24 Şubat 2024 Cumartesi

EHLİ BEYT DOSTLARI NEREDE KALDI?

 

 EHLİ BEYT DOSTLARI NEREDE KALDI?

Gönül bahçemizde,

Ehli-Beyt dostları vardı.

Şimdilerde arayanımız, soranımız kalmadı.

Neredeler? neredeler?

 

Zor günümüzde, Bağdat'tan ses veren vardı.

Başlarında, Kanber Ali Sultan vardı.

Halifenin yüzüne zulmü haykırırdı.

Zalim Haccac, onu bize bırakmadı.

 

Sıffin'de, Zülfikar'a destek vardı.

Başlarında Veysel Karani vardı.

Ehl-Beyt yolunda canını verdi

Hileciler, onu bize bırakmadı.

 

Kerbela'ya, Horasan'dan yardım vardı.

Başlarında Müslim ve oğlu vardı.

Şimir'in ordusuna meydan okudu.

Katil Yezid, onu bize bırakmadı.

 

Ehli-Beyt dostları insanlık için vardı.

Hak, adalet olsun diye vardı.

Zalimler onları bize bırakmadı.

Ehli-Beyt dostları nerede kaldı.

Nerede kaldı! Nerede kaldı!

 

Yazan:Aşık DEDEOĞLU 

06.06.2017.

 

 

 

 

 

 

15 Şubat 2024 Perşembe

ŞEYHÜLİSLAM EBUSSUD YUNUS EMRE İÇİN DE İDAM HÜKMÜ VERMİŞ


 ŞEYHÜLİSLAM EBUSSUUD YUNUS EMRE İÇİN DE İDAM HÜKMÜ VERMİŞ

Osmanlı döneminin en tanınmış Şeyhülislam’larından olan Ebussuud, sadece Kızılbaş (Alevi) Türkmenlerin katli için fetva vermemiş. Yunus Emre onun döneminde yaşasaymış, söylediği ilahileri nedeniyle, onun da öldürülmesinin şeriata “uygun” olacağını söylemiş. Şeyhülislam’ın Yunus Emre hakkındaki bu fetvasını okuyunca, “ iyi ki, Yunus Emre onun döneminde yaşamamış. Yoksa, onun da kellesi gidecekmiş” diyeceksiniz.

Katliam fermanlarıyla meşhur bu şeyhülislam Ebussuud kimdi? İslam inancı neydi ? Verdiği fetvalarla hangi sonuçlara neden olmuştu? Bu makalemizde bu konudaki görüşümüzü açıklayacağız.

Ailesi, Çorum sancağına bağlı İskilip kazasında olan Ebusssud, 1490-1573 yılları arasında yaşamıştı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde 21 yıl, İkinci Selim zamanında yedi yıl Şeyhülislamlık yapmıştı. Şeyhülislamlığı boyunca, kendisiyle aynı düşüncede olmayan ve islam dinini farklı yorumlayanlara karşı çok sert ve acımasız fetvalar vererek katledilmelerine neden olmuştu. Onunla soru-cevap olarak hazırlanan bazı fetvalarından örnekler verdikten sonra, biz de kendisi hakkında yorumlarda bulunacağız. Soru ve cevaplar çok uzun olduğundan, özünü bozmadan kısaltarak vereceğiz. Böylece, Ebussud’un din anlayışının ne olduğu ortaya çıkmış olacaktır. Şeyhülislam'a yöneltilen sorular şöyle:

SORU: " Birisi, “ Hallacı Mansur Şeriata göre kafir olduysa, gerçeğe göre de en yüce mümindir. Gerçekten de Hallac’ın davası doğrudur” dese ve inancı da bu yönde olsa bu kişiye ne yapılır ?

CEVAP: Hallacı Mansur’a yapılan yapılır. (Yani katledilir)

SORU: Bir müslüman diğer bir müslümana cima kastıyla dinine, imanına, ağzına sövse ne olur ?

CEVAP: Kafirdir, Katli helaldir.

SORU: Bir kişi diğerini şeriat yoluna çağırsa, diğeri de, “ sana da şeriata da lanet” dese, ne yapmak gerekir ?

CEVAP: Bunu söyleyen kafirdir, dolayısıyla öldürülmesi şarttır.

SORU: Tarikat kesiminin önderlerinden bir vaiz ( Melami Şeyhi İsmail Maşuki) camilerde ve kürsülerde açık açık ibadet niyetine raks ve devran etmek helaldir. Bunun helal olduğu ayetle ve hadisle kanıtlanmıştır. ..... Raks da namaz gibidir. Allah’ı ayakta iken, otururken, yatarken de anabilirsiniz. ...Peygamber de raks etmiştir dese ne olur ? "

CEVAP: Büyük peygambere raks etti demek küfürdür. Çünkü raks aşağılık insanların işidir. ...Bunlar kafir olmuşlardır. Şiddetle cezalandırılmalıdırlar. .... Bu suçlarında direnirlerse  dinsizdirler. Mutlaka öldürülmeleri gerekir. (Melami şeyhi bu nedenle, Ebussuud’un da içinde bulunduğu Şeriat mahkemesince yargılanmış ve asılarak idam edilmiştir)

YUNUS EMRE VE KIZILBAŞLAR HAKKINDA İDAM FETVASI

SORU: Bir Tekkenin mescidinde, tevhid ederken, (tanrısal şiirler okurken) “Cennet, cennet dedikleri bir ev ile bir kaç huri, İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni. (Yunus Emre)” biçiminde beyitler okusa, ne yapmak gerekir ?

CEVAP: Bunların halleri ve sözleri tam anlamıyla fuhuş olduğu gibi, cennet hakkında dedikleri kötü sözler de açık bir küfürdür. Bu kişilerin öldürülmeleri yasalara uygundur.

SORU: Kızılbaş topluluğunun (Alevilerin) dine göre topluca öldürülmesi helal midir ? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler şehit olur mu ?

CEVAP: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. (Yalana bak-Kur'an'da böyle bir ayet mi var. Bre cahil-Kur'an'ı   bilmediği de belli oluyor) Bu, en büyük, en kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur.

SORU: Kızılbaşlar, Şii olduklarını (Ehli Beyt taraftarı demek istiyor) söylüyorlar. “La ilahe illallah” diyorlar. Kendilerine karşı uygulanan bu ölçüde şiddetin nedeni nedir ?

CEVAP: Onlar Şii değildir. Zaten “ yetmiş üç yoldan ehli sünnet dışındakiler yanacaktır “ diyen peygamberimiz durumu aydınlatmıştır.(öyle bir hadis yok uyduruyor) Kızılbaşlar yetmiş üç yolun tam olarak hiç birinden değildirler.
...... O zalimler (kızılbaşlar-Aleviler), ulu Kur’an’ı, kutsal şeriatı ve islam dinini hafife almakta, dinsel kitaplara söverek, ateşe atmaktadırlar. (Yalan ve iftiraya bak-bu kadarına da pes doğrusu)

......Kızılbaşların, büyüğü küçüğü ile kentleri ve eserleriyle yok edilmeleri şarttır. Bunların kafir olduğundan kuşku duyanlar da kafir olur.

....... Kızılbaşların öldürülmeleri diğer kafirlerin yok edilmelerinden daha önemlidir. "

Şeyhülislam Ebussuud “efendi” nin verdiği fetvalardan bazılarının içeriğini bozmadan kısaltarak bilginize sundum. Şimdi bu sözde din adamına, hele de, bir devletin Şeyhülislam’lık makamını yirmi sekiz yıl işgal eden birine ne demeliyiz ? Cahil mi, yalancı mı, sahtekar mı, kan emici mi, ne demeliyiz ? Bana göre hepsini hak ediyor. Kızılbaşların Kutsal kitaba sövdüğünü ve ateşe attığını iddia ediyor. Tamamen yalan ve iftiraya dayanan bir karalama propagandası yapmaktadır.Sen nasıl din adamısin? Din adama hiç yalan söyler mi? İftira eder mi? 

Bu sözde din adamı, Def eşliğinde ilahiler söyleyen Melami şeyhi İsmail Maşuki hakkında idam kararı vermesi ile, din konusunda ne kadar cahil ve bilgisiz olduğunu söylemeye gerek bile duymuyorum. Yine Yunus Emre’nin ilahileri nedeniye idam edilmesi gerektiğini söylüyor. 16. Yüzyılda Osmanlı’ya Şeyhülislamlık yapan biri meğerse, bugünkü deyimle tam bir İŞİD militanıymış. İşid militanı, halkın üzerinde tam bir terör estirmiş. Bu düşünceye sahip bir Şeyhülislam’ın fetva verdiği ülkede, kültür, edebiyat, sanat gelişebilir mi ? Böyle bir ülke yenilikleri yakalayabilir mi ? Yeni icatlar ve keşifler yapabilir mi ?

KILAVUZU EBUSSUUD OLANLAR

Şeyhülislam’ın yaşadığı yüzyılda Avrupalılar, rönesans hareketini başlatmış, yeni ülkeler ve kıtaları keşfetmek için büyük gemiler inşaa ediyorlardı. Bizim Şeyhülislam’da, önüne gelene “ kafir” “dinsiz” diyerek, ölüm fetvaları vermektedir. Osmanlı’yı perişan edenler de bu düşüncede olanlardı. Bütün yeniliklere “ gavur icadı” diyenler de bunlardı. Ebussud’u övüp göklere çıkaranlara tarihi bir kez daha incelemelerini ve bilimsel metotlarla analiz yapmalarını öneriyorum. Bunu yaptıklarında çıplak gerçeği daha iyi göreceklerdir. Aksi taktirde İŞİD gibi emperyalistlerin yedek gücü ve piyonu durumuna düşerler. Ebussuud ve onun düşüncesinde olanlar, Osmanlı’ya yarar değil, zarar vermiştir. Osmanlı’nın rönesansı ve sanayi devrimini atlamasının en büyük nedeni de bu düşünceye sahip olanlardır.

Saygılarımla.
19. 07. 2018
Hamdullah Dedeoğlu

Kaynak: Alevilik ile ilgili Osmanlı Belgeleri
Derleyen:Baki öz, Can yayınları

* Şeyhülislam'ın bugünkü karşılığı Diyanet İşleri Başkanlığıdır.





EHLİ BEYT İSLAMI FETİHÇİ Mİ, TEBLİĞCİ Mİ ?

EHLİ-BEYT İSLAMI FETİHÇİ Mİ, TEBLİĞCİ Mİ?

Kamuoyunda “radikal İslamcı” olarak tanınan EL KAİDE, İŞİD, BOKO HARAM gibi örgütler eylemlerini “cihat” olarak gösterip, katliam ve saldırılarına devam etmektedirler. İslam dininde meşru savunma dışında insanların öldürülmesi konusunda ne denilmektedir? Din adına silahlı “cihat” eyleminde bulunanların gerekçeleri KUR’AN’A uygun mu? Hz. Peygamber ve Ehli Beyt mensupları İslam'ı fetihçilikle mi, yoksa tebliğle  mi yaymışlardı? Bu makalemizde bu sorulara cevaplar vereceğiz.

İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed, kendisine İslam’ı yayma görevi verildiğinde ilk tebliğini akrabalarına, Haşim’i ailesine yapmıştı. Bu toplantıda, kendisine ilk inanan Hz. Ali olmuştu. Diğerleri eski inançlarını terk etmemişlerdi. İslam’ı tebliğ etme 610 yılından başlamış, 622 yılına kadar Mekke’de devam etmişti. On iki yıllık süre içinde, hatırı sayılır oranda bir topluluk İslam dinini kabul etmişti. Mekke yönetimini elinde bulunduran tefeci-tüccar sınıfı, İslamiyet’in putları reddetmesini, hak ve adaleti savunmasını, yetim ve yoksula gelirden pay istemesini çıkarlarına aykırı bulmuştu. Saltanatlarının bozulmasını istemeyen tefeci-bezirgan sınıfı öncelikle ikna yöntemini denedi. Bunda başarılı olamayınca, Hz. Muhammed’e bir nevi rüşvet teklif ederek, düşüncelerinde vaz geçtiği taktirde, kendisine istediği kadar kadın ve deve vermeyi teklif ettiler. Ancak, Hz. Muhammed, bunların hepsini reddetti. Kendisine vahiy olarak bildirilenleri tebliğ etmeye devam edeceğini açıktan ilan etti.

Hz. Muhammed’in Gerek Mekke’de gerekse civar bölgelerde etkili olması, bezirgan sınıfını harekete geçirdi. Ve sert önlemler almaya zorladı. Önce, İslam dinini kabul edenlere karşı baskı ve işkencelere başladılar. İşkencelerde ilk şehit olanlar, Ebu Cehil’in kölesi Yasir ve eşi Sümeyye hanımdı. İşkence ve baskıya uğrayanların çoğu yoksul ve korumasız olanlardı. Ama, buna rağmen İslam dini hızla yayılıyordu. Mekkeli yöneticiler bunu önlemek için, her kabileden birer savaşçı seçerek, Hz. Muhammed’e suikast düzenlemek istediler. Ancak, suikast başarılı olamadı. Suikastı öğrenen Hz. Peygamber Medine’ye gitmek için gece yola çıkmıştı. Yatağında da Hz. Ali yatıyordu. Takvimler Miladi 622’yi gösteriyordu.

MEDİNE SÖZLEŞMESİ

Hz. Muhammed, Medine’ye geldiğinde, kendisini destekleyen çok sayıda kabile üyesi vardı. Ancak, kendi aralarında sürekli savaşıp, çatışıyorlardı. Medine’de EVS, HAZREÇ VE YAHUDİ OLAN BENİ KAYNUKA, BENİ NADİR VE BENİ KUREYZA kabileleri bulunuyordu. Ticaret ve sanayi (kuyumculuk, dericilik, kunduracılık, hurma ticareti) Yahudi kabilelerin denetiminde bulunuyordu. Hz. Peygamber, işe Medine devletinin bir nevi anayasası olan elli beş maddeden oluşan MEDİNE SÖZLEŞMESİNİ hazırlamakla başladı. Uzun süren görüşmelerden sonra, tüm kabile yöneticileri bu sözleşmeyi kabul ettiklerini onayladılar. Bu sözleşmeyle, bütün taraflar aynı haklara sahip oluyordu. Kimse, kimsenin hakkına saldırıda bulunmayacaktı. Herkes inancında serbest olacak, dış saldırılara karşı da Medine’yi birlikte savunacaklardı. Sözleşmenin özeti buydu. Bu sözleşme Medine devletinin ANAYASASI’nı oluşturuyordu. Hz. Peygamberin Medine’ye hicret etmesi bir barış ortamı sağlamıştı. İnsanlar üzerinde İslam dininin etkisi her geçen gün artıyordu.

BEDİR SAVAŞI

Baskı ve işkenceler nedeniyle, Mekke’deki Müslümanlar Medine’ye göç etmişlerdi. Ancak, yanlarında mallarını getirememişlerdi. Mekkeli yöneticiler, Medine’ye hicret edenlerin mallarına el koymuşlardı. Hz. Peygamber Mekkeli muhacirlerle, Medineli Müslümanları “Müsahip” yani kardeş yapmıştı. Medineli Müslümanlar evlerini, yiyeceklerini kardeşleriyle paylaşmıştı. Fakat, Mekkeli yöneticilerin mallarına el koymasını da kendilerine yediremiyorlardı. Bu fikirlerini sık sık Hz. Peygamberle paylaşıyorlardı. Görüşmeler Sonunda, Ebu Süfyan yönetimindeki Mekkeli zenginlerin mallarını taşıyan kervana, Bedir kuyularında el konulması kararı alındı. Müslümanların bu eylemini Şam’dan dönen Ebu Süfyan haber aldı. Mekke’ye haber göndererek, Bedir kuyularına bir ordu gönderilmesini istedi. Kervandaki malların zarar görmemesi için de Bedir kuyularından geçmek yerine, kervanı Mekke’ye giden sahil yoluna çevirdi. Müslümanların ordusu Bedir kuyularında kervanı beklerken, Mekkelilerin ordusuyla karşı karşıya geldi. Hz. Peygamber kervanın kurtulduğunu anlayınca, savaşmaktan kaçınmıştı. Ancak, Mekkeliler ordularındaki sayısal çoğunluğa güvenerek, savaşmak istiyordu ve Müslümanların Bedir kuyularından ayrılmasına müsaade etmiyorlardı. Savaş kaçınılmaz olmuştu. Fakat, Mekkeliler hiç beklemedikleri bir hezimet yaşadılar. Müslümanlar büyük bir zafer kazandı. Savaş meydanını terk edip kaçan Mekkeliler geride çok miktarda ganimet bırakmıştı.

Bedir savaşını kısaca özetlersek, saldırı amaçlı değil, gasp edilen mallarının karşılığını almak amacıyla yapılmıştı. Yani, haklı ve meşru bir savunma savaşıydı.  Cihat ya da fetih amacını taşımıyordu.

Bir yıl sonraki UHUD (M. 625), üç yıl sonraki HENDEK (M. 627) savaşları da Medine’ye silahlı saldırıda bulunanlara karşı meşru savunma savaşlarıydı. Hayber kalesinin fethi ise, Medine sözleşmesini ihlal eden ve Müslümanlara karşı Mekkelilerle iş birliği yapan Yahudi kabilesinin tehditlerini bertaraf etmek amacıyla yapılmıştı. Bu da tamamen meşru ve haklı bir gerekçeye dayanıyordu. Zira, Kur’an’ı Kerim’de, meşru savunma dışında insan öldürülmesi yasaklanmıştı. İlgili ayetler şunlardır:

Enam suresi 151. Ayet, Araf Suresi 33. Ayet, İsra Suresi 33. Ayet, Maide Suresi 32. Ayet, Mümtehin Suresi 8. Ayet.

Hz. Peygambere ve inanlara da sadece dini tebliğ etme görevi verilmişti. (BAKARA suresi 256. ayet, ŞURA suresi 48. ayet, TEGABİN suresi 12. ayet, GAŞİYE suresi 21. 22. Ayet, Kalem Suresi 52. Ayet, Kamer Suresi 22. Ayet, Araf Suresi 188. Ayet, Yasin Suresi 17. Ayet.)

Bu ayetler, İŞİD, EL KAİDE, BOKO HARAM gibi örgütlerin iddialarını tamamen çürütmektedir. Bu örgütler, bilerek veya bilmeyerek küresel güçlere taşeronluk yapmaktadırlar. Yaptıkları eylemler de İslam’a değil, onları kullanan emperyalist güçlere hizmet etmektedir.

HORASAN VE TÜRKİSTAN’IN İSLAMLAŞMASI

Hz. peygamberin vefatından sonra, sırayla halife olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde Irak, İran, Mısır ve Suriye fetih edilmişti. Ancak, Hz. Ali bu fetihlerin hiçbirine katılmamıştı. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra, iktidarı ele geçiren Emeviler, daha sonra da Abbasiler, fetih ve yağma savaşlarını devam ettirdiler. Horasan ve Türkistan’ın fethi için onlarca savaş yapılmıştı. Arap Orduları iki yüz elli yıl savaşmalarına rağmen, Türkleri toplu olarak Müslümanlaştıramamıştı. Ne zaman ki, Emevi ve Abbasi zulmünden kaçan Ehli Beyt mensupları bölgeye sığındılar, işte o zaman İslam dinine ilgi duymaya başladılar. Ehli Beyt mensuplarının gerçek İslam dinini tebliğ etmeleri sonucunda, Müslümanlığı gönüllü olarak kabul etmeye başladılar. Bu tebliğcilerin başında Hz. Hasan’ın torunlarından  Zeyd bin Hasan ve Yahya bin Hasan ile Hz. Hüseyin'in evlatlarından 8. İmam Ali Rıza ve oğulları geliyordu. Ehli Beyt mensupları İslam’ı babalarından ve dedelerinden öğrendikleri şekliyle anlattılar. Yani, zora ve şiddete baş vurmadan sadece tebliğ yoluyla netice elde ettiler.

Kısaca özetleyecek olursak, Ehli Beyt mensupları dini tebliğ ederken hiçbir zaman baskı, şiddet ve zorbalığa baş vurmamışlardır. Zira, Kuran’daki ayetler baskı ve şiddeti yasaklıyordu.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

21.05.2018

 Kaynaklar:

-İslam Tarihi Ansiklopedisi.

-Doğuştan günümüze İslam Tarihi.

-Alevi Devletleri, Muharrem uçan, Can yayınları

-Aleviliğin Tarihi, Hüseyin Yalçın, Karahan kitabevi

 

2 Şubat 2024 Cuma

DİYANET FETÖ’YÜ ANLAYAMAMIŞ

 DİYANET FETÖ’YÜ ANLAYAMAMIŞ

Diyanet İşleri Başkanlığı, FETÖ’’nün darbe teşebbüsünden sonra nihayet harekete geçmiş. Hem Fetö hem de Daiş (İŞİD) ile ilgili kitap ve bröşürler yayınlamış. Bunu iyiye yorumlamak gerekir.  “Bir musibet, bin nasihattan iyidir.“sözü bir kez daha doğrulanmış oldu. Bunca yıl bekledikten sonra halkı ve kamuoyunu din maskeli terör örgütlerine karşı uyarmayı görevleri içinde olduğunu nihayet hatırlamışlar. Bunu olumlu bulmakla beraber, olayı kavrayış ve anlama bakımından, hala yeterli uyanıklığa sahip olmadıkları kanaatine vardım. FETÖ ve İŞİD gibi örgütlerin ortaya çıkma gerekçe ve nedenlerini tam olarak anlayabildiklerini sanmıyorum. Yayınladıkları kitap ve broşürlerde, doğru ve yanlış bulduğum tespitleri ara başlıklar şeklinde özetlemek istiyorum.

DOĞRU OLAN TESPİTLER

1-FETÖ DİN İSTİSMARI YAPMIŞTIR: “ Fetö, din kisvesi altında yalan ve hileyle yayılan, İslam’ı maddi-manevi her anlamda çıkarlarına alet eden bir sömürü sistemidir. ... İstismar, bir kimse ya da grubun iyi niyetini kötüye kullanmak, sömürmek anlamına gelir. Din istismarı, din sömürüsü yapmak, dine dair kavramlar ve değerler yoluyla insanları aldatarak, manevi veya çıkar elde etmek, yani kendi menfaatleri için dini kullanmak demektir. “(FETÖ, Din İstismarının Arkasına Gizlenen Terör Örgütü, sayfa 5-6)

2-EN BÜYÜK ZARARI MÜSLÜMANLAR GÖRMÜŞTÜR: “İslam’ı temsil ettiklerini iddia ederek, bozgunculuk yapan, kan döken FETÖ, DEAŞ, EL KAİDE, BOKO HARAM gibi terör örgütleri, en büyük zararı Müslüman toplumlara, birlik ve beraberliğimize, geleceğimize ve gençlerimize vermektedir.“ (sayfa 11)

3-FETÖ, DİNİ BİR CEMAAT DEĞİLDİR: “Dini cemaat ruhunun tamamen dışında hareket eden FETÖ mensupları, karanlık liderleri Fethullah Gülen’i ve hareketini kutsanmış kabul ederler. İddialarına göre, insanlığı kurtarabilecek yegane grup, “Altın Nesil” ya da “ İkinci Kutsiler” olarak adlandırdıkları zihinleri esir alınmış ve tek tipleştirilmiş gençlerden oluşmaktadır. Bu yüzden de kendilerini nihai amaca götüren her yolu meşru sayarlar. Soru çalma, kopya verme, rüşvet, iltimas, iftira, görevden alma, hapse atma, ortadan kaldırma, dinleme, şantaj, fişleme ve karalama gibi hukuka ve ahlaka sığmayan birçok uygulamayı gözlerini kırpmadan yerine getirmeleri, dini bir cemaat olmadıklarının açık göstergesidir.“ (Aynı eser, sayfa 13)

4- FETÖ, KULA KULLUĞU ÖĞRETİR: “Peygamber dışında bir kimseyi hatadan arınmış ve masum kabul etmek, aslında ona sorgusuz, sualsiz bağlanmayı sağlamak için üretilen bir oyundur. İslam’ın özgürleştirici yanını yok ederek, kula, kulluğu öneren; insanları ŞUURSUZ, FERASETSİZ, BASİRETSİZ, KÖR VE SAĞIR birer varlığa dönüştüren, masumiyet-günahsızlık iddiasının İslam’la uzaktan, yakından ilgisi yoktur.“ (Aynı eser, sayfa 27)

5- FETÖ ELEBAŞISININ SÖYLEMLERİ İSLAM’A AYKIRIDIR: “ Neredeyse her gün ve her an Allh’la görüştüğü iddiası, Fethullah Gülen’in hastalıklı zihin dünyasının en vahim yansımasıdır. Oysa, Kur’an’da belirtildiğine göre, Allah Teala insanlarla ancak peygamberleri vasıtasıyla konuşur. ... Hz. Peygamberle sürekli irtibat halinde olması, Meleklerle, cinlerle ve geçmişte yaşayan İslam büyükleri ile görüşme iddiası, gaybdan haber vermesi, İslam’a aykırıdır.” (Aynı eser, sayfa 47-55)

YANLIŞ OLAN TESPİTLER

1- KENDİSİNİ TEMİZE ÇIKARIYOR

“Kur’an ve sünnet ışığında sağlıklı, dengeli ve şeffaf bir din eğitimi engellendiğinde, manevi ihtiyaçlarını gideremeyen ve dini bilgi eksiği olan insanlar, istismara açık hale gelmektedir.” (Adı geçen eser, sayfa, 18)

Yukarıdaki sözler Diyanet İşleri Başkanlığına ait. Sizin görev yapmanızı kim engellemiş beyefendi? O cemaatin veya tarikatın elemanları sizden daha mı bilgili? Ya da kadroları sizden daha mı fazla? Fethullah Gülen sizin kadrolu memurunuz değil miydi? Onun konuşmalarından, yazdığı kitaplardan haberiniz hiç olmadı mı? İnsan merak edip aylık olarak yayınladıkları “SIZINTI” adlı dergisini hiç okumaz mı? Ben ilahiyatçı olmadığım halde, o dergideki yazı ve konuşmaların İslam’a aykırı olduğunu ve “ŞİRK” koştuğunu tespit ediyorum da sizin uzmanlık alanınız olmasına rağmen neden anlamadınız? Ya da anladınız da sessiz kalmayı mı tercih ettiniz? Yoksa o cemaatin hışmından mı korktunuz? Neden hatanızı kabul edip, toplumdan özür dilemiyorsunuz? Neden suçu başkalarına yüklemeye çalışıyorsunuz? 1975’den beri neredeydiniz? Çuvaldızı önce kendinize niye batırmıyorsunuz?

2-FETÖ BATINİ Mİ?, ŞİA MI, BEŞİNCİ KOL MU? : Yine, ilgili kitapçığın  23. sayfasında, Fetö’nün “Batıni” bir örgütlenme olduğu ileri sürülmektedir. Ehli-Sünneti temsil ettiğini söyleyen Nur cemaati ne zaman Batıni oldu? Olaya yanlış yerden bakılınca, tespitler de yanlış oluyor. Ama işin kolayı var. Hemen suçu başka bir mezhebe yükle, aradan sıyrıl, sorumluluktan da kaç. İşte sorun çözüldü. Olaya objektif bakmak yerine, mezhepçi gözüyle bakınca böyle oluyor. Mezhepçilik de adamın gözünü kör ediyor. Gerçeği bir türlü göremiyor.

29. sayfada ise, Diyanetin Şia karşıtlığı damarı kendini göstermiş ve Fetö’nün, Şia gibi “ takiyye” yaptığını iddia etmektedir. Oysa, Fetö ne Batınidir ne de Şia’dır. Küresel gücün beşinci kol örgütlenmesidir. Diyanet, belki beşinci kol örgütlenmesini bilmez. Biz açıklayalım. Adolf Hitler, Almanya dışındaki ülkelerde, kendi düşüncesinde ve Almanya taraftarı olan partileri örgütleyerek, o ülkelerde kendisine işbirlikçiler yaratmıştı. Yani kısaca casus teşkilatlar kurdurmuştu. Fetö de ABD’nin istihbarat örgütü CİA’nın beşinci kol örgütlenmesidir. Belgesi de Fethullah Gülen’in ABD’de oturması için kefil olan eski CİA ajanı GRAHAM FULLER’dir.

Diyanetin Fetö karşıtlığı için yayınladığı kitabı çok yüzeysel, entelektüel bir bakış açısından yoksun buldum. Kısaca özetlersem, Diyanet, hala aklını başına almamış, mezhepçi ve toplumun tümünü kapsamaktan uzak anlayışına devam etmektedir.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

04.05.2018

ARAPÇA “KUTSAL” BİR DİL Mİ ?

  ARAPÇA “KUTSAL” BİR DİL Mİ ?

İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'an, Arap toplumuna indiği için, dili de Arapçaydı. Kur'an'ı Kerim' de bu durum ayetlerde ifade edilmektedir. (Fusulet suresi 44. ayet, Yusuf suresi 2. ayet, İbrahim suresi 4. ayet) İnsanlar birşeyi ana dilde veya bildikleri dilde daha rahat ve daha çabuk öğrenirler. Bu gayet doğaldı. Ancak, Arapça bilmeyenler Kur'an'ı nasıl öğreneceklerdi? Bunun yolu Kur'an'ın bildiği dile tercüme edilmesidir. Öyleyse, dini Arapçadan okuyup öğrenmede neden ısrar edilmektedir?  Bunun bir amacı var mı? Aynı olay, Hristiyanlıkta da yaşandı mı? İncil hangi dilde yazılmıştı? Latinceden, diğer Avrupa dillerine ne zaman çevrilmişti ? Bu makalemizde bu sorulara cevaplar bulmaya çalışacağız.

Önce Hristiyanlıkla başlayalım. İncil, Aramiceden Latinceye Musevi iken, Hristiyan olan Pavlus (Paul) tarafından çevrilmişti. Bu dille yazılmasından sonra çok geniş kitlelere yayılma imkanı buldu. Arkasından, Roma imparatorluğu tarafından 4. yüz yılda devletin resmi dini olarak kabul edildi. Bu tarihten sonra Hristiyanlık Asya’da, Avrupa’da ve Afrika’da hızla kabul gördü. Kısaca, Roma imparatorluğunun hakim olduğu coğrafya’da daha fazla yayılma imkanı buldu. İmparatorluk da bu dinin yayılmasına destek oldu. 

Hristiyanlığın merkezi, doğduğu yer Filistin değil, imparatorluğun başkenti olan Roma şehriydi. Dinin ruhani lideri de Papa olmuştu. Papa, siyasiler aracılığı ile Hristiyan toplulukları üzerinde etkin bir güç elde etmişti. Ona karşı gelmek neredeyse imkansızdı. Karşı gelenler hemen aforoz ediliyordu. Hristiyanlığı kabul eden farklı kavimler incili kendi dillerinde değil, Latinceden okumak zorundaydı. Latince adeta, kutsal bir dil olarak görülüyordu. Latincenin üstünlüğü yaklaşık bin iki yüz yıl sürdü. Bu etkinliğini, Avrupa’daki reform ve rönasans hareketlerine kadar devam ettirdi. Bu tarİhten sonra, İncil farklı dillere tercüme edildi. İngilizce, Almanca bu dillerin başında geliyordu. Bu tercümelerden sonra, Avrupa’da mezhepler, buna bağlı olarak da farklı kiliseler ortaya çıktı. Protestan, Anglo-Sakson, Rus Ortodoks kiliseleri bunun sonucunda ortaya çıktı. Farklı mezhep ve kiliseler, Katolik Roma kilisesinin ve Latincenin Hristiyanlık üzerindeki etkisini kırdı. Farklı dilleri konuşan kavimler, Hristiyanlığı kendi gelenek ve görenekleri ile birleştirerek sentezler meydana getirdiler. Kendi kültür ve benliklerini, kurmuş oldukları kiliselerle koruma altına aldılar. Böylece, tamamen asimile olmaktan kurtuldular.

İslam dinine gelecek olursak, Latince nasıl Hristiyanlığın kutsal dili olarak görülmüşse, aynısı Arapça için de geçerlidir. Aradan bin dört yüz yıl geçmesine rağmen, Arapçanın üstünlüğü İslam ülkelerinde halen devam etmektedir. İslam ülkelerinde din eğitimi hala Arapça ile yapılmaktadır. Arapça'ya kutsal bir dil olarak bakılmaktadır. Arap olmayan kavimlerin Kur'an-ı Kerim’i kendi dillerinde öğrenmesi engellenmektedir. Özellikle Suudi Arabistan geri kalmış İslam ülkelerine din eğitiminin Arapça ile yapılması için milyonlarca dolar para akıtmaktadır. Bunun aracılığı ile kendi mezhebi olan “ Vahabiliği” "din" diye sunmaktadır. Finansmanını sağladığı yayın evlerinde kendi SELEFİ-ŞEKİLCİ din anlayışının gelişmesi için sinsice faaliyetlerine devam etmektedir. İslam coğrafyasına bela olan, EL KAİDE, TALİBAN, İŞİD gibi, “İslam” görünümlü terör örgütlerini besleyen, finansmanını sağlayan Suud’lardır. Arkalarına Amerika’yı alarak, “ dünyayı Amerika ile birlikte biz yönetiyoruz” diyerek kimin işbirlikçisi olduklarını itiraf etmektedirler.

KUR'AN'IN İLK TÜRKÇE MEALİ

Türkiye ve İran, bu ülkeler arasında biraz farklı bir yere sahiptir. İran, bunu geçmişindeki imparatorluk geleneğine, kültürüne ve diline, Türkiye ise, Kurcusu olduğu Mustafa kemal Atatürk’e borçludur. Zira, Kuran-ı Kerim, onun talimatıyla Türkçeye çevrilip, geniş kitlelerle buluşması sağlandı. Ama ne yazık ki, ibadetlerdeki dualar ve Kuran-ı Kerim, hala Arapça okunuyor. Dolayısıyla, daha geniş kitlelerin dini kendi dilinde öğrenmesine engel olunmaya devam edilmektedir. Bu da, Arapça bilen sözde bazı din bezirganlarına, tarikat, cemaat şeyhlerine ve bazı siyaset adamlarına suistmal için olanak sunmaktadır. Bu dini eğitim sistemi toplumları kendi öz kültüründen uzaklaştırıp asimile olmasına zemin yaratırken, din bezirganlarına da, din üzerinden toplumu istediği gibi yönlendirme fırsatı vermektedir. O halde ne yapılmalıdır?

Öncelikle, büyük önder Mustafa Kemal’in açtığı yoldan devam edilmelidir. Cami ve mescitlerde ibadetler ve dualar Arapça yerine, Türkçe ile yapılmalıdır. Halkın dini kendi dilinde öğrenmesi sağlanmalıdır. Böylece, din bezirganlarının dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarına set çekilmiş olacaktır. Halkın dini öğrenmesi ve ibadet etmesi daha kolay hale gelecektir. En azından, duaların içeriğini ve anlamını bilerek okuyacaklardır. Bu da, insanların dinin özünü öğrenmesini ve topluma daha yararlı bireyler olmasını sağlayacaktır. Ayrıca, tarikat ve cemaatlerin, halkın saf ve temiz duygularını kullanmalarının zemini de ortadan kalkmış olacaktır.

Peki, egemenler ve din üzerinden çıkar sağlayanlar buna müsaade edecekler mi? Kesinlikle etmeyeceklerdir. Zira, çıkarlarının bozulmaması için, Roma’daki papa ve siyasiler ne yaptıysa, onlar da aynısını yapacaklardır. Görev, aydınlarımıza, özellikle de aydın din adamlarımıza, yani Börekçi Rıfat efendilere ve Elmalı Hamdi Yazır’lara düşmektedir. Onların bir gün bu kutsal görevi başaracaklarına yürekten inanıyorum..
Saygılarımla.

30.09.2017 –
Hamdullah DEDEOĞLU

Popular