14 Ekim 2025 Salı

MUAVİYE’NİN PSİKOLOJİK SAVAŞ YÖNTEMLERİ: YALANLAR-HİLELER-SUİKASTLER

 

MUAVİYE’NİN PSİKOLOJİK SAVAŞ YÖNTEMLERİ:

YALANLAR-HİLELER-SUİKASTLER

Dört halifeden sonra İslam devletini ele geçiren Muaviye bin Süfyan kimdir? İslam devletini nasıl ele geçirdi? Hangi yöntemleri kullandı? Bazılarınca çok saygın, bazılarına göre de despot ve saltanat rejimini getirmekle suçlanan, Muaviye gerçekte ne yapmıştı? Bu makalemizde bu sorulara cevaplar vereceğiz.

Muaviye, Miladi takvime göre 602 yılında Mekke’de doğdu. Babası Ebu Süfyan, Mekke’nin yöneticilerinden olup, Kureyş Kabilesinin Ümeyye Oğullarındandı. Hazreti peygamber de Kureyş Kabilesinden Haşim Oğullarındandı. Yani akrabaydılar. Ümeyye Oğulları Mekke’nin en zengin ailelerindendi. Mekke’nin siyasi ve askeri kararlarının alınmasında belirleyici güce sahiptiler. Haşim oğulları da Kabe’nin din hizmetlerinden, hac ziyaretinde bulunanların konaklama, yeme ve içme işlerinin organizasyonundan sorumluydu. Kısaca, ticaret ve siyaset Ümeyye oğullarının, din işleri de Haşim Oğullarının denetimindeydi.

Hz. Muhammed’in İslam dinini tebliğ etmeye başlamasından sonra, en büyük tepki Ümeyye Oğullarından ve diğer zengin ailelerden geldi. Gelirlerin paylaşılması, hak, adalet talepleri çıkarlarına uygun gelmemişti. Hz. Muhammed, İslam dinini benimsemiş olanlara baskı ve işkence yapılması nedeniyle, Medine’ye göç etmek zorunda kaldı. (M.622)

Medine’ye göç edenlerin Mekke’deki bütün mal varlıklarına el konulmuştu. Mekkelilerin Şam’a çok büyük bir kervan gönderdiğinin öğrenilmesinden sonra, Müslümanlar da dönüşte kervandaki mallara el koyarak misilleme yapmayı planlamıştı. Kervanın geçiş güzergahı, Bedir kuyularının bulunduğu mevkideydi. Müslümanlar üç yüz kişilik bir askeri güçle, Bedir kuyusunda mevzilenmişti.  Ancak, kervanın başında bulunan Ebu Süfyan, bunu öğrenmiş ve Mekke’ye haber göndererek, kervanın korunması için bir ordu gönderilmesini istemişti.

Mekke ordusu bin kişilik bir kuvvetle Bedir kuyularına geldiğinde, kervan sahil yoluna dönerek, Mekke’ye yaklaşmıştı. Mekke ordusu, Ebu Süfyan’nın gönderdiği haberciler aracılığı ile kervanın kurtulduğunu öğrenmişti. Fakat, ordularının sayıca fazla olmasına güvenerek, geri dönmediler ve savaş kararı aldılar. Mekke ordusu bu üstünlüğüne rağmen Müslümanlara yenildi. Yetmişe yakın ölü ve çok sayıda esir verdiler. Ölenlerin arasında, Mekke’nin önde gelen liderlerinden, Ebu Süfyan’ın kayınpederi Utbe, Utbe’nin kardeşi Şeybe, kayın biraderi Velid b. Utbe, Ebu Süfyan’nın büyük oğlu Hanzala ve Hz. Muhammed’in amcalarından Ebu Cehil’de vardı. Müslümanlar çok büyük bir zafer kazanmıştı. (M. 624)

Mekkeliler, Bedir’deki yenilgiyi unutmadılar. İki yıl sonra, Uhud savaşında bu kez Müslümanlar ağır bir yenilgi aldılar. Hz. Muhammed’in amcalarından Hamza şehit oldu. (M.626) Bir yıl sonra da Medine’yi kuşattılar. Tarihe Hendek savaşı diye geçen çarpışmalarda başarılı olamadılar ve Mekke’ye dönmek zorunda kaldılar. Medineliler güçlenirken, Mekkeliler her geçen gün zayıfladılar. Miladi takvime göre 630 yılında, Mekke, fethedildi. Mekke’nin fethinden sonra, Ümeyye oğulları da Müslüman oldular.

 “OSMAN’I ALİ ÖLDÜRTTÜ”

Hz. Muhammed’den sonra, sırayla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman halife oldular. 656 yılında Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra, Medineliler Hz. Ali’yi halife seçtiler. Şam valisi Muaviye ve Sahabelerden Zübeyr ve Talha Hz. Ali’nin halifeliğini tanımadılar. Muaviye ince bir siyaset izleyerek, dolaylı yoldan Zübeyr ve Talha’ya destek verdi.  Hz. Ali’ye karşı onları kışkırttı. Böylece iki tarafı da zayıflattı.  Cemel (deve) olayı denilen çatışmalarda Zübeyr ve Talha yenildiler. Ve hayatlarını kaybettiler.

Bu sırada, Muaviye Hz. Osman’ın kanlı gömleği ile eşi Naile’ye ait kesik parmakları Şam’da teşhir ederek, “Osman’ı, Ali öldürttü” diyerek propagandaya başladı. Oysa, Hz. Ali, Hz. Osman’ı korumak için iki oğlu Hasan ve Hüseyin’i göndermişti. İsyancıları engellemeye çalışmıştı. Bunu Muaviye’de biliyordu. Ancak, kendisine taraftar bulmak için, Hz. Osman’ın şehit edilmesini, kendi iktidarı için bulunmaz bir fırsat olarak görüyordu. Muaviye’nin yalanları Şam’lılar üzerinde öyle etkili olmuştu ki, neredeyse bütün halk Hz. Ali’ye düşman olmuştu.

Hz. Ali, devletin yönetim merkezini Medine’den Küfe’ye taşıdı. Muaviye’ye karşı güç kullanmak istemiyordu. Olayları kan dökmeden çözmek istiyordu. Oysa, Karşısında çok kurnaz, Suriye’nin zenginliklerine el koymuş, kendisine saraylar yaptırmış, krallar gibi hüküm süren biri vardı. Valilik görevini terk etmeyeceği gibi, bütün iktidarı isteyen bir Emevi yöneticisi vardı. On yedi yıldır aynı görevi yapıyordu. Suriye’deki en büyük kabilelerden Kelb aşiretinden bir kadınla siyasi evlilik yapmış, onların ve bölgedeki tüm zenginlerin desteğini almıştı.

Hz. Ali, Muaviye’ye bir elçi göndererek, biat etmesini (halifeliğini kabul etmesini) aksi taktirde, güç kullanacağını iletti. Muaviye, elçiyi yaklaşık üç ay oyaladı ve elçiyi göndermedi. Halkı örgütleyerek, kalabalıkların her gün gösteri yapmasını sağladı. Göstericiler, “Osman’ın katiline ölüm” diye bağırıyordu. Bu gösterileri, gelen elçiye de izlettiriyordu. Elçi, Küfe’ye döndüğünde, gösterileri biraz da abartarak, “Hergün 50-60 bin kişi toplanıp gösteri yapıyor” diye aktardı. Muaviye üç ay içinde ordusunu topladı, yiyecek ve içeceğini stokladı. Hz. Ali’yi destekleyenleri para ile satın almaya ve onlar arasında ikilik çıkartmaya çalıştı. Hz. Osman’ın görevden aldığı Mısır valisi Amr ibn As’ı kendi tarafına çekti. Ona tekrar Mısır valiliği önerisinde bulundu. O sırada Mısır valisi olan Kays’ın da kendisinden yana olduğunu yaydı. Bu propaganda öyle etkili oldu ki, Hz. Ali Kays’ı valilikten alarak, yerine Ebubekir’in oğullarından Muhammed’i atadı. Muaviye, bu arada Bizans sınırını da güvence altına almak için, Bizans imparatorluğu ile haraç vermeyi kabul eden bir anlaşma yaptı.

MIZRAK UÇLARINDA KUR’AN MUSHAFLARI

Hz. Ali, elçi döndükten sonra, Muaviye’nin biat etmeyeceğine karar vererek, savaş kararı aldı. Sıffin denilen yerde yaklaşık üç ay süren çatışmalar Hz. Ali’nin ordusunun lehine sonuçlanmak üzereyken, kurnazlığı ve hileleriyle meşhur olan Amr İbn ül As, Mızrak uçlarına Kur’an Mushaflarını taktırarak, “Kur’an hakem olsun” diyerek, savaşı durdurdu. Hz. Ali her ne kadar savaşın devam etmesini istediyse de ordudaki  ”Hariciler” diye adlandırılanlar savaşa devam etmeyeceklerini, “Kur’an mushaflarına karşı savaşamayız” dediler. Hz. Ali, hileyi anlamıştı, ama ordusunu savaşa ikna edemedi. Amr’ın bu hilesi Muaviye’nin mağlup olup, esir düşmesini engelledi. Amr ibnül As, Hz. Ali adına hakem olan Ebu Musa’yı kandırarak, Muaviye’yi halife ilan etti. Oysa, alınan ortak kararda her ikisinin de görevden alınarak, yeni bir halife seçimine gidilmesi kararlaştırılmıştı. (M. 657)

 MALİK EŞTER’E SUİKAST

Sıffin savaşından sonra, “Hariciler” Hz. Ali’ye karşı konumlandılar. Bir kısmı tekrar geri döndüyse de dört bin kadarı geri gelmedi. Ve Hz. Ali’nin ordusuyla savaştılar. Önce Cemel, sonra Sıffin, sonra da Haricilerle Nehravan’da yapılan savaşlar, Hz. Ali’nin ordusunu ve gücünü zayıflatmıştı. Muaviye’ye karşı askeri üstünlüğünü kaybetmişti. Suriye eyaleti Muaviye’nin yönetiminde bağımsız bir devlet gibi olmuştu. 

Muaviye, Amr’ı , Mısır’a vali olarak atadı. Daha önce Mısır’da valilik yapan Amr, dengeleri çok iyi biliyordu. Mısır’daki güçlü kabileleri yanına çekerek, Muhammed Bin Bekir’in ordusunu yendi ve Muhammed bin Ebubekir’i vahşice katletti. Onun yerine atanan Malik Eşter de Muaviye’nin rüşvet vererek kandırdığı bir sınır görevlisi tarafından şerbetli bal içirilerek şehit edildi. Malik Eşter, Hz. Ali’nin ordusunda görev yapan komutanlardan en iyisiydi. Hz. Ali, onun için benim “sağ kolum” demişti.

Muaviye Melik Eşter’in şehit edilmesinden sonra, şöyle diyecekti: “ Sıffin savaşında Ali’nin sol kolu Ammar bin Yasir’i, Mısır yolunda da sağ kolu Malik Eşter’i saf dışı bıraktım.“  Bu olaylardan sonra, Mısır eyaletinin yönetimi de Muaviye’nin denetimine geçti. (M.658) Muaviye, en zengin iki eyaleti de ele geçirmiş, gücünü ikiye katlamıştı. Muaviye politikasını şöyle özetliyordu:

“Parayla alacaksam konuşmaya gerek duymam. Konuşmayla halledeceksem, kırbaç kullanmam. Kırbaçla halledeceksem kılıç sallamam.”  

Bu politik yöntem aslında ona ait değildi. Aynı siyaseti Roma (Bizans) yıllardır uyguluyordu. Bunları muhtemelen Hristiyan danışmanlarından öğrenmişti. Bizanslılar da satın alma, tehdit ve yeri geldiğinde askeri güç kullanıyordu. Zira, Şam eyaleti yıllarca Roma’nın yönetiminde kalmıştı. Muaviye, Bizans’ın (Roma) yönetim metotlarını örnek almıştı.

UYDURULAN HADİSLER

Muaviye Hz. Hasan’ın halifelik iddiasından çekilmesinden sonra, rakipsiz kaldı. Devletin bütün eyaletlerinde denetimi ele geçirdi. Bu kez, kendisinden sonra oğlunun halifeliğini garantiye almak için, bölge valilerini Şam’a çağırdı. Karşı çıkanları görevden aldı. Ölene kadar görevinin başında kalan tek vali, Mısır valisi Amr ibn ül As’tı. Oğlunu halkın gözünde meşhur etmek için, Yezid komutanlığında İstanbul (Bizans) üzerine bir ordu gönderdi. Parayla tuttuğu yazarlara “İstanbul’u (Konstantinapolis) fetheden komutan, ne güzel komutan” “İstanbul’a ilk sefere çıkan ordunun günahları bağışlanmıştır” şeklinde hadisler uydurttu. Bu hadisleri uyduran da Yahudi kökenli Ebu Hureyre idi. Öyle uydurma hadisler yazdırıldı ki temizlemek artık imkansız hale gelmişti. Sayıları binleri geçmişti. Onlardan bazıları şunlardı:

” Muaviye’ye, Hz. Muhammed’e vahiy katipliği yaptığı sırada Cebrail aracılığı ile altın kalem geldi.”, “Ayetel kürsüyü, Muaviye altın kalemle yazdı. “ 

Ayetel kürsü diye belirtilen Bakara suresinin 255. ayeti, hicretin ilk yıllarında Medine’de inmişti. Yani Muaviye o zamanlar Müslüman bile değildi. Muaviye’nin vahiy katipliği yaptığı da yalandı. Zira Muaviye, babası Ebu Süfyan gibi Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlığı kabul etmişti.

KADERCİLİĞİ İMANIN ŞARTLARI ARASINA KOYDU

Muaviye kadere inanmayı imanın şartları arasına koydurdu. Bu yolla halifeliğin kendisine “Allah” tarafından verildiğini ileri sürdü. Propagandacıları halka şunları yayıyordu:

“Beni iktidara Allah getirdi. Halifelik Allah’ın bize verdiği mülktür. Ben de Allah’ın halifesi olduğuma göre, topraklardaki bütün tasarruf benim yetkimdedir. Allah halifelerini cehennemden uzak tutmuş, cenneti onlara vacip kılmıştır.” 

Oysa Nahl suresi 35. ayeti bunu reddetmektedir:

“Allah’a ortak koşanlar dediler ki, “Eğer Allah isteseydi ne biz ne de atalarımız Allah dışında bir şeye ibadet etmezdik, ona rağmen hiç bir şeyi haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de aynen böyle yaptılar. Resullere düşen, açık bir tebliğden başkası değildir.”

Muaviye her şeyin, hayır ve şer’in “Allah’ın taktiri olduğunu” ileri sürerek, yaptığı ve yapacağı tüm haksızlıklara ve cinayetlere bir gerekçe yaratmak istiyordu. Oysa  ayetlerde Allah iyilik yapmayı ve yardım etmeyi emrediyordu. Kötülük yapmayı men ediyordu. Yine aynı konuyla ilgili olarak Nisa suresinin 79. ayetinde şöyle deniliyordu:

“Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Ne kötülük gelirse, kendindendir.”

Yani kötülüklerin sorumlusu insandı. Nisa suresinin 40. ayetinde bu açık bir şekilde belirtilir:

Şüphe yok ki, Allah haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik olsa, onun sevabını kat kat artırır. İyilik yapana pek büyük mükafat verir.”

 Kısaca, Allah iyilik yapmayı emrederken, kötülük yapmayı yasaklamaktadır.

CAMİ VE MESCİTLERDE HZ. ALİ VE EHLİBEYT’E LANET OKUTTURDU

Muaviye İslam devletinin tek hakimi olduktan sonra, Hz. Hasan’la yaptığı anlaşmaya aykırı olarak, cuma hutbelerinde Hz. Ali ve Ehlibeyt’e hakaret etmeyi, lanet okutmayı devam ettirdi. Bütün valilere gönderdiği emirlerde bunun yerine getirilmesini zorunlu kılmıştı.

Hz. Muhammed’in sahabelerinden ve Hz. Ali’nin Cemel ve Sıffin savaşlarında ordu komutanlığını yapan Hucr bin Adiy, Küfe’deki mescit de yapılan bu hakaret ve lanetlemelere karşı çıktı. Vali Ubeydullah, Hucr ve altı arkadaşını tutuklayarak, Şam’a gönderdi. Muaviye, Hucr ve arkadaşlarına Hz. Ali ve ailesine lanet okumaları halinde, serbest bırakılacaklarını söyledi. Hepsi de bunu şiddetle reddetti. Bunun üzerine, Hucr ve altı arkadaşı hunharca katledildiler. (M.671)

Muaviye’nin mescitlerde Hz. Ali ve ehlibeyt aleyhine lanet okutması, halkın tepkisini çekmişti. İnsanlar ibadetlerini evlerinde yapmaya başlamıştı.  Halkı tekrar mescitlere çekmek için, uydurma hadislere devam ettiler:

“Cemaatle namaz kılmanın, evde namaz kılmaya göre, yetmiş kat sevabı vardır.”

Böyle bir hadis olmadığı gibi Kur’an’a da aykırıydı. Kur’an’a göre, ibadet de mekan sınırlaması yoktu. Her yer “Allah’ın mülküdür” deniliyordu. Yine bir uydurma hadis üretip, “Üç cumaya üst üste gelmeyen dinden çıkmış olur.” şeklindeki sözleri yayıp, halkın tekrar mescitlere gelmesini teşvik etmek istedi.

Muaviye, halkı mescitlerde tutup, propaganda yapmak için, Cuma namazının önüne ve arkasına fazladan rekatlar ilave etti. Kısaca halka lanet ve bedduaları yaptırmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Bunu yaparken de İslam’da olmayan kural ve gelenekleri de dinin içine soktu.

Hz. Ali, Muaviye’nin kullandığı yöntemlerden hiçbirini kullanmadı. İstese, daha fazlasını yapabilirdi. Ama, o bu tür yöntemleri dürüstlüğe, yiğitliğe ve insanlığa aykırı buldu. Düşman ordusunun Fırat nehrinin sularını kullanmasına bile müsaade etti.  Sıffin savaşında daha fazla kanın dökülmemesi için, Muaviye’yi düelloya davet etti. Ama, Muaviye bu teklifi anında reddetti. O, insanları iyilikle, ikna ederek kazanmak istiyordu. Hz. Ali belki iktidarı kaybetti, ancak insanlığın erdemli ilkelerine sonuna kadar bağlı kaldı. Hem de hayatı pahasına. Erdemli olma ilkelerini bize miras bırakan tüm ehlibeyt mensuplarını tekrar minnet ve şükranla anıyoruz.

Hamdullah Dedeoğlu.

14.10.2025.

 

12 Ekim 2025 Pazar

HANEFİLİK VE ŞAFİLİK SÜNNİLİK Mİ?

 

HANEFİLİK VE ŞAFİLİK SÜNNİLİK Mİ?

Ülkemizde hakim olan görüş maalesef bu yöndedir. Oysa, her iki ekolün-mezhebin Sünnilikle ilgisi bulunmamaktadır. Zira her iki mezhebin kurucu imamları kendilerini böyle tanımlamamışlardır. Bu iki mezhebi “Ehli Sünnet” mezheplerine dahil eden Abbasi Halifesi Kadir Billah’tır.

Abbasi Halifesinin Miladi 1029 yılında “EHLİ SÜNNET MEZHEPLERİ” olarak tanıdığı ve bu ekolün temsilcilerine zor kullanarak kabul ettirdiği bu tarihte ne Ebu Hanife ne de İmam Şafii hayat da değillerdi. Yani, bu tanımlama Mezhep imamlarının hayatta olmadığı ve hiçbir zaman destek vermedikleri Abbasi Halifesinin kendi iktidarının devamını sağlamak amacıyla almış olduğu siyasi bir karara dayanıyordu. Amaç, geniş bir taraftar kitlesi olan bu ekollerin-mezheblerin desteğini almaktı. Zira bu kararla iktidara muhalif olup, Ehli Sünnet dışında kalan mezhep ve ekoller yasaklanarak, sapkın ve din dışı kabul edilmişti.

Bu iki mezhebin İmamları hakkındaki görüşümüzü desteklemek için; İmam Ebu Hanife (D.T. 699-Ö.T. 767) ve İmam Şafi (D.T. 767-Ö.T. 820) ile ilgili bilgileri vermemiz yerinde olacaktır.

İmam Ebu Hanife, Ehlibeyt mensuplarından hem İmam Bakır’dan hem de İmam Cafer’den dersler almıştı. Hayatı boyunca hem Emevi hem de Abbasi Halifelerine muhalif, Ehlibeyt mensuplarına ve taraftarlarına ise, her daim destek veren bir şahsiyet idi. Örneğin; Ehlibeyt mensubu Zeyd’in, Miladi 743 yılında Emevilere karşı başlattığı isyana maddi ve manevi olarak destek vermişti. Yine aynı şekilde, Ehlibeyt mensuplarına baskı ve zulüm yapan Abbasi halifelerine karşı çıkmış, bu nedenle kırbaçlanmış ve zindana atılmıştı. Nitekim, Abbasi Halifesinin kararı ile zehirlenerek katledilmişti.

İmam Şafi de yine aynı şekilde, Ehlibeyt taraftarı olan bir kişiydi. Bu nedenle “Rafizi”  yani “din dışı” olmakla itham edilmişti. Bu gerekçeyle yargılanmak üzere, Mısır’dan Bağdat’a getirilmişti. Bağdat Kadısı Muhammed’in ricasıyla yargılanmaktan ve ceza almaktan kurtulabilmişti. İmam Şafi’nin, kendisine ait olan şu beyitleri de Ehlibeyt taraftarı olduğunu ispat etmektedir:

“Ali Muhammed’e dostluk Rafizilik ise,

Cin şahit osun ki, ben Rafiziyim.”

Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, gerek İmam Ebu Hanife’nin (İmam-ı Azam) gerek İmam Şafi’nin, Abbasi Halifesinin “EHLİ-HADİS” ya da “EHLİ SÜNNET” mezhepleri hakkında almış olduğu kararla herhangi bir ilgileri bulunmamaktadır. Zira her iki İmamın görüşleri ve inançları, Abbasi Halifesinin temsil ettiği hem yönetim şekline hem de dini yorumlarına aykırıydı. O halde; ülkemizdeki bu iki mezhebe mensup olanlara neden “SÜNNİ” isimi ile hitap edilmektedir?

Bunun nedeni, yönetici sınıfların takip ettiği siyasetten kaynaklanmaktadır. Zira gerek Selçuklular gerek Osmanlılar, devletlerinin devamı ve İslam coğrafyasında meşruiyet kazanmak açısından, Abbasi Halifesinin bu politikasını benimsemek zorunda kalmışlardı. Çünkü, o dönemde İslam coğrafyasına hakim olan siyasi ve dini görüş buydu. Yani gerek Selçuklular gerek Osmanlılar bu görüşün zıddı olan Şiilik ya da Abbasi Halifelerine muhalif olan Ehlibeyt mensuplarının savundukları İmamet-Velayet diğer bir deyimle Halifeliğin onların hakkı olduğuna inanan bir görüşe sahip olsalardı; kendi kurdukları devletlerinin devamını sağlayamazlardı. Diğer bir deyimle, Selçuklu ve Osmanlıların almış  olduğu bu karar, bir zorunluluktan kaynaklanıyordu.

Abbasi Halifesinin destekçileri tarafından iktidara muhalif olup, Ehlibeytin İmametini (Halifeliğini) destekleyenlere bu nedenle “Zındık” “Rafizi” deniliyordu. İktidarlar tarafından savunulan ve propagandası yapılan bu anlayış halkın çoğuna da yıllar içinde benimsetildi.

Ehlibeyt taraftarları da buna karşılık olarak, Abbasi Halifelerini meşru görüp, destekleyenlere “Sünni” “Muaviye” ve “Yezid” taraftarları diyordu. Aslında iki tarafın ithamları ve tanımlamaları da doğru değildi. Yani,  Hanefilik ve Şafilik  ne “Sünni” idi, ne de Muaviye-Yezid taraftarıydı. Aynı şekilde, Ehlibeyt taraftarları da Zındık-din dışı değildi. Bu propaganda, iktidar mücadelesi yürüten iki tarafın birbirlerine karşı kullandıkları iddialardı.

Ancak bu karşılıklı suçlamalar yıllar içinde o kadar kemikleşti ki; halk arasında düşmanlıklara neden oldu. Aradan bin yıl geçmiş olmasına rağmen, bu düşmanlık maalesef bugün bile hala devam etmektedir. Halifelik mücadelesinin olmadığı çağımızda, bu ayırımcılığa ve düşmanlıklara son vermenin zamanı gelmiş ve geçmektedir. Buna, son verecek olanlar Hanefi, Şafii ve Alevi-Bektaşi din adamlarımızdır. Ülkemizin birliği ve dirliği için, din adamlarımızın bir araya gelerek kemikleşmiş bu soruna birlikte çözüm bulması gerekmektedir.

 

Hamdullah Dedeoğlu

12.10.2025.

  

 

 

  

 

 

10 Ekim 2025 Cuma

SAKARYA MEYDAN SAVAŞINDA ŞEHİT DÜŞEN AMASYALILAR

 


Milli Kurtuluş Savaşı Cephelerinde savaşan bir grup Amasyalı.

Milli Kurtuluş Savaşındaki kahramanlığı temsil eden o döneme ait bir resim. (Resimler, Amasyalı Tarihçi Sayın Hüseyin Menç'in eserinden alınmıştır.)

SAKARYA MEYDAN SAVAŞINDA ŞEHİT DÜŞEN AMASYALILAR

Sakarya Meydan savaşı, kurtuluş mücadelesinde önemli bir yere sahiptir. Zira, bu Meydan muharebesi kazanılmamış olsaydı, kurtuluş savaşı uzun bir süre daha devam edecek, daha çok kan dökülecek, daha çok kayıp verilecekti. Ancak Kuvayı Milliye ordusunun direnci sayesinde, işgalci Yunan ordusu Sakarya nehrinin batısına çekilmek zorunda kaldı. 23 Ağustos 1921’de başlayıp, 22 gün, 22 gece devam eden bu meydan savaşında, 350 subayımız, 2.900 erimiz şehit oldu. On üç bin erimiz de yaralandı. Düşman ordusunun kaybı ise, 18 bin ölüydü.

İşte bu meydan muharebesine Amasya sancağından katılan er ve subaylar da vardı. Bu askerlerden 193’ü şehit düştü. Ancak, bu savaşta şehit olup, kimlikleri tespit edilebilen şehitlerimizin elli ikisinin kaydına ulaşılabildi. Geri kalanlar ya yolda ya da tedavi edildikleri hastanelerde şehit oldukları için kayıtlarına ulaşılamadı.

Amasyalı Tarihçi Hüseyin Menç’in, Amasya Belediyesi tarafından yayınlanan “MİLLİ MÜCADELE YILLARINDA AMASYA” isimle eserinde yer alan bilgilere göre kaydı tespit edilen Amasyalı şehitler şunlar:

1-Güllecilerden Süleymanoğlu, 1315-1899 doğumlu, Er, ARİF.

2-Gümüş kasabasından, Abdullah oğlu 1313-1897 doğumlu, Er, İSMAİL.

3-Gümüşhacıköy, Saraycık Köyü Tonguş Oğullarından Ahmet oğlu 1314-1898 doğumlu, Piyade Er AHMET.

4-Ladik kazasından Mevlüt oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er ŞÜKRÜ.

5-Gümüşhacıköy, Çavuş köyünden Sarı Naip oğullarından, Mehmet Adil oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er MEHMET ZENİT.

6-Gümüşhacıköy, Kızılca Köyü, Tuzcu oğullarından Ömer oğlu, 1309-1893 doğumlu, Müfreze Er OSMAN.

7-Gümüşhacıköy, İrablardan Mustafa oğlu, 1315-1899 doğumlu, piyade Er SADIK.

8-Merzifon, Yol üstü köyünden, Kara Mehmetlerden İbrahim oğlu, 1315-1899 doğumlu, Piyade Er OSMAN.

9-Gümüşhacıköy’den İkiz Musa oğlu, 1315-1899 doğumlu, Piyade Er AHMET.

10-Gümüşhacıköy, Balıklı köyünden Halil oğlu, 1315-1899 doğumlu, Piyade Er ALİ.

11-Gümüşhacıköy, Balıklı köyünden 1315-1899 doğumlu, Piyade Er İBRAHİM.

12-Gümüşhacıköy, Töngel Oğullarından Mustafa oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er MEHMET.

13-Merzifon, Alıcık Bucağı, Bulak köyünden Keskin oğullarından, Ali oğlu 1315-1899 doğumlu, Er RIFAT.

14-Merzifon, Sarıbuğday Nahiyesi, Bayazıt Köyünden, İdris oğlu, 1315-1899 doğumlu, Mustahfız Er MEHMET.

15-Kimliği tam tespit edilemeyen Merzifonlu MURAT.

16-Kimliği tespit edilemeyen 1314-1898 doğumlu, Er MEHMET.

17-Gümüşhacıköy, Kasım oğullarından, Sadık oğlu, 1309 doğumlu, piyade Er VELİ.

18-Ladikli Seyit Ahmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er MUSTAFA.

19-Gümüş kasabasından, Berber Sadık oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er MUSTAFA.

20-Gümüşhacıköy, Demirci oğullarından, Osman oğlu, 1316-1900 doğumlu, Piyade Er SÜLEYMAN.

21-Suluova, Bayırlı köyünden, Süleyman Kahya oğullarından, Emrullah oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er HASAN.

22-Gümüş kasabasından, Evla Ahmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, İstihkam Er ŞÜKRÜ.

23-Gümüşhacıköy, Saray Özü köyünden, Dede oğullarından, Ali oğlu 1315-1899 doğumlu, piyade Er ALİ.

24-Suluova, Ala Bedir Hacı oğullarından, Şerif oğlu, 1307-1891 doğumlu, Er YUNUS.

25-Gümüş kasabasından, Kara Mehmetlerden Ali oğlu, 1313-1897 doğumlu, Er ALİ.

26-Amasya, Doğantepe Nahiyesi, Yaylacık köyünden, Şişek oğullarından, Cuma oğlu, 1311-1895 doğumlu, Süvari Er İBRAHİM.

27-Amasya Merkez, Vermiş köyünden, Kurt oğullarından, Mehmet oğlu, 1313-1897 doğumlu, Piyade Er DAVUT.

28-Amasya Merkez, Kara Halil oğullarından, Halil oğlu, 1313-1897 doğumlu, Er HALİL.

29-Ezinepazar Nahiyesi, Çengel Kayı köyü, Gazi oğullarından, Bektaş oğlu, 1311-1895 doğumlu, Er ALİ.

30-Amasya Merkez, Cebeci Oğullarından, Abdullah oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er HULUSİ.

31-Doğantepe Nahiyesi, Kayacık köyünden, Canlı oğullarından, Mehmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er ALİ.

32-Amasya Merkezden, Ayvalı oğullarından, Ahmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, İstihkam Er VEYSEL.

33-Amasya Merkez, Acem oğullarından, İbrahim oğlu, 1315-1899 doğumlu, Piyade Er MEHMET.

34-Amasya Merkez, Gök Osman oğullarından, Ömer oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er MEHMET.

35-Gümüş kasabasından, Derviş Ağa Ömer oğlu, 1309-1893 doğumlu, Er ABDULLAH.

36-Amasya Merkez, Kel Bekir oğullarından Emrullah oğlu, 1312-1896 doğumlu, Er ŞABAN.

37-Küçük Ali oğullarından, Abdullah oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er KADİR.

38-Arnavut oğullarından, Satılmış oğlu, 1313-1897 doğumlu, Er ALİ.

39-Amasya, Ezine Pazar Nahiyesi, Kara İbrahim köyünden, Koca Baş oğullarından, Mehmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, Nizamiye Er ABDULLAH.

40-Doğantepe nahiyesi, Kayacık köyünden, Ali Baş oğullarından, Ali oğlu, 1312-1896 doğumlu, Süvari Er HASAN.

41-Doğantepe Nahiyesi, Hacı Hasan oğullarından, Osman oğlu, 1313-1897 doğumlu, Süvari Er İZZET.

42-Akdağ Nahiyesi, Karakese köyünden, Keşan oğullarından, Necip oğlu, 1311-1895 doğumlu, Piyade Er MEHMET.

43-Havza kazası, Şeyh Safi köyünden, Umur Ahmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, Piyade Er ALİ.

44-Havza kazasından Ahmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, Piyade Er YAHYA.

45-Havza-Çakıralan’a bağlı Boyalı Köyünden, Kel Mustafalardan, İsmail oğlu, 1310-1894 doğumlu, piyade Er YAHYA.

46-Ladik Kazası, Büyük Kız oğlu Köyü, Ömer Baş oğullarından, Emin oğlu, 1313-1897 doğumlu, Piyade Er MEHMET.

47-Merzifon, Alıcık Nahiyesi, Eymür Köyü, Kıymacı Oğullarından, Ahmet oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er HÜSEYİN.

48-İmam Abdullah oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er HASAN.

49-Gümüşhacıköy, Bademli Köyünden, Yakışık Arif oğlu, 1315-1899 doğumlu, Piyade Er HÜSEYİN.

50-Amasya merkezden Mehmet oğlu, 1314-1898 doğumlu, piyade Er VELİ.

51-Ezinepazar Nahiyesi, Heniske köyünden, Dişli oğullarından, Süleyman oğlu, 1315-1899 doğumlu, Süvari Er OSMAN.

52-Merzifon, Alıcık Nahiyesi, Hayrettin köyünden, Gediz Oğullarından, Haydar oğlu, 1315-1899 doğumlu, Er SADIK.

(Hüseyin Menç, Milli Mücadele Yıllarında AMASYA, 3. BASKI, 2007, Sayfa, 385-388 Amasya Belediyesi Kültür Yayınları)

Bu ülkeyi bize vatan yapan şehitlerimize; Allah’tan rahmet diliyor, mekanları ebedi cennet olsun…

Hamdullah Dedeoğlu.

10.10.2025.

9 Ekim 2025 Perşembe

KUR'AN’DA ADALET VE LİYAKAT

 

KUR'AN’DA ADALET VE LİYAKAT

Adalet ve liyakatla yönetilen ülkelere baktığımızda gelişmiş ve sanayileşmiş ülkeleri görmekteyiz. İslam ülkeleri ise, bu sıralamada en altlarda yer almaktadır. Oysa, İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an’ı Kerim’de adalet ve liyakat ilkeleri en önde gelmektedir. Kur’an’da adalet ve liyakat ile ilgili ayetler aynen şöyledir:

MAİDE SURESİ 8. Ayet: “Ey inananlar! Allah için daima doğru hüküm verin. Adalete tam uygun şahitlikte bulunun. Bir millete olan kininiz sizi adaletten alıkoymasın. “

SAD SURESİ 26. Ayet: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde hükümran yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet.”

NİSA SURESİ 58. AYET: “Hiç şüphe yok ki Allah size devlet işlerinde emanetlerinizi ehline teslim etmenizi ve insanlara hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, devleti yönetenlere işin ehline, yani o görevi hak edene verilmesi ve halkın adaletle yönetilmesi istenmektedir.

O halde, İslam ülkelerinde adalet ve liyakat ilkeleri neden uygulanmamaktadır? Bunun nedeni ülke yönetimini elinde bulunduranların iktidarlarını süresiz kılmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Zira bu ülkelerin büyük çoğunluğu Krallık ve Sultanlıkla yönetilmektedir. Amaç sürekli iktidarda kalmak olunca, adalet ve liyakat değil, sadakat ön plana çıkmaktadır. Yani işi bilene ve hak edene değil, her şart altında kendilerine bağlı olanlara görev verilmektedir. Bu da toplumun yozlaşmasına ve çürümesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda adalet ilkesi de ahlaki değerler ve vicdani değerler de ortadan kaybolmaktadır. İşte İslam coğrafyası da aynen bunu yaşamaktadır.

Burada şu soruyu sormamız gerekecektir;

Dini inancında adalet, liyakat ve ahlaki değerlerin ön planda olduğu bir toplumda bu nasıl olmaktadır?

Bunun nedeni dinin özü yerine, sadece ibadetlerin esas alınmasından gelmektedir. Zira siz her daim topluma ibadetlerin dinin özünü oluşturduğunu tekrarlarsanız, insanlar da dinin özü olan iyi ahlaktan ve adaletten uzaklaşmış olurlar. İslam coğrafyasının bu kadar yozlaşmasının ve çürümesinin esas nedeni de budur. Bu durumun baş sorumluları da din adamlarıdır. Zira insanların tümünün dinin özünü kavraması mümkün değildir. Toplumu bu konuda aydınlatacak olan din adamlarıdır. Ama bu din adamları da siyasal iktidarlara bağımlı ve onların denetiminde bulunuyorlarsa bunu nasıl başaracaklar?

İşte burada laiklik ilkesi ön plana çıkmaktadır. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bir sistemde din adamlarının siyasal iktidarlara bağımlılığı ortadan kalkacak, toplum da din adamları aracılığı ile dinin özü olan iyi ahlak ve adalet ilkelerini özümseyecektir. Batılı ülkeler bunu gerçekleştirdikleri için başarıya ulaşmış, sanayi devrimlerini gerçekleştirmiş, bilim ve teknoloji de çağ atlamışlardır. İslam coğrafyasının çağımızın gerisinde kalmasının ve batılı ülkelere bağımlı olmasının nedenlerinin başında da bu gelmektedir.   

Ülkemize gelecek olursak; Mustafa Kemal önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, aydınlanma devrimini başlatmış, yönetimde laiklik ilkesini benimsemiş, din eğitimi de dahil bilimsel eğitimi esas almış, adalet ve liyakati hakim kılmış, herkese fırsat eşitliği getirmiştir. Bunun sonucunda diğer İslam ülkeleri arasında öne çıkarak, tarımda ve sanayi de büyük gelişmeler kaydetmiştir. Ancak ne var ki, 1950’lerden sonra bu ilkeler terk edilerek, tarımda ve sanayi de gelişmesini tamamlayamamıştır.

Son yıllarda bu durum daha da katmerleşmiş, laik ve bilimsel eğitimden daha da uzaklaşılmış, adalet ve liyakat ilkelerinden de vaz geçilmiştir. Bunun sonucunda da ülkemiz tarımda ve sanayide dışa bağımlı hale gelmiş, dünyadaki etkinliği azalmıştır. İslam ülkelerine ve gelişmekte olan ülkelere bir model olması beklenen ülkemiz, maalesef bunu gerçekleştirmekten uzak kalmıştır. Ülkemizin hak ettiği yere gelmesi için yeniden kurucu ayarlara dönmesi gerekmektedir.

 Hamdullah Dedeoğlu

09.10.2025.

26 Eylül 2025 Cuma

ALEVİLERİN EZİLDİKLERİ VE SÖMÜRÜLDÜKLERİ YETMEZ Mİ?

ALEVİLERİN EZİLDİKLERİ VE SÖMÜRÜLDÜKLERİ YETMEZ Mİ?

Son günlerde Alevilere yönelik suçlama ve karalamalar yine ön plana çıkmaya başladı. En gericisinden sözde en demokrat en solcusuna kadar hedefte Alevi toplumu bulunuyor. Alevileri hedefe koymak nasıl olsa kolay. Fazla ses de çıkartmıyorlar. O halde “vurun  abalıya” diyerek hep birden Alevileri hedef kitlesi yapıyorlar. Biraz argo olacak ama halk deyimi ile bir “günah keçisi” arandığı zaman bu hep Alevi toplumu oluyor. Yavuz Sultan Selim’den bu yana bu topraklarda yaşayan Alevi kitlesi hep “öteki” hep “karşı kampta” yer alan bir “düşman” olarak gösterilmiştir.

Oysa, hep ezilen hep hakları gasp edilenler Aleviler olmuştur. Osmanlı Devletinin kuruluşunda yer alanların en önünde Aleviler var. Kurtuluş savaşında ve cumhuriyetin kuruluşunda yine en önde ve ilk destek verenler onlar. Ama ne hikmetse, mücadeleye ya sonradan katılan ya da kurtuluşta ve kuruluşta karşı cephede yer alanlar bu ülkenin esas sahibi oluyor. Ülkenin kaymağını yiyen de yine bunlar oluyor. Bunda bir tezatlık yok mu?

Alevilerin bu duruma düşmesinin en büyük nedeni, saf ve temiz kalpli olmalarından geliyor. Herkesi kendileri gibi dürüst, samimi ve sözüne sadık insanlar olarak görüyorlar. 1980 öncesi soğuk savaş döneminde soldaki örgütlerin tabanın önemli bir kesimi Alevi ailelerin çocuklarından meydana geliyordu. Vuruldular, vurdular, hapse girdiler. Kendileri ile birlikte ailelerini de mağdur ettiler.

Ama bu örgütlerin ve partilerin başkanlarına ve tepe yöneticilerine baktığımızda hiçbiri Alevi bir aileden gelmiyordu. Örneğin; PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan, Dev-Sol’un kurucusu  Dursun Karataş Alevi bir aileye mensup değildiler. Ama bu örgütlerde yer alan Alevi kökenli gençler üzerinden bütün Alevi toplumu gericiler tarafından düşmanlaştırılıyordu. Ama ne tesadüf ki, kimse Abdullah Öcalan ile Dursun Karataş’ın ailesinin mensup olduğu inancı sorgulamıyordu. Burada bir çelişki yok mu?

Aynısı bugün yine tekrar edilmektedir. Laik ve Atatürkçü diye bildiğimiz Cumhuriyet gazetesinin bir yazarı CHP’deki olayları Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden Alevilere bağlıyor. Yine kendisinin de Alevi olduğunu söyleyen bir televizyonun genel yayın yönetmeni “Alevilerin haini çoktur” diyerek Alevi kitlesini ötekileştirmeye hizmet eden açıklamalar yapıyor.

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Bursalı Tivitır hesabından “Aleviler siyasi cemaati oluştu, CHP umurlarında değil… Türkiye de.” Şeklinde paylaşımlarda bulunuyor.

Okurlarının büyük çoğunluğu Alevi olan Cumhuriyet gazetesinin yazarına sormak lazım;

CHP İstanbul İl Başkanlığına kayyım olarak atanan Gürsel Tekin Alevi mi? Gazeteci Barış Yarkadaş Alevi mi? CHP’nin olağanüstü kurultayını mahkemelere taşıyan Antakya eski Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş Alevi mi? Elbette ki değiller. Ama bunların inancı ve mezhebi üzerinden kimse polemik yapmıyor. Doğrusu da bu olmalı. İnsanlar eleştirilecekse inançları nedeniyle değil, siyasal görüşleri ve eylemleri nedeniyle ele alınmalıdır. 

Hasbelkader bir mevkiye gelmişler ama, gericilerin yaydığı yalan ve iftiralardan hala kurtulamamışlar. Bir iki söz söyleyip, bir iki kitap okumakla kendilerini “demokrat” ve “solcu” olarak lanse ediyorlar. Batsın sizin demokratlığınız da solculuğunuz da. Sizin demokratlığınız da solculuğunuz da Star Tv’nin program sunucusu Güner Ümit kadar. O da demokrat birisi olarak tanınıyordu. Ama, Aleviler için kullandığı “ensest ilişki içindeler” cümlesi onun gericilerin Aleviler hakkında yaydığı bilinç altındaki iftiralardan kurtulamadığı belli olmuştu.

Güner Ümit hatasını anladı. Alevi toplumundan özür dileyerek görevinden istifa etti. Güner Ümit’in gösterdiği erdemliği bakalım Orhan Bursalı gösterebilecek mi?

Alevi toplumunun son yıllarda dernek ve vakıflarda örgütlenmesi haklarını savunma açısından meyvelerini vermeye başladı. Ezildiklerinin ve sömürüldüklerinin farkına  vardılar. Nitekim; son günlerde Alevilere yönelik ayırımcı ve ötekileştiren açıklamalara örgütlü bir şekilde tepki gösterdiler. Kendilerine hakaret eden, aşağılayan söz ve davranışlara anında cevap verdiler. Toplumdaki ağırlıklarını hissettirmeye başladılar. Aleviler hakkında olumsuz görüş beyan edecek olanların bundan sonra sözlerine ve açıklamalarına daha dikkat edeceklerini umuyorum. Zira bundan sonra karşılarında suskun bir toplum değil, örgütlü ve bilinçli bir topluluk var.

Hamdullah Dedeoğlu.

26.09.2025.

15 Eylül 2025 Pazartesi

DİNLER VE İNANÇLAR TERÖRLE BAĞDAŞIR MI?

 

DİNLER VE İNANÇLAR TERÖRLE BAĞDAŞIR MI?

Sorunun cevabını baştan verelim. Kesinlikle bağdaşmaz. Bütün dinlerde meşru savunma dışında insan öldürmek yasaklanmıştır. Tevrat 7: 9-10,  Markos İNCİLİ 7:19-20,  10:18-20, Matta İNCİLİ 15: 20-23, Kur’an-ı Kerim Enam Suresi 151, Furkan Suresi 68. Ayetleri.

Bu ayetlerden görüleceği gibi, bütün semavi dinlerde Musevilikte, Hristiyanlıkta ve İslamiyet de meşru savunma dışında haksız yere insan öldürmek yasaklanmıştır. Kutsal kitaplardaki bu ayetlere rağmen, maalesef “Din” adına cinayetler ve katliamlar yapılmıştır. Yapılmaya da devam edilmektedir.

Orta çağda Avrupa’da kurulan engizisyon mahkemelerinin idam kararları, Katolik kilisesinin Protestan, Bogomil, Katharlara uyguladığı şiddet eylemleri ve İsrail’deki Siyonist rejimin Gazze'de yaptığı katliamlar buna örnek verilebilir. Yine aynı şekilde, İslam coğrafyasında farklı mezhep ve inanç mensuplarına “Sapkın” “din dışı” denilerek katliamlara varan şiddet uygulanmıştır.

Tüm bu şiddet ve katliamlar maalesef “din” adına ve dini korumak maksadıyla yapıldığı ileri sürülmüştür. Ancak, bu şiddet ve katliamlar halk içinde birbirlerine karşı değil, iktidar mensupları tarafından diğer inanç mensuplarına uygulanmıştır. Yani, şiddet ve katliamların kaynağı din değil, iktidarı ele geçiren yönetici kesimler tarafından dine aykırı olarak uygulanmıştır. Eğer şiddet ve katliamların kaynağı dinler olsaydı, hiçbir din taraftar bulamazdı. Zira dinlerin amacı insanları eğitmek, ahlaklı ve dürüst bir toplum yaratmak olmuştur. Bu ilkeleri benimseyen hiçbir din şiddeti ve katliamı onaylamaz.

Bu kısa girişten sonra İslam coğrafyasında “din” adına cinayet ve katliamlar yapan örgütleri nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu örgütlerin kesinlikle İslam dini ile ilgisi bulunmamaktadır. Arkalarında bir devlet desteği olmadan bu eylemleri sürdürmeleri imkansızdır. Zira bu örgütler hiçbir üretim faaliyeti içinde bulunmadıkları halde, masraflarını, silah ve mühimmatlarını nereden sağlamaktadırlar? Yaptıkları eylemlerin İslam’a hiçbir yararı olmadığını bildikleri halde, neden bu eylemlerine devam ediyorlar? Yani İŞİD’in, El Kaide’nin eylemleri İslam coğrafyasına bir katkısı olmuş mudur? Tam tersine eylemde bulundukları ülkelerin istikrarsızlaşmasına, parçalanmasına ve dağılmasına sebep olmuşlardır. Bundan kimlerin çıkar sağladığına bakıldığında, arkasındaki destekçilerini de rahatlıkla görebiliriz. Nitekim, emperyalistlerin sözcüleri de bu örgütleri desteklediklerini itiraf etmektedirler. Kısaca, bir devletin yönetimini elinde bulunduran iktidar mensupları olmadan bu şiddet ve katliamların yapılması mümkün değildir.

Özetleyecek olursak, din adına şiddet ve katliam yapanlar farklı inanç mensupları olan halk kesimi değildir. Bu katliamları yapanlar her daim iktidar mensupları ya da onlar tarafından örgütlendirilip, silahlandırılan gruplar-örgütler olmuştur.

O halde din adına eylemlerde bulunup, cinayet işleyen ve katliam yapan bu tür örgütlere “İslamcı terörist” tanımı yapılması doğru mudur? Kesinlikle doğru değildir. Yukarıda numaraları ile birlikte verdiğimiz ayetlerden de anlaşılacağı gibi, şiddet ve katliamların İslam dininde yeri yoktur. Bu tanımlama, emperyalist ideolojinin teorisyenleri tarafından yapılan bir tanımlamadır. Amaç, İslam dinini şiddet, terör ve katliamlarla anılmasını amaçlamaktadır. Ama maalesef, İslam ülkelerinde binlerce ilahiyatçı ve din adamı bulunmasına rağmen, bu terör örgütlerinin din ile ilgisinin bulunmadığını açıklama cesaretini gösterememektedirler.

Terörizmin din ile ilgisinin bulunmadığını açıkladıktan sonra, “TERÖRSÜZ TÜRKİYE” projesi kapsamında Türkiye Büyük Millet Meclisinde oluşturulan komisyona Alevileri temsilen Dem Partisinden milletvekili ve aynı zamanda Alevi Dedesi olan Sayın Celal Fırat’ın yer alması doğru olmamıştır. Kendi inancını İslam’ın özü olarak gören, yetmiş iki millete aynı gözle bakan, “incinsen de incitme” diyen bir inancın “Terörsüz Türkiye” komisyonunda ne işi olabilir?

Elbette ki Aleviler de terörsüz Türkiye’den yanadır. Bunu kim istemez. Ancak, komisyonda hiçbir inancın temsilcisi yer almazken, sadece bir Alevi Dedesinin yer alması Alevileri derinden yaralamıştır. Alevi toplumu inancı gereği hiçbir zaman şiddeti ve terörü onaylamamıştır. Alevi bir aileden gelip terör örgütleri içinde yer alanlar olmuştur. Ama aynı şekilde Ehli-Sünnet mezheplerine mensup bir aileden gelip, terör örgütleri içinde yer alanların sayısı daha da fazladır. Komisyonda bu mezheplere mensup bir din insanı yer almazken, sadece bir Alevi Dedesinin yer alması düşündürücü ve yaralayıcı olmuştur. Amaç; Alevi toplumuna haklarının verilmesi ise, bunun yeri orası değildir. Alevi toplumunun talepleri bellidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararlar da ortada durmaktadır. Bu talepler ve kararlar uygulandığında zaten Alevilerin sorunları çözülecektir. Dolayısıyla, bir Alevi Dedesinin “Terörsüz Türkiye” komisyonun da yer alması hiç de uygun olmamıştır.

 

15.09.2025.

Hamdullah Dedeoğlu.

 

 

 

24 Ağustos 2025 Pazar

DİYANET HANEFİLİĞİ Mİ, VAHABİLİĞİ Mİ SAVUNUYOR?

 


DİYANET HANEFİLİĞİ Mİ, VAHABİLİĞİ Mİ SAVUNUYOR?

Gerek Selçuklu gerek Osmanlı hanedanları kurdukları devletlerin resmi mezhebini Hanefilik olarak benimsemişlerdir. Bu nedenle yönettikleri coğrafyada halkın büyük çoğunluğu da bu mezhebe mensup olmuştur.

Abbasi halifesi Kadir Billah’ın Miladi 1029 yılında yasal olarak tanıdığı mezhepler içinde aklı kullanmayı savunan tek mezhep Hanefilikti. Ancak, Abbasi halifesinin Hanefi mezhebini tanıdığı tarihte, Ebu Hanife (İmam-ı Azam) vefat edeli iki yüz elli yıldan fazla olmuştu. Bu mezhebi Ehli-Sünnet mezheplerine dahil etmesinin nedeni çok sayıda takipçisinin bulunmasıydı.

Gerek Selçuklu gerek Osmanlı devleti İslam dinini anlamada ve Şeriat mahkemelerinde Ebu Hanife’nin yorumlarını esas almışlardır. Osmanlı devletinin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti de Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşunda yine Ebu Hanife’nin İslam yorumunu esas almıştır. Ancak yüz yıl sonra geldiğimiz nokta hiç de iç açıcı değildir.

Zira gerek Diyanet İşleri Başkanlığı'nın gerek açık bir şekilde faaliyet yürüten Tarikat ve Cemaatlerin Ebu Hanife’nin İslam yorumunu terk ederek SELEFİ-VAHABİ yöne doğru gittiklerine tanıklık etmekteyiz. İşte bugünkü makalemizde bu konuyu ele alıp değerlendirmelerde bulunacağız.

Makalemizin ana kaynağı, rahmetli İlahiyatçı-yazar Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk hocamızın yazdığı “İMAMI AZAM SAVUNMASI” adlı eseri olacaktır. Zira Yaşar Hoca da Diyanet İşleri Başkanlığının hutbelerini, fetvalarını ve uygulamalarını Hanefi yorumuna aykırı buluyordu. Bu aykırılıklar özetle şöyleydi:

1-Ebu Hanife içtihatlarda (yorumlarda) Akılcılığı esas alıyordu. (Zümer Suresi 9, 17, 18 ve Sad Suresi 29. Ayetleri) Oysa, ülkemizdeki bugünkü uygulamalarda Nakilcilik (Nas) esas alınmaktadır.

2-Ebu Hanife, ibadetleri İmanın bir parçası saymıyordu. Ebu Hanife’ye göre;

“İbadetler, imanı ne artırır ne de eksiltir. Bir insan inanıyorsa, hiçbir ameli olmasa da günahları çok olsa da Mümindir. Onun cehennemlik olduğuna hükmedemeyiz. Cennete gitmesini ümit ederiz.”

“Allah, Müminlere farz olan şeyleri, onların dini kabul etmelerinden sonra emretmiştir. (Bakara Suresi, 112, 178, İbrahim Suresi 31, İsra Suresi 19, Ahzab Suresi 41. Ayetleri)”

“Konuyla ilgili ayetlerden anlaşılıyor ki, Allah imanı amelden ayrı tutmuştur.”

Diyanet İşleri Başkanlığı ise gerek hutbelerde gerekse yayınladığı kitap ve makalelerde ibadetleri özellikle de namazı dinin direği olarak görmektedir.

3-Ebu Hanife: “Kur’an tercümesi ile namaz kılınabilir. Ezan tercüme ile okunabilir.”

Diyanet bu konuda da Ebu Hanife’nin aksini savunarak duaların ve ezanın Arapça olarak okunmasını şart koşmaktadır.

4-Ebu Hanife, (İmamı Azam) HAMR kelimesinin örfi anlamı şarap olduğu için mutlak haramlığı (yani ne miktarda içersen iç haramdır hükmü) sadece şarap için işletmiş, diğer alkollerin haramlığını NİSA Suresi 43. Ayetteki sarhoşluk kaydına bağlamıştır. Bunun içindir ki, İmamı Azam’a göre, şarap dışındaki içkileri içen kişiye, sarhoş olmayacak kadar içmişse HADD-İ ŞİRB (içki içme cezası) uygulanamaz. Osmanlı fetva makamı da bu yönde fetva vermiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı ve cemaatler bu konuda da Ebu Hanife’nin zıddını savunmaktadır.

5-Ebu Hanife Din ile Şeriatın eşitlenmesine karşı çıkmıştır. Yaşar Nuri Hoca İmam Ebu Hanife’nin bu konudaki görüşünü şöyle özetlemektedir:

Şeriat, İslam veya Kur’an ile eşitlenemez. Şeriat mezhep kabulleriyle, nihayet fıkıhla (hukuk) eşitlenebilir. Şeriatı, İslam ile eşitlemek isteyen anlayış, birçok kabulünün Kur’an’la ve zamanla çeliştiği anlaşılmış bulunan örfleri din yapmayı amaçlayan anlayıştır. Önce Şeriat ile dini eşitlemekte, sonra da devrini bitirmiş yorumlardaki birtakım kuralları din diye halkın önüne koymaktadır. Burada Allah ile aldatmanın tipik bir görünümüyle karşı karşıyayız.”

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın söylem ve uygulamaları bu konuda da Ebu Hanife’nin yorumu ile çelişmektedir.

6-Ebu Hanife zalimlere isyanı, İman ve ibadetin esası olarak kabul etmiştir.

Ebu Hanife zalim Sultanlara karşı mazlumların isyanını bir hak olarak görmüştür. Hz. Ali evlatlarından Zeyd bin Zeynel Abidin’in Miladi 743 yılında Emevilere karşı isyanını haklı bulmuş, maddi ve manevi olarak destek vermiştir. Ebu Hanife, Zeyd’in isyanını Bedir savaşına benzetmiştir.

Yaşar Nuri Hoca konu hakkında şöyle demektedir:

“Ebu Hanife’nin bu görüşü, onun daha sonraki takipçilerinden, özellikle Ebu Mansur Maturidi adlı Türk kelamcısı tarafından aynen benimsenmiştir. Ebu Mansur Maturidi zulme karşı çıkmayanların, zulmü adalet gibi gösterenlerin kafir olduklarını açıkça söylemiştir.”

Yaşar Nuri Hocamızın Türkiye’deki halkın büyük çoğunluğunun mensup olduğu Hanefi Mezhebin kurucusu olarak kabul edilen İmam Ebu Hanefi için yazdığı “İMAM AZAM SAVUNMASI” adlı eserindeki görüşlerinin bir bölümünü özet olarak sunduk.

Yukarıdaki karşılaştırmalardan da anlaşılacağı üzere gerek Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gerek Cemaatlerin söylem ve uygulamalarının Ebu Hanife’nin İslam yorumuyla bağdaşmadığı görülmektedir. Türkiye’deki toplumun nereye doğru götürülmek istendiği apaçık anlaşılmaktadır. Bunun önüne geçilmediği taktirde ülkemizin Afganistan, İran, Suudi Arabistan gibi orta çağın karanlığına doğru gideceği belli olmaktadır. Bunun önüne geçilmesi için başta aydın din damlarına, ilahiyatçılara çok iş düşmektedir. Özellikle İlahiyat fakültelerinde görev yapan hocalarımızın bu durumu gündeme getirip, halkımızı aydınlatmasını temenni ediyorum.

Hamdullah Dedeoğlu

24.08.2025.

Popular