyordu.

Hava kararmaya başladığında insanlar kazanlarda pişen yemekler için sıraya girmeye başladılar. Öncelik tabiî ki çocuklarındı. O gün kırk kazan yemek kaynatılmıştı. Yirmi kazanda yayla çorbası, diğer yirmi kazanda da et yahnisi pişirilmişti. Yanında da helva veriliyordu. Tabak ve kaşığı ise, herkes kendi obasından getirmişti. Tabaklar kalaylı bakırdan, kaşıklar ise, ağaçtandı. Yemeklerin pişirilmesi ve dağıtılmasını kadınlar yapıyordu. Her obadan seçilen kadınlar bu görevi severek yerine getiriyordu. Bunu organize eden ve kontrol eden kişi de annem Hazna Hatundu. Şenliğin birinci gününde yüz koyun kesilmişti. Koyunların kesilip, derilerinin yüzülmesini çobanlar üstlenmişti. Etin doğranması ve hazırlanması ise, kadınların göreviydi.

Yemekten sonra herkes sinsin yapılacak alana toplanmıştı. On ayrı yerde ateşler yakılmıştı. Meşe ağacının odunlarından çıkan alev bütün yaylayı aydınlatmıştı. Davulcular ve zurnacılar da yerlerini almışlardı. Bütün gün onlarda yorulmuşlardı. Ama hiç şikayetçi görünmüyorlardı. Zira yaptıkları işten zevk alıyorlardı. Üstelik bol bol bahşiş de alıyorlardı. Özellikle oba beyleri bahşiş vermekte oldukça cömert davranıyorlardı. Bu da onları ayrıca motive ediyordu.

Gençler heyecanla meydana çıkmaya başladılar. Bir elleri arkada, diğer elleri havada ateşin etrafında dönmeye başladılar. Meydan okuyan tavırları başka bir gencin alana girmesiyle son buluyordu. Hızını alamayan gençler ateş yanan meydanları tek tek gezmeye devam ediyordu. Bu meydanlar aynı zamanda gençlerin kendilerini bekar kızlara gösterme alanıydı. Zira gençler bu vesileyle tanışıp, konuşma fırsatı buluyorlardı. Evliliklerin çoğu bu şenlikler aracılığı ile gerçekleşiyordu. Gece geç saatlere kadar sinsin ve diğer oyunların oynanmasına devam edildi. Herkes yorulmuştu. Evlere dağılmanın vakti gelmişti. Üstelik yarın benim yarışmam vardı. Erkenden uyuyup dinlenmem gerekiyordu.

Cumartesi günü erkenden uyanıp atımı hazırlamaya başladım. Önce atımı suladım. Arkasından az bir yem verdim. Sonra da tımar edip, eyerini vurdum. Günlerce yaptığımız çalışmaların neticesini alma günü gelip çatmıştı. Bendeki heyecan Karayel’e de yansımıştı. Yarışmanın yapılacağı alana doğru hareket ettik. Alana bizden önce gelen yarışmacılar da vardı. Selamlaştıktan sonra atımı ısındırmak için yavaş yavaş koşturmaya başladım. Karayel ile aramızda neredeyse bir şifre oluşmuştu. Birbirimizin dilinden ne demek istediğimizi anlayabiliyorduk. Ata bindikten sonra “deh” deyip, böğrüne bir kez topukla vurmak atın normal yürüyüşle gitmesini istemekti. İki kez vurunca rahvanla gitme işareti, üç kez vurunca tırıs, dört kez vurunca dörtnala koşmaktı.  Rahvan yarışmalarına sekiz yarışmacı başvurmuştu. Bunlardan biri de bendim. Yarışma iki grup halinde yapılacak. İlk ikiye girenler öğleden sonra tekrar yarışacaklar. Yarışmanın yapılacağı yer, beş yüz metre gidiş, beş yüz metre de geliş olmak üzere toplamda bin metreydi. Yarışmanın yapılacağı alan ot balyalarından yapılan bölmelerle ayrılmıştı. Gidiş ve geliş yollarının üzerinde bu balyalar bulunuyordu. Her yüz metreye beyaz bezden işaretler konmuştu. İlk dörtte yarışacaklar arasında ben ve Karayel’im de var. Hakemin çizdiği alanda yerimizi aldık. Hakemin elindeki kamçıyı yere vurmasıyla yarışma başlayacaktı. Başlangıç çizgisiyle rahvanın başlayacağı yer arasında on metre bulunuyordu. Atlar bu mesafede rahvan yürüyüşlerini ayarlayacaklardı. Bu çizgiden sonra rahvan yürüyüşüne geçemeyenler elenmiş sayılıyordu. Karayelimle ben bunu defalarca çalışmıştık. O yüzden tecrübeliydik. Hakemin kamçıyı yere vurmasıyla yarışma başladı. Biz ikinci çizgiye gelmeden rahvan yürüyüşüne başlamıştık. Ancak iki at bizden öndeydi. Bizden sonra sadece Dündarlı obasından Hüseyin bulunuyordu. Alamaslı obasından Mehmet ile Meşeli obasından Halil bizden önde gidiyorlardı. İlk yüz metreyi bu şekilde geçtik. Dönemeci geçtikten sonra elimdeki kamçıyı önce Karayel’in sağ kalçasına sonra da sol kalçasına hafifçe vurdum. Bu biraz daha hızlanma işaretiydi. Karayel işaretimi anlamıştı. Hemen hızını artırdı. Alamaslı Mehmet önde, arkasından Meşeli’den Halil, onun arkasından biz, bizim arkamızdan da Dündarlı’dan Hüseyin geliyordu. Beşinci yüz metreye yaklaştığımızda Meşeli’den Halil’i geçtik. Alamaslı ile aramızdaki fark on metreden azdı. Bin metrelik yarışın son yüz metreye girdiğimizde aradaki fark iki metreye kadar inmişti. Karayel’e bir kez daha kamçı ile işaret versem geçecektik. Ancak bunu yapmadım. Zira zaten ilk ikiye girenler finale gidebiliyordu. Bunu taktik icabı yapmadım. Final Alamaslı Mehmet ile aramızda olacaktı. Bu belli olmuştu. Karayeli fazla öne çıkarıp, rakiplerin onun üzerine gelmesini istemedim. Gerçek gücümüzü finalde göstermek istiyordum. Yarışmanın sonuna geldiğimizde Babam ve ağabeyim beni bekliyordu. Beni tebrik ettiler. Karayel’in rahvan yürüyüşünü çok beğenmişlerdi. Benim son metrelerde neden Karayel’i serbest bırakmadığımı sordular. Alamaslı’yı bilerek geçmediğimi anlamışlardı. Onlara “Finali bekleyin” dedim.

Rahvan yarışlarının ikinci etabında Kaçaroğlu, Tur Hasanlı, Tacirli, Demirhanlı obaları yarıştı. Bu grupta Kaçaroğlu ile Tacirli obalarının yarışmacıları finale kaldılar. Bana rakip olabilecek olanlar Kaçaroğlu’nun Doru atı ile Alamaslı’nın Kula atı gibi geliyor. Ama Karayel’ime çok güveniyorum. Öğleden sonrasını sabırsızlıkla bekliyorum. Karayel yarışın yapıldığı alanı ezberledi. Nerede hızlanacağını nerede yavaşlayacağını iyi biliyor. Bana sadece rakipleri kontrol etmek kalıyor. Bizim yarışlardan sonra bin beş yüz metrelik at yarışları yapılacak. Bu yarışlara yirmi iki kişi müracat etmiş. Bu yarışmalara katılım her yıl artarak devam ediyor. Bakalım Alamaslı obasının elindeki birinciliklerine hangi oba son verecek. Yarışmaların favorisi olarak her zaman Alamaslı obası gösteriliyor. Zira bu oba esas olarak at yetiştiriciliği ile tanınıyor. At yarışlarında favori olması da gayet doğal görülüyor. Aşiretin göçerler arasındaki adı da “Taycı Alamaslı” diye biliniyor. Bu ismi alması iyi at yetiştiriciliğinden geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim Karayel’in Rahvan’da iyi olmasının nedeni de Alamaslı obasındaki iyi at ustaların becerisinden kaynaklanıyor. Mustafa Kahya, Alamaslı obasından olmasına rağmen, yarışmayı Karayel’in kazanmasını çok istiyor. Zira Karayel’i yetiştiren o. Dolayısıyla emeğinin karşılığını görüp, mutlu olmak istiyor. Rahvan yarışlarında Karayel’in başarısı için bağırarak destek verdiğini gören izleyiciler şaşırmış görünüyor. Özellikle de Alamaslı obasındaki izleyiciler Mustafa Kahya’ya pek de iyi gözle bakmıyorlardı. Ama o bunların hiçbirine aldırmıyordu. Onunla Karayel arasında ayrıca özel bir bağ da bulunuyor. Karayel, Mustafa Kahyayı görünce onu hemen tanıyor ve kişnemeye başlıyor. Bu aralarındaki bir selamlaşma olarak görülüyor. Mustafa Kahya da bir eliyle Karayel’in yelesini tutarken, diğer eliyle sırtını sıvazlayarak onun selamını kabul ediyordu. İkisi de birbirini görmekten mutlu oluyordu.

Biz sıramızı beklerken bin beş yüz metrelik koşu için hazırlıklar başlamıştı. Atların ısınması için kısa yürüyüşleri devam ediyordu. Sonunda tüm hazırlıklar tamamlandı. Atlar yarış pistindeki yerini aldılar. Hakemin düdük çalması ile atlar birer ok gibi yerlerinden fırladılar. Bu yıl katılım fazla olduğu için atların koşacağı alan biraz daha genişletilmişti. Yarış alanının sınırları ot balyaları ile belirlenmişti. Ot balyalarını aşan yarışmacı elenmiş sayılıyordu. Bunu kontrol etmek için her yüz metreye birer gözcü konulmuştu.

Atlar öyle hızlı koşuyorlardı ki, kalkan tozdan yarış alanı görünmez olmuştu. Kimin önde gittiğini de göremiyorduk. Birkaç dakika sonra bizim yakınımızdaki bitiş noktasına en önde doru bir atın dörtnala geldiğini fark ettik. Üzerindeki binici durmadan atın arka kısmına kamçı sallıyordu. Gerisindeki üç at da atak üstüne atak yapıyordu. Ancak öndeki binici kendisinin geçilmesine izin vermiyordu. Onlar yaklaştıkça atına vurduğu kamçı sayısı da artıyordu. Otağın etrafında yarışı izleyen herkes ayağa kalkmıştı. Nihayet bitiş noktasına ilk ulaşan doru at oldu. Üzerindeki binici Taycı Alamaslıdan Karalı Ali’nin oğlu Zeynel’di. Birinciliği simgeleyen kırmızı kurdelayı boynuna bağlamıştı. Atını zorlukla durdurabildi. Zeynel ince uzun boylu, kara yağız bir gençti. Atı ter içinde kalmıştı. Nefesi burnuna sığmıyordu. Zeynel indikten sonra atına bir öpücük kondurdu. Sırtını sıvazladı. Nişanlısı onu gıptayla izliyordu. Seyircileri selamladıktan sonra, atını bağlamak için otağın ilerisindeki ağaçlık alana doğru hareket etti. Zeynel ödül olarak verilen iki yaşındaki koçu alının teriyle hak etmişti. Alamaslılar birinciliği bu yıl da kimseye bırakmamıştı. Dereceye girenler yarım saat aradan sonra babamın otağının önünde toplanmıştı. Bütün obaların beyleri de yanındaydı. Beylerin eşleri de arkadaki tahta oturaklarda yerlerini almıştı. Babam dereceye girenlerin hepsini tek tek tebrik etti. Hediyelerin verilmesi için kahyalara talimat verdi. Bin beş yüz metrelik yarış sona ermişti. Sıra rahvan yarışlarının ikinci etabına gelmişti.

İkinci etapta zorlu rakipler vardı. Alamaslı ile Kaçaroğlu yarışmacıları da çok iddialıydılar. Onlar da bütün güçleri ile yarışmayı kazanmak için sonuna kadar mücadeleyi sürdüreceklerdi. O nedenle bu etapta daha dikkatli olmalıyım. Zira onlar benden daha tecrübeliler. Bu yarışlara daha önce de katılmışlardı. Ama onlarda da Karayel gibi bir at yok. Şanslar eşit diyebiliriz.

Hakemin işareti ile yarışmanın yapılacağı alandaki yerimizi aldık. Gözlemciler de yerlerini alınca hakemin kamçı sesiyle yarış başladı. Kaçaroğlu ile Alamaslı hemen atlarını kamçılamaya başladılar. İlk üç yüz metreye önde girdiler. Arkalarında da ben ve Karayelim. Benden sonra da Tacirli obasının atı bulunuyordu. Beş yüz metrede sıralama değişmedi. Altınıcı yüz metrede Karayeli topuklamaya başladım. Fulelerini hem sıklaştırdı hem de uzattı. Yedinci yüz metrede öndekilerle kafa kafaya geldik. Benim kendilerine yetiştiğimi görünce, onlar da hızlanmak için atlarını kamçılamaya başladılar. Ama biz onlardan önce davranıp atağa kalkmıştık. Karayelim de benim ne yapmak istediğimi anlamıştı. Temposunu biraz daha hızlandırdı. Son iki yüz metreye geldiğimizde ben bir at boyu öndeydim Ama onlar da yarışı bırakmıyorlardı. Durmadan atlarını kamçılıyorlardı. Bunun üzerine kamçımla önce Karayelin sağ kalçasına sonra da sol kalçasına ikişer kez vurdum. Bu daha da hızlanmasının bir işaretiydi. Karayel Rahvan değil, sanki dörtnala gider gibiydi. Aramızdaki mesafe iki at boyuna ulaşmıştı. Son yüz metreye böyle girdik. Karayel aynı tempoyla devam ediyordu. Kaçaroğlu atak yapmak için her ne kadar atını kamçıladıysa da bize yetişemedi. Yarışmayı ben ve Karayelim önde bitirdik. Babam ve annem heyecandan oturdukları yerden ayağa kalkmış beni ve Karayelimi alkışlıyordu. Mustafa Kahya bitiş noktasına kadar gelmiş gururla hem bana hem de Karayel’e bakıyordu. Önce beni gözlerimden öptü, sonra da Karayelin yelelerini okşayarak boynunu sıvazladı. Karayel de sağ ön ayağı ile toprağı kazarak cevap verdi. Bu hareket Karayelin de mutlu ve sevinçli olduğunu gösteriyordu. Ödüllerimizi aldıktan sonra cumartesi gününü beklemeye başladık. Zira pazar günü ağabeyimin katıldığı ok yarışmaları yapılacaktı.

Pazar günü erkenden uyandık. Ailece ağabeyimin ok atma yarışmalarını izlemek için hazırlığımızı yaptık. Atının hazırlanması için ağabeyime yardım etmek için ahıra gittim. Atın tımarını ve bakımın yaptıktan sonra dışarıya çıkardık. Ağabeyim atı eyerlerken, ben de sadaktaki okları yeniden gözden geçirdim. Düzgün olmayan okları sadaktan çıkararak, yerlerine daha düzgün olanları yerleştirdim. Buradaki işimiz bittikten sonra ağabeyimle birlikte yürüyerek yarışmanın yapılacağı alana geldik. Görevliler hem güreşlerin finallerinin yapılacak alanını hem de ok yarışmalarının yapılacağı pistleri düzenlemekle uğraşıyorlardı. Görevlilerle selamlaşmalardan sonra ağabeyim geminden tuttuğu atına binerek hazırlanmak için piste doğru hareket etti. Ağabeyim atını piste alıştırmak için hem sesle hem de kamçı hareketleri ile komutlar vermeye başladı. At bu komutlara göre yavaşlayacak ya da hızlanacaktı.

Yarışmalar iki şekilde yapılıyordu. Birincisi hareket halindeki at üzerinde yirmi beş metre uzaklıktaki direkte içi ot ve samanla dolu olan koyun derisine ok atmaktı. Derinin merkezi kırmızı bir boya ile daire içine alınmıştı. Bu noktayı vurmak en başarılı atış oluyordu. İkincisi ise, attan inerek elli metre uzaklıkta bulunan yetmiş santim çapındaki tahta hedefe ok atmaktı. Bu hedef yere sabitlenen ağaçtan yapılmış ayaklar üzerinde duruyordu.

Ok yarışmalarına yirmi kişi başvurmuştu. Hemen hemen tüm obaların bu yarışmada temsilcileri bulunuyordu. Hatta bazı obaların iki-üç yarışmacısı başvuruda bulunmuştu. Yarışmacıların hepsi de iddialıydı. Zira çoğu daha önceki yarışmalara katılıp dereceler almışlardı. Bu nedenle ağabeyimin işi oldukça zordu.

Yarışma alanı ot ve saman balyaları ile belirlenmişti. Yarışmacılar bu alana tek tek gelip atışlarını yapacaktı. Çekilen kuraya göre, Durak ağabeyim beşinci sırada yarışacaktı. Bu onun için iyi olmuştu. Zira kendisinden önce atış yapanları izleme şansı olacaktı. Yarışma başladıktan yarım saat sonra sıra ağabeyime gelmişti. Doru atına binip, yarış pistine doğru hareket etti. Atını belirli bir hıza getirdikten sonra okunu direkte asılı olan hedefe gönderdi. Hedefin yakınında bulunan hakem okun saplandığı dairenin numarasını elindeki deftere yazıyordu. Her atıştan sonra bu işlem tekrarlanıyordu. Yarışmacıların attığı ok ise hedeften çıkarılıyordu. Ok çıkarılmadan yarışmacı attığı okun nereye saplandığını kontrol edebiliyordu. Hedef altı eşit parçaya ayrılmıştı. En dış hedef yediydi. Hedefin merkezi on iki rakamı ile işaretlenmişti. Ağabeyim ok atışlarını yaptıktan sonra saman ve ot balyaların dışına çıkarak bize doğru hareket etti. Ailece hepimiz heyecan içindeydik. Ağabeyimin yüz ifadesi pek iyi görünmüyordu. Bizim yanımıza geldikten sonra atından indi ve üzüntülü bir sesle:

“İyi bir atış olmadı” dedi.

Bizim de moralimiz bozulmuştu. Ancak bunu ona göstermek istemiyorduk. Hepimiz Ona sarıldık ve “üzülme, bir daha ki sene daha iyi hazırlanırsın. Kısmet bu sene değilmiş.” diyerek onu teselli ettik.

Hakemler yarışmanın sonuçlarını iki saat sonra açıkladılar. Ağabeyim altıncı olmuştu. İlk üç sırayı Meşeli, Dündarlı ve Eğerciler obasına mensup olan yarışmacılar almıştı. Ok atma yarışları ile ilgili sohbetlerde bu üç obanın ismi her zaman önde olacaktı. Bu oba mensupları derecelerini gururla anlatacaklardı. Üç obanın yarışmacıları hediyelerini aldıktan sonra seyircileri selamlamak üzere alana geldiler. Burada seyircilerin alkışları arasında ayrıldılar.

Ok atma yarışmalarından sonra sıra güreşlerin finallerine gelmişti. Her boyda ilk dörde girenler güreşecekti. Kura çekimleri yapıldıktan sonra hangi güreşçinin kiminle güreşeceği belli olmuştu. Yenenler birincilik ve ikincilik için, mağlup olanlar da üçüncülük ve dördüncülük için güreşeceklerdi.

Yarı final güreşleri yaklaşık iki saat sürdü. Küçük orta boyda Hacı Fakıhlı, orta boyda Caberli, büyük boyda Tamburacalı obası birinciliği elde etti. Güreşçiler hediyelerini aldıktan sonra halkı selamlayıp alkışlar arasında oba mensuplarının bulunduğu alana geçtiler.

Güreşlerin tamamlanması ile yarışmalar sona ermişti. Alanda bulunanlar yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Zira Akşam yemeği için hazırlık yapılması gerekiyordu. İlk ayrılanlar da kadınlar olmuştu. Biraz sonra çadırlarda dumanlar yükselmeye başlayacak ve herkes yer sofrasındaki yerini alacaktı.

Şenlikler sona ermişti. Sergilerdeki satışlar ve siparişlerin sözleşmeleri bu yıl oldukça iyi geçmişti. Yerli ve yabancı tüccarlar bağlantılı satışlar için kaparolarını verdiler. Sevkiyatlara on gün içinde başlanması gerekiyor. Rus tüccarlara satılan koyun ve keçilerin teslimatının bir kısmı Samsun, bir kısmı da Trabzon limanında yapılacak. Buradan gemilerle Rusya’ya taşınacak. Yaklaşık on bin civarında koyun ve keçi, aşiret çobanları tarafından bu limanlara sevk edilecek. Yünlerin alıcısı ise, her zamanki gibi yine İngilizler olmuştu. Yünlerin nakliyesi deve kervanları ile İskenderun limanına yapılacak, oradan da İngiltere’ye gidecek.

Bu yıl maalesef Misis mezramıza dönemeyeceğiz. Padişahın fermanı doğrultusunda aşiretimizle birlikte Rakka’ya gitmemiz gerekiyor. Aşiretin yaşlıları ve onlara bakmak için Misis’de bırakılanlar bize daha sonra katılacaklar. Bizim Rakka’ya hareket etmemizden sonra onlara haberci gönderilecek. Onlar bizden üç ay sonra Rakka’ya hareket edecekler. Çünkü iskan bölgesinde rahat yaşamaları için onlara evler yapmamız gerekiyor. Buda zaman alacak. Evler Misis’dekine benzer olacak. Bir metre temel kazıldıktan sonra, taş serilecek, ondan sonra da tabana saman ve toprakla karıştırılan harç dökülecek. Evin iskeleti ağaçlardan oluşacak. Her üç metreye konulan ağaç direklerin arası kerpiçle örülecek. Çatısı yine kereste ile kapatıldıktan sonra iç ve dış duvarlar sıvanıp, kireçle boyanacak. Evin içine de yemek ve ısınmak için büyük bir baca yapılacak. Bu evlerin yapım işlerini aşiretimizin Alamaslı obasından bir ayağı aksak olan ve bu nedenle “Topal Osman” adıyla tanınan Osman amca yapar. Yaşı ellinin üzerindedir. Ama hala çatılara çok rahat tırmanır. Yardımcıları da çok çalışkandır. Osman amca onları da kendisi gibi yetiştirmiştir. İşlerini sağlam yaparlar. Ev sahipleri iş bittikten sonra genellikle sorun yaşamazlar. Ola ki bir eksiklik olursa, Osman amca hemen kendisi bizzat gelir ve sorunu giderir. Bu özelliğinden dolayı Osman amcaya inşaat sırasında kimse müdahale etmez. “O işini bilir” derler.

Yaylaya geleli iki aydan fazla olmuştu. Koyun ve keçilerin kırpılma işlemi devam ediyor. Bu yıl yünlerden de iyi para kazanacağız. Geçen yıla göre fiyatlar arttı. Ecnebi tüccarlar arasında da yünlerimize olan ilgi iyi. Biz kesimden önce koyun ve keçilerimizi göletlerde yıkıyoruz. Ondan sonra yünlerini kırpıyoruz. Yünlerimiz ve keçi kıllarımız temiz olduğundan hemen dikkat çekiyor. Diğer aşiretlerin çoğu bunu yapmıyor. Ya yeterli göletleri olmuyor ya da bunu yapmaktan kaçınıyorlar. Zira yıkadıktan sonra yünlerin ağırlığı azalıyor. Ama babam bunu göz önüne alarak fiyatları biraz daha yüksek belirliyor. Bir de bizim yünlerimiz yıkanıp kurutulduktan sonra çuvallara konuluyor. Dolayısıyla görünüşü daha güzel oluyor. Bu da ecnebi tüccarların dikkatini çekiyor. Sattığımız koyunların ve yünlerin zamanında teslim edilmesi için Eylül ayının ortasında sevkine başlamamız gerekiyor.

Annemin bahçesi iyice yeşil renge boyandı. Kabaklar, hıyarlar boy vermeye başladı. Fasulyeler de çıkmaya başladı. Bir hafta sonra toplama işlemine başlayabiliriz. Bunu annemle yapmamız mümkün değil. Kız kardeşim Havva ve çoban eşlerinin de yardımı gerekiyor. Bu yıl hiç su sıkıntısı çekmedik. Yağmurlar çok bereketliydi. Derelerimizde sular kesilmedi. Bu nedenle göletlerimiz de hep doluydu. Sürülerimiz de hep taze ot yedi. Yağmurlardan sonra otlar yeniden filizleniyor, sürülerimiz de iştahla bu yeni filizleri zevkle yiyordu. Bu bereketten dolayı hayvanlarımızın sütü de bol olduğu için peynir ve tere yağ üretimimiz de arttı. Bu yıl peynir ve tere yağdan da iyi para kazanacağız. Onca verdiğimiz emeklerin karşılığını alacağız. Şu bir gerçek ki bir emek verdiyseniz inanın boşa gitmiyor. Setenin bakımını yaptık, oradan bir gelir elde ediyoruz. Bahçemizi sürüp ektik. Oradan bizim ve çobanlarımızın bütün sebzesini alıyoruz. Yayla mevsiminin sonunda fazla olan koyun ve keçilerimizi satacağız. Oradan güzel bir gelir elde edeceğiz. Yün ve dokuma satışından da gelirimiz olacak. Bunun karşılığında yerleşiklerden buğday, un, arpa, kurutulmuş meyve, bakır tencere, tava, kaşık, mum, kandil, kandil yağı ve benzeri malzemeler alıyoruz. Bunun dışındaki bütün ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılarız.

Yellice yaylamızdaki son ayımıza girdik. Eylül ayı ile birlikte sonbahar mevsiminin gelişi belli olmaya başladı. Otlar sararmaya, Meşe ağaçları yapraklarını dökmeye başladı. Yaylanın rengi yeşilden sarıya döndü. Göçmen kuşlar yayladan ayrılmaya başladı. Daha güneye kanat çırpmaya başladılar. Öncüleri de leylekler oldu. Bir daha ki yıl gelmek üzere yuvalarını terk ettiler. Bizimle birlikte geldiler, ama bizden önce ayrıldılar. Sanki onlar da bizim gideceğimizi biliyorlar. Leyleklerle oba mensupları arasında müthiş bir uyum var. Kimse leyleklerin yuvalarına müdahale etmez. Dere kenarındaki kavaklar leylekler için en cazip yuvalar olur. Bu yuvaların sahipleri bellidir. Bir dişi bir erkekten oluşur. Yavrularını birlikte büyütürler. Her yıl aynı yuvalarını kullanırlar. Sanki ellerinde bir adres varmış gibi binlerce kilometreden uçup, her yıl konakladıkları yuvaları hiç terk etmemişler gibi bulurlar. Yavrularını da göçten önce uçmaya hazır hale getirirler. Kuşlar arasında en saldırganı kargalardır. Kendi yuvalarını ölümüne savunurlar. Yuvalarına tehdit olarak gördükleri insanlara bile dalma hareketi yaparlar. O yüzden kargaların bu huyu herkes tarafından bilindiği için kimse onların yuvalarına müdahalede bulunmaz ve rahatsız etmez.

Obada her aile hareket halinde. Ay sonunda hep birlikte Rakka’ya gitmek üzere yola çıkacağız. Koyunların ve keçilerin kırpılma işlemi neredeyse bitmek üzere. Yerli ve yabancı tüccarlara satılan hayvanlar ayrılıp, sayım yapılıyor. Limanlara gidecek malların ve sürülerin bir hafta içinde hareket etmesi için Yeni il kaymakamlığından haber geldi. Yünlerin çuvallanması işlemi de hızla devam ediyor. Satılan koyun ve yünlerin verilen tarihte sevkiyatın yapılacağı limanlara zamanında teslim edilmesi gerekiyor. Aksi taktirde satıcılara cezalar veriliyor. Bu yüzden oba mensupları olağanüstü bir çaba içindeler. Bütün bu teslimatlar kazasız, belasız ve eksiksiz tamamlandığında obada ayrı bir huzur ve güven oluyor. Bunu kutlamak için aşiret beyimiz yani babam Firuz ağa oba beylerine ziyafet verir. Çalışanlar için de kuzular kesilir ve onlara yorgunluklarını çıkaracak hediyeler verilir. Yayla sezonun sonunda herkesin cebinde bol para olur. Satışlardan sonra sancak beylerinin vergi memurları tahsilatları yapmaya gelirler. Hane başı evli erkeklerden 26 akçe, bekar erkeklerden 13 akçe vergi alınır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, geliri ve sürüsü olmayanlar vergiden muaftırlar. Bir de her koyun başına yaylaklar için yarım akçe, her üç yüz koyunluk sürü için de ayrıca yüz yirmi akçe vergi veririz. Her aşiretin ve obanın kayıt defterleri vardır. Vergi memuru tahsilata geldiğinde, elinde bir yıl önceki kayıt defterinin nüshası bulunur. Bu yılki deftere yeni evlenen ve on sekiz yaşı geçen erkekler kayıt yapılır. Bunun amacı gelecek yıl vergiye tabi olanları belirlemektir.

Yaylaklarda meydana gelen olaylara kazaların ve nahiyelerin kadıları bakar. Suçlu olanlar kalelerdeki hapishanelerde cezalarını çekerler. Aşiret ve obalar içinde meydana gelen küçük olaylara aşiret reisleri bakar. Bunlar kadıya yansıtılmaz. Bu olaylar genellikle oba ya da aşiret reislerinin arabuluculuğu ile sulh içinde çözülür. Hırsızlık, adam yaralama ve öldürme gibi davalara kadılar bakar. Aşiret reisinin emrindeki silahlı görevliler bu suçluları Subaşıların bulunduğu bölgeye teslim etmek zorundadırlar. Subaşı da emrindeki yeniçeri ve sipahiler aracılığı ile suçluları yargılanmak üzere kadılara götürürler. Yargılanıp ceza alanlar nahiye ya da kazalarda bulunan kalelerdeki hapishanelerde cezalarını çekerler.

Rakka’ya yolculuk başlamadan önce bütün aşiret mensuplarının kayıtları yapılacakmış. Babam geçen hafta başı son durumu öğrenmek için Yeni il’e gitmişti. Orda bulunan mübaşir İsmail Efendi iskan ile ilgili bilgi vermiş. İskan katibi olarak atanan Abdurrahman Efendi bir iki güne kadar sayım yapmak üzere obaları gezecekmiş. Bu kayıtlardan sonra Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya Yeni İl kazasında kaç hane olduğu ve ne kadar nüfusa sahip olduğu iletilecekmiş. Hüseyin Paşa da buna göre gelecek olanlar için arazi tahsis edecekmiş. Orada esas olarak ziraatçilik yapılacakmış. Durumu iyi olmayana öküz, saban ve tohum verilecekmiş. Bunun bedeli beş yıl içinde taksitler halinde ödenecekmiş. Buraya giden aşiretler iki yıl vergiden de muaf olacaklarmış. Aşiretler Rakka’ya gelmeden her obanın yeri belli olacakmış. Bu yüzden yer sıkıntısı yaşanmayacakmış. Göç sırasında yollarda göçerlere kolaylık gösterilecekmiş. İskanla ilgi yapılması gereken bütün işler sadrazam tarafından sancak ve eyalet beylerine bildirilmiş. Hiçbir sıkıntı yaşanmaması için talimatlar verilmiş. Zira hükümet bu iskana çok önem veriyormuş. Güneyden gelip Rakka bölgesini istila edip, köylüleri ve obaları haraca bağlayan Enez ve Şemmar aşiretlerinin saldırganlığının önlenmesi isteniyormuş. Bu aşiretler bölgede hem huzuru bozuyor hem de ticaret kervanları ile hac kervanlarını soyuyormuş. Bu konuda sadarete çok sayıda şikayetler geliyormuş.

Babam bunları şimdilik kimseye anlatmamızı istedi. Zira bu bilgilerin aşiret içinde korku ve endişeye neden olacağını, dolayısıyla şimdilik böyle bir durumla karşılaşmak istemediğini söyledi. Aslında babamın da çok sıkıntılı olduğu belli oluyordu. Hem yeni bir yere yerleşmek hem de eşkıyalık yapan Arap Enez ve Şemmar aşireti ile baş edebilmenin kolay olmayacağını tahmin edebiliyordu. Zira yerleşik Arap aşiretleri ile Ekrad ve Türkmen aşiretleri buna karşı koyamadıklarına göre, durum hiç de iyi görünmüyordu. Bu nedenle son durum hakkında oba beylerine bilgi vermek istiyordu. Bunun için de benim aracılığımla cuma akşamı bütün oba beylerinin otağa gelmesi için haber iletmemi istedi. Toplantıda oba beylerinin görüşleri sorulacak hem de saldırgan Arap aşiretlerine karşı alınması gerekli önlemler konuşulacak. Babam saldırgan aşiretlere karşı şimdiden hazırlık yapılmasının gerekli olduğunu düşünerek aşiretimizin erkek ve kadınlarının ok atma ve kılıç kullanma becerilerinin artırılması için de oba beylerinin onayını almak istiyordu. Babam önemli gördüğü tüm kararlarda oba beylerinin görüşünü ve onayını mutlaka alırdı. Bu aşiretin bir töresiydi.

Cuma akşamı yapılan oba beyleri toplantısı geç saatlere kadar devam etti. Yemekten sonra babam Yeni İl’e yaptığı ziyarette öğrendiği bütün bilgileri oba beylerine anlatmış. Oba beyleri aşiretin iki yüz elli kişilik koruma birliği dışında kadın erkek olsun bütün obadakilere silahlı eğitim verilmesini onaylamışlar. Bunun için gerekli malzemenin alınmasını da kabul etmişler. Ok, yay, Mızrak, kılıç, kama, pala, gibi aletlerin tedariki için Meşeli obasından silah eğitimcisi İlhan Kahya ile Durak ağabeyim görevlendirilmiş. İlhan Kahya silahların kalitesinden, ağabeyim de para kısmından sorumlu olacakmış. Babamın aldığı bu tedbirler obaların gece-gündüz korunması amacına yönelikti. Ayrıca saldırgan Arap aşiretlerinin yapacağı saldırıları caydırma amacını da taşıyordu. Obaların yaşlı-genç, kadın-erkek silahlı kişiler tarafından korunduğunun bilinmesinin saldırgan Arap aşiretlerine gözdağı vermek anlamına da geliyordu.

Pazartesi günü öğleye doğru iskan katibi Abdurrahman Efendi ile yanındaki sayım memuru elinde defterlerle otağımıza geldi. Babam onları misafir otağına aldı. Hoş beşten sonra gelme gerekçelerini anlattılar. Bunun üzerine babam bana yemek hazırlanması için Hazna Hatuna haber vermemi istedi. Zira iskan katibi ve memuru üç saatlik yoldan gelmişti. Annem gelen misafirlerin kimliğini öğrendikten sonra bir saate kadar yemeklerin hazır olacağını babama iletmemi söyledi. Ben de annemin sözlerini başımla işaret vererek babama ilettim. İskan katibi babama sayımın eksiksiz yapılması gerektiğini, zira Rakka bölgesinde hanedeki nüfusa göre arazi verileceğini, bu nedenle de ailelerin mağdur olmaması için bunun gerekli olduğunu iki kez tekrar etmek zorunda kaldı. Babam da iki gün önce oba reisleri ile toplantı yaptığını bütün bu durumları kendilerine izah ettiğini söyledi. İskan katibi Abdurrahman Efendi, Rakka beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’nın şimdiden iskan edilecek aşiretler için parseller düzenlediğini, aileler oraya gittiğinde ayrılan parsellere yerleştirileceğini, Beylerbeyinin emrindeki yeniçeri ve sipahi askerlerle bölgede gerekli önlemleri aldırdığını, bu nedenle ailelerin güven içinde olmalarını istedi. İskan katibinin bu sözleri babamı biraz rahatlatmıştı. Ancak oba beyleri ile aldıkları kararlardan iskan katibine bahsetmedi. Fazladan önlem alınmasında sakınca görmüyordu. Tam tersine bu önlemlerin alınmasının aşiret mensuplarının güven ve huzur içinde olmalarının garantisi olacaktı.

Aşiretimizdeki sayımlar beş gün devam etti. Bizden sonra Beydilli aşireti ve ona bağlı obaların sayımına geçilecek. Sayımlarda hanelerdeki nüfus sayısı, buna kadın ve erkek çocuklar da dahil olmak üzere kayıt altına alındı. Bu sayımlarda hanelere göre sahip olunan koyun, keçi, deve, at ve eşekler de kayıt altına alındı. Bu sayımların yapılmasının nedeni obaların Rakka’ya götürecekleri hayvan sayısını belirleme amacını taşıyormuş. Sayım memuru babama böyle söylemiş. Vergi defterlerinde ise, bütün bu malların yazılmasından sonra hanelerin ödeyeceği vergi miktarları da belirleniyordu. Vergi defterine sadece hane reisi ile on sekiz yaşını geçen erkekler yazılıyordu. Çocuklar ve kadınlar kayıt edilmiyordu.

Eylül ayının son haftasına geldiğimizde yeni il kaymakamlığından oba ve aşiretlere yeni bir yazı daha geldi. Yeni İl’deki obaların Rakka’ya yolculuğu Ekim ayı başlarında başlayacakmış. Bizim obaların iskan başı babam olacakmış. Yanına ayrıca kaymakamlığa bağlı iki memur verilecekmiş. Bunlar Rakka’ya kadar bize refakat edeceklermiş. Gidilecek güzergahı da bunlar belirleyecekmiş. Bu memurlar, obalar Rakka bölgesine yerleştirildikten sonra tekrar görevlerine döneceklermiş. Bunların görevi, obaların firar etmesini önlemek, yol güzergahındaki nahiye ve sancak beyleri ile irtibata geçerek konar-göçerlerin yerleşik halka zarar vermesini de önlemekmiş. Gerçi Eylül ayının sonuna kadar yerleşiklerin arpa, buğday ve fiğ biçme sezonu bitmiş olacak. Ancak yerleşiklerin bağ, bahçe ve bostanlarındaki üretimleri devam ediyor. Belki de göçerlere ait hayvanların bunlara zarar vermesi önlenmek isteniyor. Zira köylülerin sebze ve meyve hasatları Ekim ayının sonunu buluyor. Devlet hem köylülerin zarar görmesini istemiyor hem de bunlardan tahsil edeceği vergiden de mahrum olmak istemiyor. O yüzden iki memurunu atayıp bu iskanı en az zayiatla bitirme amacı taşıyor.

Kaymakamlığın yazısı bütün obalara iletildi. Bundan sonra obalarda hararetli bir çalışma başladı. Obalar, yıllardır kullandıkları yaylaları terk edeceklerdi. Elbette hepsini bir hüzün sarmıştı. Yayladan, Rakka’ya götürebilecekleri bütün eşyalarını taşıma telaşı da başlamıştı. Zira her şeyi kendi elleriyle yapmışlardı. Buradan tamamen ayrılmak herkese zor geliyordu. Ama gitmek zorundaydılar. Çünkü Padişah II. Süleyman’ın fermanı bulunuyordu. Padişah’ın fermanı kesindi. Buna mutlaka uyulması gerekiyordu.

Rakka’ya iskan nedeniyle yayladaki Setenimizi ve bahçemizi de terk etmek zorundaydık. Annem yazın bahçeden elde ettiğimiz sebzelerden çok çeşitli yemekler yaptı. Kabak dolması, türlü, fasulye kavurması, biber kızartası en başta yediğimiz yemeklerdi. Bahçemizdeki sebzelerin de hasat zamanı gelmişti. Bunların taze tüketilme zamanı geçiyordu. Annem bu nedenle topladığı sebzeleri kurutmaya başlamıştı. Kışın bunların pişirilip yenilmesi de çok lezzetli oluyordu. Özellikle de kabak ve biber dolmasının yoğurt dökülerek yenilmesi ailemizin en çok sevdiği yemeklerdendi. Setenimizi ise, burada bırakmak zorundaydık. Çünkü buğdayı ezen yuvarlak taşlar çok ağırdı. Ancak at arabası ile taşınabilirdi. Ama bizim bunu taşıma imkanımız bulunmuyordu. Zira bizim gideceğimiz yollar dağlardaki ve tepelerdeki patikalardı. Arabanın o yollardan gitmesi mümkün değildi. O yüzden Setenimizle vedalaşmak zorundaydık. Ancak onu kullanılabilir halde bırakacağız. Çünkü bizden sonra Yellice yaylasına yerleşecek olanlara bir katkımız olsun istiyoruz.

Aşiretimiz için sipariş edilen ok, yay, kılıç, pala, kama, teber ve mızraklar geçen hafta geldi. Babam ödemesini aşiretin bütçesinden yaptı. Silahlar sahiplerine dağıtıldı. İlhan Kahya, hemen eğitimlere başladı. Mızraklar yaşlı erkeklere, ok ve yaylar kadınlara, kılıç, kama, teber ve palalar ise gençlere verildi. Yeni eğitilenlerin esas görevi obalarını savunmaktı. Zira aşiretin esas korumasını oluşturanlar uzak bölgelere gittiklerinde, Obaların savunması bu yeni eğitilenlerin görevi olacaktı. Bunlar diğer zamanlarda obadaki asli görevlerine devam edecekti. Bunun amacı aynı zamanda obalara saldırı yapabilecek Arap kökenli Eneze ve Şammar aşiretlerini caydırma amacı da taşıyordu.

Ekim ayının ilk haftasına geldiğimizde otağlar sökülmeye başlandı. Obalar arka arkaya çıkacaklardı. Aradaki mesafe beş yüz metreyi geçmeyecekti. En önde Alamaslı olacaktı. Onun arkasında sırasıyla Tamburacalı, Avşıllı, Hacı Fakılı, Kaçaroğlu, İncili, Çilli, Caberli aşiretleri takip edecek. Bunların arkasında da Meşeli, Tecerli, Dündarlı, Tur Hasanlı, Karabıyıklı, Demirhanlı ve Göbelli obaları olacak. En arkada da bizim aşiretimiz Musa hacılı takip edecek. Yeni İl kaymakamlığının görevlendirdiği iki görevli de atları ile en önde olacaklar ve güzergahı belirleyecekler. Ala Dorlak ve Savranbaşı da onların hemen arkasında gidecekler. Bizim aşiretin en arkada gitmesinin nedeni firarları önlemekti. Zira bu cemaat ve obaların Rakka’ya ulaşmasında esas sorumlu olan babamdı. Bu nedenle sayımları yapılan cemaat ve obaların eksiksiz bir şekilde Rakka’da iskan edilmesi gerekiyordu.

Yeni il kaymakamı Abaza Hasan Paşa Rakka’ya iskan edilecek bütün aşiret, cemaat ve obalar için yeni bir emirname yayınlamış. Bu emirnamede sürü sayısının Rakka’ya gidene kadar yarısının elden çıkartılmasını istemiş. Yani yaklaşık iki ay sürecek bu yolculuk sırasında koyun, keçi ve at sürüsünün yarısının yolda satılmasını talep etmiş. Bunun nedeni olarak da Rakka’da yaylak-kışlak hayatı olmayacağını, orada esas olarak yerleşik hayata geçileceğini, çiftçilik, sebze ve meyve yetiştiriciliği yapılacağının belirtilmesiydi. Rakka Beylerbeyi bu durumu sadrazama bildirmiş, sadaret makamı da bu talebi uygun bulup onaylamış. Bu talep Yeni İl’deki bütün obalarda tepkiyle karşılandı. Zira bütün geçim kaynakları besledikleri hayvanlardan ve onlardan elde ettikleri ürünlerin satışından geliyordu. Bütün yaşam tarzları da buna göreydi. Rakka’ya gittiklerinde hazır mahsul olmayacaktı. Çiftçilikten gelir sağlamak için bir yıl ne yiyip içeceklerdi. Ellerindeki hazır para ile ne kadar idare edebileceklerdi. Bütün bu sorular cevapsız kalıyordu. Obalardaki be tedirginliği fark eden babam Kangal köyünde oturan yeni İl kaymakamı Hasan Paşa ile görüşmeye gitti. Kaymakam babamı çok iyi karşılamış. Obaların durumunu anlatmış ve bütün sürüleri ile Rakka’ya gitmek için istekte bulunmuş. Hasan Paşa bunun yetkisini aştığını, sadarete yazılacak cevabın gelmesinin de yetişemeyeceğini, emirnamenin yerine getirilmesi gerektiğini nazik bir dille anlatmış. Ancak rakka’ya gidildikten sonra Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya istekte bulunmasını, satıştan elde edilen parayla oradan da yeni hayvanlar alabileceklerini söylemiş. Babam yaylaya döndükten sonra kaymakamım bütün sözlerini bir toplantı düzenleyerek oba beylerini anlattı.

Bu yılki yayla mevsiminde aşiretimize ve bağlı cemaat ve obalardaki koyun sayısı yapılan satışlardan sonra altmış beş bine çıkmıştı. Bunun yarısının Rakka yolunda satılması isteniyordu. Diğer hayvanlarda ise, sayı şöyle olmuştu: Deve sayısı 290’a, at sayısı 205’e, eşek sayısı da 310’a yükselmişti. Ancak emirnamede sadece koyun sayısının yarıya indirilmesi istenmişti. Dolayısıyla diğer hayvanlar ve obaların güvenliğini sağlayan görevlilerin kullandıkları atlar bunun dışında kalıyordu. Zira obaların eşyalarını bu hayvanlar taşıyordu. Bu hayvanlar olmadan konar-göçerlerin taşınması ve güvenliğin sağlanması mümkün değildi.

Rakka’ya göç etme zamanı gelmişti. Eşyalar develere, atlara ve eşeklere yüklendi. Obalar ve cemaatler daha önce belirlenen sırayla hareket etmeye başladılar. Rakka’nın rotası da belirlenmişti. Obalar Kangal, Divriği, Gürün, Darende, Doğancık, Besni, Bozova-Akçakale-Rakka yolunu takip edecekti. Obaların en başında Savranbaşı Bayram amca, onun arkasında Ala Dorlak olarak Tur Hasanlı obasından Hüseyin amcanın kızı Gülbahar yerini almıştı. Gülbahar’ın başında gümüş başlıklar, üzerinde kırmızı renkli elbise, ayağında da nar çiçeği renginde edik bulunuyordu. Gülbahar’ın düğünü Misis’deki mezramızda yapılacaktı. Ancak iskan nedeniyle Rakka’da yapılması kararı alınmıştı. Rakka’ya vardığımızda bizi Gülbahar ile Zeynel’in düğünü bekliyordu. Gülbahar da nişanlı bir kız olduğu için; Ala Dorlak görevini o yapacaktı. Çünkü, töremize göre göç katarının başında nişanlı bir kızın bulunmasının uğurlu geleceği ve aşiretimize de bereket getireceğine inanılıyordu.

Sürülerimiz bizden önce yola çıkmıştı. Sürülerin başında çobanlar bulunuyordu. Yiyecek ve içeceklerini eşekler taşıyordu. Bu yiyecek ve içecekler siyah renkli bir heybede taşınıyordu. İçme suları ise toprak testilerde korunuyordu. Bu testilerdeki su azaldıkça içme sularının bulunduğu çeşme ve pınarlarda dolduruluyordu. Aba ve kepenekleri ise heybenin üzerine bağlanırdı. Bu yöntem yolculuk sırasında yiyecekleri yağmurdan ve güneşten de koruyordu. Geceleri ise çobanların üşümemesini sağlıyordu. Çobanlar bu tür yolculuklara alışkındı. Yıllardır Misis ile Yellice arasında gidip gelmişlerdi. İyi içme suyunun nerede olduğunu, hangi dağdan geldiğini ve hangi suyun daha soğuk olduğunu biliyorlardı. Bu bilgileri zaman zaman obadakilerle paylaşıyorlardı. Bu nedenle aynı su kaynaklarını biz de öğrenmiş bulunuyorduk. Bilmedikleri bölge Darende’den sonraki yoldu. Orayı da karşılaştıkları köylülerden ve çobanlardan öğreneceklerdi. Hayvanların su ihtiyacı ise, yol üzerindeki derelerden, çaylardan ve ırmaklardan sağlanacaktı.

Yola çıkalı yirmi günü geçmişti. Bu yirmi gün içinde Divriği, Gürün, Darende’den geçerek Besni kazasına ulaşmıştık. Yirmi gün içinde geceler dahil altmış kez mola verip, yeniden yola çıktık. Yani eşyalarımızı altmış kez indirip, yükledik. Mola verdiğimiz en iyi yerler Divriği de Dumluca mezrası, Darende de Ayvalı köyü, Besni de ise Suvarlı köyüydü. Burada hem bizim için hem de hayvanlarımız için bol su ve yiyecek vardı. Bazı ihtiyaçlarımızı da parasını ödeyerek köylülerden tedarik ettik. Köylülerden hayvanlarımız için arpa, kendimiz için de un satın aldık. Biz de onlara elden çıkarmamız gereken koyunları sattık. Bun duyan bölgedeki celepler obamıza gelip koyun alıyorlardı.

Geceleri mola verdiğimizde çadırlarımızın önünde ateşler yakıyorduk. Bu ateşte hem yemekler pişiyordu hem de ısınıyorduk. Zira geceleri soğuk oluyordu. Köpeklerimiz de sürülerimizi kurtlardan korumak için çobanlarımızla birlikte nöbet tutuyordu. Sürüyü bekleyen köpeklerimizin hepsi Kangal cinsiydi. Kurtlarla baş edebilecek en iyisi onlardı. Ancak buna rağmen bazı obaların koyunları kurtlara av olmaktan kurtulamıyordu. Bunlar genellikle yolunu şaşıran ya da yorulup bir kenarda yatan koyunlardı. Bu kayıpların olabileceği hep konuşulmuştu. Şu ana kadar olan kayıplar tahmin edilen sayının altındaydı.

Yellice’den ayrılalı kırk beş günü geçmişti. Kasım ayının sonlarına gelmiştik. Bozova nahiyesini geçip Akçakale’ye yaklaşmıştık. Burada öğlen molası verdik. Zira sabah ezanında yola çıkmıştık. Altı saattir yoldaydık. Hem biz hem de hayvanlarımız yorulmuştu. Burada ikindiye kadar dinlenecektik. Daha sonra yola devam edecektik. Bütün yolculuğumuz bu şekilde verilen molalarla devam ediyordu. Bu molamız devam ederken babamın otağına doğru iki atlının geldiği görüldü. Atlıları ağabeyim Durak karşıladı. Selamlaşmalardan sonra ağabeyim onları babamın otağına davet etti. Aşiretimizden iki kişi de gelenlerin atını alarak bir ağaca bağlamak için götürdüler. Ağabeyim giderken onlara atlara su ve yem verilmesini söyledi. Misafirlerin arkasından ben de babamın otağına geçtim. Gelenler kısa bir hoşbeşten sonra Rakka’dan geldiklerini, iskan edilecek obaların yerleşim planlarının yapıldığını, buna göre her ailenin daimi oturumu için ev, arsa ve tarım arazileri verileceğini söyledi. Gelenlerden ismi Eyüp olanı göçerlerin büyük bir kısmının oturacağı evlerin hazır olduğunu, eksik kalanlar için de evler yapılacağını belirtti. Kendilerini Rakka beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşanın gönderdiğini, Akçakale’den sonra gidilecek yere bizimle birlikte geleceklerini söyledi. Babamın sorusu üzerine aşiretimiz ve bağlı obalar için Fırat nehrinin kollarından olan Belih çayının batısında Rakka yolu üzerinde Huzeyme mıntıkasında beş bin dönüme yakın arazi tahsisi edildiğini ifade etti. Bu arazinin üçte birinin sulanabildiğini, geriye kalan kısımda ise, kuru tarım yapıldığını sözlerine ekledi. Babam konuşmalar bittikten sonra bu yeni durumu oba beylerine bildirmem için bana hareket etmemi söyledi. Bunun üzerine, ben hemen Karayelime eğer vurup yola çıktım. Akşama kadar bütün oba ve cemaat reislerini dolaşıp bilgi verdim. Akşam ki mola yerine geldiğimde kız kardeşim Havva ile yengem Esma yemekleri hazırlamakla meşguldüler. Babam, annem ve ağabeyim ise derin bir sohbet içindeydiler. Beni son anda fark ettiler. Rakka beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’nın gönderdiği görevliler ise, bildirimde bulunmak üzere Beydilli aşiretine gitmişler. Oradan da bütün oba ve aşiretleri dolaşacaklarmış. Babama bütün cemaat ve oba reislerine görevli Eyüp beyin anlattıklarının hepsini ilettiğimi söyleyip sofraya oturdum.

Akçakale’den on gün süren bir yolculuktan sonra, Belih çayının batısında bize ayrılan Huzeyme köyüne geldik. Köye geldiğimizde gördüğümüz manzara karşısında şaşkına uğradık. Hem de hayretler içinde kaldık. Zira çok sayıda ev vardı. Ancak harap haldeydi. Sanki elli yıl önce terk edilmiş bir görüntüsü vardı. Köyün girişinde kurulu iki çadır bulunuyordu. Bu çadırın önünde aşiretimize ayrılan araziyi hanelere taksim edecek görevliler oturuyordu. Bizleri görünce ayağa kalkarak çadıra buyur ettiler. Ellerinde Yeni İl kazasında yapılan sayım kayıtları vardı. Bu kayıtlarda hangi hanenin hangi eve yerleşeceği ve ne kadar toprak verileceği belirtiliyordu. Tamirattan sonra hazır hale gelecek ev sayısı üç yüzdü. Bizim aşiret ise beş yüz on üç haneydi.  Dolayısıyla iki yüz on üç eve daha ihtiyaç olacaktı. Görevli, yeni evler yapılana kadar nüfusu az olan aileleri geçici olarak daha geniş olan evlerde toplayacaklarını, yeni inşaatlar bittiğinde herkesin kendi evine taşınacağını, harap olmuş evleri de obadakilerle ve Rakka merkezinde gelecek ustalarla onaracaklarını söyledi. Görevli, bizleri rahatlatmak için sözlerine şöyle devam etti:

“Gerek yeni evler gerek tadilat için lazım olan kereste Maraş sancağından gelecek. Keresteler kara yolu ile Birecek limanına getirilecek. Birecik limanından teknelere yüklenen kereste, Belih çayının Fırat nehrine karıştığı noktada indirilecek. Buradan da at arabaları ile Huzeyme’ye taşınacak. Diğer malzemeler ise, Harran ve Rakka’dan temin edilecek. Göçerlerimizin evleri en kısa zamanda bitirilip sahiplerine teslim edilecek.” 

Adının Mahmut Efendi olduğunu öğrendiğimiz görevli, Huzeyme köyünde oturacak ailelere yedi bin dönüm arazi ayrıldığını, bunun yaklaşık üçte birinin sulanabildiğini, geri kalan arazinin ise kuru tarım için uygun olduğunu belirtti. Görevli Mahmut Efendi, göçerlerin hayvan sürüleri için de üç bin dönümlük bir mera bulunduğunu ifade etti. 

Rakka Beylerbeyliği iskan görevlisi Mahmut Efendinin verdiği bilgilerden sonra cemaat ve obalarımız köyün dışındaki hafif yüksek bir tepenin etrafına çadırlarına kurmaya başladılar. Sürülerini ise, boş olan arazilerde yayılmaya bıraktılar. Araziler ekilene kadar hayvanlarımız burada yayılmaya devam edecekti. Bu araziler ekilmeye başlandıktan sonra sürülerimiz için sadece üç bin dönümlük mera kullanılacaktı. Ancak mera bizim için yeterli değildi. Bu soruna nasıl bir çözüm bulunacaktı?

Huzeyme köyündeki ilk gecemiz eşyalarımızı otağımıza yerleştirmekle geçti. Sabah güneş ışınlarıyla uyandık. Ancak sabah saatleri olmasına rağmen hava Yellice yaylasından oldukça sıcaktı. Bu bizim hiç alışkın olmadığımız bir durumdu. Yemekten sonra babam ve ağabeyim obaları dolaşmak üzere otağdan ayrıldılar. Ben de kendilerine atımla çevreyi gezmeye çıkacağımı söyledim. Babamın olurunu aldıktan sonra, Belih çayı boyunca atımla birlikte yürümeye başladık. Belih çayının doğu yakasına da bizim gibi göçerler gelmişti. Onlar da aynı durumdaydı. Orada da harap olmuş evler vardı. Çadırlarını köyün etrafına kurmuşlardı. Belih ırmağı kenarları köye göre biraz daha serindi. Söğüt ağaçlarının yaprakları sararmış, kimi de dökülmüştü. Ancak yine de ırmak kenarına yeşillikler hakimdi. Yeşil olanlar içinde yılgın ağaçları ile böğürtlenler dikkat çekiyordu. Bazı yerlerde yılgınlar ve böğürtlenler ırmak kenarında set oluşturmuşlardı. Irmağın suyu bunların dallarını yalayarak akıyordu.

Oturacağımız yerde böyle bir ırmağın olması hoşuma gitmişti. Burası hem yüzmek hem de balık tutmak için güzel bir yerdi. Irmağın suyu berrak akıyordu. İçindeki balıkları görebiliyordum. Suyun kenarında dinlenmeye çekilen kurbağalar benim ve Karayel’in ayak seslerini duyduklarında hemen ırmağa atlıyorlardı. Irmak boyunca iki kilometre yürüdükten sonra yüz metre ileride bir ev göründü. Oraya yaklaştığımda bir su değirmeni olduğunu gördüm. Değirmenin önünde akasya ve söğüt ağaçları bulunuyordu. Evin yukarısında bir su kanalı dikkat çekiyordu. Ancak içinde su akmıyordu. Tam değirmenin önüne geldiğimde uzun sakallı bir adamın evin yan tarafından bana doğru baktığını fark ettim. Yaşı elliye yakın gibiydi. Selam verip atımı bir söğüt ağacına bağladım. Adam bana bir şeyler söylüyordu ancak konuştuğunu anlayamıyordum. Ben elimle uzaktaki koyun sürülerini gösterip bize ait olduğunu işaret diliyle anlatmaya çalıştım. Ne demek istediğimi anlamış gibi hafif bir tebessüm gösterdi. Ondan sonra beni değirmenin içine buyur etti. Değirmene su akıtan ahşap olukları göstererek tamir ettiğini anlattı. Sonra da kendini işaret ederek adının Cuma olduğunu söyledi. Ben de adımı söyledim. Sanırım bizim buraya geleceğimiz biliyordu. Zira yüzünde hiç şaşkınlık ifadesi bulunmuyordu. Bana değirmenin içini gezdirmeye başladı. Değirmenin içinde kendisinin yatacağı küçük bir bölmede yatağı bulunuyordu. Yatağın yanı başında su testisi ve bir ibrik vardı. Su testisinin üzerinde de ayrıca bakır bir tas duruyordu. Anladığım kadarıyla testideki su içmek içindi. İbrik ise, abdest almak için kullanılıyordu. Aynı bölmenin içinde küçük bir şömine de yer alıyordu. Şöminenin önünde kurumuş odun ve dal parçaları istiflenmişti. Bu sohbet ve tanışmadan sonra ben elimle işaretler yaparak gitmek için müsaade istedim. Kendisine Arapça bildiğim bir kelime olan “şükran” diyerek başımla selam verdim. Şükran sözüm onda tatlı bir tebessüme neden oldu. Ya çok hoşuna gitti ya da şivem ona çok komik gelmişti. Birlikte dışarıya çıktık. Benimle birlikte atımın bağlı olduğu ağaca kadar geldi. Atımın yularını çözdüğüm sırada kulağıma bir kadın sesi geldi. Sesin geldiği yere döndüğümde bir kadın ile genç bir kızın ellerindeki bir sepetle değirmene yaklaştıklarını gördüm. Yanımıza geldiklerinde Arapça selam verdiler. Ben ve Cuma amca da aynı anda “Aleyhkümselam” dedik.  Cuma amca Arapça onlara bir şeyler anlatmaya başladı. Sanırım onlara benim kim olduğunu anlattı. Onlar da pek şaşırmamış gibiydi. Sanki bizim buraya geleceğimizi biliyormuş gibiydiler. Cuma amca kızıyla Arapça konuştuktan sonra kızı ve eşi değirmenin içine doğru hareket ettiler. Cuma amcanın kızına bakarak yaptığı bu konuşmada sadece “Selma” olanını anlayabildim. Bu kızın ismiydi. Ben tekrar müsaade isteyip atıma bindim. Genç kızın bana doğru baktığını fark ettim. Ben görmemiş gibi yapıp, kamçımı hafif bir şekilde atımın kalçasına vurarak “deh” dedim. Atımı geldiğim yöne çevirdiğimde genç kız hala dikkatlice bana bakıyordu. Bu kez at üzerinde yine ırmak kenarında obaya geri döndüm. Babamla ağabeyim henüz gelmemişlerdi. Irmak kenarında gördüklerimi anneme, yengeme ve kız kardeşim Havva’ya etraflıca anlattım. Gördüğüm kızı ise çok kısaca anlattım. Ancak kız kardeşim Havva kız hakkında sorular sormaya başladı. Güzel mi, çirkin mi, kaç yaşında olduğunu merak ediyordu. Ben de uzun saçlı, esmer, beyaz tenli, zeytin gibi gözleri bulunduğunu ve on beş, on altı yaşlarında olduğunu söyledim. Biz sohbet ederken babamla ağabeyim otağa doğru geliyorlardı. Bana neler gördüklerini sorduklarında kısaca hepsini onlara da anlattım. Sonra da hep birlikte öğle yemeği için otağa geçtik.

Yemekte babam obaların durumu ve bölge hakkında öğrendiklerini anlatmaya başladı. Huzeyme köyünde daha önce Arap asıllı Beni Kays aşireti oturuyormuş. Üç yıl öncesine kadar çok rahat bir hayatları varmış. Ancak üç yıl önce Yemen üzerinden gelen Bedevi Aneze ve Şemmar aşiretleri bu bölgeye yerleşmek istemiş. Aralarında şiddetli çatışmalar olmuş. Beni Kays aşireti bu saldırılara ancak bir yıl dayanabilmiş. En sonunda bu saldırılardan korunmak için Urfa ve Harran’a doğru göç etmek zorunda kalmışlar. Göç ederken de geride bıraktıkları evleri yıkıp, bütün eşyalarını alıp gitmişler. Evlerin harabe olmasının nedeni de buradan geliyormuş. Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa bölge halkını korumak için Belih çayı bölgesine askeri birlikler sevk etmiş. Aneze ve Şemmar aşiretleri askerlerle de çatışmış. Bu iki aşiret mensupları çok iyi savaşçılarmış. Yerleşik köylerin hepsini haraca bağlamışlar, kervan ticaretini ve haca giden yolcuları da soyuyorlarmış. Ordu birlikleri bir ay süren çatışma ve operasyonlardan sonra onları bölgeden söküp atmış. Askerler sürekli bölgede kalamadığı için; eyalet yöneticileri tek çare olarak Anadolu’daki konar-göçerleri buraya iskan edip, bölgeyi kontrol altına almak istemişler. Bizim buraya gelmemizin esas sebebi de buymuş. Babamın anlattığına göre, konar-göçerler yerleşene kadar Yeniçeri ve sipahilerden oluşan askeri birlikler bölgede görev yapmaya devam edeceklermiş.

Huzeyme köyü Rakka eyaletine kırk kilometre uzaklıktaydı. İhtiyacımız olan mum, kandil yağı, balta, bıçak gibi malzemeleri buradan karşılayacaktık. Rakka’ya gidip, gelmek neredeyse bir günlük yoldu. Hele de sıcak mevsimlerde bu daha da zordu. Kasım ayının sonu olmasına rağmen sıcaklık oldukça yüksekti. Bahardan sonra buranın sıcaklıkları iki katına çıkıyormuş. Askerler gittikten sonra bölgenin güvenliği nasıl sağlanacak? Obaların buna bir çare bulması gerekiyor. Bedeviler aynısın bize de yapmaya kalktıklarında ne olacak? Çok savaşçı olduklarına göre işimiz bir hayli zor olacaktı.

Rakka eyaletine geleli üç ay olmuştu. Rakka beylerbeyi görevlisi Mahmut Efendi taahhütlerinin hepsine yerine getirdi. Obadakilerin ve Rakka’dan ve köylerinden gelen ustaların yardımları ile harabe haldeki evler onarıldı. Eksik olan evler de yapıldı. Artık çadırlardan evlere geçme zamanı gelmişti. Bize köyün orta yerinde büyük bir ev verildi. Evin girişinde bir holü ve dört yatak odası bulunuyordu. Büyük odanın içinde bir baca vardı. Bu bacada hem yemekler pişirilecek hem de soğuk havalarda ısınmak için kullanılacak. Evlerimiz ağaç direk ve kirişler üzerine yapılmıştı. Ahşap kolonların araları çamurdan yapılan kerpiçlerle örülmüştü. Çatısı da yine ağaçlardan yapılmış, üzerleri çamurla sıvanarak kil toprak serilmişti. Bu yöntem evin içini serin tutmaya yarıyordu. Zira yazın burada sıcaklar oldukça yüksekti.

Kendimizin barınacağı evleri yapmıştık. Sıra sürülerimizin ve hayvanlarımızın kalacağı ahır ve ağıllara gelmişti. At, eşek ve develer için ahır, sürülerimiz için de ahıl yapılması gerekiyordu. Burada iklim sıcak olduğu için ahırın ve ahılın üstü kapalı yanlarının ise yarı açık olması tercih ediliyordu. Bunun için gerekli keresteler Maraş’tan gelmişti. Geriye duvarlarda kullanılacak taşların ırmak kenarından taşınması kalmıştı. Taşlar da Rakka Beyler Beyliğinin Kapılıbük ve Belih nahiyelerinden sağladığı at arabaları ile yapılacaktı. Ancak taşların arabaya doldurulması ve boşaltılmasını oba mensupları yapacaktı. Her obaya bir araba verilmişti. Bu işleri oba ve aşiret reisleri kontrol ediyordu. Taş ve kereste taşıma işini bitirenler at arabasını iskandan sorumlu Mahmut efendiye teslim edecekti.

Huzeyme köyünde sıra bize tahsis edilen arazilerin ailelere dağıtılmasına gelmişti. Bu işin organizasyon ve paylaşılması için Kamil Efendi görevlendirilmişti. Bazı yerlerde kare şeklinde bazı yerlerde de dikdörtgenler şeklinde parseller düzenlemişti. Kamil efendi ailelerin nüfus ve tarlada çalışabilecek erkek sayısıyla orantılı olarak bu arazilerin dağıtılacağını, durumu müsait olmayan ailelere ücreti sonradan taksitler şeklinde ödenmek üzere, saban, tohum, at ve öküz verileceğini, ziraat konusunda da obalara danışman olarak yerleşik köylülerden yardımcı verileceğini söyledi. Kamil Efendinin toprak dağıtma işi on beş gün sürdü. Bizim aileye otuz dönümü sulu, yüz on dönümü “kır” diye tabir edilen sulanamayan araziler tahsis edildi. Diğer ailelere de bazılarına kırk dönüm bazılarına da seksen dönüm arazi verildi. Parseller ağaç kazıklarla belirlendi. Her kesin yeri belli oldu. Arazisini ekmeyen ya da kullanmaktan vaz geçenlere ait tarlaların ellerinden alınacağı da yazılı olarak kayıt altına alındı. Bu bir taahhüt anlaşmasıydı. Sadaret makamı böyle bir karar almıştı. Amacı, konar-göçerleri yerleşik düzene geçirmek, boş kalan arazilerden ürün elde edilmesini sağlamak, eşkıyalık ve soygunculuk yapan Bedevi Eneze ve Şemmar aşiretlerinin bu tür eylemlerini önlemekti. Devletin bu bölgeye önem vermesinin nedeni; eşkiyalık ve soygunları önlemek için ayırdığı askeri gücü başka alanlarda kullanmak istemesiydi. Zira Osmanlı devleti hem Kafkasya da hem de balkanlarda isyan ve savaşlarla meşguldü. Buraya ayrıca bir askeri güç ayırmak istemiyordu. Bölgedeki asayişi yerel güçlerle yani konar-göçerlerle sağlama amacındaydı. Bütün bu konular Rakka Beylerbeyliğinden köyümüze gelen yetkililer tarafından bizlere anlatıldı. O nedenle konar-göçerlerin bölgede yerleşik düzene geçip arpa, buğday, susam, darı gibi tahıl ve dokumada kullanılan pamuk üretmesi önemliydi. Rakka eyaletinde en çok pamuk üretilen yer Belih ırmağının suladığı bölgeydi.

Köyde sıkıldığım anlarda Karayelimle birlikte Belih ırmağında gezintiye çıkıyordum. Atımı orada sulayıp taze otlarla besliyordum. Bu gezintiler Karayelin de hoşuna gidiyordu. Bütün gün ahırda bağlı durmak ona da iyi gelmiyordu. Yularını çözdüğüm anda yönünü hemen kapıya dönerek bir an evvel dışarıya çıkmak istiyordu. Bu gezintileri bazen eyerli bazen de eyersiz yapıyordum. Eyersiz çıktığım zamanlar annemim yünden diktiği minderi kullanıyordum. Bu minderi Karayelin üzerine bağladıktan sonra hemen yola çıkıyorduk. Bazı günler ırmağın öbür yakasına geçip diğer aşiret ve obaları da ziyarete de gidiyordum. Irmağın doğu yakasında Badıllı, Milli, Dimlekli, Bayındırlı, Döğerli, Baraklı, Çağırganlı ve dedemin Beydilli aşiretleri ile onlara bağlı obalar iskan edilmişti. Irmağın batı yakasında ise, Boz Koyunlu, Kara Şeyhli. Beydilli, Gündeşli, Cerit aşireti ve bağlı obalar bulunuyordu. Batı yakasında en güneyde bizim aşiret Musacalı ve bağlı obalar yer alıyordu. Dolayısıyla Belih ırmağının batı yakasında gelebilecek saldırılara en önce bizim aşiretimiz muhatap olacaktı. Bütün bunların hesabını yapan babam Rakka beylerbeyliğine ait askerler kışlalarına çekildikten sonra gerekli önlemleri almak zorundaydı. Şimdiden bunların hesabını yapmaya başlamıştı bile. Hatta Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya gidip yirmi tane tüfek ve bu eğitimi verecek bir zabitin gönderilmesini isteyeceğini de söyledi. Zira Bedevi Eneze ve Şemmar aşiret savaşçılarının çok iyi mızrak kullandıkları dilden dile dolaşıyordu. Buna en iyi cevap tüfekle verilebilirdi. Askerlerin eşkıyaları sindirmesinin ve bölgeden temizlemesinin önemli unsurların başında tüfeklerin kullanılması geliyordu.

Belih çayının bulunduğu bölgeye iskan edilen aşiret ve bağlı obaların yerleşimleri Nisan ayının başında tamamlandı. Rakka Beylerbeyliğine bağlı askeri birliklerin köy ve mezralardaki güçlerinin büyük çoğunluğu Urfa ve Rakka’daki kışlalarına çekildi. Geriye sadece nahiyelerdeki karakollarda zabıta görevi yapanlar kaldı. Köy ve mezraların denetimi ve güvenliği aşiretlere bırakıldı. Aşiretlerle yapılan görüşmeler sonunda güneyden gelebilecek Bedevi aşiretlerin saldırılarına hep birlikte karşı konulacaktı. Rakka Beylerbeyliğinden gelen emirname böyleydi. Babamın istediği yirmi tüfek isteği ise ancak on iki tüfekle sınırlı kaldı. Zira Rakka Beylerbeyliğinin kendi ellerindeki ihtiyaç fazlası olan tüfek bu kadardı. Eğer daha fazlasına ihtiyaç duyulursa Sadaret makamından ilave tüfek istenecekti.

Babam aşiretimize tahsis edilen meranın yeterli olmayacağını düşünerek oba beyleri ile bir toplantı düzenledi. Oba beylerine şöyle bir öneride bulundu: “Elimizdeki koyun sürüsünün yarısını satalım. Elde edeceğimiz parayla saban, at arabası, tırpan, tırmık, yaba, bel, kürek, kazma, balta, tohum, öküz alalım. Nüfusumuzun yarısını ziraatçı ve bostancı olarak yetiştirelim. Buradan elde ettiğimiz ürünü satarak koyunlardan sağladığımız geliri buradan karşılayalım. Nüfusumuzun diğer yarısı sürümüzle ve diğer hayvanların bakımı ile ilgilenmeye devam etsin. Bizim tekrar Misis’e ve Yellice yaylasına artık dönmemiz mümkün değil. Çünkü padişahın fermanına karşı çıkamayız. Buna da zaten izin vermezler.” Oba beyleri babamın bu önerilerini makul ve yerinde buldular. Bütün obaların ihtiyaçlarının belirlenmesi ve ziraat aletlerinin alımı için Durak ağabeyim görevlendirildi. Koyunların satışı için de nahiyelerdeki ve sancaklardaki celeplere haber gönderilmesi kararı alındı.

On beş gün sonra Rakka, Urfa sancaklarından ve Belih ile Kapılıbük nahiyelerinde gelen celeplere koyun satışı yapıldı. Elde edilen paranın bir kısmı ile obaların ihtiyacı olan un, kandil yağı, diğer kısmı ile de gerekli ziraat aletlerinin alımı ve siparişi verildi. Zira bu aletlerin sayısı çok olduğundan hepsinin bir esnaf ve zanaatkarda bulunması zordu. Bu nedenle hazırda olan aletlerin parası ödendi. Geriye kalanlar için de kaparolar verilerek sipariş anlaşmaları yapıldı. İhtiyaçlardan artan para da obaların payına göre dağıtıldı. Bütün bu işlerin organizasyonu ve temin edilmesini ağabeyim Durak ve iki yardımcısı organize etti. Belih nahiyesine bağlı elli üç köy ve mezradan bu işlere ilk başlayan bizim köyümüz Huzeyme idi. Bizi takip eden Göl viranı, Sarı Tepe, Mazuk köyleri ile El Berk, Cırık, Beni Said, Bozan ve Ebu Numeyra mezraları oldu. Diğerleri ise daha sonra bunu başlattılar. Bunda babamın ileri görüşlü olmasının büyük payı vardı. Annem Hazna Hatun da zaman zaman babama bu işlerin yapılmasında öneri ve telkinlerde bulunuyordu. Ne de olsa o da bir aşiret reisinin kızıydı. Geleceği görme konusunda babasından gelen bir bilgi birikimine ve tecrübeye sahipti.

Sipariş verilen zirai aletlerin ve at arabalarının bir kısmı mayıs ayının başında obalara teslim edilmeye başlandı. Obalar kendilerine tahsis edilen sulu arazilerinde sebze ve bostan ekmek için sabanla çift sürme işine başladılar. Bizde otuz dönüm olan arazimizi atlarla sürmeye başladık. Bu tarlanın bir kısmına bostan, sebze, bir kısmına da güzlük soğan ekeceğiz. Sulanamayan arazileri ise, darı ve susam için hazırlayacağız. Babam bu ziraat işler için Yeni İl’deki Fatmalı köyünde yarıcılık yapan Yusuf amcayı beraberinde getirmişti. Yusuf amca bizde yarıcı olarak değil, günlük iki akçe yevmiye ile çalışacaktı. Bu yevmiyesi yılın bütün günü için devam edecekti. Yani amele olarak çalışacaktı. Hanımı da annemin yanında bağ ve bahçede çalıştığı zaman aynı yevmiyeyi alacaktı. Yusuf amca ziraat aletlerini kardeşi Hasan’a devrederek bizimle birlikte gelmişti. Çocukları yoktu. Yaşı elliye yakındı. Sağ ayağı hafif aksaktı. Bu ayağı doğuştan böyleymiş. Ama çalışmasını engelleyecek bir durumu yoktu. Babama karşı saygısı sonsuzdu. Babama “ağam” diye hitap ederdi. Babam da onu bir amele gibi görmezdi, kardeşi gibi sever sayardı. Paraya ihtiyacı olduğu zaman babam fazlasıyla verirdi. Verdiklerinin çoğunu da almazdı.

Yusuf amca atların çektiği saban ile otuz dönüm araziyi on beş günde ekilmeye hazır hale getirdi. Annem her zamanki gibi üç dönümlük kısmını sebze için ayırdı. Geri kalanı ise karpuz, kışlık kavun ve mısır ekimi için bırakıldı. Karpuzun fazlası satılacaktı. Ancak kışlık kavunlar ve mısırlar samanlıkta depolanacaktı. Büyük olan kavunlar bizim için, küçük olanlar da koyunlara ayrılacaktı. Mısır ise tohumluk ayrıldıktan sonra kışın yenilmek üzere saklanacaktı. Buranın yerleşik halkı böyle yapıyormuş. Biz de onların yaptığını uygulayacağız.

Devlet arazileri bize kullanmak üzere tahsis etmişti. Alınıp satılması yasaktı. Araziyi iki yıl üst üste ekmeyenler bu haklarını kaybedeceklerdi. O nedenle herkes arazisini ekmek zorundaydı. Tahsis edilen araziler için vergiden muaftık. Ancak arazilerden elde edeceğimiz ürünler için vergimizi ödemek zorundaydık. Rakka Beylerbeyliği bölgedeki ürünlerden alacağı vergilerin miktarını şöyle belirlemişti. Buğdayda (Hınta) kile başına 14, Arpada (Şa’ir) 8, Darıda 8, Susamda (küncid) 16 akçe, Pamukta (kutn) batman başına 10 akçe, İpekte (Harir) küz başına 40, Değirmen (Dolap-Asiyab) aylığı 5 akçeydi.

Annem, Sebze ve bostan için sürülen üç dönümlük parsele çobanların eşleri ile birlikte üç günde kabak, fasulye, soğan, hıyar, biber ekti. Bunlardan eylül sonu gibi ürün elde etmeye başlayacağız. Bu ürünler hem bizim hem de yanımızda çalışan amele ve çobanların ailelerinin ihtiyacını karşılamak için ekilmişti. Hasatını da yine Yellice de olduğu gibi annemle birlikte yapacaklar.

Sipariş edilenden geriye kalan sabanlar, arabalar, yabalar, beller, kürekler, oraklar, baltalar ve diğer yardımcı aletlerin hepsi geldi. Yusuf amca yanına aldığı bir yardımcıyla kırdaki araziyi sürmeye başladı. Bu kez tarla iki saban ve iki çift atla arka arkaya sürülüyordu. Bu yıl kırdaki tarlanın elli dönümü sürülecek. Zira kırdaki tarlalar bir yıl ekilip bir yıl nadasa yani dinlenmeye bırakılıyor. Bir daha ki yıl da nadasa bırakılan kısmı ekilecek. Bu elli dönümün yarısına susam, diğer yarısına da darı ekilecek. Susamın bir kısmı bizim ve çalışanlar için ayrılacak, fazlası da tüccara satılacak. Darının tamamı ise atlara, develere, eşeklere ve koyunlara saman ve otla birlikte yem olarak verilecek.  Bize yakın olan ve değirmenci Cuma amcanın köyü olan Zebrin’lilerin verdiği bilgiye göre, Susamda dönüm başına 50 ile 70 okka, darıda ise, 300 ile 400 okka ürün alınıyormuş. Susamın da darının da hasatı ekim ayında olacak. Ekim ayında bu sefer nadasa bırakılan arazinin yarısı buğday diğer yarısı da arpa olarak ekilecek. Buğdayın bir kısmı kendimiz ve çalışanlarımıza un için ayrılacak, kalan kısmı da satılacak. Arpanın tamamı ise, darıda olduğu gibi hayvanlara yem olarak verilecek.

Huzeyme köyüne artık sonbaharın geldiği iyice belli oluyordu. Darı ve susam tarlaları da renk değiştirmişti. Sebze ve bostanlarımızda elde ettiğimiz ürünleri de yemeye başlamıştık. Yusuf amca haftada bir at arabası ile bizim ve çalışanların evlerine sebze ve bostan taşıyordu. Onun işi olduğu zaman bazen ben bazen de ağabeyim bu işi üstleniyorduk. Bostan tarlasının verimi Yellice’deki bahçeden iyiydi. Sanırım buranın hem toprağı daha yumuşak hem de güneşin bol olması ve ırmak suyuyla sulanması verimin artmasında etkili oluyordu. Soğanlarımız da oldukça iyi görünüyor. Bir ay sonra soğan hasadına başlayacağız. İhtiyacımızın dışındaki soğanı satacağız. Buradaki yerleşik halk soğan ekiminden iyi para kazanıyormuş. Ancak bakımı oldukça meşakkatli bir iş. Çok emek istiyor. Her ay çapa yapmak, sulamak ve ot yolmak gerekiyor. Soğanın çapalanması ve otların yolunmasında biz de ailecek çalıştık. Yetişemediğimiz zaman diğer obalardan yardım aldık. Ziraatçilik yapmak gerçekten çok zormuş. Boş zamanınız yok gibi. Her gün mutlaka bir iş çıkıyor. İşin olmadığı zamanlarda da tarım aletlerinin bakımı ve onarımı ile ilgilenmeniz gerekiyor. Orağın ağzı köreliyor, bileylenmesi gerekiyor. Baltanın, küreğin, yabanın sapı kırılıyor onu tamir etmeniz gerekiyor. Ancak severek yapıyorsanız akşam eve geldiğinizde tüm yorgunluğunuz çıkıyor ve yaptıklarınızla mutlu oluyorsunuz.

Ekim ayının sonuna geldiğimizde soğanın, darının ve susamın hasadı bitmişti. Bütün obalar fazla ürünlerini tüccarlara satıp bol para elde ettiler. Hayvanları için de kışlık yemlerini ambarlara koydular. Kendileri için de kurutulmuş sebze, bulgur, yarma, tarhana ve peynirler kilerlere depolandı. Aşiretler ve obalar ziraatçilikte ilk yıl olmasına rağmen yardımcı çiftçilerin desteği ile işlerin çoğunu öğrenmişlerdi. Ürünlerinin vergilerini de Rakka Beylerbeyliğine ödediler. Bu durumdan eyalet yöneticileri de memnun oldular. Zira araziler iki yıl ekilmiyordu. O nedenle Eyaletin gelirleri de düşmüştü. Belih nahiyesi ve çevresine de hareket ve bereket gelmişti. Ticaret canlanmış, esnaf ve zanaatkarlar mal yetiştirmekte zorlanıyordu. Onlar da bol paraya kavuşmuştu. Bölgeye konar-göçerlerin iskan edilmesinden onlar da çok memnundu. Ancak bu memnunluk on beş gün sürdü. Zira alışveriş için Rakka merkeze giden köylülerin ve konar-göçerlerin kervanları Kara Menbiç köyünün altında yolları Şemmar aşireti mensuplarınca kesilmiş, ellerindeki para, değerli eşyalara el konulmuş, kadınların ise esir alınarak kaçırıldığı haberi geldi. Bu haber bütün obalara yayıldı. Haberi duyan oba reisleri de otağımıza akın etmeye başladı. Soygunun gerçekleştiği Kara Menbiç köyü bize beş fersah uzaklıktaydı. Babam oba başkanlarından soygunla ilgili anlatılanların hepsini can kulağı ile dinledi. Şemmar’lı eşkşyaların soydukları arasında Taycı Alamaslı obasından Karalı Ali de varmış. Soyguncular Karalı Ali’yi bırakmışlar ancak eşini ve kervandaki bütün kadınları kaçırmışlar. Babam bu bilgi üzerine beni yanına çağırıp, “Alamaslı Karalı Ali hemen buraya gelsin.” Bunun üzerine daha çabuk gitmek için Karayelime eyer vurmadan hemen Alamaslı obasına hareket ettim. Alamaslı obasının mezrası bize yarım fersah uzaktaydı. Karalı Ali’yi bulduğumda atına eyer vuruyordu. O da babama gelip durumu anlatmak için hazırlık yapıyormuş. Kısa bir hoş beşten sonra birlikte bizim obaya doğru hareket ettik. Obaya geldiğimizde hemen babamın bulunduğu misafir otağına geçtik. Babamın ve oba beylerinin “geçmiş olsun” sözlerinin hemen arkasında Karalı Ali başlarından geçen olayı anlatmaya başladı.

“Zeynel’in düğünü için bilezik, gerdanlık, gümüş başlık, kap, kacak, mum, kandil yağı almak için Rakka’ya gidiyorduk. Rakka’ya üç fersah yolumuz kalmıştı. Kara Menbiç köyünün altındaki dönemci geçip, rampaya tırmanacağımız anda at arabalarının durdurulduğunu fark ettik. Ne olduğunu öğrenmek için arabadan indiğimizde sağımızda, solumuzda ve arkamızda atlıların bize yaklaştıklarını gördük. Kısa bir süre sonra da etrafımız sarıldı. Arabalardan ve atlardan inmemizi ve rampanın sağındaki boşlukta toplanmamızı işaret ettiler. Yerlilerin bize yaptıkları tercümeden bunların Şemmar aşiretine mensup olduklarını öğrendik. Sayıları ellinin üzerindeydi. Önce üzerimizdeki paraları ve kıymetli eşyaları aldılar. Sonra atlarımızın koşumlarını çıkardılar. Sonra da kadınları ve erkekleri ayrı ayrı yerlerde topladılar. Erkeklerini üstünü, başını, ceplerini aradılar. Buldukları ne varsa hepsine el koydular. Kadınları ise ellerini bağlayarak yanlarında getirdikleri boş atlara ikişerli olarak bindirdiler. Biz buna bağırmaya ve itiraz etmeye başladık. Bunun üzerine kimimize kamçı ile kimimize de kılıçların kınıyla vurmaya başladılar. Soyguncuların bir kısmı atlara bindirdikleri kadınları eyerlerin arkasına bağlayarak hızla oradan uzaklaştılar. Geride kalan yirmi kişilik silahlı grup erkekleri at koşumlarına bağladılar. Giderken “Arkamızdan geleni öldürürüz. Kadınlarınızı kurtarmak istiyorsanız esir başına bin akçe fidye getirmelisiniz.” Şeklinde konuşarak uzaklaştılar.”

Karalı Ali amca soygunla ilgili bu bilgileri verirken zaman zaman ağlamaklı oluyordu. Zira yirmi beş yıllık hanımı Şirin teyze eşkıyalar tarafından kaçırılmış, ancak fazla bir şey yapamamıştı. Oba başkanları kendisini teskin etmeye çalışıyorlardı. Ama o eşinin kaçırılmasına hem üzülüyor hem de olayı hazmedemiyordu.

Karalı Ali amcanın anlattıklarından ve çevre köy ve obalardan gelen bilgilere göre soyguncuların sayısı elli atlıymış. Ancak saldırıya katılanların sayısı elli gibi görünse de geride bekleyen bir o kadar daha silahlı adamları oldukları tahmin ediliyor. Yerli halkın verdiği bilgiye göre, geride bekleyen grubun soygunu yapanlara arkadan ve önden gelebilecek karşı saldırıları engelleme görevi verildiği belirtiliyor. Bu da soyguncuların planlı hareket ettiklerini ve gözetleme yaptıklarını göstermektedir. Zira seçilen zaman da manidardı. Hasat mevsiminde köylülerin ve konar-göçerlerin ellerine önemli miktarda para geçtiğini biliyorlardı. Tuzak kurulan yerin de daha önceden seçildiği anlaşılıyordu.

Babam olay hakkında oba başkanları ile konuşup önerilerini aldıktan sonra öncelikle Belih nahiye müdürüne ve Subaşıya haber verilmesi gerektiğini söyledi. Burada alınacak karara göre, obaların destek verip vermeyeceğinin belli olacağını belirtti. Babamın bu görüşü kabul gördü. Oba başkanlarının toplantısında ayrıca nahiye müdürü ile yapılacak olan görüşmeye babamın gitmesi de kararlaştırıldı.

Olayın ertesi günü babam Kaçaroğlu obasının başkanı Abdal Bey ve Meşeli obasının başkanı Bayazıt Bey ile birlikte Belih nahiyesine gittiler. Belih nahiyesi bize iki fersahtan biraz daha uzaktaydı. Atla gidip gelmek yarım gündü. Babam ve iki oba başkanı aynı gün güneş batarken obaya döndüler. Belih’te nahiye müdürü ile görüşmüşler. Kaçırılan kadın sayısı on ikiymiş. Aralarında değirmenci Cuma amcanın hanımı Hacer de varmış. Nahiye müdürü soygunu Kapılıbük ve Caber nahiyelerine de bildirmiş ve asker desteği istemiş. Nahiye müdürü babama askerlere destek olarak da aşiretlerden iyi eğitimli üç yüz kişilik bir kuvvetin destek vermesi gerektiğini söylemiş. Nahiyelerden asker geldiğinde bunu aşiret reislerine bildireceğini söylemiş. Bizim aşiretten de onu tüfekli, yirmi savaşçı talep etmiş. Babam da bu talebi kabul etmiş.  

İki gün sonra Belih nahiye müdürünün habercisi obamıza geldi. Babam onunla otağında görüştü. Haberci Cafer isimli bir sipahi çavuşuydu. Soygunu yapan Şemmar aşireti ile birkaç kez çatışmalara girmişti. Soyguncuları çok iyi tanıyordu. Onların iyi savaşçı ve acımasız olduklarını, fidye ödenmediği taktirde kadınlara kötü muamele yapacaklarını, hatta köle olarak Yemen pazarlarında satabileceklerini söyledi. Zira buna benzer çok sayıda olaya şahit olduğunu belirtti. Cafer çavuşun söyledikleri çok korkunçtu. Şemmarlıların töreleri çok katıydı. Bizim törelerimize hiç uymuyordu. Zira bizim töremizde kadın kaçırılıp fidye istenmezdi. Böyle bir eylem konar-göçerler için bir utanç vesilesiydi. Çölde yaşayan Bedeviler için ise bu normaldi. Kaçırdıkları kadınlarla ilgili fidye bedelini de Rakka yolunda çevirdikleri bir yolcu aracılığı ile iletiyorlarmış. Cafer Çavuş üç güne kadar istedikleri fidyenin nereye getirilmesi gerektiğini de haberci aracılığı ile bölgeye ulaştıracaklarını tahmin ettiğini belirtti.

Cafer çavuşun Şemmar aşireti ile ilgili verdiği bilgiler hiç de hoş değildi. Çok dikkatli hareket etmek gerekiyordu. Yanlış bir hareket kadınlar için kötü bir netice ile bitebilirdi. Soygun olayı bütün bölgede duyulmuştu. Kimse Rakka yönüne yolculuk yapmak istemiyordu. Nahiye müdürleri de bu yolculuğun yapılmamasını, yeterli güvenlik önlemleri alındıktan sonra halka ileteceklerini bildirmişler.

Cafer çavuş aşiretlerden meydana gelen kuvvetlerin yarın için Belih nahiyesinde toplanacağını, bizim aşiretten gelecek olan birliğin de öğle saatlerine kadar bu birliğe katılması gerektiğini belirterek diğer aşiretlere gitmek için müsaade istedi. Ancak babam yemeklerin hazır olduğunu, yemekten sonra gidebileceğini söyledi.

Nahiye habercisi Cafer Çavuş gittikten sonra babam Meşeli obasından silah eğitimcisi İlhan Kahya’yı çağırmamı istedi. Bir saat kadar sonra İlhan Kahya ile birlikte babamın otağına geldik. Babam hemen konuya girdi ve şöyle dedi:

“Nahiye müdürü bizden onu tüfekli, yirmi nefer istemiş. Bunu en iyi bilen sensin. Bu savaşçıların yarın öğleye kadar nahiye merkezinde olması gerekiyormuş. Şimdiden hazırlıklarınızı tamamlayın. Savaşçılar arasında en iyilerini seç. Zira bu soyguncular çok tehlikeliymişler. Komutan olarak sen başlarında gitmelisin. Tecrübelerinle onlara liderlik yapmalısın. Birbirinize sahip çıkın. Kayıp vermeden obalarınıza dönmelisiniz. Nahiye merkezine kadar Durak ile Şahin de size refakat etsin. Siz yola çıktıktan sonra onlar da obaya dönsünler.”

Babam sözlerine devam ederken kız kardeşim Havva içeri girdi. Elindeki küçük bir kazanda üçümüze birer tas ayran ikram etti. Ayranlarımızı içtikten sonra babam tekrar İlhan Kahya’ya bazı nasihatlerde bulundu. Kendisinin aşiretimizi temsil ettiğini, bunu hiçbir zaman unutmaması gerektiğini, tüfekli savaşçıları her zaman geride tutup, okçuları da onları koruyacak şekilde yerleştirilmesini istedi. Zira tüfeklerin düşman eline geçmemesi gerektiğini, aksi taktirde hem tüfek bedelinin tarafımızdan ödeneceğini hem de hapis cezasının bulunduğunu önemle anlattı. Babamın bu sözlerini can kulağı ile dinleyen İlhan Kahya daha sonra müsaade isteyerek otağdan ayrıldı.

Ertesi sabah ben, Durak ağabeyim, İlhan Kahya ve yirmi savaşçı neferle nahiyeye doğru yola çıktık. Güneş daha tepemize gelmeden Belih nahiyesine varmıştık. Hiç vakit kaybetmeden nahiye merkezinin bulunduğu binaya yöneldik. Oraya geldiğimizde binanın önü asker ve aşiretlerin neferleri ile dolmuştu. Askerler ve aşiret savaşçıları ayrı ayrı yerlerde toplanmışlardı. Askerler sıra halinde dizilmişlerdi. Diğerleri ise, kümeler şeklinde toplanmışlardı. Alana geldiğimizde bizi askeri birliğin komutanı karşıladı. Kendisini tanıttı. Adının Odabaşı Hasan olduğunu söyledi. Kendisi Yeniçeri ordusunda bölük komutanıymış. Rakka’ya kadar olan yolun güvenliğini sağlamakla görevliymiş. Biz de kendimizi tanıttık. Bizim aşiretin ve babamın ismini duyduğunu, müsait bir zamanda babamı ziyaret edip tanışmak istediğini belirtti. Ağabeyim Durak da bundan memnuniyet duyacaklarını belirtip, en kısa zamanda kendisini beklediklerini ifade ederek “başımızın üstünde yeriniz var.” dedi. Bu samimi sohbetten sonra Odabaşı Hasan rehinelerin kurtarılması ile ilgili yapmayı düşündüklerini bize anlatmaya başladı:

“Öncelikle Rakka’ya giden yolun güvenliğini sağlayacağız. Ayrı ayrı üç tane yüzer kişilik askeri birlik oluşturacağız. Bunların yanına da aşiretlerden gelen üç yüz kişiyi bu birliklere eşit dağıtacağız. Böylece her birlik iki yüz kişiden oluşacak. Bu iki yüzlük birlikler üç fersah arayla Rakka’ya kadar olan yolun güvenliğini sağlayacaklar. Herhangi bir saldırı haberi alındığında birbirlerine bilgi verecekler.”

“Kadın rehineler için şimdilik beklemede olacağız. Şemmar soyguncularından gelecek haberi bekleyeceğiz. Bir iki güne kadar bir haber göndereceklerini tahmin ediyoruz. Onların üzerine şu anda askeri birlikleri gönderirsek kadınların hayatı tehlikeye girer.”

Komutan Odabaşı Hasan’ın planı ağabeyime de bana da çok mantıklı gelmişti. Zira o hem bölgeyi hem de soyguncuları iyi tanıyordu. Aşiretlerden gelen korucuların askerlerle birlikte olmaları onlar içinde iyi olacaktı. Bu vesileyle hem bölgeyi tanıyacaklar hem de düşmanın şimdiye kadar yaptıkları hakkında bilgi sahibi olacaklardı. Askerler bundan sonra ancak yolların güvenliğini sağlamak için kalabilirlerdi. Obalara yapılacak herhangi bir saldırıda askerler her zaman olmayacaktı. Bu nedenle; korucuların Şemmar soyguncularının obalara yapabilecekleri saldırılara karşı tecrübe kazanmaları iyi olacaktı. Buradan kazandıkları tecrübeleri de geride kalan obalardaki birliklere aktaracaklardı.

Bu sohbetten sonra komutan izin isteyerek yanımızdan ayrıldı. Biraz sonra toplanma borusunun sesi duyuldu. İki yüz kişilik birlikler ayrı ayrı yerlerde toplandılar. Atlara binme talimatı verildi. Birlikler aralarına kısa mesafeler koyarak yola çıktılar. Bu birliklere hangi mıntıkaların güvenliği verileceği yol güzergahında tespit edilecekti. Üç birlik kendilerine verilen yolu devriyeler çıkartarak denetim altında tutacaklardı. Böylece yolcuların ve kervanların Rakka’ya güvenlik içinde yolculuk yapmaları sağlanacaktı.

Birlikler yola çıktıktan sonra ağabeyimle atların bağlı olduğu hana gittik. Eyerleri atlara vurduktan sonra köyümüz Huzeyme’ye doğru yola çıktık. Akşam güneş batmadan obaya vardık. Atlarımızı ahıra bağladıktan sonra otağa geçtik. Babam, annem ve kız kardeşim Havva otakta sohbet ediyorlardı. Ağabeyim nahiyedeki durumu detaylarına kadar anlattı. Yol güvenliğinin askerler ve korucularla birlikte sağlanacak olması herkesi memnun etmişti. Bundan sonra Rakka’ya gidecekler güvenli bir şekilde gidip geleceklerdi.

Soygun olayından dört gün sonra obalarda bir haber duyuldu. Haberi ilk veren Zebrin köyünden bir çobandı. Çobanın anlattıkları kısa sürede bütün obalara yayılmış. Zebrin merasında koyun güden çoban Mehmet bir akşamüzeri merada üç atlıyla karşılaşmış. Çobanın Zebrin köyünden olduğunu öğrenince rehinelerle ilgili şöyle bir mesaj göndermişler:

“On iki rehine kadın için üç bin akçe fidye istiyoruz. Fidyeyi getirecek olanlar üç bin akçeyi on iki eşeğin heybesine eşit olarak paylaştıracaklar. Eşekleri getireceklerin sayısı on iki erkeği geçmeyecek. Bunlarda silah da bulunmayacak. Eşekler bir kişi tarafından Heyşe çölünün girişine getirilecek. Biz de kadınları Cuma günü öğleden sonra oraya getireceğiz. Ama etrafta asker ve korucu görürsek bütün kadınları öldürürüz. Bizi de daha kimse bulamaz. Bu sözlerimin aynısını Zebrin’deki Beni Malik cemaatinin reisi Abdullah’a ilet.”

Çoban Mehmet akşam köye döndüğünde hemen Kahya Abdullah Efendiye gidip olan biteni etraflıca anlatmış. Hanımı kaçırılan değirmenci Cuma amcaya da haber vermişler. Cuma amca hanımının sağ olduğunu duyunca çok sevinmiş. Kızı Selma hem sevinmiş hem de ağlamış. Akrabası olan cemaat reisi Abdullah Kahya’dan istenilen fidyenin verilmesini istemiş. Cuma amca da biriktirdiği paradan fidyesini ödeyebileceğini söylemiş. Zaman kaybetmek istemeyen Abdullah Kahya iki yardımcısı ile birlikte hemen Belih’e gidip durumu nahiye müdürüne anlatmış. Nahiye müdürü de Yeniçeri bölük komutanı Hasan Odabşı’yı çağırıp ne yapılması gerektiğini sormuş. O da daha önce bize anlattığı şekilde fidyenin ödenmesini, soyguncuların ise daha sonra cezalandırılması için her şeyin yapılacağını, fidyenin teslimi sırasında ise uzaktan önlem alacaklarını belirtmiş. Komutan Hasan Odabaşı’nın planını nahiye müdürü de onaylamış. Abdullah Kahya köyüne döndüğünde nahiyede olup biteni anlatmış. Bütün köy halkı heyecanla Cuma gününü beklemeye başlamış. 

Cuma günü geldiğinde, değirmenci Cuma amca ve beni Malik cemaatinin lideri Abdullah Kahya birlikte nahiye gidip son durumları öğrenmek istemişler. Zebrin’e döndüklerinde nahiye müdürünün yaptırdığı işleri köylülere anlatmışlar. Soyguncuların istediği fidye nahiye müdürü tarafından istenilen şekilde on iki eşeğin heybesine konulmuş. On iki kişi ise, yeniçeri ve sipahilerden seçilmiş. Onlara köylü kıyafeti giydirilmiş. Ancak kemerlerinin arasına kısa pala ve kama koymuşlar. Yanlarına da Heyşe çölünün yolunu iyi bilen iki çoban verilmiş. Sonra da askerler ve çobanlar on iki eşekle birlikte rehinelerin teslim edileceği bölgeye doğru yola çıkmışlar.

Gün batmak üzereyken kadınlar eşeğe binmiş vaziyet de yanlarında da on iki asker ve iki çoban Zebrin köyüne giriş yapmışlar. Çobanlar, köylülere soyguncularla aralarında geçenleri detaylarına kadar anlatmışlar. Askerler ve çobanlar Cuma günü tarif edildiği gibi Heyşe çölünün girişinde beklemeye başlamışlar. Biraz bekledikten sonra sağdan ve soldan atlılar görünmüş. Atlıların bir kısmı sonradan gözden kaybolmuş. Ama diğer kısmı oldukları yerde beklemeye başlamış. Kayıp olan atlılar gelince; soyguncular eşeklerin bir kişi tarafından kendilerine doğru getirilmesini işaret etmişler. Askerler bir çobanı eşeklerle birlikte istenilen yere gitmesini söylemişler. Kendileri de herhangi bir saldırıya karşı tetikte beklemeye başlamışlar. Kendilerini korumak için gelen elli kadar atlı sipahi de üç yüz metre geride bir kum tepesinin arkasında gizlenerek sipere yatmış. Çoban iki yüz metre sonra soyguncular tarafından durdurulmuş. Atlardan inen iki kişi akçeleri kontrol edip saydıktan sonra heybeleri kendi atlarına yüklemişler. Fidyeler gittikten sonra kadınlar atlara bindirilmiş olarak çobanın bulunduğu yere getirilmiş. Kadınlar buradan attan indirilerek eşeklere bindirilmiş. Çoban önde kadınlar arkada çölün girişine kadar tereddüt içinde gelmişler. Burada askerlerle buluştuktan sonra en yakın köy Zebrin olduğu için oraya gelmişler.

Bu haber bizim obada duyulunca babam ailece Zebrin köyüne gidip Cuma amcayı ve Abdullah Kahya’yı ziyaret edeceğimizi söyledi. Ben hemen at arabasını hazırlamak ve atların koşumlarını bağlamak için ahıra doğru hareket ettim. Hava da yeni kararmaya başlamıştı. Zebrin köyüne gideceğimiz için ben de heyecanlanmıştım. Zira uzun zamandır göremediğim Selma’yı görecektim. Zebrin köyü bize en yakın olan köydü. Arazilerimiz yan yanaydı. Babam değirmenci Cuma amca ve Abdullah Kahya ile tanışıyordu. Biz Huzeyme köyüne geldiğimizde önce onlar babamı ziyarete gelmişlerdi. Sonra da babam onlara iadeyi ziyaret de bulunmuştu. Bugünkü ziyaretimiz hem dayanışma hem de “geçmiş olsun” ziyaretiydi. Bu bizim geleneklerimizde olağan bir uygulamaydı. Bizimle birlikte yanımızda yevmiye ile çalışan Zebrin köyünden Ömer ağabey de gelecekti. Zira Ömer abi Arap kökenli olmasına rağmen Türkçe de konuşabiliyordu. Bize tercümanlık yapacaktı. Ömer abi yevmiye ile çalıştığı günler bizde kalıyordu. Diğer zamanlarda kendi evine gidiyordu. İki oğlu bir kızı vardı. En büyük çocuğu on dört yaşındaki kızı Safiye idi.

Atları arabaya koştuktan sonra yola çıktık. Gideceğimiz yer yarım fersahtan daha yakındı. Hava yeni kararmıştı. İlk gideceğimiz yer aşiret reisi Abdullah Kahya’nın evi olacaktı. Onu da aldıktan sonra Cuma amcanın değirmenin yanındaki evine doğru yöneldik. Değirmen ve ev köyün biraz dışındaydı. Belih ırmağına yüz elli arşın uzaktaydı. Kısa bir süre sonra at arabasını evin önünde durdurdum. Ben hemen atları çözüp evin önündeki bir dut ağacına bağladım. Bu sırada babam, annem, ağabeyim, yengem, kız kardeşim, yeğenim Mehmet Ali, Ömer abi ve Abdullah Kahya eve yönelmişti. Sesimizi duyan Cuma amca dışarı çıkmıştı. Ben de eve doğru hareket ettim. O sırada Cuma amcanın eşi Hacer ve kızı Selma da evden dışarı çıkıyorlardı. Bizleri evlerine buyur ettiler. Annem, yengem ve kız kardeşim ayrı bir odaya biz erkekler de misafir odasına geçtik. Misafir odasının sağında ve solunda dört metre uzunluğunda makatlar bulunuyordu. Üzerine kilimler serilmişti. Kilimlerin üzerine yün minderler, duvar tarafına da hasır yastıklar konulmuştu. Abdullah Kahya makatın bir baş ucuna, babam da diğer uca geçip oturdular. Biz de onların alt tarafına oturduk. Abdullah Kahya ve Cuma amcanın anlattıklarını Ömer abi bize tercüme ediyordu. Cuma amca bize yaşananları en ince noktasına kadar anlattı. Olay gününü anlatırken çok korktuklarını, eşkıyaların kendilerini sağ bırakmayacaklarını düşündüklerini ağlamaklı bir şekilde bir kez daha göz yaşları içinde anlattı. Odada her kes hüzün içindeyken Cuma amcanın kızı elinde kahve tepsisiyle içeri girdi. Kahve sevisi büyükten küçüğe doğru devam etti. En küçükleri ben olduğum için en son kahve de bana kalmıştı. Kahve tepsisini bana doğru uzattığında Selma ile göz göze geldik. Ben hafif bir tebessüm ettim. O da utangaç bir şekilde başını öne eğerek görmemezlikten geldi. Odanın kapısından çıkarken göz ucuyla bana bakmaktan da kendisini alamamıştı. Bu bana duyduğu ilginin bir işareti miydi acaba?

Cuma amcanın evinde yaklaşık bir saatten fazla kaldık. Sonra babam Ömer abinin evini de ziyaret edeceklerini söyleyerek müsaade istedi. Hep birlikte kalktık. Ben hemen atları arabaya bağlamak için hazırlıklara başladım. Ağabeyim de bana yardım etmek için yanıma geldi. Kısa bir süre içinde atların koşumlarını bağlayıp, arabayı hazır hale getirdik. Bu sırada babam, Cuma amca ve Abdullah Kahya, Ömer abinin aracılığı ile sohbetlerine dışarda devam ediyordu. Cuma amcanın hanımı ve kızı da annemi yolcu etmek için dışarı çıkmışlardı. Onlara da Zebrin köyünde bir Arapla evli olan Türk kökenli Şirin hatun tercümanlık yapıyordu. Şirin hanımı Abdullah Kahya’nın hanımı tercümanlık yapsın diye getirtmiş. Bizim tercümanlığımızı da Ömer abi yapıyordu. Gerçi Cuma amca biraz da olsa Türkçe anlıyordu. Ama daha her şeye rağmen bizim daha iyi anlamamız için Ömer abi de bizimle birlikte gelmişti.

Vedalaşmalardan sonra hepimiz arabaya bindik. Arabayı ben kullanıyordum. Benim yanımda da Ömer abi bulunuyordu. Diğerleri arabanın arkasına binmişlerdi. Abdullah Kahya, hanımını ve Şirin hatunu evlerine bıraktıktan sonra Ömer abinin evine doğru hareket ettik. Ömer abinin evi köyün en kuzey ucunda küçük bir tepenin yamacındaydı. Evin önüne geldiğimizde hava iyice kararmıştı. Gök yüzünü yıldızlar kaplamıştı. Arabanın sesini duyan Ömer abinin ailesi topluca dışarı çıkmışlardı. Hanımının elinde bir kandil vardı. Arada sırada kandili aşağı-yukarı ve sağa-sola çevirerek bizi tanımaya çalışıyordu. Ömer abinin babamın ismini anmasıyla bizim kim olduğumuzu tahmin ettiler. Hemen bize doğru hızlı adımlarla yaklaşmaya başladılar. Arabayı evin önündeki geniş avluya park ettim. Her kes indikten sonra atların koşumlarını çözmeye başladım. Atları dışardaki dut ağacına bağlayıp, yem torbalarını başlarına taktıktan sonra ben de içeriye doğru yöneldim. Ömer abinin evi iki oda bir salondan meydana geliyordu. Ev kerpiçten yapılmış, çatısı toprakla kapatılmıştı. Salonda yemeklerin pişirildiği bir şömine yer alıyordu. Yerler ise, kilimlerle döşenmişti. Ben içeriye girdiğimde annem Ömer abinin hanımına ve çocuklarına getirdiği hediyelerin bulunduğu çıkını teslim ediyordu. Çıkının içinde obamızda dokunan mintan, entari ve cepkenler vardı. Evin hanımı çıkıyı teslim alırken anneme Arapça teşekkür ederek onları ayrı bir odaya davet etti. Odaya salonun içindeki bir kapıdan geçiliyordu. Bayanlar bu odaya geçerken biz şömineli salonda yere serilen kilimlerin üzerindeki minderlerde yerimizi aldık. Ömer abi ziyaretimizden çok memnun olmuştu. Bir aşiret reisinin kendi evine gelmesi onu gururlandırmıştı. Bizim kendisini evinde ziyaret etmemiz nedeniyle oldukça telaşlı görünüyordu. Hemen yer sofrasını kurmaya başlamıştı. Evinde ne varsa hepsini sofraya dizmişti. Sac üzerinde pişirilen lavaş ekmeği, bakır kaplar içinde koyun peyniri, tere yağ, bal, yoğurt sofrayı kaplamıştı. Sofranın hazırlanmasına kızı Safiye de yardım ediyordu. Safiye’ye durmadan Arapça bir şeyler söylüyordu. En sonunda babam müdahale ederek bunların yeterli olduğunu, kendisinin de sofraya oturmasını istedi. Hep birlikte yerdeki sofraya oturup yemeğimizi yedik. Arkasından kahveler geldi. Kahveleri servis eden kızı Safiye idi. Safiye ile mutlaka ilişki kurmam gerektiğini düşündüm. Zira, onun aracılığı ile Selma ile bağlantı kurabilirdim. Ama önce durumu Ömer abiye açıklamalıydım. Bir ara Ömer abinin atlara su vermek için dışarı çıkacağını söylemesi ile bende kendisine “yardım edeyim” diyerek birlikte atların bağlı olduğu avluya geldik. Kendisine alçak bir sesle bir şey söylemek istediğimi, ancak şimdilik bunun aramızda kalması gerektiğini belirttim. Heyecanlı bir ses tonuyla “buyur” dedi. Ben değirmenci Cuma amcanın kızından hoşlandığımı ve kendisiyle tanışıp, daha sonra da evlenmek istediğimi söyledim. Pek şaşırmış gibi görünmüyordu. Hemen bana dönerek, “onun da senden hoşlandığını tahmin ediyorum. Bu akşamki ziyarette de sık sık dönüp sana bakarken gördüm. Benim ne yapmamı istiyorsun?” dedi. Ben de kendisi izin verdiği taktirde Safiye’nin Selma’ya bunu haber vermesini, eğer o da gerçekten benden hoşlanıyorsa buluşmak istediğimi söylesin dedim. Ömer abi pek istekli olmasa da beni de kırmak istemediğinden “olur” dedi. Atları sulayıp eve dönerken kızların her sabah ve akşam köy çeşmesinden bakır bakraçlarla su getirmeye gittiklerini, Safiye’nin bunu Selma’ya iletebileceğini söyledi. Cevap geldiğinde de bana ulaştıracağını söyledi. Biz bu konuşmaları yaptıktan sonra hızla eve doğru yöneldik. Zira atlara su verme işi biraz uzamıştı. Fazla dikkat çekmek istemiyordum.

Üç gün sonra Ömer abi yine bize yevmiye ile çalışmaya gelmişti. Beni görünce gülümsedi. Gülümsemesi iyiye işaretti. Ancak etrafı kalabalık olduğundan gidip hemen konuşmak istemedim. Zebrin köyünde gelen gündelikçiler onun yanından uzaklaşınca hemen yaklaştım. Ömer abi Safiye’nin Selma ile görüştüğünü, ailesinin de onaylaması halinde benimle evlenebileceğini söylemiş. Bu benim için sevindirici bir haberdi. Bu haberi annem ve kız kardeşim Havva ile paylaşabilirdim. Zira bu konuda bana en fazla destek verebilecek onlardı.

Akşam eve erken gittim. Yengem ev işleri ile uğraşıyordu. Annem ve Havva dışarıda sohbet ediyorlardı. Önce anneme yanaştım. “Anne sana hayırlı bir haberim var” dedim. Annem Havva ile sohbetine hemen ara verdi. “Hayırdır inşallah oğlum” dedi. Ben kısaca Selma’ya olan ilgimi ve onun cevabını söyledim. Sevinerek “İyi o zaman biz en kısa zamanda Selma’nın annesine bir aracı gönderir, onların da niyetini öğreniriz” dedi. Havva da bu habere çok sevinmişti. Bana dönerek,” Ta o zaman senin bakışlarından ve onun yüz ifadesinden şüphelenmiştim. Selma çok güzel ve marifetli bir kız. Sana da ailemize de yakışır.” dedi. Bu sözler beni çok mutlu etmişti. Her ikisi de olumlu bakıyordu. Bu benim için önemliydi. Zira Selma ile en çok onlar birlikte olacaklardı. Selma’yı beğenmeleri ailemiz ve benim için çok önemliydi.

İki gün sonra Ömer abi at arabasına buğday çuvallarını yüklemiş olarak otağa geldi. Bize ve çobanların aileleri için değirmene un öğütmek için gidecekmiş. Giderken bana da uğramış. Yanında çobanlardan Selman da vardı. Ben Ömer abinin niyetini anlamıştım. “Tamam ben de geliyorum sizinle” dedim. Üçümüz arabaya bindik ve değirmene doğru yola çıktık. Değirmen Belih çayının kenarında, Zebrin köyünün biraz dışındaydı. Bizim köye bir buçuk fersah uzaktaydı. Kısa bir süre sonra değirmene gelmiştik. Arabayı iyice değirmene yanaştırdık. Ömer abi ve çoban Selman keçi kılından örülmüş buğday çuvallarını değirmenin girişine indirmek için arabadan aşağıya indiler. Onlar buğday çuvallarını indirirken ben de atların koşumlarını çözerek değirmenin yanındaki söğüt ağacına bağladım. Söğüt ağaçları oldukça büyüktü. Değirmenden akan suyla devamlı sulanıyordu. Yaprakları da hala yeşildi. Gölgeleri de çevreye ferahlık veriyordu. Bu atlar için de iyiydi. Zira atlar serinliği çok severdi.

Atları ağaca bağlayıp yem torbalarını kafalarına geçirdikten sonra çuvalların indirilmesine yardım etmek için Ömer abilere doğru hareket ettim. Ben gidinceye kadar Ömer abi ile çoban Selman çuvalları indirmişti. Çuvalları bir kişi tek başına taşıyamazdı. Her bir çuvalda bir kileye yakın buğday vardı. Bu da aşağı yukarı doksan ile yüz okka ağırlıktaydı. O nedenle Ömer abi ile çoban Selman çuvalları birlikte taşımak durumundaydı. Çuvalların değirmenin içine taşınmasına ben de yardım ettim. Çuvalları değirmenci Cuma amcanın istediği yere yerleştirdik. Değirmen taşının çıkardığı ses bayağı gürültü çıkarıyordu. Ömer abi yüksek bir ses tonuyla Arapça olarak Cuma amca ile sohbete başlamıştı bile. Kısa bir sohbetten sonra Ömer abi bize dönerek, “Sırada çok müşteri varmış. Bize sıra ancak yarın gelirmiş. Ben de hiç olmazsa çobanların buğdayını öğüt” dedim. Cuma abi de kabul etti. Yani en az beş saat buradayız.” Bunun üzerine ben de “Yiyeceklerimiz yanımıza alalım, ırmak kenarında biraz dinlenelim” dedim. Ömer abi benim teklifimi hemen kabul etti. Çoban Selman’a arabadaki yiyeceklerimizi ırmak kenarına getirmesini söyledim. O arabaya doğru giderken biz de ırmak kenarına doğru yürümeye başladık. Irmağın değirmene uzaklığı 150- 200 metre civarındaydı. Kısa bir yürüyüşten sonra ırmak kenarında dalları çok geniş olan bir söğüt ağacının altına oturduk. Belih çayının suyu berrak akıyordu. Tarla ve sebze sulama işleri bittiği için ırmağın suyu oldukça fazlaydı. Yazın pantolonumuzu sıvayarak geçtiğimiz Belih’in çayının yüksekliği neredeyse bir metreyi geçiyordu. Biraz sonra çoban Selman’da sohbetimize katılmıştı. Belih çayının karşı tarafında Beydilli aşireti ve ona bağlı obalar yaşıyordu. Tarla ve bahçe sulamada onlar da Belih çayının suyunu kullanıyorlardı. Nüfusları beş bine yakındı. Aşiretin reisi Esma yengemin babası Durmuş Beydi. Sık sık bize gelip gider. Biz de onlara gidip geliriz.

Vakit öğleni biraz geçmişti. Ömer abi Selman’a yiyecekleri heybeden çıkarmasını söyledi. Çoban Selman yere bir bez sererek heybedeki yiyecekleri çıkarmaya başladı. Annem bizim için kavurma, yoğurt, ekmek ve birkaç tane de kuru soğan koymuştu. Kavurmaları saçta pişen ekmeğin arasına koyup dürüm yaptık. Bir dürümden ısırıp yiyorduk bir tahta kaşıkla yoğurttan alıyorduk. Soğan da yanına bir nevi meze gibi oluyordu. Açık havada yemeğimizi iştahla yedik. Ben ellerimi yıkamak için ırmağın en yuka yerine doğru yürüyüşe geçtim. Biraz ilerde bir kadın ve bir genç kızın iki inekle iki danayı sulamak için ırmak kenarına getirdiklerini gördüm. Yaklaştıkça simaları daha da netleşmeye başladı. Gelenler değirmenci Cuma amcanın hanımı ile kızı Selma idi. Onlar da beni tanıdılar. Birbirimizle gülümseyerek selamlaştık. Ben Ömer abiden çat pat bazı Arapça kelimeler öğrenmiştim. O öğrendiklerimle hal hatır sormaya başladım. Ancak konuşmalarımdaki şive onlara çok komik gelmiş olacak ki gülümsemeye başladılar. Ama tam bu sırada Ömer abi Hızır gibi bana yetişti. Benim söylemek istediklerimi onların lisanıyla daha doğrusunu sormaya başladı. Onlar konuşurken ben gözlerimi Selma’dan ayırmıyordum. Bana ilgi duyduğunu biliyordum ancak annesinin yanında bunu belli etmemeye çalışıyordu. Biz sohbet ederken inekler ve danalar ırmakta suyunu içip değirmene doğru hareket etmeye başlamışlardı. Sohbetimizi mecburen kesmek zorunda kaldık. Biz de biraz daha yukarıdaki suda elimizi yıkadıktan sonra yemek yediğimiz söğüt ağacın altına geri döndük.

Selma ve annesi gözden kaybolmuştu. Ömer abi bana dönerek “Selma’yı görünce heyecandan yüzün kıpkırmızı kesilmişti. Selma’nın annesi de sanırım durumu fark etmiş olacak ki o da dikkatli gözlerle sana bakıyordu.”

Ömer abinin tespitleri doğruydu. Selma’nın annesi hissettirmeden beni süzüyordu. Bunu ben de fark etmiştim. Ama heyecanımı ben de yenememiştim. Kızına bakmaktan yüzümün kızardığından haberim bile yoktu. Zira o sırada kalbim küt küt atıyordu. Kalbimin sesinden hiçbir şeyin farkında değildim. Bu işin daha fazla uzamasını istemiyordum. En azından bir nişan yüzüğünün takılması için anneme bunu söylemeliydim.

Söğüt ağacın altında üç saatten fazla oturmuştuk. Ömer abi yavaş yavaş değirmene doğru gitmemiz gerektiğini söyledi. Zira havanın kararmasına az kalmıştı. Çobanların ununu alıp gitmemiz gerekiyordu. Değirmene vardığımızda çobanlara ait buğdayın bitmek üzere olduğunu gördük. Tam zamanında gelmiştik. Teknedeki son buğdaylar da oluğa döküldükten sonra, alt teknede biriken unu tahtadan yapılmış bir kürek ile çuvalımıza doldurmaya başladık. Teknedeki un bittikten sonra çuvalın ağzını kendirden yapılmış iple sıkıca bağladık. Sıra arabayı değirmenin önüne getirmeye gelmişti. Çoban Selman ve ikimiz atları hazırlayıp arabaya bağladık. Arabayı değirmenin önüne getirip üçümüz birlikte un çuvalını arabaya yükledik. Değirmenci Cuma amca da bizi yolcu etmek için dışarı çıkmıştı. Bize diğer unu yarın öğleden sonra gelip alabileceğimizi söyledi. Cuma amca ile vedalaştıktan sonra köye doğru yola çıktık. Köye geldiğimizde hava kararmak üzereydi. İnsanlar evlerine çekilmişti. Sokaklara köpeklerin havlaması dışında sessizlik hakim olmuştu. Çobanların ununu evlerine bıraktıktan sonra ben evimize döndüm. Ömer abi de atları ahıra, arabayı da yanları açık üstü kapalı olan çardağa çekmek için hareket etti.

Eve geldiğimde sofra yeni kurulmuştu. Tam zamanında gelmiştim. Selamlaştıktan sonra bugün yaptığımız işleri kısaca babama anlattım. Benim sözlerimden sonra ağabeyim yarın için babama sorular sormaya başladı. Babam yarın ki koruma görevi için bizzat kendisinin gideceğini, benim ve ağabeyimin köyde kalmamız gerektiğini söyledi. Ne koruması olduğunu sorduğumda, ağabeyim Belih kaymakamlığından aşirete haber geldiğini, elli kişilik silahlı korucu ile Birecik limanından Bağdat’a gidecek yolcu ve yük teknelerinin Kudajran köyünden, Rakka’ya kadar olan bölgede güvenliği sağlamakla görevlendirildiklerini söyledi.

Bu haber beni oldukça heyecanlandırmıştı. Babamla gitmeyi çok istiyordum. Fırat nehrinden teknelerin nasıl yük ve yolcu taşıdıklarını çok merak ediyordum. Ancak babamı ikna etmem tek başına zordu. Hemen devreye annemi koymam gerekiyordu. Yemekten sonra babam ve ağabeyim çobanları ziyaret etmek ve koyun ahırlarını kontrol etmek için evden ayrıldılar. Babamın evde olmamasından faydalanmam gerekiyordu. Hemen anneme yaklaştım. Babamla gitmeyi çok istediğimi söyledim. Annem her zamanki gibi babamın bunu kabul etmeyeceğini söyledi. Annemin huyunu bildiğim için hemen sarılıp yüzüne bir öpücük kondurdum. Yumuşamaya başlamıştı. Ancak bu işin zor ve tehlikeli olduğunu, soyguncularla korucular arasında sık sık çatışmalar yaşandığını söyledi. Ben babam varken bana bir şey olmayacağını, bölgeyi merak ettiğimi, mutlaka gitmem gerektiğini ısrarla tekrar ettim. Israrlarıma dayanamayan annem babamla görüşeceğini söyledi. Annemin bu sözlerinden sonra rahatladım. Obadaki arkadaşlarımla buluşmak için meydana gitmek üzere evden ayrıldım.

Eve geldiğimde ağabeyim kendi evine çekilmişti. Evde babam, annem, kız kardeşim Havva vardı. Annem ve kız kardeşim mutfakta yarın ki yemekler için hazırlık yapıyordu. Babam da sedire uzanmış dinleniyordu. Selamlaştıktan sonra babamın uzandığı sedirin boşta kalan köşesine oturdum. Babamda bir soğukluk vardı. Bu durum dikkatimi çekti. Annemin babamla gitme isteğimi ilettiğini anladım. Tam konuyu açmak istiyordum ki, annemin sesi geldi. Beni mutfağa çağırıyordu. Yanına gittiğimde oturmamı istedi. Yavaş bir sesle babamla konuştuğunu, ancak beni kesinlikle götüremeyeceğini söyledi. Annem babamın bu katı tutumunu görünce ısrar etmekten vaz geçtiğini ifade etti. Annem bunları söyledikten sonra, benim korucularla gidemeyeceğim kesinleşmiş oldu. Moralimin bozulduğunu gören annem beni teselli etmek için geçmişte meydana gelen olayları anlattı ve babama hak verdiğini söyledi. Bana yabani erikten yapılmış bir tas şurup ikram etti. Şurubu içtikten sonra, annemden ve babamda müsaade isteyip odama çekildim.

Sabah güneşi odanın içine kadar gelmişti. Hemen hızlıca giyinmeye başladım. Babamı yolcu etmem gerekiyordu. Dışarı çıktığımda babamın atının eğerlendiğini ve evin önündeki ahşap direğe bağlı olduğunu gördüm. Biraz sonra babam kendisine ait tüfek, kılıç ve kamayla kapıdan göründü. Tüfek çapraz bir şekilde sırtında, kılıç ve kama ise, deri kemerle belinde bağlı bir şekilde çıktı. Babam, annem ve kız kardeşimle vedalaştı. Annem her zamanki gibi yola çıkan kim olursa elindeki bakır tasla su dökmek için su helkilerine doğru yöneldi. Ben ve ağabeyim de köy meydanına kadar babama refakat edeceğimizi söyledik. Bunun üzerine, babam atı çözüp meydana getirmemi söyledi. Babam ve ağabeyim önde meydana doğru yürümeye başladılar. Ben de ahşap direğe bağlı olan atı çözüp, yularından tutarak köy meydanına doğru arkalarından yürümeye başladım.

Köy meydanına vardığımızda korucuların hepsinin orada toplandığını ve babamı beklediklerini gördük. Babamın geldiğini görenler bize doğru hareket etmeye başladı. Korucuların hepsi kılıçlarını, mızraklarını, yaylarını, oklarını, tüfekli olanlar ise, barut ve mermilerini atlarına yüklemişlerdi. Onları yolcu etmek için akrabaları da gelmişti. Babam korucu başı Satı’yı yanına çağırıp her şeyin hazır olup olmadığını sordu. O da babama her şeyin hazır olduğunu, iki günlük yiyeceğin iki ata yüklendiğini, içme suyunun ise, bölgedeki pınarlardan karşılayacaklarını söyledi. 

Babamın başında bulunduğu korucular Kudarjan köyüne hareket ettiler. Görevleri Bireck’ten Bağdat’a zahire, kereste ve silah taşıyan tekneleri korumaktı. Teknelerde yolcularda bulunuyordu. Bunların çoğu tüccardı. Kudarjan-Rakka arası yaklaşık beş fersah uzaklıktaydı. Bu bölgenin koruması bizim aşiretimize verilmişti. Bizden önceki yolu da Beydilli aşireti koruyacaktı. Aşiretin başında Esma yengemin babası Durmuş Bey bulunuyordu. Onların korucu sayısı iki yüzün üzerindeydi. Koruyacakları alan on dört fersahtı. Ancak, bu bölge vadilerden kayalıklardan oluşuyordu. O nedenle kontrolü çok zordu.

Beydilli ve bizim aşiretin soygunculardan koruyacakları tekne sayısı on ikiydi. Görevleri bu teknelerin sağ salim Rakka’ya ulaşmasını sağlamaktı. Rakka’dan sonra koruma görevini Yeniçeriler üstlenecekti. Koruma görevini üstlenen aşiretler arasında Arap asıllı El Aziz, Ebu Hamis, Beni Asir, Beni Kays cemaatleri de bulunuyordu. Bu aşiretlerin görevi limanlara giden yolları kontrol etmekti. Hepsi at ve develerle hareket ediyorlardı. Yani koruma görevini süvari olarak yapacaklardı. Kalabalık bir eşkıya grubunu gördüklerinde onları engelleyecekler, diğer taraftan da nehir boyunca koruma görevini yapan aşiretleri uyarmakla görevlendirilmişlerdi.

Babamlar gideli bir hafta olmuştu. Artık gelmeleri gerekiyordu. Zira teknelerin sırasıyla bölgelerinden geçmelerinin bir hafta süreceğini söylemişti. Teknelerin nerede durup yiyecek, içecek ikmali yapacakları yerler belliydi. Eşkiyaların en çok saldırı yaptıkları anlar da bu dinlenme zamanlarında oluyormuş. Belih kaymakamı korucuları bu konuda uyarıp dikkatli olmalarını istemişti.

Dokuzuncu gün koyunları yayladan getiren çobanlardan biri, iki atlının Belih tarafından bizim köy yoluna girdiğini ve hızlı bir şekilde atlarını sürdüklerini haber vermiş. Bu çobanın haberinden sonra, bütün köy merakla meydana çıkıp, gelenleri beklemeye başlamış. Bu bilgi bize de gelince, ağabeyimle hızlı bir şekilde köy meydanına doğru hareket ettik. Meydana geldiğimizde haberi duyan elli, altmış kişinin toplandığını ve kendi aralarında hararetli bir şekilde tartıştıklarını gördük. Biraz sonra iki atlının tepeyi aşıp bize doğru geldiklerini gördük. Gelenler bize iyice yaklaştıktan sonra atlarından indiler. Karşılaştıklarına selam vermeye başladılar. Onlar da elleri ile bizi işaret ettiler. Gelenler Arap asıllı El Aziz aşiretindelermiş. Bir şeyler anlatıyorlardı ama biz tam olarak anlayamıyorduk. O sırada Zebrinli Ömer abi yanımıza doğru yaklaştı. O da tesadüfen Huzeyme’ye gelmiş. Ağabeyim atlıların ne dediğini tercüme etmesi için ona işaret etti. O da Arapça olarak gelen atlılara ne olduğunu sordu. Doru at sahibi çok hızlı bir şekilde konuşmaya başladı. Durumun ciddiyetini gören Ömer abi hemen ağabeyime dönerek,

--Ağam, Beydilli aşireti Kudarjan’a yarım fersah kala kayalık tepe mevkiinde saldırıya uğramış. Durmuş ağa da ağır yaralanmış. Ölü ve yaralılar varmış. Firuz Ağa’ya durumu anlatmışlar. Bunun üzerine onlar da Durmuş Ağaya yardım için gitmişler. Soygunculardan da ölen ve yaralananlar varmış. Yaralıları ve cenazeleri getirmek için arabaya, yaralılar için de sedyeye ve şifacılara ihtiyaç varmış.

Ömer abinin bu sözleri üzerin ağabeyim bana dönerek,

--Hemen git bizim yaylı arabayı azaplarla birlikte hazırlayın. Yanınıza döşek, minder, yorgan ve bir şifacıyla birlikte iki de koruma alıp gelin. Benim atımı ve silahımı getirmeyi de unutmayın.

Ağabeyimin bu sözleri üzerine koşarak eve geldim. Hemen azapları çağırdım. Yapılması gerekenleri onlara anlattım. Benim koşarak geldiğimi öğrenen annem telaşlı ve meraklı bir şekilde;

--Ne olmuş? Baban ve yanındakiler iyi mi?

Ben de Ömer abinin anlattıklarını kısaca tekrar ettim. Ancak Durmuş amca ile ilgili olanı yengeme şimdilik anlatmamasını söyledim.

Yarım saat içinde ağabeyimin tüm istediklerini hazırlayıp, bir şifacı ve iki korumayla birlikte ağabeyimin atını ve silahlarını aldıktan sonra köy meydanına doğru hareket ettik. Köy meydanı daha da kalabalıklaşmıştı. Ağabeyim on kişiden oluşan takviye kuvvet hazırlamış bizi bekliyorlardı. Silahlarını kuşanan ağabeyim atına atlayıp, gelen habercileri öne geçirerek hemen hareket etmemizi istedi.

Atlılar önde, ben, şifacı ve iki koruma da arkadan onları takip ediyorduk. İki fersah gittikten sonra atlılarla aramız iyice açıldı. Bunu gören ağabeyim iki atlıyı daha bizimle gelmeleri için geride bıraktı. Bu geride kalıp gizlenebilecek soygunculara karşı bizim emniyetimizi sağlama amacını taşıyordu. Kendileri ise, atlarını dört nala koşturmaya devam ettiler.

Ağabeylerimin konvoyunu artık göremez olmuştuk. Öğleye doğru yola çıkmıştık. İkindi vakti olmak üzereydi. Bu da yaklaşık üç saattir yolda olduğumuzu gösteriyordu. Kudarjan’a yaklaşmıştık. Atlar da biz de güneşin altında yanmaya başlamıştık. Fırat nehrini artık göremiyorduk. Biraz sonra uzaktan Kudarjan köyü görünmeye başladı. Nehire yakın bir köydü. Yeşillikler içindeydi. Söğüt ağacının serinliği ile birlikte iğde dallarının kokusu da bize doğru gelmeye başlamıştı. Sıcaklığın yerini serin bir esinti aldı. Bundan sonraki yol Fırat nehri ile paralel bir şekilde devam ediyordu. Köyün yeri düz bir arazide olduğu için yolun devamın görebiliyorduk.

Kudarjan köyüne girdiğimizde köylüler yol kenarına dizilmişlerdi. Kadınlar bir tarafta erkekler diğer tarafta gruplar oluşturmuşlardı. Yaralıları köydeki bir eve taşımışlar. Ölüleri de başka bir evin odasında sedirlerin üzerine koymuşlar. Dokuz ölü, on üç yaralı vardı. Ölülerden üçü Beni Kays aşiretine, altısı da Beydilli aşiretine mensuptu. Babam ve Beydilli aşiretine mensup korumalar saldırganları takip için peşlerinden gitmişler. Abim, ben ve şifacımız yaralıların bulunduğu eve doğru hareket ettik. Ağabeyim, kayın pederi Durmuş Ağanın durumunu merak ediyordu. Yüz metre sonra yaralıların bulunduğu eve gelmiştik. Evin önü çok kalabalıktı. Kendimize yol açıp yaralıların bulunduğu odaya girdik. Durmuş Ağayı bir sedirin üzerinde sargılar içinde bulduk. Köyün şifacıları yaralılarla ilgileniyordu. Çoğu kılıç ve mızrakla yaralanmıştı. Durmuş Ağa sol omuzunda ve sağ kolundan yaralanmıştı. Her iki kolu da sargılar içindeydi. Kısa bir görüşmeden sonra Durmuş ağanın yarasının çok derin olmadığını öğrendik. Ağabeyim kayınpederi ile görüşmeye devam ederken ben diğer yaralıları gezmeye başladım. Toplamda on üç yaralı olduğunu öğrendik. Beşinin okla, diğerlerinin de kılıç ve mızrakla yaralandıklarını öğrendik. Üçünün durumu ciddiydi. Köyün şifacısı ağır yaralıların Belih’teki hastaneye götürülmesi gerektiğini söyledi. Şifacının bu sözleri üzerine ağabeyime gidip durumu anlattım. O da yaralıları bizim arabayla götürmemi istedi. Yanıma hemen azapları alarak arabadaki yatak ve yorganları serdik. Köylülerin yardımıyla kum eleklerinin üzerine bir yorgan serdik. Yaralıları bu eleklerin üzerinde arabaya taşıdık. Azaplara ve iki korumaya köyden dört at temin ettik. Kadarjan köyünden bir şifacıyı da arabaya aldık. Birlikte Belih nahiyesine doğru yola çıktık. Yaralıların durumu ağır olduğu için yavaş gidiyorduk. Bir fersah gitmiştik ki şifacı yaralıların durumunu kontrol etmek için Sal Sabiyah köyünde dinlenmemiz gerektiğini söyledi. Köy anayolun biraz dışında kalıyordu. Korumalara ve azaplara işaret ederek döneceğimizi söyledim. Şifacı, köyde tanıdığı bir eve gitmemizi söyledi. Onun uzaktan akrabasıymış. Onun evine geldik. Arabayı gölgelik bir yere çektik. Ev sahibi Salih hemen yanımıza geldi. Durumu kısaca anlattık. Evden pamuktan dokunmuş bezler getirdi. Evin hanımına hemen sıcak su getirilmesini istedi. Şifacımızla birlikte yararlıların yarasını temizlemeye başladılar. Kanın durması içinde yabani otlardan tampon yaptılar. Bu sırada durumu ağır olan yaralılardan ikisi bayıldı. Şifacımız fazla beklemeden Belih’e gitmemiz gerektiğini söyledi. Ev sahibi Salih ağadan müsaade alıp tekrar yola koyulduk.

Belih’e vardığımızda akşam olmak üzereydi. Yaralıları hemen şifa yurduna götürmemiz gerekiyordu. Şifa yurduna geldiğimizde etrafta kimseler görünmüyordu. Araba sesini duyan bir kişi yanan bir kandille dışardan göründü. Gelen kişi şifa yurdunun gece bekçisiymiş. Durumu hemen ona anlattık. Bekçi şifa yurdunda görevli hekimlerin evlerine gittiğini, hastanede sadece pansumancı bir nöbetçinin bulunduğunu söyledi. Ancak hekimlerden birisinin yakınlarda oturduğunu söyledi. Bekçiye pansumancıya haber vermesini söyledim. Ayrıca yaralıları taşımak için bir sedye istedim. Sedyeyi getirmeleri için azapları bekçi ile birlikte gitmelerini işaret ettim.

Biraz sonra pansumancı ve azaplarla ile birlikte sedyeler de geldi. Sedyeler Fırat nehrinin hemen hemen her bölgesinde bulunan saz kamışlarından yapılmıştı. Bu nedenle çok ağır değillerdi. Yaralıları arabadan indirip bu sedyelere koyduk. Yaralıların taşınmasına korumalarımız da yardım için geldiler. Atlarına bir akasya ağacına bağlamışlardı. Yem torbalarını da atların başlarına geçirmişlerdi. Şifa yurdunun en geniş odasına yaralıları taşıma bitmiş, şifacılar yaralıları tedavi etmek için hemen çalışmaya başladılar. Odanın dört tarafında bulunan büyük kandiller her tarafı aydınlatıyordu. Biraz sonra hekimle bekçi de geldiler. Hekim bayılan iki yaralıya burnundan nefes açıcı kremler koklattı. Yaralıların üzerindeki giysilerin çıkartılmasını istedi. Şifacılar makasla giyecekleri keserek yaraların hepsini ortaya çıkardı. Hekim şifacılardan mutfaktaki kazandan sıcak su getirmelerini istedi. Sıcak suya batırılmış bezlerle yaraların temizlenmesini istedi. Sonra da kremlerin yaralara sürülerek temiz bezlerle sarılmasını istedi. Durumu ağır olanlardan biri sırtından okla vurulmuştu. Şifacılar oku çıkartmışlardı ama yara kanamaya devam ediyordu. Hekim öncelikle onunla ilgilenmeyi uygun gördü. Diğerleri biri kılıçla, biri de mızrakla yaralanmıştı. Şifacılar da onlarla ilgileniyordu.

Bir saat sonra biraz hava almak için korumalar ve azaplarla dışarıya çıktık. Bizim yapacağımız bir şey kalmamıştı. Gece olduğu için etrafta kimseler görünmüyordu. Çevredeki evlerden kandillerin ve idare lambalarının ışıkları süzülüyordu. Karnımız da acıkmıştı. Bu sırada bekçi de yanımıza gelmişti. Ona dönerek;

-Ekmek ve peynir bulabileceğimiz açık bir yer var mı? diye sordum.

--Bulamayız. Anacak bizim evden size getirebilirim, dedi.

Ben de memnun olacağımızı ve kendisinden getirmesini rica ettim. Azaplardan birisine işaret ederek birlikte gitmesini istedim.

Kısa bir süre sonra bekçi ve azap elinde sazlardan yapılmış bir sepetle döndüler. İçinde somun ekmek, peynir, kuru soğan vardı. Azaptan bunun korumalara ve azaplara eşit bir şekilde dağıtılmasını söyledim. Bunu söyledikten sonra bekçiye dönerek;

--Borcumuz ne kadar, dedim.

--Borcunuz yok, dedi.

Ben bunu kabul edemeyeceğimizi söylediysem de parayı almamakta ısrar etti. Bunun üzerine kendisine teşekkür ederek;

--Biz Huzeyme köyündeniz. Misafirimiz olursanız çok memnun oluruz. Ben Firuz ağanın oğlu Şahin’im. Musa Hacılı aşiretindeniz. Kapımız her daim sana açık olacaktır.

Yemeğimizi yedikten sonra yaralıları görmek için içeri girdik. Bayılan yaralılar uyanmıştı. Diğer yaralıların da durumu daha iyi görünüyordu. Şifa yurdunun hekimi ile görüştükten sonra yapabileceğimiz bir şeyin olup olmadığını sordum. O da bana dönerek;

“ Hayır yaralıların durumu şu anda iyi görünüyor. Ücret ödemenize gerek yok. Rakka Beylerbeyi tarafından görevli olarak gönderildikleri için ben durumu Beyimiz Kadızade Hüseyin Paşa’ya iletirim” dedi.

Bunun üzerine müsaade isteyerek azap ve korumalarla köyümüze gideceğimizi söyledim. Yaralılar hakkında hem babama hem de Beydilli Beyi Durmuş ağaya bilgi vereceğimi, iki gün içinde yaralıları ziyarete geleceğimizi belirttim.

Atlarımızın koşumlarını bağladıktan sonra korumalar ve azaplarla köyümüze doğru yola çıktık. Gecenin yarısını geçmişti. Ancak ay ve yıldızlar yolumuzu aydınlatıyordu. Yolda kimsecikler görünmüyordu. Belih nahiyesi köyümüze iki fersah uzaklıktaydı. Güneş doğmadan köyümüze varmış olacaktık. Yolda babam ve diğer korucuların durumunu merak ediyordum. Fakat bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu. Köyde onların iyi haberlerini bekleyecektik. Bu düşüncelerle yola devam ettik. Köye yaklaştığımızda köpeklerin uluma seslerini duymaya başladık. Köyden herhangi bir ışık görünmüyordu. Herkes uyuyordu. Hayvanları sulama ve yem verme vakti henüz daha gelmemişti. Güneş doğmak üzereydi. Hep birlikte bizim eve doğru yöneldik. Evin önüne geldiğimizde köpeğimiz Karabaş bizi tanıdı ve yakınımıza kadar sokuldu. Gelenleri de kokladıktan sonra her zamanki yerine geri döndü. Biz de atların koşumlarını çıkartıp hole koyduk. Azaplar ve korumalar atları ahıra çektiler. Sesimizi duyan annem ve kız kardeşim ellerinde bir kandille dışarıya çıkmışlardı. Heyecanla bana ne olduğunu sordular. Onlara durumu kısaca anlattım. Yengem Havva doğal olarak babasını merak ediyordu. Hafif yaralı olduğunu, bugün köyüne dönebileceğini söyledim. Önce inanmak istemedi. Ancak yemin etmem üzerine ikna oldu. Ağabeyim geldiğinde isterse babasını görmeye gidebileceğimizi söyledim. Bunun üzerine biraz daha rahatladı. Azaplar ve korumalar müsaade isteyip evlerine gittiler. Ben de anneme çok uykusuz ve yorgun olduğumu ve hemen uyumak istediğimi söyledim. Ve odama geçmek için müsaade istedim.

Uyandığımda güneş ışıkları odamın her tarafını aydınlatmıştı. Camdan dışarı baktığımda öğlen olmak üzere olduğunu anladım. Hemen elbiselerimi giyip dışarı çıktım. Havva yengem evin dışını çalı süpürgesi ile süpürüyordu. Annem de mutfakta yemek yapmakla meşguldü. Dışarda hazır olan ibrikle yüzümü yıkayıp mutfağa doğru hareket ettim. Karnım çok açtı. Annemin yaptığı bulgur çorbasının kokusu her tarafı sarmıştı. İçeri girdiğimde annemin sofrayı hazırladığını ve beni beklediğini anladım. Hemen bağdaş kurup yer sofrasına oturdum.  Saç ekmeğinin içine sofrada bulunan taze çökelek koyup, annemin vereceği çorbayı beklemeye başladım. Benim aç olduğumu annem de anlamış olacak ki, kalaylı bakır kaseyi dolu olarak önüme koydu. Sol elimde dürüm yaptığım çökelek ekmek, sağ elimde de tahta kaşıkla çorbayı içmeye başladım. Annem oturduğu sedirde beni izliyordu.

Çorbayı içtikten sonra köy meydanına doğru hareket ettim. Köyün çoğu son olayı duymuştu. Ancak detayları ve son durumu merak ettiklerini biliyordum. Bunu bildiğim için bu meraklarını gidermek istiyordum. İşlerini bitiren ve öğle yemeğini yiyenler köy meydanın ortasındaki akasya ağaçlarının etrafında sohbet ediyordu. Beni görünce hemen bana yer açtılar.

--Şahin Ağam hele bir anlat. Saldırı nasıl olmuş, Durmuş Ağam iyiler mi?

Sözlerime önce babamın iyi olduğu ile başladım. Dokuz ölü, on üç yaralı olduğunu söyleyince hepsinin morali sıfıra indi. Eneze ve Şemmar aşiretlerinin bu saldırıları hep yaptıklarını, ancak bunlara karşı gerekli tedbirlerin alınamadığı noktasında hepsi hem fikirdi. “Beni Kays aşireti Beydilli’ye yardıma gelmeseymiş daha çok ölü ve yaralı olacakmış” dedim.

Beni Kays aşireti, Eneze ve Şemmarları çok iyi tanıyordu. Sırf bunların saldırılarından ve zulmünden kurtulmak için Harran’a taşınmışlardı. Onların saldırı taktiklerini de iyi biliyorlardı. Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’nın Beni Kays’ı, özellikle teknelerin korunmasında görevlendirmesinin esas nedeni de buradan geliyordu. Beni Kays aşireti, deve üzerinde çok iyi mızrak kullanan savaşçılara sahipti. Nüfusları azdı ama iyi savaşçıları sayesinde bugüne kadar ayakta kalmayı başarmışlardı.

Köy meydanındaki sohbetimiz ikindi vaktine kadar devam etti. Onlardan müsaade isteyip koyun Ahıllarına doğru gideceğimi söyledim. Benden sonra birkaç kişi daha oradan ayrılıp evlerine doğru yöneldi. Geride kalanlar gelecekte ne yapılması gerektiği üzerinde görüş alışverişinde bulunmaya devam ediyordu. Huzeyme köyündeki geleceği pek de iyi görmüyorlardı. Herkeste bir karamsarlık hakim olmuştu. Aynı duygular ben de de oluşmaya başlamıştı. Huzeyme’ye geldiğimizden beri bir rahatlık görememiştik. Bir tarafta güneyden gelen vahşi Arap aşiretlerinin saldırıları bir taraftan iklimin getirdiği zorluklar bizi oldukça etkilemişti. Bu nedenle bizi başka seçenekler aramamıza yöneltti. Oysa Yellüce ve Misis’de yaşamamız hem iyiydi. Yaylak ve kışlak hayatından hepimiz çok memnunduk. Rakka’ya gelmemize iskan deseler de bu aslında bizim için bir sürgündü. Hayatımızı mı devam ettirecektik yoksa bütün bölgenin güvenliğini mi sağlayacaktık, sıkışıp kaldık. Geleceğimiz ile ilgili kaygıları gerek babamdan gerek ağabeyimin kayınpederi Durmuş Beyden sık sık duymuştum. Bu olaydan sonra onların kaygılarının haklı olduğuna ben de kanaat getirmeye başladım.

Koyun ahıllarını dolaştıktan sonra eve doğru hareket ettim. Vakit akşam olmak üzereydi. Eve geldiğimde annem ve yengem akşam yemeği için hazırlıklara başlamıştı. Beni görünce;

--Oğlum biraz odun doğrar mısın? Yemek pişirmek için odunumuz kalmadı.

Annemin bu sözleri üzerine, depoda bulunan uzun ve iri olan ağaç dallarını dışarı çıkartmaya başladım. Bu odunlar Belih ırmağının kenarında çokça bulunan söğüt ve iğde ağaçlarının kuruyan dallarıydı. Holden baltayı alıp, söğüt dallarını büyük bir kütüğün üzerinde doğramaya başladım. Bütün yakacağımızı bu söğüt ağaçlarından ve kurumuş iğde ağaçlarından sağlıyorduk. Irmak kenarında bunlardan bolca vardı. Yazın bu ağaçların gölgesinde oturup, kahvaltı yapmak ve kahve içmek çok zevkli oluyordu. Buranın tek güzel tarafı da buydu.

Anneme üç gün yetecek kadar odunu kesip doğradım. Sonra da holün girişindeki sol tarafına istif ettim. İşim bitmek üzereydi. İçeriden annemin sesi geldi. Beni sofraya çağırıyordu. Hep birlikte yer sofrasına oturduk. Yemekte nohut yemeği ile elde yapılan makarna vardı. Ayran ise, soframızın vaz geçilmez içeceği idi. Yemeklerin hepsi de tereyağı ile pişirilmişti. Kokusu her tarafa sinmişti. Ancak bu koku kısa bir süre sonra olmayacaktı. Zira yemeğin piştiği ocağın üstü açık bir bacaydı. Kokular hem buradan hem de evin ortasında bulunan aydınlıktan dışarı çıkıyordu.

Yemeğimizi yedikten sonra bacanın iki tarafına dizilen minderlere oturduk. Burada da sohbete devam ettik. Konu hep Arap aşiretlerinin saldırı ve yağma olayları ile ilgiliydi. Son olaydan sonra onlar da korkmuştu. Geleceğimizle ilgili kaygılar onlarda da hakim olmuştu. Annem yemekten sonra ocağın üzerine bir kazan içinde yazdan kuruttuğu mısırları koymuştu. Bu akşam yemekten sonra mısır haşlaması yiyecektik. Mısırlar, bizim Belih ırmağının kenarında bulunan tarlamızda yetişiyordu. Mısır koçanları büyüdükçe kuşların özellikle de kargaların hedefi oluyordu. Kargalar sanki iki eli varmış gibi mısır koçanlarını açıp gagalıyordu. Doymak ta bilmiyorlardı. Neredeyse tarlanın üçte biri bunlara yem oluyordu. Tarlanın içine ne kadar korkuluk diktiysek yine de bu kargalarla baş edemiyorduk.

Haşlanmış mısırları yemiş, ocağın sıcağında sohbet ediyorduk. Gece yatsı vaktini geçmişti. Dışardan köpeklerin uluma sesleri gelmeye başladı. Annem heyecanla yerinden kalkıp dışarı çıkacağını söyledi. Biz de hemen hepimiz kalkıp ayakkabılarımızı giyip dışarı çıktık. Elimizde kandillerle beklemeye başladık. Uzaktan at arabası ve nal sesleri gelmeye başladı. Hepimiz heyecanla gelecek olanları beklemeye başladık. Kısa bir süre sonra bizim eve doğru iki atlının geldiğini gördük. Yaklaştıklarında bizim köpeklerin sesi de kesilmeye başladı. Köpekler seslerinden gelenleri tanımıştı. Gelen babamla ağabeyimdi. Ben onlara dönerek;

--“Siz atlarınızı bırakın ben onları içeri alırım” dedim.

Babam ve ağabeyim annemlerle birlikte eve girdiler. Ben atların koşumlarını ve eyerlerini çıkarttıktan sonra ahırdaki yerlerine bağladım. Oluklarına saman ve arpa koydum. Atlar iştahla hemen yemlere burunlarını sokup yemeye başladılar. Aç kaldıkları belli oluyordu. Yemlerinden sonra onlara bakraç içinde su vermem gerekiyor. Bu onlara özel bir hizmet olacak. Zira onları sulamak için günde üç kez köy çeşmesindeki oluğa götürüyorduk. Ancak bugün hem yorgun oldukları için hem de gece olduğu için böyle yapmam gerekiyor. Sabahleyin de onları bir güzel tımar etmeliyim.

Ahırda işim bittikten sonra eve geldim. Babam ve ağabeyim yemek yiyorlardı. Annem ve yengem onları izliyordu. Aç oldukları hızlı yemek yemelerinden belli oluyordu. Annem ve yengem onların isteklerini yerine getirmek için ayakta bekliyorlardı. Bunu çok fazla yapmazlardı. Bugün için özel bir durumdu. Zira, genellikle annem ve yengem ocağın başında oturur, bizim isteklerimizi oradan yerine getirirlerdi.

Babam ve ağabeyim yemekleri yedikten sonra ısınmak için ateşin olduğu ocağa doğru yöneldiler. Yengem hemen onlar için yüklükten kalın minderler getirip serdi. Hep birlikte sohbete başladık. Babam Durmuş Ağanın sağlık durumunun iyi olduğunu ve köye döndüğünü, ölüler için cenaze töreni ve cenaze namazlarını kıldıktan sonra Kadarjan köyünde toprağa verdiklerini söyledi. Yaralıları ise, kontrol amacıyla Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’nın emriyle Şifa yurduna getirdiklerini söyledi. Hüseyin Paşa’nın ölü ve yaralıların ailelerine geçimlerini sağlayacak maddi yardım ile birlikte her aileye otuzar koyun ve keçi verileceğini aşiret reislerine iletmiş. Babam bunları anlatırken ben soyguncu Arap aşiret mensuplarına ne olduğunu merak ediyordum. Babam sonunda onu da anlatmaya başladı:

“ Soyguncular Beydillilere yarım fersahtan da daha kısa olan bir yerde tekneleri durdurup, Basra ve Bağdat’a giden tüccarların paralarına ve değerli eşyalarına el koymuşlar. Olayı gören bir köylü koşarak gelip Durmuş Ağa’ya haber vermiş. Durmuş ağa ve kendilerine sonradan katılan Beni Kays aşiretine mensup korucularla kısa yoldan gidip soyguncuların yolunu kesmişler. Onlarla çatışmışlar. Önce tüfeklerle onları durdurmak istemişler. Durmayınca ateş açmışlar. Yüz elli iki yüz kişi varmış. Onlarda da tüfek varmış. Sonra eşkıyalar çöle kaçmak için saldırıya geçmişler. Deve üzerindekiler mızraklarla, atlardakiler ok ve kılıçla saldırmışlar. Ölü ve yaralılar bu çatışma sırasında oluyor. Eşkiyaların sayısı Beydillilerden fazlaymış. Sonunda Beydilliler kayıp verince kayalık bölgeye çekilmişler, onlar da oradan kaçmışlar. Biz sonradan Beydillilerle birleşip peşlerinden Heyşe çölüne kadar takip ettik. Ancak kimseyi bulamadık. Çölde pusuya düşeriz diye geri dönmek zorunda kaldık.”

Babamın bu anlattıklarından sonra hepimiz kaygılanmaya başladık. Teknelerin taşıdığı malzemeler arasında köyümüzdeki evlerin onarılmasında kullanılacak keresteler de bulunuyormuş. Toplamda on iki tekne varmış. Dört teknedeki kereste bizim köye aitmiş. Diğer teknelerde zahire, un, orduya ait silah ve mühimmat varmış O kerestelerin köye taşınması ise, bize aitmiş. Yarın bu işin yapılması için ekiplerin oluşturulması gerekiyormuş. Kağnı ve at arabası olan herkesin nakliye işinde görev alması istenecekmiş.

Babamın bu sözlerinden sonra annem biraz korku biraz da tedirgin bir şekilde;

-“Beyim bu olaylardan sonra burada her zaman korku ve tehlike içinde yaşamaya devam edecek miyiz?” dedi.

Babam, annemin bu sözlerine biraz durakladıktan sonra şöyle cevap verdi,

-“Hazna Hatun, şu anda benim tek başıma bu soruya cevap vermem mümkün değil. Buraya gelirken Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya sürekli oturacağımıza dair taahhüt de bulunduk. Taahhüdümüzü bozamayız. Ama bu durumların sürekli tekrarlanmasına da tahammül edemeyiz. Önce diğer aşiret beyleri ile bir araya gelip bunu konuşmak istiyorum. Sonra da hep birlikte Hüseyin Paşa’yı ziyaret edip, bu eşkıyalara karşı ciddi önlem almasını isteyeceğiz. Ne yapacağımıza daha sonra vereceğiz.”

Bu kısa sohbetten sonra babam çok yorgun ve uykusuz olduklarını belirterek, herkesin odasına çekilmesini söyledi. Babamın bu emri üzerine odalarımıza çekildik.

Sabah uyandığımda büyük evin içinde bulunan ocakta pişen bulgur çorbasının kokusu geliyordu. Yengem ve annem evin dışını süpürmekle meşguldüler. Babam ve ağabeyim henüz kalkmamışlardı. Ben de atları çeşmeye götürüp sulamak için ahıra yöneldim. Her atı ayrı ayrı çeşmeye götürüp olukta suladım. Önlerine saman ve üzerine arpa koydum. Onlar yemlerini yerken bir yandan da onları tımar etmeye başladım. Bu her gün yaptığımız rutin bir işti. Atlara genellikle ben bakarım. İşim olduğu zaman bunu ağabeyim yapardı.

Ahırdaki işim bittikten sonra dışarı çıkıp eve doğru yöneldim. Babam ve ağabeyim evin dışında ibrikle el ve yüzlerini yıkıyorlardı. Annem elinde havlu ile onları bekliyordu. Havva yengem de içerde sofrayı hazırlamakla meşguldü. Birbirimize “hayırlı sabahlar” diledikten sonra eve geçip yer sofrasına oturduk. Bulgur çorbasının yanında küplerden çıkartılan eski çökelek bulunuyordu. Saç ekmeğin içine çökelek koyup dürüm yaptık. Çorbamızı bu dürümle içtik. Yemeğimiz bittikten sonra babam bana dönerek,

--“Oğlum sen köylüleri haberdar et, arabası ve kağnısı olanlarla birlikte bizim köye ait keresteleri köyün ortasındaki meydana taşıyınız. Paylaşımı, bütün kereste taşındıktan sonra yapacağız. Biz annen, ağabeyin, yengen Havva ve Mehmet Ali Durmuş ağaya ziyarete gideceğiz. Akşama döneceğiz. Beni soran herkese bunu ilet”

Babamın bu talimatından sonra ben ahırdaki atımı çıkartıp eyerledim. Sonra da köyde arabası ve kağnısı olan herkesi dolaşmaya başladım. Arabası ve kağnısı olanlara ayrıca her aileden teknelerden keresteleri boşaltmak ve yüklemek için yanlarına birer kişi almalarını istedim. Bunları iletirken, babamın Durmuş ağaya ziyarete gideceğini, bu talimatların babam tarafından verildiğini ayrıca belirttim.

Babamın talimatlarını ilettikten sonra arabaları ve kağnıları beklemek üzere atımla köy meydanına doğru hareket ettim. Biraz sonra arabalar ve kağnılar köy meydanında toplanmaya başladı. Toplamda on kağnı ve altı at arabası gelmişti. Arabaların ve kağnıların üzerinde keresteleri yüklemek için iskeleler bulunuyordu. Keresteler köy meydanında toplanacak ihtiyacı olanlara düşük bedelle satılacaktı.

Babamlar akşama doğru eve döndüler. Biz de köylülerle köyümüze ait kerestenin yarısını kağnı ve arabalarla taşımış ve boylarına göre istiflemiştik. Yarın diğer yarısını da taşıdıktan sonra satış ve dağıtım işine başlanacak. Dağıtımını babam ve diğer oba reisleri birlikte yapacak.

Akşam evde yemekten sonra taşıma işi hakkında yaptıklarımızı babama anlattım. Durmuş Ağanın durumu iyiymiş. Ancak kendi aşiretinden altı korucuyu kaybettiği için çok üzgünmüş. Onların ailelerine geçimlerini tüm aşiret mensupları birlikte sağlayacaklarmış. Onlara ait arazilerin ekimini ve haşatını ortaklaşa yapacaklarmış. Hayvanlarının bakımını da yine bütün oba mensupları sırayla yapacaklarmış. Çocukları büyüyene kadar bu yardımlarını sürdüreceklermiş. Ancak Durmuş Ağa gelecekten pek umutlu değilmiş. Çöl bedevi Şemmarların saldırılarını durdurmayacaklarını, geleceklerinin bu bölgede belirsiz olduklarını iletmiş. Babam da aynı endişelerini iletmiş ve hem fikir olmuşlar.

Aradan iki yıl geçmişti. Eneze ve Şemmarların saldırıları devam etti. Şemmarlar soygun işinden sonra buğday ve pamuk tarlalarımızı yakma eylemlerine de başladılar. Rakka Beylerbeyi bu saldırıları engelleyemedi. Tüm barış teşebbüsleri ise, bir işe yaramadı. Bedeviler bildiklerine devam ettiler. Buğday ve pamuk tarlalarımızın yakılması nedeniyle, Belih ırmağındaki aşiretler büyük sıkıntılar yaşamaya başladı. Yiyecek buğday ve sebze almak için ellerindeki koyun ve keçileri satmaya başladılar. Bu nedenle besledikleri sürülerin sayısı her geçen gün azalmaya başladı. Obalardaki yoksullukla birlikte can ve mal güvenliğinin garantisi de yoktu. Aşiret ve oba reisleri çareler aramaya başladı. Bütün oba reislerinin katıldığı bir toplantı yapmaya karar verdiler. Durmuş Ağanın konağında yapılan toplantıda bazı obalar Halep tarafına, bazıları da geldikleri bölgelere gitmek istediklerini belirttiler. Fakat bu istekleri sakıncalıydı. Bölgede kalacaklarına dair Beylerbeyine taahhüt de bulunmuşlardı. Fakat başka çare de kalmamıştı. On beş gün sonra yapılan ikinci toplantının sonunda göç etmenin parça parça yapılmasına karar verildi. Önden her obadan bir kişi taşınacak yerlere gidip yer ayarlayacaktı. Daha sonra da obanın diğer kısmı gidecekti. Bu da en az altı ay sürecekti. Zira gidilecek yerde kalmak için oradaki aşiretlerle de görüşmeler yapılması gerekiyordu. O aşiretlerin onayı alınmadan yaylak ve kışlaklarda barınmak imkansızdı.

Babam aşiretimize Anadolu’nun içinde güvenli bir yer bulmak için Kaçaroğlu obasından Haydar kethüdayı görevlendirdi. Kendisi okur-yazar ve bilgili birisiydi. Farsça ve Arapça dillerini de anlayıp, konuşabiliyordu. Büyük babası onu Misis’de medreseye göndermişti. Farsça ve Arapçayı orada öğrenmişti. Babam onun Arapgir ve Kırmıran nahiyelerinde yerleşik düzene geçip çiftçilik yapan aşiretimizin bir kolu olan Meşeli obasından destek almasını istedi. Bu desteğin verilmesi için bir yazı vereceğini de söyledi. Meşeli obasının hem Arapgir’de hem de Kırmıran bölgesinde köyleri ve yaylakları bulunuyordu. Onlar yerleşik oldukları için Rakka’ya gönderilmemişlerdi.

Eneze ve Şemmar aşiretlerinin saldırganlıkları bitmiyordu. Bu kez de koyun sürülerimize dadandılar. Sürülerimizin otladıkları yerleri basarak her gün iki üç tane koyunumuza el koyuyorlardı. Onları bulmak çok zordu. Zira Heyşe çölü o kadar büyüktü ki nerede saklandıklarını bulmak imkansızdı. Çünkü onların sabit bir yeri de yoktu. Her gün yer değiştiriyorlardı. Bu saldırı ve yağmalar aşiretimizi iyice bıkma noktasına getirmişti.   

Huzeyme’den taşınma işimiz kesinleşmişti. Gitmeden önce gönül koyduğum Selma’yı burada bırakmak istemiyordum. Son iki yılda meydana gelen olaylardan dolayı bunu gündeme getiremiyordum. Şimdi harekete geçmeliydim. Annemi devreye sokup kız isteme, arkasından da düğün işini kısa zamanda halletmem gerekiyordu.

Kız isteme ve düğün talebimi anneme ilettim. O da bana hak verdi. En kısa zamanda babamla görüşüp dünürcü olmak için değirmenci Musa Ağaya haber göndereceklerini söyledi. Haberci olarak da Zebrin köyünden Ömer abi gidecekti. Zira Ömer abi hem bizi hem de Değirmenci Musa amcayı iyi tanıyordu. Araları da çok iyiydi. Üstelik Ömer abi hem Arapça hem de Türkçe biliyordu. Annem tercüman olarak kız istemeye onun da gelmesini gerekli görüyordu.

Haydar kethüda gideli bir haftayı geçmişti. Babam yanına bizim çobanlardan Cafer abiyi de yardımcı olarak vermişti. Buldukları yaylaklarda kaç koyunun beslenip beslenmeyeceğine o bakacaktı. Ona göre koyun ve keçi götürülecekti. Eğer uygun yer bulunursa Çoban Cafer abi önden gelip haber verecekti. Buradan önce koyun ve keçi sürüleri götürülecekti. Arkasından da biz gidecektik. Bu taşınma işinden Rakka Beylerbeyinin haberinin olmaması gerekiyordu. Aksi taktirde, bizi Akçakale’de Harran’da geçirmezlerdi. Yakalandığımız taktirde hepimizi kaleye hapsederlerdi.

Annem, benim değirmenci Musa amcanın kızı Selma’yı istediğimi babama iletmişti. Babam da bunu onaylamıştı. Ömer abiye haber verilmesi için çobanlardan birini görevlendireceğini de söylemiş. Bu beni oldukça hem sevindirmiş hem de heyecanlandırmıştı.

İki gün sonra değirmenci Cuma amcadan talebimize olumlu cevap verilmişti. Pazar akşamı babam, annem ve Ömer abi birlikte gideceklerdi. Annem ve yengem misafirlik için hazırlıklara başladılar. Tandırda börekler ve çörekler için hamurlar açılmaya başlandı. Ben de onlara gerekli odunları Belih çayının kenarından kurumuş söğüt ve iğde dalları taşımaya başladım. Evde bir heyecan başlamıştı. Ama ne yazık ki ben onlarla gidemeyecektim. Zira benim onlarla birlikte gitmem adetlere aykırıydı. Ben heyecanla onların dönüşünü bekleyecektim.

Nihayet kız isteme günü gelip çatmıştı. Annem ve yengem gerekli hazırlıkları tamamlamıştı. Ben onlar için arabayı hazırladım. Atları koştum. Arabanın içine annem ve yengemler için minderler de koydum. Ömer abinin gelmesini beklemeye başladık. Biraz sonra Ömer abinin de at üstünde bize doğru geldiğini gördüm. Ben hemen annemlere Ömer abinin geldiğini haber verdim. Onlar da gelip arkadan arabaya bindiler. Babam arabanın yönetimini alıp hareket ettiler. Ömer abi de atıyla onları takip ediyordu. Onlar hareket ettiğinde hava kararmak üzereydi. Gözden kaybolana kadar onları takip edip, sonra eve dönüp heyecanla dönüşlerini beklemeye başladım.

Selma’nın beni istediğini biliyordum. Annesinin ve babasının da olumlu baktıklarını tahmin ediyordum. Ama buna rağmen yine de heyecandan yerimden duramıyordum. Benim bir içeriye, bir dışarıya girip çıktığımı gören ağabeyim en sonunda dayanamayarak, bu kadar telaş yapmama gerek olmadığını, kızın babasının ve annesinin bu evliliğe taraftar olduğunu, sakin olmamı istedi. Bunu ben de biliyordum, ama yine de heyecandan kendime anlatamıyordum.

Gecenin yarısı olmak üzereyken, bizim at arabasının tekerlek sesleri gelmeye başladı. Dışarı çıkıp onları beklemeye başladım. Köpek sesleri ile arabanın sesi bazen birbirine karışıyordu. Ay ışığı geceyi aydınlatıyordu. Köydeki kandillerin tümü sönmüştü. Herkes uyuyordu. Biraz sonra at arabası göründü. Arkasından at üzerinde Ömer ağabey de onları takip ediyordu. Araba evimizin önünde durduğunda, ben hemen arabanın yanına yaklaşıp, annemle yengemin inmesine yardım ettim. Yengem bana bakarak gülümsemeye başladı. Bu görüşmenin iyi geçtiğine işaret ediyordu. Ömer ağabeye teşekkür ettim. O da bana bakarak bir kafa salladı. Ömer abi atıyla köyüne devam edeceğini söyleyerek müsaade istedi. Babam da ona teşekkür etti ve kısa zamanda tekrar görüşeceğimizi söyledi. Annem ve babamlar eve geçmeye başladıklarında ben de atların koşumlarını çıkartmaya başladım. Koşumları içeriye aldıktan sonra atları ahırlarına götürüp önlerine saman ve arpa koydum. Daha sonra ben eve geçtim.

Ben eve girer girmez babam hemen söze başladı. Kız isteme işinin olumlu bittiğini, bir ay içinde nişan yüzüklerinin takıp, arkasından da hemen düğünü yapmamız gerektiğini, bu işi fazla uzatmak istemediğini söyledi. Bunun nedeni bizim Huzeyme’den ayrılmadan önce düğün işinin bitirilmesi gerekiyordu. Zira artık aşiretler bu çölde kalmak istemiyorlardı. Her gün bir olay yaşanıyordu. Arap aşiretleri güneyden gelip obaları taciz edip, mallarını gasp ediyorlardı. Rakka Beylerbeyi de bunlarla baş edemiyordu. Bütün aşiret ve obalar çaresiz kalmıştı. Tek çareyi buradan Anadolu içlerine gitmekte görüyorlardı.

Günler çabuk geçiyordu. Hasat mevsimi başlamış, arpalar, buğdaylar biçilmeye başlanmıştı. Babam harmandan önce düğünün yapılması gerektiğini, Haydar Kethuda’dan haber gelmeden taşınma için hazırlıklara başlamamızı tekrar hatırlattı.  Zira kış mevsiminde Anadolu’ya göç etmeninin meşakkatli olacağını söyledi. Babamın hesaplamalarına göre Ağustos ayı sonunda harman işinin bitmesi gerekiyordu.

Arpa ve buğdaylar biçilmiş, her tarafta yığınlar yükselmişti. Harmana başlamadan önce benim düğünün yapılacağı konusunda Cuma amca ile fikir birliğine varılmıştı. Bunun için de hızlı bir şekilde düğün hazırlıklarına başlandı. Annem benim için yatak ve yorganların hazırlanması için yengeme talimat verdi. Yengem bu iş için komşulardan yardım da alabilecekti. Babam da nişan yüzüklerini, altın ve gümüş takıları almak için Rakka’ya gidecekti.

Nişan yüzüklerinin takılması için Selma’nın ailesine haber gönderildi. Nişanda yüzükle birlikte gümüş alınlık ve başlık parası için on beş baş koyun da götürülecekti. Babam Musa amcanın başlık için istediği bedele hiç itiraz etmemiş ve kabul etmişti. Geleneklere göre başlık bedelinin nişan yüzüklerinin takılacağı gün birlikte verilmesi gerekiyordu. Nişan Cuma akşamı yapılacaktı. Nişanın yapılacağı günü iple çekmeye başladım. Heyecanım daha da artmıştı. 

Cuma akşamı geldiğinde tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Aşiretin din adamı olan Yusuf Babaya da haber gönderilmişti. Yüzüklerimizi Yusuf Baba takacaktı. Geleneklere göre Yusuf Baba kahveler içilmeden önce dualar okuyup, evliliğin hayır ve bereket getirmesini isteyecekti.

Hava yavaş yavaş kararmaya başladığında çobanlarımız bizden önce on beş yiğit koyunu sürüden ayırıp Musa amcaya götürmek üzere yola çıktılar. Biz de daha sonra arabayla arkasından gidecektik. Ömer abi de kendi köyünden oraya gelecekti. Ben bizim gideceğimiz arabayı hazır hale getirmek için koşumları dışarı çıkartmaya başladım. Annem ve tüm aile de en yeni elbiselerini giymek için odalarına çekildiler. Ben bunun için hazırlığımı gündüzden yapmıştım. Onlar hazır olunca yola çıkacaktık.

Hava iyice kararmıştı. Gök yüzündeki yıldızlar bir inci tanesi gibi parlıyordu. Ay ışığı geceyi bir kandil gibi aydınlatıyordu. Köpek ulumaları gecenin sessizliğini bozuyordu. Nihayet herkes yeni elbiselerini giyip dışarı çıkmaya başladı. Ben annemin, yengemin ve yeğenimin arabaya binmelerine yardım ettim. Ağabeyim arabayı sürmek için dizginleri eline aldı. Babam da yanına bindi. Ben de annemin yanına geçtim. Yola çıkmaya hazırdık.

Cuma amcanın değirmeni ve evi bize çok yakındı. Biz oraya geldiğimizde çobanlar başlık için verdiğimiz koyunları evin bitişiğinde bulunan üstü açık ahıla koymuş, dönmeye hazırlanıyorlardı. Ağabeyim arabayı durdurunca ben hemen inerek anneme ve yengemlere yardımcı oldum. Cuma amca ve hanımı da evden dışarı çıkmışlardı. Hanımı anneme sarılıp “Hoş geldiniz” dedi. Ben de atların koşumlarını çözmek üzere ön tarafa geçtim.

Atları ahırdaki yemliklere bağladıktan ve yem torbalarını kafalarına geçirdikten sonra ben de misafir odasındaki yerimi aldım. Odada iki tane divan bulunuyordu. Hava geceleyin soğuduğu için şömine de ateş yanıyordu. Odanın içi ılık hale gelmişti. Divanın en ucunda Yusat Baba, onun yanında babam, ağabeyim ve annem oturuyordu. Karşı divanda ise, Musa amca, Ömer abi ve Cuma amcanın eşi sıralanıyordu. Ben de divanın odanın girişine yakın kısmına geçmiştim. Selma ise, mutfak kısmında bizi izliyordu. Biraz sonra o da odaya geldi ve hepimize “hoş geldiniz” dedikten sonra tekrar mutfağa yöneldi.

Karşılıklı hoş-beşten sonra esas konuya geçildi. Yusuf Baba her iki taraf dönerek “hayırlı olsun” dedikten sonra nişan törenine başlayabileceklerini söyledi.

Yusuf Baba besmele çekip, hem kızın hem de oğlanın huzura gelmesini istedi. Bunun üzerine ben ve Selma, Yusuf Babanın karşısında yere diz çökerek oturduk. Yusuf Baba geleneklere göre nişan törenin duasını okumaya başladı:

“Allah, Allah!

İlahi yarabbi! Senin yüce emrin, peygamberin kavli, ehlibeytin içtihadı ve hazır bulunan cemaatin tanıklığı üzerine, evlilik yolunda ilk adımı atan, yuvalarını kurmaya başlayan canların niyetlerini dergahı izzetinde kabul, amellerini makbul, ikrarlarını kadim, muhabbetlerini daim eyle.”

“Ömürlerine bereket, vücutlarına sıhhat, yuvalarına saadet ve selamet ihsan eyle. Her iki evladımıza ve ailelerine hayırlı ve uğurlu eyle. Aralarındaki sevgi ve saygıyı sonsuz eyle. Yuvalarını mutlu, nimetleri bereketli eyle. Verdiğiniz ikrardan dönmeyesiniz. Pir divanında utanmayasınız. Birbirinizden de usanmayasınız. Yüce Allah gelecek kazalardan, belalardan emim eyleye. Ehlibeytin katarından ve didarından mahrum eylemeye. Duası bizden kabulü Allah’tan ola. Gerçeğe Hü…”

Yusuf Baba duadan sonra bir tepsi üzerinde getirilen yüzükleri alarak önce Selma’nın sonra da benim parmağıma taktı. Yusuf Baba’dan sonra babam ve annem müsaade isteyerek Selma’ya iki bilezik ve beşli bir gerdanlık seti taktılar. Nişan töreni bittikten sonra sıra ikramlara gelmişti. Ağaç masalar getirildi. Cuma amcanın hanımı ile yengem börekleri, çörekleri ikram ettiler. Selma da mutfaktan meyve şerbeti ile ayran servisi yaptı. İçecekler içilirken sohbetler hasat mevsimi ile devam etti. Bu yılın kurak geçmesi nedeniyle arpa ve buğday saplarının yeterince büyümediği, başakların da küçük kaldığı üzerinde duruldu. Hayvanlara yedirilecek saman ve arpa konusunda bu yıl sıkıntı yaşanabileceği belirtildi.

Gece iyice ilerlemişti. Kalkmanın vakti gelmişti. Babam Cuma amcadan müsaade istedi. Hep birlikte ayağa kalktık. Ben hemen at arabasını hazırlamak için dışarı çıktım. Ömer abi de bana yardım için arkamdan geldi. Babamla Yusuf baba sohbetlerine devam ederek arkamızdan dışarı çıkıyorlardı. Cuma amca da arkada onlara refakat ediyordu.

Köye dönmek için araba hazırdı. Cuma amca, Yusuf Baba ve Ömer abi ile vedalaştık. Arabanın yönetimine ağabeyim geçti. Ben de arabanın arkasındaki yerimi aldım. Bu gecenin anlamı benim için önemliydi. Zira artık nişanlı birsiydim. Benim de bir ailem olacaktı. Yuvamızı sevdiğim birisi ile kuracaktım. Bu gecenin en mutlu insanı bendim. Benden sonra en mutlu olan kişi annemdi. Çok sevinçliydi. İkinci kez kayın valide olacaktı. Selma’yı o da çok beğenmiş ve sevmişti.

Eve geldiğimizde gecenin yarısı olmuştu. Hepimiz yorgun düşmüştük. Herkes odasına çekilip yarın yapılacak işler için dinlenmesi gerekiyordu. Zira yarından itibaren arpa yığınlarının köydeki harman yerine taşınmasına başlanacaktı. Saplar burada atların çektiği düğenle ezilerek başaklar saptan ayrılacak, samanlar depoya, arpalar da ambarlara konacaktı.

Ertesi gün arabanın üzerindeki kasa çıkarılarak, onun yerine ağaçtan yapılan sal konuldu. Bu işleri günlükçü olarak tuttuğumuz azaplar yapıyordu. Başlarında da ağabeyim bulunuyordu. Yığındaki saplar bir kişi tarafından anadutla arabanın içindeki azapa veriliyor o da sapları düzenli bir şekilde bir sağa, bir sola yükleyerek arabanın dengeli yüklenmesini sağlıyordu. Arabanın yükü üç metreyi bulunca saplar organla çok sıkı bir şekilde bağlanıyordu. Arpa sapları bu şekilde köydeki harman yerine taşınıyordu. Taşınma işlemi bittikten sonra atlar düvene bağlanarak, başaklar saptan ayrılıncaya kadar eziliyordu. Sapların serpildiği alan bir daire şeklindeydi. Düvene bağlanan atlar durmadan daireler çiziyordu. Atları kullanan işçi düvenin üzerine konulan bir ağaç sandalyede oturarak atları yönetiyordu. Düvenin altında çakmak taşları çakılıydı. Sapları bu çakmak taşları eziyordu. Düvenle sapları sürme işi başaklar iyice saptan ayrılana kadar devam ediyordu. Üstteki saplar iyice ezildikten sonra, ahşap yabalarla aktarma yapılarak altta kalan saplar üste alınıyordu. Bu işlem harmana serilmiş olan arpa başakları saptan ayrılana kadar devam ediyordu.

Saplar saman haline gelene ve başaklar tanelere ayrıldıktan sonra, sıra tapanla harman yerinin en ucuna kadar çekilmesine geliyordu. Bu iş de yine atlarla yapılıyordu. Düvenden çözülen atlar bu kez koşumlarla tapana bağlanıyordu. Bir kişi atları yönetirken iki kişi de tapanın her bir ucuna binerek saman ve başaklarla karışık olan ezilmiş sapların yerden toplanması için ağırlık yapıyordu. Düvenlerle ezilmiş olan saplar tapan aracılığı ile bir yığın haline getiriliyordu. Bu yığınlara çej deniliyordu. Bu yığınlar yapıldıktan sonra sıra tana ile samanın birbirinden ayrılmasına geliyordu. Bu da akşamüzeri çıkan kara yel aracılığı ile yapılıyordu. Yabalar aracılığı ile havaya savrulan bu çej bu yolla başak tanelerini samandan ayrılmasını sağlıyordu. Zira havaya savrulan saplar hafif olduğu için iki üç metre ileriye giderken, ağır olan başak taneleri yabanın yarım ile bir metre ilerisinde kalıyordu. Böylece arpa taneleri bir yerde saman da üç metre ilerde toplanıp öbekler oluşturuyordu. Saman ile başak taneleri birbirinden ayrıldıktan sonra bunların ayrı ayrı depolara taşınmasına geliyordu. Arpa daneleri çuvallara konularak ambara, saman ise yine tapan aracılığı ile samanlığın yakınına kadar taşınıyordu. Çuvallara konulan arpalar hayvanlara yedirilmek üzere ambarlara boşaltılırken, samanlar da yabalar aracılığı ile samanlığa konuluyordu. Arpa yığınlarının harman yerindeki işlemi bittikten sonra sıra buğdaylara geliyordu. Aynı işlem buğday yığınları için de tekrarlanıyordu. Harmandaki bu işlem yaklaşık iki ay sürüyordu.

Günler çabuk geçmişti. Oraklar biçilmiş, harman da sona ermişti. Ambarlarımız buğday ve arpa ile samanlıklarda samanla dolmuştu. Buğdayın ihtiyacımızdan fazlası Rakka’da satılacaktı. Arpa ve saman ise bizim hayvanlara ancak yetebilecekti.

Hasat mevsiminin bitmesi ile herkes rahatlamıştı. Anneme Selma’yı görmeye gideceğimi söylediğimde “bahanesiz olmaz” diyerek iki çuval buğdayı arabayla değirmene götürmemin daha doğru olacağını söyledi. Giderken dünürlere tereyağı ile peynir götürmemi de istedi. Ertesi günü hemen arabayı hazırlayıp iki çuval buğdayı arabaya yükledim. Annemin küplere koyduğu tereyağı ve peyniri de alarak yola çıktım. Değirmene vardığımda Cuma amca ile hanımı dışarıda oturmuş sohbet ediyorlardı. Beni görünce her ikisi de yerlerinden kalkarak bana doğru geldiler. Hoş beşten sonra annemin göndermiş olduğu tereyağı ile peynirleri kayınvalideme uzattım. Çok memnun oldu. Anneme teşekkürlerini ve selamlarını iletti. Cuma amca da çuvalları indirmeye yardım etmek için arabanın arkasına geçti. Birlikte çuvalları indirip değirmenin içine taşıdık. Değirmende sıra yoktu. Hemen buğdayları depoya boşaltıp işe başlayabileceğini söyledi. Yarım çuvalı değirmenin deposuna boşalttıktan sonra birlikte dışarı çıkıp sohbet etmeye başladık. Hasat mevsiminden başlayıp tüm tanıdıkların durumunu anlattıktan sonra hanımına birer kahve yapmasını istedi. Bu aslında bir bahaneydi. Kahve bahanesiyle Selma’nın değirmene gelmesini istemişti. Hanımı eve gidip kahveyi pişirecek, Selma da getirecekti. Böylece Selma ile birbirimizi görmüş olacaktık.

Değirmen taşı gürültülü bir şekilde dönmeye başladığına depodaki buğdayın bitmesini beklemek için birlikte dışarı çıktık. Değirmenin kapısının yan tarafında bulunan ağaçtan yapılmış oturaklara oturup Cuma amca ile kaldığımız yerden sohbete devam ettik. Cuma amca biraz Türkçe, ben de biraz Arapça konuşabiliyordum. Yani birbirimize ne demek istediğimiz anlaşılıyordu.

Eylül ayının ılık bir günüydü. Yukarıdan değirmen suyunun, aşağıdan da Beliğ ırmağının serin havası geliyordu. Biraz sonra tahmin ettiğim gibi Selma elinde bir tepsi ile göründü. Tepside iki fincan ve yanında iki bardak su bulunuyordu. Tepsiyi önce babasına sonra da bana uzattı. Bu sırada ikimizin gözleri de çakıştı. Fakat bu an çok kısa sürdü. Zira babasının yanında bakışları devam ettirmek geleneklere aykırı ve ayıp sayılıyordu. Zaten Selma da fazla beklemeden tepsisiyle eve doğru hareket etti. Biz Cuma amca ile kesik kesik de olsa sohbetimize devam ettik. 

İkindi vaktine doğru iki çuval buğdayımız un haline gelmişti. İki çuvalın un haline getirilmesinin bedeli bir Çinik buğdaydı. Ben bunu ayırıp değirmenin bir kenarına koymuştum Fakat daha sonra onun yerinde olmadığını gördüm. Bunu biraz çekinerek, Cuma amcaya sordum. O da bana onu da un haline getirmek için değirmenin deposuna boşalttığını, akraba olduğumuzu belirterek bunun için ücret almanın geleneklerine aykırı olduğunu söyledi. Bu sözlerden sonra ben öğütme bedeli olan ücretin alınmasını tekrar etmekten çekinerek, teşekkür ettim. Herhalde benim kendilerine getirdiğim tereyağı ve peynire bu şekilde karşılık vermiş oluyorlardı.

Un çuvallarını arabaya yükledikten sonra Cuma amca ile vedalaşarak köye doğru hareket ettim. Güneşin etkisi kaybolmuştu. Artık akşam vakti yaklaşıyordu. Atları fazla sıkıştırmadan yol aldık. Zaten köyle değirmen arası yarım fersah uzaklıktaydı. Güneş batmadan eve varacağımı hesaplıyordum.

Köyümüz olan Huzeyme’deki evimize geldiğimde, bir atın girişteki ağaca bağlı bir şekilde bağlı olduğunu gördüm. Araba sesi üzerine, ağabeyim ve annem evin dışına çıkmışlardı. Beni görünce erken geldiğimi söylediler. Ben de değirmende sıra olmadığını, bu nedenle işim bitince hemen yola çıktığımı ve Cuma amca ile eşi Hacer ananın selamlarını ilettim. Tereyağı ve peynir için de teşekkür ettiklerini söyledim. Dışarıda bağlı duran atın kime ait olduğunu sorduğumda çoban Cafer abinin geldiğini belirttiler. Cafer abi Haydar kethüda ile Malatya sancağına gönderilen çobanlardı. Arapgir ve Kırmıran nahiyelerinde bize kalacak yer bakmaları için gitmişti. Cafer abinin gelmesi bizim Huzeyme’den ayrılma vaktinin bir işaretiydi.

Ağabeyimle un çuvallarını indirip, un ambarına boşalttıktan sonra biz de misafir odasına geçtik. İçeride babam ve çoban Cafer abi sohbetlerine devam ediyordu. Selam verip Cafer abiye “hoş geldin” dedikten sonra divanın bir tarafına geçip oturdum. Cafer abinin konuşmalarında Kırmıran ve Arapgir nahiyelerinde yer alan ve akrabamız olan Meşeli köyü civarında dört oba için yer bulduklarını diğer obaların Tercan ve Misis tarafına gitmesi gerektiğini, zira orada birçok yaylanın boş olduğunu öğrendiğini tekrar ederek koyun sürümüzün yayılacak alanlar hakkında bilgi vermeye devam etti. Babam ve ağabeyim Cafer abinin anlattıklarını can kulağı ile dinliyorlardı. Babam Haydar Kethuda’nın nerede kalacağını sorduğunda;

--Ben buraya hareket ettiğimde Kırmıran’daki Meşeli köyündeydi. Ama bir ay içinde Arapgir’deki Meşeli obasının kışlağına geçip, bizi orada bekleyecek. Ben orayı biliyorum. Sizi oraya ben götüreceğim. Fakat oradaki yaylaklar bütün koyunlarımıza yeterli olmaz. En az yarısını elden çıkartmamız gerekecek.

Cafer abinin bu sözlerinden ve önceki konuşmalarında hangi obaların Meşeli köylerine, hangilerinin Misis’e gideceklerinin belirlendiğini anladım. Cafer abi Meşeli köyü civarındaki yaylak ve kışlakların çok güzel olduğunu, bütün dağ ve tepelerin ormanla kaplı olduğunu, suyun bol olduğunu, dolayısıyla sürülerin yayılması için elverişli bir bölgeye yerleşeceklerini sık sık vurguluyordu. Cafer abinin anlattıklarını babam başıyla memnun olmuş bir şekilde onaylıyordu.

Huzeyme’den sonra gideceğimiz yer belli olmuştu. Üç yıl sonra Huzeyme’den ayrılacaktık. Ancak önümüzde yapılacak işler vardı. Benim düğünümün yapılması, sürüdeki koyunların yarısının satılması ve yeni çadırların alınması gerekiyordu. Ancak tüm bunların dışarıya yansıtılmaması gerekiyordu. Zira gidişimizden kimsenin haberinin olmaması en önemli konuydu. Cafer abinin getirdiği bilgilerin aşiretteki oba beyleri ile paylaşılıp, bir an önce planlanması gerekiyordu.

Babam iki gün sonrası için oba beyleri ile toplantı yapılacağının iletilmesi için ağabeyimi görevlendirdi. Bana da yarın için Yusuf Babaya gideceğimizi söyledi. Yusuf Baba Fatmalı oğulları obası ile birlikte kalıyordu. Kendisi Ehlibeyt mensubu bir Seyyid- i Sadat idi. Onunla görüşüp hem son gelişmeleri aktarmak hem de benim düğün günümü kararlaştırmak istiyordu. Zira düğünden önce dini nikahın kıyılması gerekiyordu. Bu nikahı kıyacak olan da Yusuf Baba idi.

Babamla birlikte bizim kuzey batımızda yer alan Fatmalı obasına doğru hareket ettik. Bize yaklaşık yarım fersah uzaklıktaydı. At üzerinde gittiğimiz için fazla bir zamanımızı almayacaktı. Biz Fatmalı obasına vardığımızda güneşin sıcaklığı etkisini daha yeni hissettirmeye başlamıştı. Babam Yusuf Babanın kaldığı evi biliyordu. Hiç kimseye sormadan evin önünde atlarımızdan indik. Çocuklar evin önünde kale oyunu oynuyorlardı. Oyunu bırakıp bize doğru yaklaşmaya başladılar. Babam onlara dönerek;

--Yusuf Baba evde mi? Diye sordu.

Evde olduğunu öğrendikten sonra birlikte evin kapısına doğru yürümeye başladık. Tam o sırada Yusuf Babanın hanımı duyduğu ses üzerine dışarı çıkmıştı. Babamı tanıdığı için hemen eve buyur etti. Yusuf Babanın evde olduğunu söyledi. Bizim konuşmalarımız üzerine Yusuf Baba yalın ayak kapıya kadar gelmişti. Kısa bir selamlaşma ve sarılmadan sonra içerdeki misafir odasına geçtik.

Babam son gelişmeleri kısaca Yusuf Babaya anlattı. Huzeyme’den göç edilmesi gerektiğini o da onayladı. Babam Oba Beyleri ile de toplantı yapıp, göç gününü kararlaştıracaklarını söyledi. Arkasından benim düğünümün bir an yapılması gerektiğini, kendisinin de düğüne davetli olduğunu söyledi. Nikah için ne zaman müsait olabileceğini sordu. Yusuf Baba da önümüzdeki hafta Cuma günü müsait olacağını belirtti. Babam da bunun üzerine düğünün de Cumartesi günü başlayıp, Pazar günü de gelin almaya gidebileceklerini ifade etti. Yusuf Baba onu da onayladı. Bu konuşmalardan sonra Yusuf Babanın hanımı Zehra Ana elinde bir tepsi ile içeriye girdi. Tepside Yemen kahvesi vardı. Odanın içini mis gibi kahve kokusu aldı. Tepsiyi önce babama, sonra Yusuf Babaya, sonra da bana uzattı. Kahvelerimizi yudumladıktan sonra babam müsaade isteyip yola çıkmamız gerektiğini, zira Oba beyleri ile yapılacak toplantının hazırlıklarına başlayacaklarını söyledi. Yusuf Baba kalmamız için ısrar ettiyse de babam bir an evvel işe koyulmamız gerektiğini, başka bir zaman daha uzun süre ile sohbete devam edebileceklerini belirtti. Yusuf Baba ve Zehra anayla vedalaştıktan sonra atlarımızı çözüp, köyümüze doğru yola çıktık.

Eve geldiğimizde, babam annem ve yengemi çağırarak yarın için büyük misafir odasının Oba beyleri yapacağı toplantı için hazırlanmasını, bir koçun şimdiden kesilerek etinin sabaha kadar dinlenmesini daha sonra da yemeklerin yapılmasını söyledi. Annem ve yengem “tamam” deyip hemen hazırlıklara başlayacaklarını, yarın akşama kadar tüm hazırlıkları tamamlayacaklarını belirttiler.

Ertesi gün akşam hava kararmaya başlayınca Oba Beyleri gelmeye başladı. Köseoğlu, Fatmalı, Göbel oğulları, Kaçaroğlu, Ağcalu, Tecerli, Tanburacalı, Avcılı, İncili, Alamaslı ve Meşeli Oba beyleri misafir odasındaki yerlerini aldılar. Misafirlere önce kahve ikram edildi. Daha sonra da yer sofraları hazırlandı. Sohbet devam ederken babam beyleri sofraya buyur etti. Babamın yanında ağabeyim Durak da bulunuyordu. Ben de annem ve yengeme yardım ediyordum. Yemekler yenildikten sonra, babam göç olayını nedenlerini ve yapılması gerekenleri bir kez daha anlattı. Oba beylerinin hepsi babamın tüm sözlerini ve planını onayladıklarını belirttiler. Toplantı bittiğinde bütün oba beylerini ve mensuplarını düğüne davet etti.

Sayılı günler çabuk geçiyordu. Benim heyecanla beklediğim düğün vakti de gelmişti. Cuma akşamı Yusuf Baba ile birlikte ailece Cuma amcanın evine doğru hareket ettik. Kısa bir hoş beşten sonra Yusuf Baba beni ve Selma’yı karşısına alarak dua etmeye başladı. Arkasından da dini nikahımızı kıydı. Gece yarısına yakın müsaade isteyerek Cuma amcanın evinden ayrıldık. Yusuf Babayı obasına bıraktıktan sonra köyümüze döndük. Hepimiz yorgun düşmüştük. Sabah da düğün hazırlıkları için erkenden kalkmamız gerekiyordu. Herkes uyumak üzere odasına çekildi.

Düğünümüz çok güzel geçti. At yarışları, güreşler yapıldı. Babam otuz koyun kestirmiş, annem, yengem ve komşuların hanımları da kazanlarda yemekler pişirmişti. Herkes çok eğlendi. Oba Beyleri Selma ile beni tebrik edip mutluluklar dilediler. Arkasından da kimi altın gerdanlık taktı. Kimi de kolye ve yüzük hediye ettiler.

Obaların göç zamanı gelmişti. Rakka ve Belih’tn gelen tüccarlar satın aldıkları koyun ve keçileri çobanları eşliğinde pazarlara götürmek için obaları tek tek geziyorlardı. Piyasası altmış akçe olan koyun ve keçiler elli ile elli beş akçeden gidiyordu. Satma gerekçelerini ise gizlemek için bu sene kuraklık nedeniyle hayvanlarına yedirecek ot ve arpanın az olmasını söylüyorlardı. Bütün oba beylerine verilen talimat böyleydi. 

Fazla olan koyun ve keçiler satıldıktan sonra sırası gelen obalar eşyalarını toplamaya başladılar. Eşyalarını arabalara, develere ve eşeklere yükleyenler hemen yola çıkıyordu. Biz en son gidecektik. Hangi obanın nereye gideceğini babam ve Cafer abi belirlemişlerdi. Bizim aile Kırmıran köyünün yaylaklarına gidecekti. Kaçarlı, Meşeli, Köseoğlu ve Fatmalı obalarına mensup bazı aileler de bizimle gelecekti. Diğer obaların bir kısmı da Arapgir’deki Meşeli köyüne, geriye kalan büyük çoğunluğu ise, Tercan ve Misis yaylaklarına gidecekti.

Arapgir, Tercan ve Misis bölgesine gidenlerden sonra köyümüz bayağı sessizliğe bürünmüştü. Köpek sesleri bile azalmıştı. On gün içinde bizim de yola çıkmamız gerekiyordu. Zira yağmur ve kar mevsimi gelmeden Kırmıran’daki yerleşeceğimiz yaylaya bizim de bir evvel gitmemiz lazımdı. Koyun ve keçi sürümüzün yarısını bizim de elden çıkarmamız gerekiyordu. İki gün içinde celeplerin köyümüze gelmesi için babam Belih’teki tüccarlara haber gönderdi. Tüccarlar gelene kadar diğer hazırlıklarımıza başladık. Üç sene önce yenilediğimiz evleri terk edecektik. Huzeyme köyü tamamen boşalacaktı. Oysa, o kadar emek ve masraf yapmıştık. Ama Şammar ve Eneze aşiretleri ile uğraşmak çok zordu. Hem çok kalabalıktılar hem de iyi silah kullanıyorlardı.

En sonunda Huzeyme’yi terk ediyorduk. Sürü çobanları ile birlikte ben olacaktım. Evin eşyalarını, çadırları ve diğer aletleri de biz birlikte götürecektik. En ağır yükler develerde, hafif olanlar da atlara ve eşeklere yüklenecekti. Babam, annem, ağabeyim, yengem ve yeğenim at arabası ile gideceklerdi. Yolda bizi çevirirler ise, biz yaylaya, babamlar da Rakka’ya alışverişe gideceklerini söyleyeceklerdi.

Eylül ayının sonlarına yaklaşmıştık. Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Biz çobanlarla ve Cafer abi ile birlikte sürüde kalan koyun ve keçileri bir araya getirip yola çıktık. Sürünün en önünde eşeği ile Cafer abi vardı. Çünkü hem gidilecek yolu o biliyordu hem de zaptiyeler soru sorduğunda verilecek en iyi cevapları o verebilirdi. Babamlar da akşamüzeri yola çıkacaklardı. Mola verilecek yerlerde buluşup tekrar yola devem edecektik.

İlk iki gün yolculuğumuz çok sakin ve rahat geçti. Ancak, Rakka’ya yanaştığımızda zaptiyeler bizi sıkıştırmaya başladılar.

“Nereye gidiyorsunuz?”

Bu sorulara Cafer abi muhatap oluyordu. Onlara Belih’te kuraklık olduğunu, hayvanları beslemek için otlak alanlara gittiğimizi söylüyordu. Fakat bu cevaplar ilk zamanlar dikkat çekmemişti. Fakat aşiretlerin bütün eşyaları ile yaylaya çıkması da pek görülmüş bir uygulama değildi. Dolayısıyla, bizden şüphelenmeye başlamışlardı. Sonradan öğrendiğimize göre, bu durum Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya da iletilmiş. Beylerbeyi de durumun araştırılmasını istemiş. Bu haberin bize gelmesinden sonra Cafer abi yol güzergahını değiştireceğini babam iletmemi istedi. Babamlar bizden bir fersah ilerideydiler. Ben, Cafer abinin kararını babamlara iletmek üzere atımla hemen yola çıktım. Yarım saat sonra babamları bir pınarın başında ağaç gölgesinde mola vermiş olarak buldum. Ona son durumu anlattım. Bunun üzerine babam:

--Siz dağdan giden yolu takip edin. Ana yoldan gitmeyin. Biz anayoldan gitmeye devam edelim. Ancak, aksi bir durum olursa beni haberdar edin olur mu?

Babamın bu sözlerini Cafer abiye ilettim. O da bunu onayladı. Ve bütün çobanlara dağ yoluna yönelmemizi iletmemi istedi. Ben de Cafer abinin bu talimatını çobanlara söyledim. Onlar da hemen sürünün yönünü değiştirerek dağ yoluna yöneldiler.

Huzeyme’den ayrılalı bir aydan fazla olmuştu. Dağ yolu kestirmeydi. Ancak çok dar geçitlerden ve vadilerden geçmek zorunda kalıyorduk. Ormanlık alanlardan sürüyü takip etmek de zor oluyordu. Neyse ki köpeklerimiz hemen yardıma koşuyordu. Onların yardımı ile sürüyü daha çabuk toplayıp, yolumuza devam edebiliyorduk. 

Ekim ayının ortasına doğru Mişelli köyünün bulunduğu yaylaya gelmiştik. Geniş bir düzlükte mola verdik. Cafer abi köyün muhtarı olan Köseoğlu Mehmet Bey’e haber vermek üzere bizden ayrıldı. Köy karşıdan görünüyordu. Onların sürüleri de karşı tepedeki otlaklarda yayılıyordu.

İkindi üzeri Cafer abi eşeği ile göründü. Selam verdikten sonra babamların dört gün önce Mişelli’ye geldiklerini ve Muhtar Köseoğlu Mehmet’e misafir olduğunu söyledi.

--Akşamüzeri Muhtar ile gelip bize ayrılan yerleri gösterecekler. Çadırlarımızın yerlerini, ahılları nereye yapacağımızı belirleyecekler.

Burada bizi yeni bir hayat bekliyordu. Köyün yeri ve yaylası çok güzel ve genişti. Suyu da boldu. Her taraf meşe ağaçları ile doluydu. Sürünün yayılacağı alanda ot da boldu. Rakka’nın o çöl ikliminden ve sıcağından kurtulmuştuk. Ama aşiretimiz maalesef kırk parçaya ayrılmıştı. Zaptiyeler bizi burada rahat bırakacaklar mı, o da belli değildi.

Obalarımız belirlenen yerlere yerleşmeye ve çadırlarını kurmaya başladılar. Civar köylerdeki aşiretler de bizim Mişelli’ye geldiğimizden haberdar olmuştu. Mişelli Çemişgezek sancağına bağlıydı. Bu sancakta iki büyük aşiret bulunuyordu. Biri Milli aşiretine bağlı obalar, diğeri de Cihanbeyli’ye bağlı Parçikanlı ve Zeyveli oymakları bulunuyordu.

Bir ay sonra Çemişgezek sancağının zaptiyeleri Muhtar Köseoğlu Mehmet Bey’i sıkıştırmaya başladılar. Bizim Rakka’da firar ettiğimizi haber almışlar. Bizi tekrar geldiğimiz yere göndermek üzere karar alınmış. Babam bu haberi öğrenir öğrenmez, bütün oba beylerine haber vererek, çiftçiliğe başlayacağımızı, bunun için araç gereç alınması talimatını verdi. Eğer zaptiyeler gelirse, burada hem çiftçilik yapacağımızı hem de hayvan besleyeceğimizin söylenmesini istedi. Zira yerleşik düzene geçtiğimizi görürlerse, bizi Rakka’ya göndermekten vaz geçebileceklerini düşünüyordu. Bunu bazı aşiretler denemiş ve başarılı da olmuşlardı. Babam da bunu tekrar etmek istiyordu.

Babam Çemişgezek Subaşısının bölgeyi gezmeye geleceğini haber alınca hemen Muhtar Köseoğlu Mehmet ile birlikte Subaşı’yı ziyarete gideceğini söyledi. Bana da en iyi koçlardan iki tanesini ayırıp arabaya yüklememi ve beş tulum da peynir hazırlamamı söyledi. Babamın dediklerini hemen yerine getirdim. Ben hazırlıkları yaptıktan bir gün sonra Babam da arabaya binerek köye doğru yola çıktı.

Babamın Subaşı Hasan beyi ziyareti işe yaramıştı. Durumu Sancak beyine iletip, bizim yerleşik düzene geçtiğimizi ve vergilerimizi ödeyeceğimizi söyleyecekmiş. Babamın sözleri Subaşı’yı da memnun etmiş. O da Sancak Beyini ikna etmek için elinden gelen her şeyi yapacağını söylemiş. Muhtar Köseoğlu Mehmet’in bizimle akrabalık ilişkisini anlatması ve kefil olması da Subaşı üzerinde etkili olmuş.

Mişelli’ye geleli iki aydan fazla olmuştu. Havalar soğumaya başlamıştı. Babam oba beylerine kerpiç evlerin inşası için talimat verdi. Kırmır nahiyesinde kerpiç döken ocaklar varmış. Oradan kerpiç temin edilerek, ahşap evlerin yapılması için acele edilmesini istedi. Bu evleri yapmamızın burada kalıcı olmamızı göstermesi bakımından Sancak Beyi üzerinde de etkili olacağını düşünmüştü.

Babamın talimatından bir ay sonra bütün obanın kerpiç evleri hazır olmuştu. Çadırlardan kerpiç evlere geçmiştik. Benim de ayrı bir kerpiç evim olmuştu. Selma ile ilk defa kendimize ait bir evimiz olmuştu. Bu evimizde daha rahat bir yaşam bizi bekliyordu. Yeni doğacak çocuklarımızla burada birlikte olacaktık.

Çok sert bir kıştan sonra, Mart ayının sonuna doğru güneşin yüzünü daha fazla görmeye başladık. Vergi memurları da oba ve köyleri dolaşmaya ve sayım yapmaya başladılar. Bizim obalarda da sayım yaptılar. Babam tüm oba beylerine vergilerin eksiksiz yatırılmasını istedi. Fatma oğlu obasından Hüseyin bu görevi üstlendi. Tüm obalara çıkan vergileri toplayıp kayıt altına aldıktan sonra Çemişgezek sancak beyliğine teslim etmek üzere üç kişilik bir korumayla yola çıktı. Hüseyin abi iki gün sonra obaya döndü ve babama vergileri yatırdığını, herkesin belgesini oba beylerine verdiğini söyledi.

Bir hafta sonra Muhtar Köseoğlu Mehmet bize misafir oldu. Bir gün önce Çemişgezek’e gittiğini ve Sancak beyi ile görüştüğünü söyledi. Vergilerin erkenden ödenmesi sancak beyini çok memnun etmiş. Sancak beyi, Dersaadete burada kalmamız için olumlu görüş bildirecekmiş.

Yıllar çabuk geçiyordu. Mişelli’ye geleli on beş yıl olmuştu. Bu yıllar içinde önce babamı, sonra da annemi kaybettik. Aşiretin yönetimi ağabeyime geçti. Benim iki oğlum bir kızım oldu. Büyük oğlumun ismi Hasan, küçüğün ismini Ali koyduk. Kızımın ismini ise eşim Selma, Bergüzar olmasını istedi. Onun dediği oldu. Hasan on üç yaşına geldiğinde onu Çemşişgezek sancak merkezindeki Yeniçeri ocağına yazdırdık. Orada altı yıllık eğitimden sonra görevine başlayacak. Onu Yeniçeri ocağına götürürken Yusuf Babanın büyük oğlu Musa Babanın dualarıyla uğurladık.

Hasan, İnşallah bize iyi bir evlat, ülkemize ve devletimize de faydalı bir asker olur. Onu, önce yeniçerilerin bir Odabaşısı, sonra Subaşı, sonra da ordu komutanı bir Paşa olarak görürüz. Tabi ki sağlığımız ve ömrümüz yeterse. Dualarımız onunla olacak…

Yazan: Hamdullah Dedeoğlu

28.08.2025.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Popular