ALEVİLİĞİN EL KİTABI Sayfa 1
ALEVİ İSLAM ANLAYIŞININ DOĞUŞU-İBADETLERİ VE
KUR’AN’DAKİ YERİ
(Toplam 12 sayfa)
Aleviliğin anlaşılabilmesi için İslam dininin
doğuşundan başlayarak günümüze kadar kısaca bir özetini yapmamız gerekir. Zira,
bunu açıklamadan salt bugün ki Aleviliği anlamamız zor olacaktır. Çünkü, bugün
ki Alevilik çeşitli aşamalardan geçerek bir inanç merkezi olmuştur. Bir dinin,
bir mezhebin toplumlar tarafından kabulü uzun süreler almıştır. Alevilik de
aynı aşamadan geçerek bugün ki seviyesine gelmiştir. Bütün dinler ve mezhepler
de aynı yolu takip etmiştir. Örneğin; Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık
çok uzun ve zorlu mücadelelerden sonra kabul görmüştür. Tevrat, İncil ve Kur'an'ı Kerim, Hz. Musa, Hz.
İsa ve Hz. Muhammed’in bu mücadelelerini ve zorluklarını anlatan ayetlerle
doludur. Hz. İsa'nın Roma'lılar tarafından çarmıha gerilmesi, Hz. Muhammed'e suikastlere varan saldırılar yapılması buna örnektir.
Peygamberlerin görevi tek Tanrı inancını tebliğ etmekle birlikte, diğer bir görevi de bozulan ve yozlaşan
toplumları yeniden ahlaklı, adaletli, paylaşımcı ve dayanışmacı yapmaktır.
Hiç bir din insanlara kötülük yapmayı, adaletsiz olmayı, adam öldürmeyi
öğütlememiştir. Tam tersine, adaletli olmayı, dürüst olmayı, yardımlaşmayı,
dayanışmayı ve barış içinde yaşamayı telkin etmiştir. Örneğin Hz. Musa'ya inen on emir içinde " Adam öldürme", "zina yapma", "Hırsızlık yapma" "Yalan söyleme" "Ana ve babaya hürmet et" ilkeleri yer alıyordu. Yine Zerdüştlük dininde "İyi şeyler düşün" ,"iyi şeyler söyle", "İyi işler yap" ilkeleri bulunuyordu. Hz. Muhammed'e bu konuda inen ayetleri ise, aşağıda daha geniş bir şekilde ele alacağız.
Dinler tarihini ve özünü kısaca anlattıktan sonra, İslamiyet’in
nasıl ortaya çıktığına geçebiliriz.
İSlAMİYET’İN DOĞUŞU
Hicaz bölgesi diye bilinen Arabistan yarımadası,7.
Yüzyılda güney ticaret yolu üzerinde bulunuyordu. Çin ve Hindistan’dan gelen
mallar, (ipek, baharat) Mekke ve Medine üzerinden Anadolu’ya, Şam’a gidiyordu. Oradan da
Avrupa’ya sevk ediliyordu. Mekke ve Medine şehirleri gelirlerinin büyük
çoğunluğunu bu ticaretten elde ediyordu. Mekke şehrinin bir diğer özelliği de
aynı zamanda dini bir merkez olmasıydı. Hz. İbrahim tarafından Mekke’de yapılan
Kabe’nin yaklaşık iki bin yıllık bir geçmişi bulunuyordu. Kabe bölgedeki
kabilelerin her yıl ziyaret ettikleri kutsal bir mekandı. Her kabilenin Kabe’de put-tanrıları vardı. Bunların en ünlüleri Uzza, Lat ve Menat'dı.
Mekke’liler bölgedeki
kabilelerin Kabe ziyaretinden de ayrıca gelir elde ediyorlardı. Dolayısıyla
zengin bir şehirdi. Ancak, bu zenginlikler eşit paylaşılmıyordu. Halkın büyük
çoğunluğu yoksuldu. Bir kısmı da zenginlerin yanında köle olarak çalışıyordu. Mekke
şehrinin siyasi yönetimi Ümeyye (Emevi) oğullarında, Kabe’nin yönetimi ve dini işlerin
organizasyonu ise, Hz. Muhammed’in mensup olduğu Haşim oğullarındaydı. İşte Hz.
Muhammed, İslam dinini tebliğ etmeye başladığında Mekke’nin durumu kısaca
böyleydi.
Yukarıda açıkladığımız gibi, peygamberlere verilen
görev, bozulan ve yozlaşan düzeni onarmak ve adaletli bir yaşamı hakim
kılmaktı. Hz. Muhammed, Miladi takvime göre 610 yılında Cebrail aracılığı ile
kendisine iletilen ayetleri topluma tebliğ etmeye başladı. Ancak, çok büyük bir
direnç ve tepkiyle karşılandı. Tepki gösterenler, Mekke yönetimini ve
ticaretini elinde tutan bezirgan-tüccar kesimiydi. Bezirgan kesimi tepki
göstermekle haklıydı. Çünkü, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği ayetler onların
çıkarlarına aykırıydı. Zira, ayetler gelirin paylaşılmasını ve yoksulların doyurulmasını
istiyordu. Bu durumu en iyi anlatan Fecr suresidir. Mekke’de inen bu sure’de,
daha önce yok olan Ad ve Semud şehirlerinin akibeti anlatılmaktadır. Fecr’in
kelime anlamı tanyeri-sabah, hac ayı olan Zilhicce ayının ilk sabahıdır. Bu
surenin 17-23. Ayetlerinde yoksulların doyurulması hakkında şöyle
denilmektedir:
Sayfa 2
“ Hayır! siz ne yetimi ağırlıyorsunuz, ne de yoksulu
beslemek için birbirinizi teşvik ediyorsunuz. Mirası hak gözetmeden, helal,
haram demeden yiyorsunuz. Serveti de pek çok seviyorsunuz. Hayır! Yeryüzü parça
parça olup dağıldı. Melekler, saf saf olup Rabbinin emri gelince o gün cehennem
ortaya çıkar. İnsan bundan öğüt alır. Ama anlamasının ve öğüt almasının artık
ona ne faydası var ? “
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, zengin sınıfın aşırı
derecede servet biriktirdiği ve bu zenginliği yoksul ve yetimlerle paylaşmadığı
anlatılmaktadır.
İslam dini tebliğ edilmeden önce de, Kabe bir inanç
merkeziydi. İnsanlar burada namaz kılıp, Hac ayında ise, ziyaret edip, kurban
kesiyorlardı. Yani, namaz ve hac
İslamiyet’ten önce de vardı. Bunu açıklayan surelerden biri de Maun suresidir.
Zekat ve sadaka anlamına gelen Maun
suresinde yoksullar ve yetimlerin
hakları belirtilmektedir. Sure’de namaz kılan, ancak İslam dinine karşı çıkan
Mekke’li zenginlere şöyle hitap edilmektedir:
“ Dini yalanlayanı gördün mü ? İşte öksüzü iten, kakan
odur. Yoksulu doyurmaya önayak olamayan odur. Vay haline o namaz kılanlara ki,
onlar gafildirler. Onlar riyakarlık yapanlardır. Onlar zekat vermeyi de men ederler.
“
Mekke’de Hz. Muhammed’e inen Maun suresi gayet
açıktır. Yoksul ve yetimlerin hakları savunulmaktadır. Onlara yardım
etmeyenlerin namazı da kabul edilmemektedir. Maun suresinin iniş gerekçesi ise,
ilahiyatçılar tarafından şöyle anlatılmaktadır:
“ Mekke’nin zenginlerinden olan Ebu Cehil Kabe’de
namaz kılıp evine dönmektedir. Bu sırada yoksul bir Mekke’li Hz. Muhammed’e
gelip yardım edilmesini ister. Hz. Muhammed’de yoksulu Mekke’nin zenginlerinden
olan Ebu Cehil’e gönderir. Ebu Cehil yoksula yardım etmediği gibi çok kaba
davranışta bulunur. İşte Maun suresi bunun üzerine peygamber efendimize
inmiştir.”
Yukarıda verdiğimiz ayetler İslamiyet’ten önceki
Mekke’deki yaşamı bize kısaca anlatmaktadır. Bu ayetlerden de görüleceği gibi,
bölgedeki düzen çok bozuk ve adaletsizdir. Halkın büyük çoğunluğu yoksul, bir
kısmı da açlık sınırında yaşamaktadır. Bu durumu en iyi anlatan surelerden biri de Enam suresinin
151. Ayetidir:
“ De ki, onlara hadi gelin, Rabbinizin size neleri
haram kıldığını yüzünüze karşı okuyayım. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın. Ana
ve babaya çok iyi davranın. Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Biz
sizi de onları da rızıklandırırız. Kötülüklerin görünene de, gizli kalanına da
yaklaşmayın. Allah’ın saygın ve aziz kıldığı cana, bir hakkı savunmak dışında
kıymayın. Allah bunları önerdi ki; aklınızı işletesiniz.”
Bu Ayetten de görüldüğü gibi, yoksulluk o kadar fazlaydı
ki; bazı ailelerin besleyemedikleri çocuklarını, özellikle de kız çocuklarını
ölüme terk ettikleri anlatılmaktadır. İşte, Hz. Muhammed’e İslam dinini tebliğ
etme görevi verildiğinde, Hicaz bölgesindeki yaşam koşulları bu derece kötüydü. Hz. Muhammed’e inen ilk ayetlerin yoksul ve yetimlerle ilgili olmasının
nedeni de buydu. Ancak, zengin tüccar kesimi geliri paylaşmaktan yana değildi.
İslam dinine karşı direnç göstermelerinin esas gerekçesi de bundan
kaynaklanıyordu.
Sayfa 3
Mekke’liler, Hz. Muhammed’i önce “yalancı” “mecnun”
gibi benzeri ithamlarla etkisiz hale getirmek istediler. Bunda başarılı
olamayınca, İslam’ı kabul eden fakir ve yoksullara eziyet ve işkence etmeye
başladılar. Bu işkencelerde ilk şehitler, Hz. Muhammed’in çocukluk arkadaşı Ammar
bin Yasir’in’in anne ve babası oldu. Hz. Muhammed’e de yer yer saldırı ve
hakaretler yapıldı. Ancak, Kabe’nin yönetiminde sorumlu olan amcası Ebu
Talip’in koruması sayesinde saldırılar sınırlı kalıyordu. Hz. Muhammed’in
İslam’ı tebliğ etmesinin 12. yılında Mekke’lilerin saldırılarının şiddeti
artmaya başladı. İslam hızla taban kazanıyordu. Tek tanrı inancı ile birlikte
hak, adalet ve paylaşma duyguları toplumlarda kabul görüyordu. Medine ve
çevresindeki kabileler toplu olarak İslam dinini kabul etmeye başladılar. Miladi
622 yılında Hz. Muhammed ve İslam dinini kabul edenler Medine’deki aşiretlerin
de destek vermesiyle bu şehire göç etmeye başladılar. On bin nüfuslu Medine’de
İslam dinini benimseyenlerin sayısı yaklaşık olarak bin beş yüz kişiyi
bulmuştu. Geri kalanların beş bini Musevi (Yahudi), üç bin beş yüzü de
putperestti. Hz. Muhammed, Yesrib olan şehrin ismini Medine olarak değiştirdi.
Yesrib Arapça’da “Kınamak” “Ayıplamak” anlamına geliyordu. Medine ismi
“Medeniyet” kökünden geliyordu. Bu isim aynı zamanda yeni bir medeniyetin
kurulacağının da habercisiydi.
Hz. Muhammed, Medine’ye geldiğinde kabileler arasında
çatışmalar devam ediyordu. Çatışmalar, hem Yahudi kabileler, hem de putperest
olan Evs ve Hazreç kabileler arasındaydı. Öncelikle Medine’de bir barışın acil
olarak sağlanması gerekiyordu. Hz. Muhammed bu amaçla bir sözleşme hazırlattı. Sözleşmeyi
kaleme alan Hz. Ali’ydi. “Medine sözleşmesi” olarak bilinen bu anlaşma, Yahudi
ve putperest olan bütün kabilelerin onayı ile kabul edildi. Sözleşmeyle, bütün
kabileler eşit haklara sahip oluyordu. Dış saldırılara karşı ise, ortak
mücadele edilecekti. Kabileler arasındaki çatışma ve anlaşmazlıklarda karar
merci olarak da Hz. Muhammed’in hakemliği kabul ediliyordu. Medine sözleşmesi
bugün ki anlamıyla bir nevi anayasaydı.
MEDİNE İSLAM DEVLETİ
Hz. Muhammed “Medine sözleşmesi” ile bir şehir devleti
kurmuştu. Yahudi tüccarların hakimiyetini kırmak için ayrı bir Pazar yeri
yaptırdı. Pazarı denetlemek için de görevliler oluşturdu. Bu görevliler hem
pazardaki fiyatları, hem de malların kalitesini denetliyordu. Medine şehrinin
ve Müslüman kitlenin güvenliğini sağlamak için de silahlı birlikler kurdu.
Şehrin sorunları ve anlaşmazlıklar Hz. Muhammed’in başında bulunduğu kurul
tarafından karara bağlanıyordu. Kısaca site-şehir devletinde bulunması gereken
kurumlar oluşturuldu. Bu site-şehir devleti gelecekte imparatorluğun temelini
meydana getirecekti.
Medine’ye göç
eden Müslümanların mallarına Mekke’liler tarafından el konulmuştu. Müslümanlar
da bu mallarına karşılık Şam’dan Mekke’ye dönen büyük bir kervana el koyup
misilleme yapmak istiyordu. Üç yüz silahlı kişiden oluşan Müslüman kuvveti
Kervanın geçeceği Bedir kuyularında beklemeye geçmişti. Ancak, kervanın başında
bulunan Ebu Süfyan bunu haber alınca Kervanın yolunu değiştirmiş ve Bedir
yolunu kullanmamıştı. Fakat daha önce Mekke’deki putperestlere Bedir
kuyularında önlem alınması için haberci göndermişti. Yaklaşık bin kişiden
oluşan Mekke ordusu Bedir kuyularında Müslümanlarla karşı karşıya geldi.
Kervanın sahil yolunu kullanarak Mekke’ye yöneldiğini öğrenen Hz. Muhammed,
çatışmaya girmeden bölgeden ayrılmak istedi. Ancak, Mekke’liler üstün silahlı
güçlerine güvenerek savaşma taraftarıydı ve Medine’lilerin ayrılmasına müsaade
etmiyorlardı. Savaş kaçınılmaz olmuştu. Mekke ordusu hiç beklemedikleri bir
yenilgiye uğradı. Geride çok sayıda esir ve ganimet bırakarak kaçtılar.
Müslümanlar büyük bir zafer kazanmıştı. Takvimler miladi 624 yılın
gösteriyordu.
Sayfa 4
Bedir yenilgisi Mekke’liler üzerinde şok etkisi
yapmıştı. Bedir’in intikamını almak için bir yıl sonra Medine üzerine çok güçlü
bir ordu gönderdiler. Müslümanlar düşmanlarını Medine’ye sokmak istemiyorlardı.
Uhud dağı yakınlarında yapılan savaşta bu kez Müslümanlar ağır bir yenilgi
aldı. Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza şehit oldu. Müslmanların Bedir'de kazandıkları itibar zedelenmişti. Bunu fırsat bilen bazı Yahudi kabileleri Medine sözleşmesine aykırı olarak, Mekke'lilerle ittifak kurdu. Bundan da güç alan Mekke'liler bir yıl sonra müslümanlara karşı savaş hazırlıklarına başladılar. Bunu haber alan müslümanlar, Selman-ı Farisi'nin önerisiyle Medine'nin etrafına hendek kazdılar. Mekke’lilerle Müslümanlar
arasında, Medine’de aylarca devam eden Hendek çatışmaları yaşandı. Ancak, müslümanlar iyi bir savunma savaşı yaptılar. Mekke'liler bu çatışmalardan bir sonuç alamayacaklarını anlayınca kuşatmayı kaldırdılar.
Savaşlar ve çatışmalar Müslümanları zayıflatmak bir yana daha da kenetlenmesini ve
çoğalmalarını sağlamıştı. Mekke ve Medine civarında yaşayan çok sayıda aşiret müslümanlara katılıyordu. Nihayet, Miladi 630 yılında Mekke şehri savaşılmadan
Müslümanlar tarafından feth edildi. Müslümanlar bölgenin hakim gücü olmuştu. Medine
şehir devletinin sınırlarına Mekke’de dahil olmuştu. Hicaz bölgesinde İslamiyet
hızla yayıldı. Medine şehir devletinin sınırları her geçen gün katlanarak büyüyordu. Hz.
Muhammed Miladi 632 yılında vefat ettiğinde Arabistan yarımadasının büyük
çoğunluğu İslam devletinin kontrolüne geçmişti.
DÖRT HALİFE DEVRİ
Hz. Muhammed’den sonra sırasıyla Hz. Ebubekir, Hz.
Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali İslam devletinde halifelik yaptılar. Dört halife
döneminde İslam devleti, İmparatorluğa dönüşerek, sınırları kuzey Afrika’dan,
orta Asya’ya kadar genişlemişti. İran’daki Sasani İmparatorlığu yıkılmış,
Bizans imparatorluğu ile hakimiyet mücadelesi devam ediyordu. Burada bir
parentez açıp Şii ve Alevi taraftarlarının halifelik konusundaki iddialarını
ele almak istiyoruz. Bunların görüşüne göre, Hz. Muhammed’in vefatından sonra,
halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu ve bunun Hz. Muhammed tarafından Kadir
Hum’daki veda hutbesinde ifade edildiğidir. Bu konuda tam bir mutabakat bulunmamasına
rağmen, kendi görüşümüzü ifade etmek isteriz. Bu görüşün doğru olduğunu
varsaysak bile, bize göre Hz. Ali’nin halife olması çok zordu. Birincisi,
şartlar müsait değildi. Hz. Ali’nin halifeliğine kabilelerin büyük çoğunluğu
özellikle de Mekke’li kabilelerin onay vermesi mümkün değildi. Zira, Hz. Ali
çok iyi bir savaşçı ve kılıç ustası olduğu için Mekke’li kabilelerden çok
sayıda adam öldürmüştü. Onların Hz. Ali’ye karşı özel kinleri bulunuyordu.
Özellikle de Ümeyye oğullarındaki intikam duygusu hala devam ediyordu. İkincisi,
otuz iki yaşında olan Hz. Ali’nin halifelik için yaşı çok gençti. Yeterli
tecrübeye ve bütün kabileleri birleştirecek siyasi birikime de henüz sahip
değildi. Üçüncüsü, karşısında başından itibaren Hz. Muhammed’in yanında olmuş
ve İslam davasına bütün mal varlığı ile destek vermiş tecrübeli Hz. Ebubekir ve
Mekke’nin otoriter yöneticilerinden Hz. Ömer bulunuyordu. Bu iki lider
karşısında Hz. Ali’nin şansı bizce çok zayıftı. Kendisi de bunu gördüğü için
bütün halifelere biat etmişti. Ayrıca Hz. Ali'nin de Halife olmak için pek istekli olmadığı kanısındayız. Zira, böyle bir hedefi olan bir şahsiyet halife olabilmek
için bir çabaya ve örgütlenmeye giderdi. Hz. Ali’nin bu doğrultuda siyasi bir
faaliyet içinde olduğuna dair bir bilgiye rastlayamadık. Ancak, Hz. Ali iyi bir
savaşçı, iyi bir din bilgini ve iyi bir filozoftu. Bunu diğer üç halife de
onaylamaktadır. Nitekim, önceki halifeler din konusunda kendisinden görüş
aldıktan sonra karar veriyorlardı. Bu da Hz. Ali hakkında yukarıda
söylediklerimizi doğrulamaktadır.
Burada ikinci parentezi de Hz. Ali’nin kendisinden önce
halife olan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman döneminde yapılan fetih ve
ganimet savaşları hakkındaki tutumu için açmak istiyoruz. Kaynaklara göre, Hz. Ali'nin kendilerine saldırı
yapılmadan girişilen fetih ve savaşları onaylamadığı noktasındadır. Zira, meşru
savunma dışında ya da sırf ganimet elde etmek için yapılan savaşlar Kur’an’a
aykırıydı. Bizim yorumumuza göre, bu savaşlarda yer almamasının nedeni de
budur. Bunun gerekçeleri de şu ayetlere dayanıyordu:
Sayfa 5
BAKARA suresi 256. Ayet: “ Dinde baskı ve zorlama
yoktur”
İSRA suresi 54. Ayet: “ Biz seni onların üzerine vekil
göndermedik”
ŞURA suresi 48. Ayet: “Biz seni onlara bir bekçi
göndermedik”
GASİYE suresi 21 ve 22. Ayeti: “Şüphe yok ki, sen
ancak bir öğüt vericisin. Sen onların üzerinde bir bekçi ya da gözetleyici
değilsin”
ENAM suresi 151. Ayet: “Haklı olmadıkça cana kıymayın.
Allah bunu size haram etmiştir.”
FURKAN suresi 68. Ayet: “Onlar Allah’ın yanında başka
bir tanrı tutup, ona tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymazlar.”
MAİDE suresi 32. Ayet: “Kim cinayet işlememiş veya
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış bir kimseyi öldürürse, bütün insanları
öldürmüş gibi olur. Kim birsini ölümden kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış
gibi olur.”
Hz. Ali, Kur’an’ın bu hükümlerine dayanarak halifeliği
döneminde de fetih, talan ve ganimet savaşlarına onay vermemiştir. Bu da İslam
dini konusunda otorite ve bilgin olduğunu göstermektedir.
Hz. Muhammed’den sonra, Hz. Ebubekir iki yıl
(632-634), Hz. Ömer on yıl (634-644), Hz. Osman on iki yıl (644-656), Hz. Ali
beş yıl (656-661) halifelik yaptılar. Hz. Ebubekir dışında Hz. Ömer, Hz, Osman,
Hz. Ali halifelik görevlerini yaparken şehit edildiler.
EMEVİLER DÖNEMİ
Hz. Ali, Hz. Osman’ın 656 yılında şehit edilmesinden
sonra, kendi iradesi dışında gelişen olaylar neticesinde halife oldu. Ancak,
halifelik dönemi iç çatışmalar ve savaşlarla geçti. Ümeyye oğullarından Şam
valisi Muaviye onun halifeliğini kabul etmedi. Muaviye, Hz. Ali 661 yılında
hariciler tarafından şehit edilene kadar mücadelesine devam etti. Hz. Ali’den
sonra da halifeliği zorla ele geçirerek Emeviler hanedanlığını kurdu. Halifeliği
döneminde Hz. Ali ve ailesine hutbelerde hakaretler ve beddualar okutturdu. Ehlibeyt
mensuplarına baskı ve işkenceler ise, olağan olmuştu. Bunun üzerine ehlibeyt
mensupları merkezi yönetime uzak ve denetimi zor olan bölgelere göç ettiler. Bu
bölgelerin başında Horasan, Deylem ve Taberistan geliyordu. Hz. Ali’yi sevenler
ise, küfür ve beddualardan sonra mescitlere gitmez oldular. İbadetlerini
evlerinde yapmaya başladılar. Bu da İslam’da kırılmalara ve bölünmelere neden
oldu. İşte, Alevilik de bu olaydan sonra filizlenip, kökleşmeye başladı. “Alevilik” kelime olarak “Ali’ye mensup” olanlar ya da “Ali
taraftarları “ anlamlarına geliyordu. Ancak, aradaki ayrılık iktidar
mücadelesine dayanmakla birlikte, İslam dininin uygulamasında ve yorumunda da
farklılıklar bulunuyordu. Bu ayrılıkları kısaca açıklayalım:
1-Muaviye ile başlayan Emeviler döneminde İslam’ın
özünden uzaklaşıldı. İslam’ın özü ve esası olan hak, adalet ve yoksullara
yardım yerine, bir zümrenin, bir grubun çıkarları esas alındı.
2- Halifelik seçimi bir meclis yerine, babadan oğula
ya da Emevi sülalesine geçmeye başladı. Halifelik saraylara taşınarak, halkla
olan bağlar koparıldı.
3-Halifelik makamı “Allah’ın yeryüzündeki
temsilciliği” olarak kabul edildi. Halifenin baskı ve
zulüm politikaları bir hak olarak görüldü.
4-İnsanların fiilleri “Kader” olarak değerlendirildi.
Fakirlik ve zenginlik “kader’in bir parçası olarak takdim edildi.
5-İbadetler imandan sayılarak, İslam dini sadece şekli
olarak yerine getirilen bir din olarak sunuldu.
6-Arap kavmi dışında kalan Müslüman kitle, köle
anlamına gelen “Mevali” olarak kabul edildi. Arapların onlarla evlenmesi yasak
edildiği gibi, bir mevalinin arkasında namaz dahi kılınmıyordu. Mevali
denilen Müslümanlara devlet yönetiminden görev de verilmiyordu.
7-Mescitler, sorunların tartışıldığı, ortak kararların
alındığı bir mekandan çıkarılarak, halifenin istek ve taleplerinin yerine
getirildiği merkezlere dönüştürüldü.
8-Kendisine destek vermeyen farklı mezhep ve ekol
taraftarlarına zulümler ve katliamlar yapıldı. (Kerbela'da, Ehlibeyt mesuplarına ve taraftlarlarına yapılan katliam en bilinenidir)
9-Mescitlerin sadeliğine son verilerek gösterişli,
şatafatlı mekanlara dönüştürüldü. Kiliseden esinlenerek mescitlere minareler
eklendi.
Sayfa 6
Yukarıda Emeviler döneminde İslam’da yapılan değişiklikleri
ve ilaveleri ele aldık. Bunlar teker teker ele alındığında hepsinin de Hz.
Muhammed’in tebliğ ettiği İslam dinine aykırı olduğu görülecektir. Kısaca
özetleyecek olursak, Emeviler döneminde adeta yeni bir din yaratıldı. Yani,
İslam İslam olmaktan çıkarılmıştı. Ümeyye oğulları Mekke’deki krallıklarını
büyütmüş, imparatorluğa geçmişlerdi. Zaten, Muaviye’nin danışmanlarının çoğunu
da Bizans döneminde Suriye’de yöneticilik yapan Hıristiyan kökenliler
oluşturuyordu.
Emeviler döneminde işgal ve feth edilen bölgelerde çok
büyük katliamlar ve zulümler yapıldı. Mekke ve Medine şehirleri bile işgal
edilerek halk kılıçtan geçirildi. Mekke günlerce mancınıklarla ateş altına
alındı. Kabe, mancınık ateşi ile yakıldı. Emeviler, deyim yerindeyse, Haşimi
sülalesine mensup olan Hz. Muhammed’den ve ehli beyt’inden intikamını alıyordu.
Mekke’yi Hz. Muhammed’e teslim etmişlerdi ama, otuz yıl sonra İslam devletini
ele geçirerek, yüz Mekke’ye bedel şehirlere sahip olmuşlardı. Küçük saraylardan,
çok daha büyük saraylara taşınmışlardı.
Emevilerin bu saltanatı yaklaşık olarak doksan yıl
sürdü. Her zorba diktatörlüklerin bir sonu olduğu gibi, onların da miyadı
dolmuştu. Miladi 746 yılında Horasan’lı Eba Müslim önderliğinde ayaklanan bir
ordu dört yıl süren savaş ve çatışmalardan sonra Emevilerin saltanatına son
verdi. Emevi hanedan mensupları idam edildi. Onların yerine iktidar Hz. Muhammed’in
amcası olan Abbas oğullarına geçti.
EHLİBEYT MENSUPLARI
Emevilerin iktidarında Ehlibeyt mensuplarının baskı ve
takiplerden kurtulmak için uzak bölgelere göç ettiğini belirtmiştik. Buralarda
dergah ve zaviyeler kuran ehlibeyt mensupları Emeviler’in içini boşalttığı dini
yeniden aslına ulaştırmak için yoğun mücadele yürüttüler. Bu mücadeleler
sonucunda, DEYLEM, GİLAN ve TABERİSTAN’lılar eski dinleri Mecusiliği terk
ederek Müslüman oldular. Ehlibeyt taraftarlarına destek veren bu bölgelerde
ileriki yıllarda ilk Alevi devletleri kurulacaktı. Bölgede kurulan alevi
devletlerinin etkisi on altıncı yüzyıla kadar devam edecekti.
Emevi hanedanlığının yıkılıp, yerine Abbasi
hanedanlığının kurulması ile ehlibeyt mensupları üzerindeki baskı ve takipler
sona ermişti. Ancak, bu ortam çok uzun sürmedi. Zira, Abbas oğulları da
iktidarlarına en büyük rakip olarak ehlibeyt mensuplarını görmeye başlamıştı.
Onlar da Emeviler kadar olmasa da, Ehlibeyt mensuplarını takip ve gözetim
altında tutmaya başladılar. Bazan iyi bazan kötü olan bu ilişkiler on birinci
yüzyıla kadar devam etti. Miladi 1029 yılında, Abbasi halifesi Kadir Billah
imparatorluk içindeki farklı İslam ekol ve mezheplerini dörtle sınırlandıran
kararlar aldı. Bu mezhepler şunlardı: Hanefilik, Malikilik, Şafiilik,
Hanbelilik. Halife bu mezheplerin dışındakileri İslam dışı sayarak yasakladı.
Dört mezhep dışındaki inançlılara karşı takip, cezalandırma, hapis ve idama
varan cezalar uygulandı. Halifenin bu uygulamalarına en büyük desteği
Gazneliler devletinin kurucusu olan Sultan Mahmut veriyordu. Gazneli Mahmut,
Horasan ve kontrolü altındaki bölgelerde Halifenin kararlarını aynen uyguladı.
Dört mezhep dışında kalan ekollere ait dergah, mescit ve zaviyelerin hepsini
yıktırdı. Kütüphanelerini ise, yağmalayarak çoğunu da yaktırdı.
Sayfa 7
Abbasi halifeliğinin bu baskı ve takipleri sonucunda
sayıları yaklaşık yetmişin üzerinde olan İslam ekolleri yaşama şansı bulamadı.
Bunlardan sadece Şiilik ve on iki imam Aleviliğini savunanlar ayakta kalabildi. Şiiliğin İsmailiye koluna mensup olan Fatimiler 10. yüzyılda Mısır’da başlarında imam olarak Hz. Hasan'ın torunlarının bulunduğu ayrı bir halifelik
kurdular. Kurdukları bu devlete Hz. Muhammed’in kızı ve Hz. Ali’nin eşi Hz.
Fatıma’dan esinlenerek “FATİMİLER “adını verdiler. Fatimiler bilimde, sanat’da
ve edebiyat alanında önemli eserler ortaya koydular. Kahire’de EL-EZHER
üniversitesini kurdular. Bu üniversite İslam ilimleri ve Fen bilimleri üzerine
eğitim veriyordu. Fatimiler devleti Abbasiler ile girdiği mücadeleyi iç
çekişmeler nedeniyle devam ettiremedi. Miladi 910 yılında kurulan devlet 1171
yılında son buldu. Böylece Abbasilerin kurumsallaştırdığı İslam’ın
“EHLİ-SÜNNET” yorumu bütün İslam coğrafyasına hakim oldu. Abbasilerin bu
üstünlüğü elde etmesine Gazneliler devleti ve onun yerine Selçuklular devletini kuran Oğuz Türkleri de
büyük destek verdiler.
ALEVİLİĞİN DOĞUŞU ve HACI BEKTAŞI VELİ
Alevilik inancı bölgelere ve kavimlere göre bazı
farklılıklar göstermektedir. Örneğin Arap Aleviliği olarak bilinen Nusayrilik ile
benzerlik bulunmasına rağmen ibadetlerde farklılıklar bulunmaktadır. Biz
Türkiye’deki Alevilerin büyük çoğunluğunun kabul edip, uyguladığı ve inancın önderi
durumunda olan Hacı Bektaş Veli’nin İslam yorumunu, ya da Alevi anlayışını esas
alacağız. Zira, Hacı Bektaş Veli Türkiye’deki Alevilerin büyük kısmı tarafından
kabul edilen bir din önderidir. O nedenle, Hacı Bektaş Veli’nin İslam
anlayışını özetlersek, Anadolu Aleviliğini de anlatmış olacağız.
Hacı Bektaşı Veli, 1209 yılında Horasan bölgesinin
Nişabur kentinde dünyaya geldi. Esas ismi Seyyid Muhammed olup, babasının adı
Seyyid Mehmet’dir. Babasının soyu on iki imamların 7. Olan Musa Kazım’a
dayanmaktadır. Dönemin önemli alimlerinden olan Lokman Parende’den dersler
almıştır. Moğolların 1221 yılında Horasan bölgesini işgal etmeleri üzerine
İran’ın batı bölgelerine göç etmiştir. Göç ettiği yerlerde Hasan Sabbah’ın
temsil ettiği Şiiliğin İsmaililik koluna mensup şeyh-derviş-dailerle tanıştı.
Ayrıca, Yesevilik, Kalenderilik, Hayderilik gibi tasavvufi tarikatların
görüşleri hakkında da bilgi sahibi oldu. Velayetname’ye göre, Hacı Bektaşı Veli
Anadolu’ya gelmeden önce Necef’de Hz. Ali türbesini, Mekke’de Kabe’yi ziyaret
etmiştir. Anadolu’ya Zülkadriyye (Elbistan-Maraş) üzerinden gelerek Suluca
Karahöyük’e yerleşmiştir.
Sayfa 8
HACI BEKTAŞ VELİ’NİN İSLAM ANLAYIŞI
Hacı Bektaş Veli’nin İslam anlayışını açıklamadan
önce, din bilgini-ilahiyatçı ve felsefeci Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk hocanın
Hacı Bektaş Veli hakkındaki yorumu yararlı olacaktır. Yaşar Nuri hocanın görüşü
şöyle:
“ Hacı Bektaş Veli, Evrensel bir kitap olan Kur’an’ı Kerim’e getirilen
Arap-Acem (İran) yorumunu değişmez olmaktan çıkarmış ve ona Türkmen yorumu
getirmiştir ki, bu Türkmen yorumu Kur’an’a getirilen Arap ve Acem yorumundan
çok daha mükemmeldir. Ve Kur’an’ın ruhuna çok daha uygundur. Kur’an’ı Kerim
evrensel bir kitaptır. İnsanlığa verdiği şeyleri Arap anlayışı ve mentalitesiyle
sınırlamak, dondurmak yanlıştır. Çağlar boyu bu yapılmıştır. Hacı Bektaş Veli
bu tabuyu kıranlardan biridir.”
Yaşar Nuri hocanın bu görüşleri bize göre çok
önemlidir. Zira, Hacı Bektaş Veli, Kur’an’ı kendi gelenek ve göreneklerine göre
yorumlayan ve İslam coğrafyasına hakim olan Arap görüşünün üstünlüğüne son
vermiştir. Arapça din eğitimini zorunlu kılan
ve Arapça’yı kutsal bir dil gibi sunan bağnaz görüşü yerle bir etmiştir. Hacı Bektaş Veli’nin bunu yapması Kur’an’da yer alan ayetlerle de gayet
uyumludur. Zira, Kur’an’da ayetlerin neden Arapça dili ile indirildiği şöyle
açıklanmaktadır:
FUSSİLET SURESİ : 44. Ayet: “Biz bu Kur’an’ı yabancı
bir dille meydana koysaydık, “”Ayetlerin açıklanması gerekmez miydi ? Bir Arap’a
yabancı bir dille söylenir mi ?” diyeceklerdi.”
İBRAHİM SURESİ : 4. Ayet: “Her peygamberi apaçık
anlatabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik.”
YUSUF SURESİ : 2.Ayet: “Biz onu anlayabilesiniz diye
Arapça okunmak üzere gönderdik.”
Ayetlerin anlamı gayet açıktır. Yani, ayetlerde “Siz Arap kavminden olduğunuz ve Arap’ça
konuştuğunuz için Kur’an sizin bildiğiniz ve anladığınız dil olan Arapça ile
gönderilmiştir.” denilmektedir. Bunun anlamı şudur: Eğer sizin diliniz Arapça
değil de bir başka dil olsaydı, o dilde size inecekti. Hacı Bektaş Veli’nin yaptığı da bu nedenle Kur’an’la uyumludur.
Zira, dini bilgileri öğrettiği kitle Türkçe bilmektedir. Dolayısıyla, İslam’ı o
kitleye öğretebilmek için onların bildiği ve konuştuğu dil olan Türkçe ile
hitap etmesi gerekiyordu. Alevilik’deki ibadet dilinin ve duaların Türkçe okunmasının
nedeni de budur. Şüphesiz, diğer milletlerin de kendi dillerinde ibadet ve dua
etmesi de Kur’an’a uygundur.
Sonuç olarak, Kur’an’ın Arap’ça inmesi o dile bir
üstünlük sağlamadığı gibi, o dili kutsal bir dil de yapmaz.
Alevilik’deki Türkçe ibadeti bu şekilde izah ettikten
sonra, Hacı Bektaş Veli’nin İslam anlayışına geçebiliriz.
Hacı Bektaş Veli’nin İslam anlayışının özünü Tanrı
sevgisi, insan sevgisi ve ehlibeyt sevgisi oluşturur. Hacı Bektaş Veli’nin
öğretisinde din, mezhep ayırımı yoktur. Onun için aslolan insandır. İnsan yaratılmışların
en üstünüdür. Çünkü, Tanrı insanlara akıl ve onu kullanmayı vermiştir. Akıl
olmadan iman edilmez. İman akıl ile olur. Ameller, yani ibadetler imandan
sayılmaz. (Ehli-Sünnet İmamlarından Ebu Hanife de aynı görüştedir.) Hünkar bunu şöyle ifade eder:
“Namaz kılmasam, oruç tutmazsam imanım gitmez.” Hünkar Hacı Bektaş Veli,
Makalt-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye adlı eserin” Nasihatlar” bölümünde “ Ey ulular ulusu, biz bu yolun
hakikatini öğrenmek isteriz.” sorusuna şöyle cevap verir:
“Bu yola girmenin ilk mertebesi imandır. İmanın ilk
şartı ise, kelime-i şahadet getirmektir. Şimdi şöyle bilmek gerek ki, Rahmanın
aslı imandır. Ve şeytanın aslı fenalıktır. İman akıl üzerindedir. Akıl
sultandır. Sultan giderse naip (Vezir-vekil) de duramaz. İman bir hazinedir.
İblis bir hırsızdır. Akıl haznedardır. Haznedar giderse, hırsız da hazineyi
çalar. Bir söze göre, insan koyundur. Akıl çobandır. Ve iblis kurttur. Çoban
giderse kurt koyunu ne yapar ? Yaradan Tanrıya inanmak imandır. Ve emrini
tutmak da imandır. Sakın, dediğinden sakınmak Tanrı’ya inanmaktır.”
Sayfa 9
Hünkar’a ait yukarıdaki sözler ne kadar yalın ve ne
kadar basit bir anlatım. Halkın anlayabileceği bir dille imanı çok güzel ifade
etmiş. Bundan daha güzel bir anlatım olamazdı. Aklı kullanmakla ilgili sözleri de tamamen Kur'an'la uyumludur. Kur'an'da aklın kullanılması ile ilgli en açık ayet BAKARA suresinin 44. Ayetidir. Ayet Şöyledir:
" İnsanlara hayırda erginliği-dürüstlüğü emredip de, benliklerinizi unutuyor musunuz ? Üstelik de kitabı okuyup, durmaktasınız. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız ?"
Hacı Bektaş Veli’nin Tevhid anlayışı da insan
merkezlidir. Makalat adlı eserinde insanı ruh ve beden olarak ikiye ayırır. Alemde
ne varsa, insanın bedeninde var olduğunu, Tanrının sıfatlarında bulunan ne
varsa, insanın ruhunda da bunların var olduğunu belirtmiştir. Arifin Tevhidi
bölümünde şöyle denilmektedir:
“Yedi kat gök vardır.Ten dahi yedi kattır. Et, damar,
kan, sinir, kemik, ilik ve kıl. Dolayısıyla dört ateş vardır. Birincisi taş
ateşidir, Tanrı buyruğudur. Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden
sakının. O kafirler için hazırlanmıştır. İkincisi ağaç ateşidir. Tanrı
buyruğudur. Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. Üçüncüsü yıldırım
ateşidir. Tanrı buyruğudur. Gürültü ve Yıldırımlar… Dördüncüsü Tamu (Cehennem)
ateşidir. Tanrı buyruğudur. İnsana gelince, onda da dört ateş vardır. İlki mide
ateşi, ikincisi şehvet ateşi, üçüncüsü soğukluk ateşi, Dördüncüsü muhabbet
ateşidir. “
Hacı Bektaş Veli’nin tevhid anlayışı da Kur’an’a
uygundur. Bakara suresinin 156. ayetinde şöyle denilmektedir:
“Onlar der ki, biz Tanrıdan geldik ve sonunda ona
döneceğiz.”
Hacı Bektaş Veli’nin aynı eserinde insanlar dört gruba
ayrılmıştır. Abidler, Zahidler, Arifler ve Muhipler.
ABİDLER: Bu çeşit insanlar haset, dedikodu, cimrilik
ve düşmanlık yapan kimselerdir.
ZAHİDLER: Tarikata tabi olanlardır. Olgun insanlardır.
Nefislerini ve hırslarını yenen kimselerdir.
ARİFLER: marifet sahibidirler. Marifetin sembolü temiz,
duru ve arı sudur. Her girdiği kabın şeklini alır. Marifet sahibi olanlar
yanlışlardan kaçarlar ve su gibi aziz olurlar.
MUHİPLER: Bunlar hakikat topluluğudur. Toprak gibi
alçak gönüllü, tevazuu sahibi ve olgun insanlardır.
ALEVİLİK’DE İBADETLER
Alevi İslam anlayışının ehli-Sünnet mezheplerinden
ayrıldığı en önemli konulardan biri de ibadetlerdir. Alevilerin en çok
eleştirilen İslam anlayışından biri de budur. “Neden namaz kılmazlar ?”, “Neden
Ramazan orucunu tutmazlar ?”, “Neden hacca gitmezler ?” Bu konuları teker teker
ele alıp cevaplar vereceğiz.
Önce namazdan başlayalım. Namaz, Farsça kökenli bir
kelime olup, “Dua “ “Niyaz etme” anlamındadır. İranlılar “namaz kılmaya
gidiyorum” demezler. “Namaz han mi reftem” derler. Yani “dua okumaya-niyaz etmeye
gidiyorum” derler. Alevilerin en önemli ibadetleri Cem’lerdir. Camiilerde
namaz’da ne yapılıyorsa, Cem ibadetinde de hepsi vardır. Yani, secde (yere kapanmak), rüku (Öne doğru eğilmek),
kıyam (ayakta durmak), ka’de (oturmak) ve Kur’an ayetleri okumak dahil hepsi yapılmaktadır. Fatiha
suresi, İhlas suresi, Nur suresi okunur. İki rekat namaz kılınır. Namazda asıl
amaç Allah’ı anmak ve zikretmektir. Cem’lerde bu sık sık yapılmaktadır. Dolayısıyla,
“Aleviler namaz kılmaz” iddiası dayanaktan yoksundur. Ve gerçekçi de değildir. Sonra,
ehli sünnet mezhep mensuplarının kıldığı gibi namaz kılmamak bir suç mu ? ya da
bir eksiklik mi ? Ritüeller farklı olabilir ama, nihai amaç aynıdır. Allah’a
yakınlaşmak için yapılan bir ibadettir. Gerisi tefereuattır. Kaldı ki,
Camii’lerden farklı olarak katılımcılardan rızalık alınmakta ve suçlu olanlar
ve büyük günah işleyenler Cem’lere alınmazlar. Camii’lerde böyle bir uygulama
var mı? Kadın-erkek ibadeti birlikte yapar. Orada cinsiyet ayırımı yapılmaz.
Erkeklerin hepsi “can”, kadınların hepsi “bacı”dır. Dolayısıyla herkes orada
eşitlenir.
Sayfa 10
Namaz vakitlerine ve rekatlarına gelince; bu da
tartışmalı bir konudur. Alevi İslam anlayışına göre, namaz vakitleri üç,
rekatları ise ikidir. Namazla ilgili en açık ayet Bakara suresinin 238 ve 239.
Ayetleridir.
“Namazlar-duaları orta namazı-orta duayı koruyun. Tam
bir saygıyla Allah’ın huzurunda kıyam edin! Bir korku ve endişe duyarsanız
yürüyerek veya bir binit üzerinde yerine getirin.”
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, orta namaz-orta dua
ile günde üç vakit dua-namaz olduğu belirtilmektedir. Ancak, beş vakit dua ya
da namaz kılınmasında da bir mahsur yoktur. Allah ile kul arasındaki ibadete
karışılamaz.
Alevilerin ibadetlerini haftada bir kez yapmasına
gelince. Bunun iki nedeni bulunmaktadır. Birinci nedeni; Emevilerin iktidarında, Mescitlerde ehlibeyt mensuplarına hakaret ve beddua edilmesidir. İkinci nedeni,
gerek Horasan bölgesinde, gerekse Anadolu’da insanların her vakit
gidebilecekleri mescitlerin bulunmamasıdır. Zira, insanların büyük çoğunluğu
konar-göçer hayat yaşıyordu. Alevi din önderleri buna pratik bir çözüm olarak
perşembeyi Cuma’ya bağlayan geceyi ibadet günü olarak belirlemişlerdir. Bu
ibadet şeklini de Kur’an’da yer alan ayetlere dayandırmışlardır. Zira, Hz.
Muhammed’de Mekke’de putperestlerin baskıları nedeniyle ibadetlerini
inananlarla birlikte evlerinde yerine getiriyorlardı. Konuyla ilgili ayetler
şunlardır:
MÜZEMMİL SURESİ : 20. Ayet : “Ey Muhammed! Rabbin
senin gecenin üçte ikisi kadarını. bazen da gecenin yarısını, bazen da gecenin
üçte birini seninle beraber bulunan topluluk ile birlikte ibadetle geçirdiğini
bilir.”
Müzemmil suresi Hz. Muhammed’e Mekke’de inen surelerin
üçüncüsüdür. Yani Hz. Muhammed’in İslamiyeti tebliğ etmeye başladığı yıllardır.
Dolayısıyla, Müslümanlar müşriklerden çekindikleri için, ibadetlerini evlerde
yapmaktadırlar. Bu evlerden biri de hadislerde yer alan Erkam Bin Ebul Erkam’ın
evidir.
Alevilerdeki Cem ibadeti gecenin başlangıcından,
gecenin yarısına kadar devam eder. Bugün ki zaman dilimi ile söyleyecek
olursak, 5-6 saat sürer. Yani, Cem ibadetinin kaynağı da Kur’an’dır.
Cemlerde çerağ yakılması da Kur’an’da yer alan Nur
suresinin 35 ve 36. Ayetlerine dayanmaktadır. İlgili ayetler şöyledir:
Sayfa 11
NUR SURESİ : 35. Ayet : “Allah göklerin ve yerin
Nur’udur. O’nun Nur’u içinde ışık bulunan bir kandile benzer. O ışık bir cam
içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldız gibidir. Bu, ne yalınız
doğuda, ne de batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. O’nun yağı
kendisine bir ateş dokunmasa bile, hemen ışık verir. Bu ışık Nur üstüne
Nur’dur. Allah dilediğini Nur’una kavuşturur.”
NUR SURESİ: 36 Ayet: “Bu ışık Allah’ın yüksek
tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verildiği evlerde yakılır. Onlar
burada sabah, akşam O’nu tesbih ederler.”
Cem ibadetinin başında Kandiller (Çerağ) dua ile
yakılır. Cem’in sonunda da dua ile söndürülür. Bu ayetler de Cem ibadetinin
Kur’an’a uygun olduğunu teyit etmektedir.
ALEVİLİK’DE ORUÇ
Aleviler yılda iki kez oruç tutarlar. Birincisi Hızır
orucu, ikincisi Muharrem orucudur. Hızır orucu üç gün, Muharrem orucu ise on
iki gündür. Muharrem orucu Kerbela’da şehit olan ehlibeyt mensupları ve
birlikte bulunanları anmak için tutulur. Bir matem-yas tutma orucudur. Muharrem
ayında herhangi bir canlı hayvan kesilmez ve tıraş olunmaz. Orucun sonunda
aşure yapılarak bütün komşulara ikram edilir. Hızır orucu ise, Şubat ayının
13-14-15. Günleri tutulur. Oruç sonunda çörekler yapılır ve komşularla
paylaşılır. Hızır orucu İnsan suresinin 7-8-9. Ayetleri ve Bakara suresinin 203. ayetine dayanmaktadır. İlgili
ayetler şöyledir:
İNSAN SURESİ: 7-8-9. Ayetleri: “Onlar adaklarını yerine getirirler. Kötülüğe yayılan
bir günden korkarlar. Onlar canları çektiği halde, (ihtiyaçları olduğu halde)
yemeklerini yoksula, yetime, esire veririler. Onları doyururlar. Biz sizi ancak
Allah rızası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir şükür
istemeyiz.”
BAKARA SURESİ: 203. Ayet: "Sayılı günlerde Allah'ı zikredin"
Bu ayetlerin iniş gerekçesi de şöyle anlatılır:
“Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin bir gün hastalanırlar. Üç
gün yemeden, içmeden baygın bir şekilde yatarlar. Hz. Fatıma çocuklarının bu
haline çok üzülür ve Hz. Muhammed’in yanına gider. Babasına ne yapması
gerektiğini sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Kızım niyet edin üç gün nezir
orucu tutun “ der. Hz. Fatıma eve gelir, durumu Hz. Ali’ye anlatır. Ve niyet
edip orucu tutmaya başlarlar. Akşam tam oruçlarını açacakları zaman kapı
çalınır. Kapıyı açarlar. Gelen bir yoksuldur. “Ya Ali ben bir yoksulum kaç
gündür açım. Bana yiyecek verir misin ?” der. Hz. Ali ve Hz. Fatıma yiyeceğin
çok az bir kısmını kendilerine ayırdıktan sonra, geri kalanını yoksula verirler.
Orucun ikinci günü sofrayı hazırlarlar. Tam oruçlarını açacakları zaman kapı
yine çalınır. “Ya Ali ben bir yetimim çok açım bana yiyecek verir misin ?” der. Hz. Ali ve Hz. Fatıma, hazırladıkları yemeğin çok az bir kısmını kendilerine ayırdıktan sonra, geri
kalan yemeği yetime verirler. Üçüncü gün de aynısı olur. Bu kez gelen bir
esirdir. Yine yemeğin çok az bir kısmını kendilerine ayırırlar. Geri kalanını esire
veririler. Esir gittikten sonra, kapı tekrar çalınır. Bu kez gelen Hz. Muhammed’dir.
“Orucunuz nasıl geçti ya Ali” der. Hz. Ali de “ Sana ayandır. Ya Allah’ın resulü,
Allah rızası için üç gün oruç tuttuk. Birinci gün bir yoksul, ikinci gün bir
yetim, üçüncü gün de bir esir geldi. Yiyeceklerimizi onlarla paylaştık” der.
Hz. Peygamber, “Gelenler kimdi ? Tanıdın mı ya Ali “der. “Sana ayandır ya Allah’ın
resulü” cevabından sonra, Hz. Muhammed, “Gelen Hızır’dı.
Sabrınızı ölçtü, Ya Ali” der.
Alevilik’de Hac ve umre ziyaretleri için herhangi bir
kısıtlama ya da karşı çıkma gibi bir duruş yoktur. Hatta, Velayetname’ye göre,
Hacı Bektaş Veli Necef’de bulunan Hz. Ali’nin türbesini ziyaret ettikten sonra,
Mekke’ye giderek hac görevini de yerine getirmiştir. Ancak, o dönemde hac
yolculuğu çok uzun ve meşakkatli olduğu için, buna pratikte de bir çözüm
getirilmiştir. Cem ibadetinde Semah’dan önce Kabe’yi temsilen meydana büyük bir
seccade serilir. Semahçılar bu seccadenin etrafında dönerler. Buradaki semah
Kabe ziyaretini temsil etmektedir.
Sayfa 12
Sonuç olarak, Aleviler İslam’ın özü olan Allah’ın
birliğine, peygamberlere, ahirete, kutsal kitaba ve meleklere iman etmektedir. İslam
dininin ibadetlerini yerine getirmektedir. Abbasi halifesinin bin yıl önce zorla kabul ettirdiği "Dört mezhep Hak Mezhep, bunun dışındakiler Batıl'dır" anlayışını bugün de devam ettirmek kimsenin yetkisinde değildir. Buna bağlı olarak Aleviliği, farklı yorum ve ibadetlerden dolayı Abbasi halifesinin kararına dayanarak, İslam dışı gibi göstermek hiç kimsenin hakkı da değil, haddi de değildir.
Hakk’ın yaşamasına ve inancını yerine getirmesine müsade ettiğine, Abbasi halifesi dahil, hiç bir kul'un müdahale etmesi kabul edilemez. Zira, bu yüce
yaradana şirk (ortak) koşmakla eşdeğerdir. Ahiret’de bağışlanamayacak suçlardan biri ve
en başta gelenidir. Bunu bazı Ebu Cehil’lere hatırlatmak istedik.
Alevilik el kitapçığımızı Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin
veciz sözleri ile tamamlayalım.
-İLİMDEN GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR.
-KIZLARINIZI OKUTUNUZ, ÇÜNKÜ ONLAR GELECEĞİN
ANNELERİDİR.
-GEÇMİŞ ZAMANLA UĞRAŞMAK, KALAN ZAMANI BOŞA
HARCAMAKTIR.
-ALÇAK GÖNÜLLÜ OLMADAN KALPLER KAZANILMAZ.
-SABIR OLMADAN MURADA ERİLMEZ.
-YETMİŞ İKİ MİLLETE AYNI GÖZLE BAKARIZ.
-ELİNE, DİLİNE, BELİNE SAHİP OL
Yazan: Hamdullah Dedeoğlu
15.03.2020
Kaynaklar:
-Bektaşiliğin iç yüzü, Tevfik Oytan
-Mustafa Şişman, Hacı Bektaş Veli
-Hacı Bektaş Veli, Makalat, Velayetname
-Mustafa Cemil Kılıç, Kur'an'daki Alevilik
-Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’ı Kerim Meali
-Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk, İmam Azam Savunması
-Diyanet vakfı İslam ansiklopedisi
-M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet
-Prof. Dr. Bahattin Kök, Gazneli Mahmut -Abbasi halifesi EL-KADİR arasındaki ilişkiler adlı makalesi, 1998, EKEV, Akademi dergisi
-Maşide Kamit, Abbasi halifesi Kaim Biemrillah'ın hilafetinde Sünni-Şii iktidar mücadelesi adlı makalesi, 2014