
SÖĞÜT
AĞACIN GÖLGESİ-BİR AŞİRETİN GÖÇ HİKAYESİ (Öykü-Roman-105 Sayfa)
Misis’den, Yellice
yaylasına geleli daha bir hafta bile olmamıştı. Nisan ayının sonuydu.
Obalarımız yerlerine tam olarak henüz yerleşmemişti. En arkadan gelenler
yayladaki eksikliklerini tamamlamaya çalışıyorlardı.
Bizim obamız Hazna Hatunun yönetiminde (kendisi anam olur) düzenini kurmuştu.
Babam Firuz Bey annem sayesinde bunlarla uğraşmazdı. O aşiretin Beyi olarak
eksiği olan obalara yardım göndermekle meşguldü. Kiminin çadır bağlayacak
taşlarla örülmüş arka duvarları kiminin de ocaklarının bacaları yıkılmıştı.
Bunları tamir etmek için ustaları gönderiyordu. Zira bu yapılmadan çadırları
bağlamak zordu. Obalar arasındaki bu yardımlaşma karşılık beklemeden yapılırdı.
Geceleri hem yaylanın soğuğundan korunmak hem de yemeklerin pişirilmesi için
ateşin yakılması gerekiyordu. Çadırın arkasında kalan bir metre yüksekliğindeki
duvarlar rüzgarı engelliyordu.
Yemeklerin
yapılması ve sütlerin pişirilmesi için Ocakların da hızla tamir edilmesi
gerekiyordu. Zira bu yapılmadan hem yemekler pişmez hem de peynir ve tere yağ
elde edilemezdi. Ocakların en zor tamir edilen yeri ise bacalarıydı. Göç
nedeniyle kışın yaylayı boşaltıyoruz. Biz daha sıcak olan güneyde, Yüreğir
nahiyesine bağlı Misis mezrasına gidiyoruz. Ama yabani hayvanlar ve kuşlar
burada kalmaya devam ediyor. İşte bu bacalar bunların adeta sığınakları oluyor.
Bu nedenle en çok hasar gören de bacalar oluyor. Ancak bacaları tamir etmek
zaman alıyor. Tabandan çapı iki metre olan bacalar yükseldikçe daralıyor. Tepe
noktaya gelene kadar bu çap yarım metreye düşüyor. O yüzden içeriden bacanın
bozulan yerlerini örmek ve sıvalarını tamir etmek zaman alıyor.
Bizim aşiretin
ismi Musa Hacılıdır. Bu ismin aşiretimizi kuran büyük dedemizden geldiğini
babam söylemişti. Aşiretimiz, Kaçaroğlu, Tanburacalı, Avşıllı, İncili, Caberli,
Çilli, Hacı Fakılı cemaatleri ile Meşeli, Tecerli, Anamaslı, Dündarlı, Tur
Hasanlı, Kara Bıyıklı, Demirhanlı, Göbelli obalarından oluşuyor. Toplamda beş
yüz on üç yüz haneyiz. Altmış bin koyunumuz, üç yüz atımız, iki yüz elli
devemiz, iki yüz kadar eşeğimiz var. Yüklerimizi ve eşyalarımızı atlar, develer
ve eşekler taşır. Misis’deki kışlağımızdan Yellice’ye kırk gün süren bir
yolculuktan sonra geliriz. Yolda ekinlere, bostanlara, bağ ve bahçelere zarar
vermemek için çok dikkatli davranırız. Eğer bu kurallara uymazsak, sancak
beyleri bize ceza keser. Bu cezayı ödemeden de yaylaya çıkamayız. Beyimiz Firuz
ağa da bu konuda çok hassastır. Sürünün başı ile sonu arasına her elli metrede
bir gözcü koyar. Bunlar genellikle eşeğe binmiş vaziyet de gözcülük yaparlar.
Gözcülerle haberleşmeyi sağlayan kişi ise, doru atlı Bayram çavuştur. Göç
kafilesini yöneten Bayram amcaya “Savranbaşı” da denilir. Yolu en iyi
bilenlerden biri de odur. Yaşı kırkın üzerindedir. Ama çok çevik bir
vücuda, kıvrak da bir zekaya sahiptir. Aksaklıklara anında müdahale eder,
sürünün etrafa zarar vermesini engeller, hem de sürünün en az zayiatla yaylaya
varması için büyük çaba sarf eder. Yolda doğum yapanlara, sakatlananlara,
hastalananlara ve yeni doğan kuzulara da o bakar. İki yardımcısı da eşeklerle
ona destek verir. Akşam nerede mola verileceğine, taze otların hangi bölgede
bulunduğuna da hep o karar verir. Babamın ona sonsuz güveni vardır.
Göç katarın en
başında ise, Savranbaşı ile birlikte adetimiz gereği nişanlı ya da yeni
evlenmiş bir genç kız bulunur. Bu kıza “Ala Dorlak” deriz. Bunun Aşirete
bereket ve bolluk getireceğine inanılır. Ala Dorlak, bineceği atı ya da eşeği
kendisi seçer. Bu ata ve eşeğe eyer vurulmaz. Bunun yerine, yünden yapılmış bir
keçe atın ya da eşeğin üstüne konulur. Onun üstüne de yine yünden yapılmış bir
minder konulup, sağlam bir iple kemer gibi bağlanır. Genç kız, başında gümüş
takıların bulunduğu bir taç, üzerinde kırmızı renkli bir elbise, ayağında ise,
“küllü şeftali” isminde nar çiçeği renginde deriden yapılmış “edik” dediğimiz bir
ayakkabı giyer.
Yellice yaylası,
Misis ovasının tam tersine çok yüksek tepelerden meydana geliyor. Bizim
aşiretin yeri bellidir. Kimse başkasına ait mezraya girmez. Herkes sınırını
bilir. Bu yayla için sancak beyine vergi öderiz. Yellice’deki Kızılca Pınar
mezrası bizim meramızdır. Her yıl baharda buraya geliriz. Hayvanlarımız burada
otlar, burada su içer. Arazisi yaklaşık yedi bin dönüme yakındır. İçinde üç
ayrı yerden dere akar. Babam Firuz Bey bu dereleri çevirip, önüne büyük bir
depo ve oluklar yaptırmıştı.
İnsanlar içme suyunu ağaçtan yapılan borulardan alırlar. Hayvanlar için ise
oyulmuş ağaçlardan yapılan oluklar vardır. Hayvanlar suyunu bu oluklardan
içerler.
Yaylaya her
geldiğimizde su depolarının ve olukların içi temizlenir. Bu iş için babamın görevlendirdiği
temizlikçiler vardır. Aşiretin bakım ve tamir işini yapanlara günlük sekiz akçe
üzerinde ödeme yapılır. Bu ödemeler yayla döneminin sonunda peynir, tereyağı,
yün ve koyun satışlarından sonra yapılır. Peynirler ve tere yağlar tuzlanarak
toprak çömleklerinde saklanır. Tüccarlar bu ürünleri gelip yaylalarda alırlar.
Satılık koyunlar ise, daha çok kısır olanlar ve yaşı geçmiş olanlardan seçilir.
Koyunların yününü hem Osmanlı hem de ecnebi tüccarlar satın alır. En çok
revaçta olan tüccarlar İngiliz ve Rus kökenli olanlarıdır. Hatta Rus tüccarlar
canlı koyun satın alıp, çoban kiralayarak bunları memleketlerine götürürler.
Orada da iyi bir parayla kasaplara satarlarmış.
Ecnebi tüccarlar,
mallarını dışarı çıkartmak için izin belgesi alırlar. Çıkışta satın aldıkları
malların vergisini devletin memurlarına öderler. Biz de yaylaları kullanma
bedeli olarak sancak beylerinin görevlendirdiği vergi memurlarına koyun başına
yarım akçe, deve başına beş akçe, at için üç akçe, eşek için de iki akçe
öderiz. Babamın on üç bin koyunu var. Bizim aşiret de en çok vergiyi babam
öder.
Akşam olmuştu.
Obaların bacalarında dumanlar çıkmaya başlamıştı. Yemek zamanı geliyordu.
Kadınlar akşam yemeği için hazırlık yapıyordu. Bizim yemekleri genellikle annem
pişirir. Çok meşgul olduğu zaman, Durak ağabeyimin hanımı Esma yengem yapar.
Kendisi Beydilli aşiret beyinin kızıdır. Bizim eve geleli dört yıl oldu. Üç
yaşında bir oğlu var. İsmi Mehmet Ali. Çok sevimlidir. Babamın tek torunudur. O
yüzden hepimizin Mehmet Ali’ye karşı sevgisi bir başkadır. Hele babamın torunu
için yapmayacağı iş yoktur. Onu sırtına bile alıp gezdirir. Bazen de obanın
içindeki ziyaretlere Mehmet Ali ile birlikte gider.
Karanlıkla
birlikte sıvacıların bugünkü işi bitmişti. Annemin yaptığı yayla çorbasının
kokusu her tarafa yayılmıştı. Yemeğimizi babamın otağında birlikte yeriz.
Ellerimi yıkadıktan sonra otağa geçtim. Selam verip, sofradaki yerimi aldım.
Servisi kız kardeşim Havva yapar. Mayıs’ta on altısına girecek. Benden üç yaş
küçüktür. Ağabeyim de benden dört yaş büyüktür. Yemeği hep birlikte yeriz. Bu
bir geleneğimizdir.
Çorbanın yanında
küpten çıkarılan eski çökelek de sofraya konmuştu. Çökeleği sac ekmeğinin
arasına sarıp çorba ile yemeyi çok severim. Annem ve kız kardeşim bunu
bildikleri için çorbaların yanına mutlaka eski çökelek çıkarırlardı. Çorbadan
sonra etli bulgur pilavı ile ayran geldi. Yemeğimizi yedikten sonra ağabeyimle
ağılları kontrol etmek için dışarı çıktık. Ağıllar yaklaşık yedi yüz metre
ileride Kümbet tepe dediğimiz yerin rüzgar almayan dalda bir yerindeydi.
Çobanların çadırları da hemen ağılların yanında bulunuyordu. On iki çobanımız
var. Bunlar aileleri ile birlikte kalırlar. Babam her bir çobana yıllık altı
kile buğday ile yirmi koyun verir. Bunlar buğdayı değirmenlere götürüp un yaptırırlar.
Koyunların sütünden ve yününden elde edilen parayla da diğer ihtiyaçlarını
alırlar.
Ağıllara
vardığımızda çobanlar yeni doğan kuzuları annelerinden ayırıp, kendi
bölmelerine koymakla meşguldüler. Geldiğimiz günden bugüne kadar doksan beş
koyun kuzulamıştı. Tahminimize göre bu sayı mayıs ayının sonuna kadar en az üç
bini bulması gerekir. Haziran ayının sonunda da beş bine yaklaşmasını
bekliyoruz. Esas gelirimizi de her yıl doğan kuzu miktarı kadar sattığımız
koyundan elde ederiz. Deve ve atların fazlasını da satarız. Ancak o gelirimizin
çok az bir kısmını karşılar. Koyun satışından sonra ikinci gelir kaynağımız
peynir, tereyağı ve yün satışından gelir. Bu satışların hepsine ağabeyim bakar.
Ancak babamdan habersiz iş de yapmaz. Ne yapacaksa önce onun onayını alır.
Koyunların tanesi 50 ile 60 akçe arasında satılır. Tereyağı ve peynirin beş
okkalık küplerdeki fiyatı 18 akçe, yünün okkası ise, bir akçeden satılır. Bunun
yanında kadınların dokudukları kilimlerden, keçelerden gelir elde eden
obalarımız da var.
Eve döndükten
sonra babamla yarınki işleri konuşmaya başladık. Bize ait olan bulgur Setenin
bir an evvel faaliyete geçmesi gerektiğini söyledi. Bu işle de benim
ilgilenmemi istedi. Ben de gerekli bakım ve tamiratların yapılmasından sonra
iki gün içinde hazırlayabileceğimi söyledim. Seteni çalıştıracak Hamza usta ile
de yarın görüşüp işi daha da hızlandırabileceğimi ifade ettim. Bu sözlerimin
babamın hoşuna gittiğini anlayabiliyordum. Zira, işlerle ilgilenmemi gördükçe
yüzündeki ifadesinin değiştiğini görebiliyordum. Babam işlerin aksamadan
yürümesine ve zamanında yapılmasına çok önem verir. İş takibi konusunda kimseye
taviz vermez. İş bitiminde kontrolleri mutlaka yapar. Buna çok dikkat eder. Bu
nedenle babamın huyunu bilen ustalar işlerine çok dikkat eder, gerekli
titizliği de gösterirlerdi. İş bitiminde eğer işi beğenmiş ise ya ustalara
ayran ya da meyve ikram eder. Bu ikramlar onun memnuniyetini gösterirdi.
Sabah ilk işim
Meşeli obasından Hamza ustayı bulmak oldu. Birlikte bulgur Setenin yanına
gittik. Seten, sekiz ağaç direk üzerinde eni üç, boyu dört metre olan bir
çatıdan meydana geliyordu. Seten taşları da daire şeklinde örülen bir yapının
üzerinde bulunuyordu. Hamza Usta Seten taşı ve çatısını inceledikten sonra;
bana dönüp şöyle dedi:
--Şahin ağam, taş
çok yıpranmış. Çatının üstündeki dallar da dağılmış. Çatıyı ben hallederim ama,
taş için Dikran ustanın gelmesi gerekiyor.
Seten taşı çok
hassas bir taştı. İki parçadan meydana geliyordu. Altta iki metre çapında bir
taş, onun üzerinde de bir buçuk metre çapında ayrı bir yuvarlak taştan meydana
geliyordu. Üstte dönen taşın ortasında yirmi santim genişliğinde delik
bulunuyordu. Alttaki taş yatık vaziyette kalırken, diğer yuvarlak taş dikey
olarak alttaki taşın üzerinde daireler çizerek dönüyordu. Dönen taş ağaçtan
yapılmış bir saplama aracılığı ile atın amuduna bağlanıyordu. At bu taşı aynı
eksen etrafında daire şeklinde çevirerek kaynatılmış buğdayı kabuklarından
ayırıyordu.
Bulgur yapılacak
buğdaylar daha önceden kazanlarda kaynatılıp kurutulur. Kurutulup elenen
buğdaylar keçi kılından yapılmış çuvallar içinde setene getirilir. Seten de
alttaki taşın üzerine serilir. Buğday taneleri üstte bulunan yuvarlak taşın
gücüyle ezilir. Böylece buğdaylar kılçıktan ayrılır. Bu işlem yaklaşık üç-dört
saat sürer. Ezilen buğdaylardan ayrılan kılçıklar rüzgar aracılığı ile
savrulur. Buğdayın tanesi bulgur olurken, kılçıklar da hayvanlara yem olarak
verilir. İşte köylülerin ve yörüklerin vazgeçilmez yiyeceği bulgur böyle
yapılıyor.
Biz bu seten’den
de ayrıca gelir elde ediyoruz. Hem aşiretimizdeki ailelerin hem de diğer
cemaatlerin bulgur işleme işlerini de biz yapıyoruz. Bütün masraflar bize ait
olmak üzere, gelirin dörtte biri Hamza ustaya, dörtte üçü de bize kalır. Hamza
usta yayla döneminde kazandığı parayla çok rahat bir geçim sağlıyordu. Ancak
işi çok meşakatliydi. Sabahtan akşama kadar atın peşinde daireler çizerek
çalışmanız, yarım saatte bir taşın ezdiği buğdayları küçük bir yabayla aktarıp,
havalandırmanız gerekiyordu. Bu zor işte Hamza ustaya hanımı ve çocukları da
yardım ediyordu.
Buğdayı Seten’de
dövmek ne kadar zor bir iş ise, onun tamir ve bakımını yapmak da bir o kadar
maharet gerektiren bir işti. Zira hem alttaki taşın hem üstte dönen taşın
aşınan yerlerinin murçla yenilenmesi gerekiyordu. Bu işin uzmanı da Dikran
ustaydı. Ermeni kökenli olan Dikran usta Hristiyan dinine
mensuptu. Kendisi Ağca Kale nahiyesinde oturuyordu. Oraya
atla gidip gelmem bir günü buluyordu. Elinde çok acil bir işi yoksa babamın
selamını söylediğimde ertesi günü hemen gelirdi. Seteni devreye almamız için
Ağca Kale’ye hemen gitmem gerekiyordu. Ahırın bulunduğu bölgeye gidip, atımı
otağın önüne getirdim. Babama gerekli bilgiyi verdikten sonra, atımın eyerini
bağlayıp hemen yola çıktım.
Mısırlı mezrasına
yaklaştığımda yağmur hafif hafif çiselemeye başladı. Bulgar Viranına geldiğimde
ise yağmur daha da şiddetlendi. Yağmurun dinmesini beklemekten başka yapacak
bir şeyim kalmamıştı. Atımla birlikte büyükçe bir ardıç ağacın dibine sığındık.
Yağmurla birlikte hava da soğumuştu. Heybeden abayı çıkarıp üstüme aldım.
Heybenin diğer tarafında da bir çıkının içinde annemin yaptığı kavurmalı
gözlemeler vardı. Çıkıdan bir tane de gözleme çıkarıp yemeye başladım. Yarım
saat sonra yağmur kesilir gibi oldu. Dönüşte karanlığa kalmamak için tekrar
yola devam ettim. Cevizli köyüne geldiğimde yağmurdan eser yoktu. Güneşli bir
hava vardı. Öğleyi biraz geçmişti ki Ağcakale nahiyesine gelmiştim. Dikran
ustanın evine doğru devam ettim.
Dikran ustanın evi
iki katlı taştan yapılmış bir binaydı. Binanın alt tarafını atölye olarak
kullanıyordu. Burada kağnı ve at arabalarının tekerleklerinin imalat ve
tamirini de yapıyordu. Atölyenin kapısı kapalıydı. Hanımını tanıyordum. Nal
seslerini duymuş olacak ki, ikinci katın penceresi açıldı. Beni görünce tanıdı.
Kısa bir sohbetten sonra, Dikran ustanın köyün altındaki değirmene gittiğini,
ama ne zaman geleceğini bilmediğini, gitmek istersem tarif edebileceğini
söyledi.
Değirmene
gitmekten başka şansım yoktu. Atın yönünü tarif edilen yöne doğru çevirip yola
devam ettim. Değirmen bir derenin çıkışında kurulmuştu. Değirmen tek katlı iki
ayrı bölmeden meydana geliyordu. Bir bölmesinde değirmen, bitişiğinde de
değirmencinin ailesi ile birlikte kaldığı ev bulunuyordu. Değirmenin çarkını
çeviren su iki yüz metre aşağıda tekrar akmaya devam ediyordu. Daha aşağıda da
Kızılırmak’ın kollarına karışıyordu.
Atımı değirmenin
önündeki ağaçlardan birine bağladım. Yem torbasını atın başına taktıktan sonra
içeriye doğru yürümeye başladım. Dışarda iki tane kağnı arabası ile dört-beş
eşek göze çarpıyordu. Bunlar yakın köylerden değirmene un öğütmek için
gelenlere aitti. Bu da değirmende kalabalık bir müşteri sırasının olduğunu
gösteriyordu.
Değirmenden içeri
girdiğimde, Dikran Ustanın değirmen taşıyla ilgilendiğini gördüm. Kısa bir
süreliğine elindeki işi bırakıp, beni orada bulunanlarla tanıştırdı. Hal, hatır
sorduktan sonra durumu anlattım. Dikran usta buradaki işinin akşama kadar
süreceğini, yarın sabah yola çıkıp öğleye doğru Yellice yaylasına
gelebileceğini söyledi. Değirmenci Artin’in ikram ettiği erik kompostosunu
içtikten sonra, müsaade isteyip oradan ayrıldım. Hava tekrar kararmıştı. Bu da
yağmurun habercisiydi. O yüzden daha fazla geceye kalmamak için atımı dört nala
koşturmaya başladım.
Cevizli mezrasını
geçtikten sonra yağmur kendini iyece göstermeye başladı. Atı kısa bir
süreliğine durdurup, abayı heybeden çıkartıp üzerime aldım. Bir de gözleme
çıkarıp açlığımı gidermeye çalıştım. Bulgar viranına geldiğimde hava daha da
kararmaya başladı. Atı dinlendirmek için yavaşladım. Yaylaya da az kalmıştı.
Yaylaya iyice
yaklaştığımda çadırlardan sızan mum ve kandillerin ışıkları görünür oldu.
Köpeklerin ulumaları da hızlandı. Otağa geldiğimde annemle ağabeyimin dışarda
beni beklediklerini gördüm. Köpek seslerini duyduklarında benim gelmekte
olduğumu tahmin etmişler. Annemin sesinden beni merak ettiği belli oluyordu.
Sofranın hazır olduğunu atı ahıra bağladıktan sonra hemen gelmemi istedi. Ata
su ve yem verdikten sonra, tekrar otağımıza doğru yöneldim. Ailece sofraya
oturduk. Bugün gittiğim yerlerde yaptıklarımı kısaca babama anlattım. Çok
memnun oldu. Değirmende karşılaştığım insanların selamlarını ilettim.
Benim konuşmalarımdan
sonra sözü babam aldı. Dikran usta ile yarın kendisinin ilgileneceğini, benim
sebzelik için ayrılan bahçenin sabanla sürülmesi için Fatmalı köyündeki İbrahim
amca ile görüşmeye gitmemi söyledi.
Fatmalı
köyündekiler genellikle ziraatçilik yapıyorlardı. Buğday, arpa ve hayvan yemi
olan fiğ ekip biçiyorlardı. Bizim üç dönümlük bahçeyi her yıl İbrahim amca
sürer, ekilmeye hazır hale o getirirdi. Bundan sonrası anneme aitti. O, bahçeye
soğan, kabak, hıyar, fasulye, nohut, kara kavun eker. Bahçenin Sulanması,
çapası ve otların temizlenmesi ile hep o ilgilenir. Bazen benden de yardım
istediği olur. Ama, işlerin çoğunu çobanların eşleri ile halleder. Çapa, ot
yolma, sırıklama, gübreleme gibi işlerin hepsini onlarla yapar. Bahçede çıkan
üründen çobanların ailelerine ve komşulara da verir. Obada herkes anneme o
nedenle “Hazna Ana” derdi. Sıkıntısı, derdi olan anneme gelir. Kız istemeye,
küsleri barıştırmaya hep annemi götürürler. Çözemediği bir şey olduğunda da babamdan
yardım ve destek ister. Babamda onu kırmaz, istediklerini yerine getirir. O ne
de olsa hem bey kızı hem de bir aşiretin başı olan Firuz Beyin hanımıydı.
Saygınlığı ve itibarı çok yüksekti. Babası Dulkadirli’nin Yeni il kazasının en
büyük aşireti olan Ağca Koyunlu’nun reisi Mehmet beydi. Ağca Koyunlu aşiretinin
iki bin beş yüz hanesi vardı. Bizim Musa hacılı aşireti de Ağca Koyunlu’dan
ayrılan bir aşiretti. Yani onlarla akrabaydık. Hepimiz Türkmenlerin Bayat
boyuna mensuptuk. Horasan’dan Anadolu’ya birlikte gelmişiz.
Ertesi sabah ben
ve atım tekrar yollardaydık. Bu kez yolculuğumuz Fatmalı Köyüneydi. Atımla ben
iyi bir ikiliydik. İki yıl önce Annemin babası Mehmet dedem hediye etmişti.
Geldiğinde bir yaşını biraz geçmişti. Atımın tımarına, bakımına, yemesine,
içmesine çok önem veririm. Atım siyah renkli, uzun bacaklıdır. Bizim burada
siyah ata “Yağız at” derler. Dedem adını Karayel koymuştu. Bana çok bağlıdır.
Benim en yakın dostum ve arkadaşımdır. Geçen yıl Kızıl Geçit mezrasından
geçerken önümüze çıkan bir yılanı görüp aniden durup şaha kalkmış, ben de
düşmüştüm. Ayağım incindiği için bir süre yerden kalkamamıştım. O ayağımdaki
sancı hafifleyene kadar baş ucumda beklemişti. Bazen obalardan geçerken
köpeklerin saldırısına uğrarız. O hiç korkmaz. Hatta ben elimdeki kamçıyı
köpeklere doğru sallarken, o da onların üstüne korkmadan yürür. Bu yönüyle de
çok cesurdur.
Bir saatlik
yolculuktan sonra, Baş Viran mezrasındaki Fatmalı köyüne gelmiştim. İbrahim
amcanın evi köyün girişindeki tepeyi geçince soldaki ilk evdi. Eve
yaklaştığımızı gören beyaz bir köpek bize doğru havlamaya başladı. Köpek iri
yarı bir Kangaldı. Köpeğe fazla yaklaşmadan İbrahim amcaya seslendim. Biraz
sonra kapıdan on beş yaşlarında bir erkek çocuk göründü. Kendimi tanıttıktan
sonra, köpeğe doğru yönelerek bize yol açtı. Köpek sakinleşince tekrar atımla
beraber eve yöneldik. Atı evin önündeki dut ağacına bağladım. Bu sırada İbrahim
amca da evden çıkıp yanımıza geldi. Hoş, beşten sonra eve buyur etti.
Ev toprak
damlıydı. Yemeklerin pişirildiği ana ev büyükçe bir yerdi. İçinde büyük bir
bacası vardı. Hem yemekler hem de ekmekler bu bacada yakılan ateşle
pişiriliyordu. Evin ortasında ayrıca bir metre çapında yuvarlak bir pencere
bulunuyordu. Evin içi bu pencereden gelen ışıkla aydınlanıyordu. Evin her iki
tarafında da birer oda bulunuyordu. Birisi misafir odasıydı. Diğerinde ise evli
olan oğlu kalıyordu. İbrahim amca, ben ve küçük oğlu misafir odasına geçtik.
Misafir odasının her iki tarafında makatlar bulunuyordu. Üstüne yün minderler,
arkasına da hasırdan yastıklar konmuştu. Babamın selamını söyleyip, geliş
nedenimi söyledim. Bunun üzerine oğlu Ahmet’in atlarla birlikte Eymir Köyüne
dünürü Hüseyin amcanın sebzeliğini sürmek için gittiğini, oradaki çift sürme
işi bittikten sonra ancak gelebileceğini söyledi. Kabul etmekten başka
yapacağım bir şey yoktu. Kısa bir sohbetten ve birer bardak ayran içtikten
sonra müsaade isteyip oradan ayrıldım.
Yaylaya
geldiğimde, Dikran ustanın tamir işine başladığını öğrendim. Atımı ahıra çekip
bağladım. Önüne de arpa ile karışık yemini verdikten sonra, setenin bulunduğu
yere gittim. Babam, Hamza usta ve Dikran usta sohbet ediyorlardı. Dikran usta
işe başlamıştı ama iş henüz bitmemişti. Vakit de öğleyi biraz geçiyordu. Dikran
usta ile hoş beş ettikten sonra, babam bana eve gidip yemeklerin hazır olup
olmadığımı öğrenmemi istedi. Otağ ile Seten arası beş yüz metreden biraz azdı.
Otağın önünde annemle karşılaştım. Yemeklerin hazır olduğunu, misafir otağına
hazırlayacaklarını söyledi. Hemen geriye dönüp babama annemin söylediklerini
ilettim. Hep birlikte misafir otağına geldik. Sonra da yer sofrasına oturduk.
Önce bir tarhana çorbası içtik. Arkasından pirzolalarımız geldi. Yemekten sonra
onlar Seten yerine dönerken, ben de yeni doğan kuzulara bakmak için koyun
ağıllarına yöneldim.
Akşam yemeğini
yemiş babamın otağında ailece sohbet ediyorduk. Biraz sonra dışardan bir ses
geldi.
--Destur var mı
Firuz Beyim.
Gelen Yeni il
kazasının kaymakamlığında görevli bir mübaşirdi. Babamla tanışıyorlardı. Biz
ilk defa görüyorduk. Babam mübaşiri içeri buyur edip, oturması için yer
gösterdi. Mübaşir uzun boylu, pos bıyıklı, iri yarı birisiydi. İsminin Kapıcı
Başı İsmail olduğunu babamın hitap etmesinden öğrendik. Kısa bir hoş-beşten
sonra mübaşir iç cepkeninde taşıdığı bir evrakı çıkartıp babama uzattı. Babam;
--Bu nedir Mübaşir
Efendi?
Mübaşir İsmail
Efendi uzattığı evrakı geri çekip, gözlerini evraktan ayırmadan bunun bir
padişah fermanı olduğunu, içinde Rakka eyaletine gönderilecek aşiretlerin isim
listesinin bulunduğunu belirtti. Sonra fermanda yazılanları özetlemeye başladı.
Fermanda
yazılanlara göre, Yeni İl kazasındaki konar-göçer aşiretlerin tamamı bu iskana
tabi olacaktı. Sadece yerleşik olan ve ziraatçilikle meşgul olan köyler bu
iskandan muaf tutulacaktı. Fermanın en altında da padişahın tuğrası
bulunuyordu. Fermanın altındaki karar tarihinde 21 Ocak 1691 yazıyordu.
Karar, biz yaylaya
gelmeden üç ay önce alınmış. İskana tabi olan aşiretlerin boy beyi aynı zamanda
iskan başı olacakmış. Aşirete bağlı tüm obalardan o sorumlu olacakmış. Aşiretin
boy beyinin yanına kaymakamlıkta görevli memurlar da verilecekmiş. Rakka
eyaletine yapılacak yolculukta nereden geçileceğine ve nerede mola verileceğine
bunlar karar verecekmiş. Bütün haneler tek tek nüfusları ile birlikte deftere
yazılıp kayıt altına alınacakmış. Nüfus ve hane sayısına göre Rakka eyaletinde
arazi verilecekmiş. Rakka’ya gidecek aşiret ve obalar yayla sezonu bitmeden bir
ay önce yola çıkacaklarmış.
Mübaşirin fermanda
yazılanları anlatmasından sonra evdekilerin suratları asıldı. Moralleri
bozuldu. Ne diyeceklerini bilemediler. Şaşkın şaşkın bir mübaşire bir babama
bakıyorlardı. Babam bizden daha soğuk kanlıydı. Olayı kavramaya çalışıyordu.
Arkasından mübaşire sorularını sormaya başladı.
--İsmail Efendi
bizi niçin oraya gönderiyorlar? Biz buradan memnunduk. Vergilerimizi de ödüyorduk.
Bizim yetiştirdiğimiz koyunların eti lezzetli olduğu için İstanbul’a, Bursa’ya
hatta Rusya’ya gönderiyorduk. Biz şimdi buradaki düzenimizi bozup, nasıl
Rakka’ya gideriz?
Mübaşir İsmail
Efendi, gün görmüş, nice olaylara şahit olmuş biriydi. Yaşı kırkın üzerindeydi.
Babamı teselli etmek isteyen bir ses tonuyla şöyle cevap verdi:
--Firuz Beyim,
buradaki aşiretlerin Rakka’ya gönderilme nedeni; Arabistan tarafında oturan
Arap aşiretler burayı istila edip, yerli halkı göçe zorlamışlar. Bölgedeki
güvenliği ve ticareti engelliyorlarmış. Bölgeye sizinle birlikte Ankara,
Diyarbakır, Harput, Malatya ve Ergani’deki Türkmen ve Ekrad aşiretler de iskan
edilecek. Bunların arasında Badıllı, Milli, Rişvanlı, Cihanbeyli aşiretleri de
bulunuyor.
Bu iskanın esas
amacı güneyden gelen Arap aşiretleri dengelemek, onların saldırı ve
eşkıyalıklarını önlemektir. Devlet size orada hane başına seksen dönüm arazi
verecek. Sizden arazi vergisi alınmayacak. Araziyi ekip-biçmeniz için gerekli
malzemeler de verilecek. Mesela saban, Öküz, Kağnı arabası, tohumluk buğday,
arpa, fiğ gibi ihtiyaçların hepsi karşılanacak. Fermanın devamındaki kararı da
okumuştum. Bunların hepsi yazıyor orada. Ferman, önceki gün Sivas Beylerbeyi
tarafından Yeni İl kaymakamlığına gönderilmiş. Bugün de mübaşirler aracılığı
ile Aşiret beylerine iletilmesi istendi. Bize verilen görev bunu aşiret
beylerine iletmek ve sorularınıza cevap vermektir.
Mübaşir İsmail
efendinin Arap aşiretlerinin eşkıyalık yaptıkları, yerli halkı zorla göç
ettirdiklerini söylemesi en çok da annem ile Esma yengemi telaşlandırdı. Her
ikisi de bey kızları olduğu için bunun ne anlama geldiklerini iyi biliyorlardı.
Zira aşiretler arasında meydana gelen onlarca çatışma ve saldırılara şahit
olmuşlardı. Nice can kayıpları yaşanmış, nice acıklı ağıt ve türküler dile
getirilmişti. Annem ile yengemin içinden geçen duygu ve düşünceleri okuyan
babam Mübaşire ikinci sorusunu yöneltti.
--Peki bu Arap
aşiretler bize de saldırılarsa ne yapacağız? Bizi kim koruyacak? Biz orada
malımıza, namusumuza nasıl sahip çıkacağız?
Mübaşir efendi
daha öne Urfa, Birecik, Rakka ve Halep bölgelerinde görev yaptığını, yerli Arap
aşiretlerinin devletin yanında olduğunu, iskan edilecek aşiretler içinde
bulunan Milli, Badıllı, Rişvanlı ve Cihanbeyli aşiretlerinin de çok güçlü olduklarını
ve onları sindirebileceklerini belirtti. Mübaşir Ayrıca, Rakka Beylerbeyi
Kadızade Hüseyin paşanın çok dirayetli birisi olduğunu, kendisini şahsen
tanıdığını, emrinde hem yeniçeri hem de yüzlerce sipahi askeri bulunduğunu, bu
nedenle güvenlik konusunda endişe duymamamızı birkaç kez tekrar etmek zorunda
kaldı.
Mübaşir İsmail
efendinin güven veren bu sözleri annemi ve babamı biraz olsun rahatlatmıştı.
Ancak gerek yengemin gerek ağabeyimin tam anlamıyla tatmin olmadıkları yüz
ifadelerinden belli oluyordu. Aslında aşiretimizin de silahlı adamları vardı.
Sayıları yüz yetmişi buluyordu. Ama bunlar profesyonel asker değildi. Hem
ailelerinin işlerini yapıyorlar hem de gerekli durumlarda koruma görevi
üstleniyorlardı. Babamdan habersiz hareket etmezler. Bütün yetki aşiret beyi
olan babamdaydı. Tüfek hariç tüm silaha sahiptiler. Kılıç, yay, ok, mızrak,
teber, hançer kullanabiliyorlardı. Bunların arasında Durak ağabeyim de
bulunuyordu.
Mayıs ayına girmek
üzereydik. Önümüzdeki hafta Yellice yaylamızda Hıdırellez şenlikleri
düzenlenecek. Bu şenlikler her yıl yapılır. Şenlikteki ok yarışlarında ağabeyim
genellikle birinci gelir. Bu yarışlar için kendisi bir haftadır hazırlık
yapıyor. Atıyla her gün Kızıl Gedik geçidine kadar gidip orada atışlara devam
ediyor. Ben de rahvan yarışlarına katılacağım. Dedem bu atı en çok da bu
özelliğinden dolayı bana hediye etmişti. Onun iyi bir cins yarış atı
olabileceğine kanaat getirmiş. Ben de dedemin bu atı bana boşa vermediğini
ispat etmek için fırsat buldukça atımla idman yapıyorum. At yarışları, babamın
otağı ile Gence Pınar arasında yapılıyor. Pınarın çeşmesine bağlı olan kırmızı
kurdelayı getiren birinci, sarıyı getiren ikinci, beyazı getiren de üçüncü
oluyor. Birinciye koç, ikinciye genç bir koyun, üçüncüye ise, sütten kesilmiş
bir kuzu veriliyor. Rahvan yarışında dereceye girenlere de aynı hediyeler
veriliyor. Okçuların hediyeleri daha da büyük oluyor. Ok atma yarışlarında
birinci gelene sapı gümüş kaplama kılıç, ikinciye bir yaşında bir tay, üçüncüye
bir adet kalkan, dördüncüye de mızrak veriliyor.
Yellice yaylamızda
düzenlenecek yarışmalara sadece Musa Hacılı aşireti ve ona bağlı cemaat ve
obalar katılabiliyor. Diğer aşiretler de kendilerine ait yaylalarda bu
şenlikleri düzenliyor. Şenlik düzenleyenler arasında Beydilli, Ağca Koyunlu,
Çeçeli, Badıllı aşiretleri de var. Şenlikler arasında ziyaretler ise serbest.
Bu ziyaretleri daha çok bekar gençler yapıyor. Şenliklerde beğendikleri kızlara
mendil verme, ayna gönderme en çok rağbet edilen hediyeler oluyor. Eğer kız da
istekliyse buna cevap veriyor. Değilse, hediyeyi geri gönderiyor. Hediyeyi geri göndermesi onun başka birini
sevdiğini gösterirdi. O nedenle ısrar edilmez. Kızın isteğine saygı duyulur.
Aksini yapanlara ise, iyi gözle bakılmaz ve saygı gösterilmez.
Mübaşir ile babam
arasındaki sohbet gece yarısına kadar devam etti. Mübaşir iskan bölgesi
hakkında tüm bildiklerini anlatmıştı. Mübaşir geceyi Mısırlı obasında
geçireceğini söyleyerek izin istedi. Ailece Mübaşir İsmail efendiyi atının
yanına kadar yolcu ettik. Otağa döndüğümüzde babam Rakka’ya gitmek için daha
dört ay zamanımız olduğunu, o zamana kadar bölge hakkında daha fazla bilgi
toplayacağımızı, bu bilgiler doğrultusunda gerekli hazırlıkları yaptıracağını
söyledi.
Annemle yengem
babamım bu sözlerinden sonra biraz daha rahatlamış görünüyorlardı. Babam ayrıca
Çemişgezek sancağında yaylaya çıkan amca oğullarının kışlak olarak Rumkale’ye
gittiklerini, buranın da Rakka’ya yakın olduğunu, gerekirse onlardan da destek
alabileceklerini belirtmesi bizleri de rahatlatmıştı. O gece karışık duygular
içinde uyumak için otaklarımıza geçtik.
Sabah kahvaltısı
için ailece babamım otağında toplandık. Yengem ve kız kardeşim sofrayı
hazırlamak için gidip geliyorlardı. Bulgur çorbasının kokusu her tarafı
sarmıştı. Annem de sabah erken kalkıp tereyağlı katmer yapmış. O da çok güzel
kokuyordu. Hep birlikte sofraya oturduk. Akşamki moral bozukluğundan eser
kalmamıştı. Herkes bugünkü yapacağı işlere odaklanmıştı. Kahvaltımızı
bitirmiştik ki; dışarıdan bir ses duyuldu:
--Firuz Beyim evde
misiniz?
Ben yerimden
kalkarak hızla dışarı çıktım. Sesin sahibi Fatmalı köyünden İbrahim amcaydı.
Annemin sebze bahçesini sabanla sürecek olan kişiydi. İki atın çektiği dört
tekerlekli arabayla gelmişti. Arabanın içinde saban ve tapan vardı. Kısa bir
hoş-beşten sonra kendisini babamın otağına davet ettim. O buna gerek
olmadığını, hemen sebzelik yere gidip bir an evvel işine başlamak istediğini
söyledi. Biz İbrahim amca ile sohbete devam ederken otaktakilerin hepsi dışarı
çıkmıştı. Onlar da İbrahim amcaya “Hoş geldin” dediler ve içeriye buyur
ettiler. Onlara da bana söylediklerinin aynısını tekrarladı. Bunun üzerine,
Babam, ağabeyim ve ben İbrahim amcanın arabasına binerek bahçeye doğru hareket
ettik. Oraya geldiğimizde Saban ve tapanın indirilmesine yardım ettik. Zira hem
saban hem de tapan tek başına bir insanın kaldırıp indirebileceği ağırlıkta bir
alet değildi. Gerek saban gerek tapan ağaçtan yapılmış, sabanın ağzında toprağı
işlemesi için keskin bir sivri demir bulunuyordu. Tapan ise, te harfi şeklinde
olup, ağaçtan yapılmıştı. Ağacın alt ve üstü tahta gibiydi. Ancak oldukça
ağırdı. Sabanla sürülen toprağı düzeltmek için kullanılıyordu. Topak şeklindeki
bu sert toprak parçalarına kezek deriz. İşte bu kezekleri de ezebilen tapan iki
at tarafından çekiliyordu. Bazen kezekler çok büyük olduğunda atlar tapanı
çekerken üzerine ağırlık olması için insan oturuyordu. Böylece ekilecek tarla
ya da bahçedeki kezekler ezilerek toprak haline getiriliyordu. Bunun amacı
ekilen tohumun en iyi şekilde toprakla buluşmasını sağlamaktı. Saban ve tapanı
indirdikten sonra, babam İbrahim amcaya dönerek, kalacağı misafir otağını
hazırlatacağını, öğle yemeklerinin evden getirileceğini, atları içinde otağın
yanındaki ahırı kullanabileceğini söyledi.
İbrahim amcanın
sebzeliği sürmeye başlamasından sonra biz tekrar otağa döndük. Babam Hıdırellez
şenliklerinin yaklaştığını söyleyerek, oba beyleri ile yarın toplantı yapılması
için ağabeyimi görevlendirdi. Toplantıda ayrıca Rakka’ya iskan edilme kararını
da görüşeceklerini söyledi. Oba beylerinin tepkisi ne olacaktı? Babam bunu çok
merak ediyordu. Zira, Rakka sürekli kalınacak ve ziraatçilik yapılacak bir
yerdi. Yaylakları ayrı kışlakları ayrı olan aşiretler buna uyum
sağlayabilecekler miydi? Ayrıca ziraatçilik konusunda da fazla bilgileri yoktu.
Bunu yapabilecekler miydi? Hayvanlarını ne yapacaklardı? Ne kadarını oraya
götürebileceklerdi? Bunu henüz kimse tam bilmiyordu. Bunların üstüne bir de Arap
aşiretlerinin eşkıyalıkları vardı. Kendilerini bunların saldırılarına karşı
nasıl koruyacaklardı? Yoksa, devlet iskan edilecek aşiretleri, Arap
aşiretlerine karşı denge olarak mı kullanacaktı? Eğer devletin düşüncesi bu
yönde ise, kendilerini çok kötü günler bekliyordu. Daha önce orada yaşayan
yerli Arap halkı bu yeni gelen Arap aşiretleri ile baş edemeyip neden toprağını
terk etmişti? Bütün bunlar babamın kafasında soru işareti olarak dolaşıp
duruyordu. Bir aşiret beyi olarak halkını düşünmek, onların can ve mal
güvenliğini sağlamak en başta gelen görevleri arasındaydı. Bütün bunları cemaat
ve oba beyleri ile tartışıp onların da düşüncelerini öğrenmek istiyordu.
Toplantılar Setenin yakınındaki büyük çadırda yapılıyordu. Benim de orayı hemen
hazırlamam gerekiyordu. Oturulacak minderleri ve yaylanın soğuk gecesi için
mangallarda yanacak kömürleri ayarlayıp eksik bir şey varsa tamamlamalıydım.
Bunları hazırlamak benim görevlerim arasında bulunuyordu. Babamın mahcup
olmaması için bunları hemen yapmalıydım.
Bu tür
toplantılara sadece cemaat ve oba beyleri katılıyordu. Başkanlığını ise, babam
yapıyordu. Konuşmak isteyenler babamdan müsaade alıp öyle konuşurlar. Kimse
babama karşı saygıda kusur etmez. Babamda onlara karşı kırıcı olmaz. Yanlış ve
hata yaptıklarında uyarır. Onlar da bu uyarıları dikkate alıp yanlışlarını
düzeltirlerdi. Oba beylerinin toplantısı geç saatlere kadar sürdü. Toplantının
çıkışında hepsi endişeli görünüyordu. Babamın da onları tam anlamıyla ikna
edemediği anlaşılıyordu. Sonuçta hem kendilerinin hem de ailelerinin can
güvenliği söz konusuydu. Yakın zamanda Bozok eyaletinde meydana gelen Celali
isyanları ve Kuyucu murat Paşanın yaptıkları daha unutulmamıştı. Binlerce insan
canlı canlı kuyulara atılmış, yüz binlercesi de yerinden yurdundan olmuştu.
Kendilerini yeni toparlamışlardı ki, şimdi de Rakka‘ya iskan kararı çıktı. Hem
can güvenliklerinden endişeliydiler hem de hiç anlamadıkları ziraatçiliği nasıl
yapacaklardı? Hayvanlarını nasıl değerlendireceklerdi? Bütün bu sorular
kafalarını meşgul ediyordu.
Oba beyleri
ayrıldıktan sonra içeride ne konuşulduğunu babam yavaş yavaş anlatmaya başladı.
Yüz yetmiş kişilik koruma birliğini iki yüz elliye çıkarma kararı almışlar.
Koruma birliğinin eğitilmesi görevini de Meşeli obasının beyi olan İlhan
Kethuda üstlenmiş. Eksik olan ok, yay, mızrak, kama, pala, Teber, kılıç gibi
savaş aletlerinin de aşiret bütçesinden karşılanmasına oy birliği ile karar
vermişler. Aşiret bütçesi her yıl hane başına alınan altmış akçeden meydana
geliyordu. Bu harcamalar babamın bilgisi dahilinde Kaçaroğlu obası beyi Beyzade
Kethuda tarafından yapılıyordu. Konar-Göçer olan aşiretimiz bundan sonra can ve
mal güvenliği için savaşmayı da göze almaya hazırlıklı olacaktı. Başka çaremiz
de yoktu. Ayakta kalmak için bunu yapmak zorundaydık.
İbrahim amca iki
günün sonunda sebzeliği sabanla sürüp, tapanla düzledikten sonra ekilmeye hazır
hale getirmişti. Sıra sebze tohumlarını ekmeye gelmişti. Annem geçen senenin
ürününden tohumları ayırmıştı. Şimdi bunların ekilmesi gerekiyordu Annem bunu
tek başına yapamazdı. Benimle birlikte çoban eşlerinin yardımı da gerekiyordu.
Onlardan üç çoban hanımını da yanımıza aldıktan sonra, hep birlikte sebzeliğe
doğru hareket ettik. Üç dönümlük sebzeliğin bir kısmına kabak, bir kısmına
hıyar, bir kısmına fasulye, diğer kısmına da dolmalık biber ve kışlık kavun
ekeceğiz. Ben eşekle bez torbaların içinde getirdiğim tohumları çobanların
eşlerine dağıttım. Annem de onlara nereye ekileceğini göstermek üzere, kendisini
takip etmelerini istedi. Kadınlar annemin söyledikleri doğrultusunda sebzeler
için ayrılan bölümlere geçtiler. Onlar da torbalar içindeki tohumları istenilen
yere ekmeye başladılar. Annem onların yaptıklarını kontrol ederken tohumlar
arasındaki mesafenin iyi ayarlanmasına dikkat etmelerini, tohumun üzerini
toprakla iyice örtmelerini ısrarla tembih etti. Ben onları annemle baş başa
bırakıp sebzeliğin duvarlarının üzerinde eksik ve eskimiş çitlerin yerine yeni
dikenli çalılıklar kesmek üzere eşeğimizle Tecer dağı yolu üzerindeki tepelere
doğru hareket ettim. Burada nacakla kestiğim çalıları bir meydana yığdım. Sonra
da onları ağaç dallarından yaptığım iskeleye yükleyip bağladım. İskeleyi de
eşeğin semerinin her iki tarafına bir iple sabitledim. Eşeğin yularından
çekerek sebzeliğe kadar dikenli dalları sürükleyerek getirdim. Annemler
tohumları ekmeye devam ediyordu. Vakit öğleyi geçmişti. İskeleyi çözdükten
sonra yere bir kazık çakarak eşeği bağladım. Eşek ipin uzunluğu kadar olan
yerdeki otları yiyebilecekti. Ben bunları yaparken annem de yer sofrasına hazırlamakla
meşguldü. Kadınlar da işlerine ara vermişlerdi. Onlar da sofranın
hazırlanmasına yardım etmek için anneme doğru hareket ettiler. Annemin evden
getirdiği yemekleri hep birlikte yedikten sonra, ardıç ağaçların gölgesinde
dinlenmeye çekildik.
Ağaçların gölgesinde
bir saat dinlendikten sonra herkes tekrar işine döndü. Ben de getirdiğim
dikenli çalıları demirden yapılmış yabayla duvarlardaki eksik ve eskimiş
yerleri tamamlamaya başladım. Sebzeliğin uzunluğu altmış metre, genişliği ise
elli metreydi. Bu alanın etrafı bir metre yüksekliğinde taş duvarlarla
kapatılmıştı. Duvarın üzerinde de bir metre yüksekliğinde dikenli çalılar
bulunuyordu. Bunun amacı bahçedeki sebzeleri hem evcil hem de yabani
hayvanlardan korumaktı. Duvarların üzerindeki çalılıklar her yıl bakımdan
geçiriliyordu. Zira, biz Misis kışlağına gittiğimizde burası boş kalıyordu.
Kar, yağmur ve sert esen rüzgarlar çalıları aşındırıyor, sonra da savurup başka
yerlere götürüyordu. Bu nedenle çalıların her yıl yenilenmesi gerekiyordu.
Dikenli çalılar bir nevi çit görevi görüyordu. Hava iyice kararıncaya kadar
çalışmaya devam ettim. Ancak hepsini bitirememiştim. Annemlerde işini
bitirememişti. Yarın yine gelmemiz gerekiyordu. Bahçeden hep birlikte ayrılıp
otağımıza doğru hareket ettik. Çobanların hanımları ile yarın sabah sebzelikte
buluşmak üzere ayrıldık.
Otağımıza
geldiğimizde yengem ve kız kardeşim akşam yemeklerini hazırlamış bizi
bekliyorlardı. Sofra hazırlanana kadar o gün yapılan işler hakkında babama
bilgi verdim. Yarın sebzelikte tüm işlerin biteceğini söyledim. Babam başını
sallayarak memnuniyetini belirtip “elinize sağlık” dedi. Babam yaptığımız
işlerden sonra daima teşekkür eder. Benden sonra ağabeyim de Hıdırellez
şenliklerinin hazırlıkları hakkında yaptıklarını anlattı. Babam bunları da can
kulağı ile dinleyip önerilerini iletti. Bu sene yapılacak şenliklerin daha
canlı geçmesi için ödüllerin artırılmasını söyledi. Yarışmalara daha fazla
kişinin katılmasını sağlamak için oba beylerine talimat vereceğini de belirtti.
Babam herhalde bu yıl ki Yellice şenliklerin son şenlik olabileceğini
düşünüyordu. Zira bu sözlerinin arkasında Rakka iskanının kafasını hala meşgul
ettiği anlaşılıyordu.
Ertesi gün
sebzelikdeki işimize devam ettik. Dikenli çalılar yetmeyince tekrar Tecer dağı
yolu üzerindeki tepelerde kesim işine devam ettim. Annemler de sebze
tohumlarını ekmeye devam ettiler. Öğleden sonra bahçe duvarları ile olan işim
bitti. Bu kez bahçe kapısının tamiratı ile uğraştım. Geriye kalan zamanı da
dereden gelen su kanalının bozulan yerlerini kürekle düzelttim. Kanalın içine
dolan toprak ve molozları temizledim. Suyun kanallardan düzgün olarak bahçeye
ulaşması için bunun yapılması gerekiyordu. Annemlerin işi hava kararmak
üzereyken bitti. Eşyalarımızı toparlayıp, bahçe kapısını kilitledikten sonra
hep birlikte otağımıza doğru hareket ettik.
Eve geldiğimizde
babamla ağabeyim sohbet ediyordu. Yengemle kız kardeşim de akşam yemeği için
hazırlık yapıyordu. Yemek hazırlanana kadar bugün yaptıklarımızı babama ve
ağabeyime kısaca anlattım. Onlar da Hıdırellez şenliklerini konuşuyorlardı.
Ağabeyim bu yılki şenliklere kadınların dokudukları kilim, heybe, halı, keçi
kılı ve koyun yününden yapılan çuvalların da sergilenmesi için öneride bulundu.
Babam bu fikri çok beğendi. Sergide özellikle “Aynalı” ve “Saydak” modelli
çuvallara ağırlık verilmesini, diğer modellerden “Aşıklı” ve “Çalmalı”dan da
birer tane sergilenmesini istedi. Zira şenliklere Sivas, Bozok ve Maraş
sancağındaki tüccarlar da katılıyordu. Tüccarlar bu şenlikler aracılığı ile
aşiretlerin ürettikleri ürünlerin pazarlığını yapıp satış sözleşmeleri
yapıyorlardı. Sözleşme yapan tüccarlar anlaştıkları mallar karşılığında yüzde
onla, yüzde elli arasında değişen kaparolar veriyorlardı. Dokumaların bu yıl
şenliklerde sergilenmesi satışların artmasını sağlayabilirdi. Bu da aşiretimiz
için iyi bir gelir olurdu.
Dokumalar içinde
en fazla rağbet gören ürünümüz, kadınlarımızın dokuduğu heybeler geliyordu.
Desen ve kaliteleri tüm yaylada ün yapmıştı. Fiyatları da diğer aşiretlerin
dokuduklarından yüksek olmasına rağmen oldukça rağbet görüyordu. Heybeler
boylarına göre üç çeşit dokunuyordu. En büyük boyu atların sırtına konulanıydı.
Onu sırasıyla eşekler için örüleni, en küçük boyu ise, insanların sırtına koyup
taşınanıydı.
Heybeler
desenlerine göre en fazla üç model dokunur. Bunlara “Kurt ağzı, Turunç” ve
“Yaprak” modeli denilir. En çok satılanı ve beğenileni ise, yaprak desenli
olanıydı. Heybelerde en çok kullanılan renk ise, kırmızı ve siyahtı. Heybe,
yelek, cepken gibi küçük hacimli olanlar “Çulha” denen tezgahlarda, halı kilim,
çuval gibi daha büyük olanlar ise, İstar adı verilen tezgahlarda dokunur.
Dokuma tezgahları
dikdörtgen bir çerçeve şeklinde olup, iki ayağı yere çakılıdır. İplikler
arasında bir değnek bulunur. Bu değneğe kılıç adı verilir. Dokunan iplikleri
sıkıştıran takoza ise, “Döven” ya da “Kirkit” denilir. Çuval dışındaki
dokumalar koyun yününden elde edilen ipliklerden dokunur. Buğday, arpa, fiğ,
gibi tahılların konuldukları çuvallar ise, genellikle keçi kılından elde edilen
iplikten yapılır. Tezgahlarda ayrıca hem yünden hem de pamuk ipliğinden kadın
ve erkekler için mintan, cepken, entari gibi giyim eşyaları da dokunur. Ancak
bunlar satılmaz, herkes kendi ihtiyacı kadar olanı dokur. Dokumada kullanılan
yünler koyunlardan kırpıldıktan sonra önce yıkanır. Sonra bir tahtaya çakılmış
şişler üzerinde tığlanır. Tığlanan yünler, Kirmanla ya da Teşi ile iplik haline
getirilir. Bundan sonra kazanlarda yanmış kireç suda tekrar kaynatılıp
temizlenir. Kurutulan ipler bu kez bitkilerden elde edilen boyalarla istenilen
renklere boyanır. Bu boyama işi de yine kazanlarda kaynatılan suya boyaların
karıştırılması ile yapılır. Kazanlarda çıkartılan iplikler kurutmaya alınır.
Kuruyan iplikler renklerine göre ayrılıp, rulo haline getirilir. Rulo haline
getirilen ipler dokunmak için hazır hale gelir.
Bitkisel boyalar
daha çok Maraş’tan gelir. Halep’ten gelen boyalar da vardır. Halep’ten gelen
boyalar çok meşhurdur, ancak daha pahalıdır. Bu nedenle genellikle Maraş
boyaları kullanılır. Ancak bu boyaları topladıkları bitkilerden elde eden
obalar da vardı.
Hıdırellez
Şenlikleri bu cuma günü başlayacak. Şenliklerdeki at yarışlarına ben de
katılacağım. At yarışları şenliğin son günü olan pazar günü yapılacak.
Hazırlanmam için önümde beş gün kaldı. Hızlı bir şekilde idmanlara devam
etmeliyim. Zira son günlerde işlerin yoğunluğu nedeniyle, antrenman yapmaya
fırsat bulamadım. Ben atımı, atım da beni özlemiştir. Bu beş günde atımın
tımarına ve yemlerine de dikkat etmeliyim. Zira atımın göstereceği performansta
bunlar çok önemli.
Atımın ismini daha
önce size söylemiştim. Adı Karayel. Bu ismi dedem vermişti. Karayel
bizim yaylada esen bir rüzgarın da adıdır. Nisan’ın on beşi ile Haziran’ın on
beşi arasında çok etkili olur. Kuzeyden eser. Beraberinde soğuk hava getirir.
Arkasından tüm yayla kararır. Daha sonra da şiddetli yağmur başlar. Bu
yağmurlar aralıksız bir ila iki saat arasında yağar. Dereler coşar. Havayı
çayırların ve çiçeklerin kokusu sarar. En çok da menekşelerin kokusu
hissedilir. Papatya ve gelinciklerin görüntüsü de yaylamıza ayrı bir renk
katar. Yağmurun durmasından sonra da güneş kendisini gösterir. Biraz önce sanki
hiçbir şey olmamış gibi yaylaya ışıklarını gülücük gibi saçar.
Karayel her ne
kadar kısa bir süre sıkıntı yaratsa da uzun vade de yaylaya bereket getirir.
Zira, yağmurla birlikte otlar yeniden filiz atar, pınarlar, dereler bol suya
kavuşur. Dedem de Karayel ismini işte bu rüzgarın isminden esinlenerek vermiş.
Atın renginin kara olmasıyla da tam bir uyum sağlamış. Karayel, hız konusunda
daha tam istediğim seviyede değil. Ama rahvan yürüyüşünde bana göre aşiretin
bir numarası. Karayel’in Rahvan yürüyüşünü görenler hayranlığını ifade etmekten
kendisini alamıyor. Özellikle de orta yaşın üzerindeki erkekler Karayel’in
Rahvan yürüyüşüne gıpta ile bakıyorlar.
Dedem Karayel bir yaşına geldiğinde aşiretin
en iyi at eğiticisi olan Alamaslı obasından Mustafa kahya’ya teslim etmiş.
Karayel iki ay Mustafa Kahya’nın yanında kalmış. Burada rahvan yürüyüşü başta
olmak üzere iyice eğitilmiş. Atların Rahvan yürüyüşüne alışması için arka iki
ayağına ellişer gram ağırlığında gümüş külçeler bağlanır. Bu gümüş ağırlıklar
atın ayaklarında en az bir ay kalır. Bu eğitimden geçen atlar, rahvan yürüyüşünün
iyi ve en hızlı yapan atlar olur. İşte benim Karayel’im de bu eğitimlerden
geçtikten sonra bana verildi. Görenlerin Karayel’in Rahvan yürüyüşüne hayran
olması da buradan geliyor. Dedem de benim bu yılki at koşularına değil, Rahvan
yürüyüşü bölümüne katılmamı istiyor. Zira o da Karayel’in bu özelliğini
görüyor. Ve bu nedenle dereceye girebileceğimi tahmin edebiliyor. Ben ise,
henüz kararımı veremedim. İdmanlardan sonra Karayel’in durumuna göre karar
vereceğim.
Şenliklerde at
yarışı ve sergiler dışında karakucak güreşleri yapılır, halk oyunları oynanır.
Halay, madımak oyunu, simsim oyunu en çok ilgi ile izlenenlerin başında gelir.
Bu oyunlar vesilesiyle genç kızlar ile genç erkekler eşleri olabilecek adayları
gözlerine kestirirler. Birbirlerine ilgi duyanlar karşılıklı hediyeler
gönderirler. Bunlar ayna, mendil, ipek eşarp, gibi küçük hacimli hediyeler
olur. Buluşma yerleri ise ya Ardıçlı Tepe ya da Çağlayan Deredeki Çeşme Başı
olur.
Sabah her gün
yaptığımız işlerle ilgileniyorduk. Ben önce atlarımızı çeşmedeki olukta
suladım. Arkasından yemlerini verdim. Ağabeyimde ağılları kontrol etmeye
gitmişti. Oradan da yarın yapılacak şenliklerin hazırlıkları ile ilgilenecek.
Yengem ile kız kardeşim de otağın temizliğini yapıyorlardı. Annemle babam da
dışarda sohbet ediyorlardı. Annemin babama akşam için hazırlık yapılması
gerektiğini duydum. Meraka edip anneme nereye gideceklerini sordum. Annem Tur
Hasanlı obasından Hüseyin efendinin kızı Gülbahar ile Alamaslı obasından Kara
Ali’nin oğlu Zeynel’in nişan törenine gideceklerini söyledi. Ben Gülbahar’ı da
Zeynel’i de tanıyordum. Zeynel benden bir yaş büyüktü. Gülbahar ise, kız
kardeşim Havva’nın arkadaşlarından biriydi. Gülbahar annesiyle bizim obaya sık
sık gelirler. Dokuyacakları kilim, çuval, mintan, cepken, heybeler için obanın
kadınlarından desen motifleri alırlardı. Obalar arasında bu çok yaygın olan bir
şeydi. Dokuma tezgahlarında genellikle genç kızlar çalıştığı için herkes
birbirini tanıyordu. Hepsi aynı zamanda arkadaştılar. O nedenle aralarındaki
dayanışma ve yardımlaşma en üst düzeydeydi.
Tur Hasanlı
obasının mezrası Tecer dağı yolu üzerindeydi. Bize uzaklığı dört kilometreyi
buluyordu. Babamla birlikte aşiretimizin din işlerine bakan Cafer Baba ve eşi
de gidecekti. Oğlan tarafı olan Kara Ali, babamların ve Cafer Baba’nın
yaşlarını düşünerek yaylı bir at arabası gönderecekmiş. Yaylı araba bizim
buralarda herkeste yoktur. Ancak durumu iyi olan çiftçilerle bir de zengin
Hristiyan ailelerde bulunur. Yaylı araba, normal at arabası gibi çok zıplayıp
insanı rahatsız etmez. Bu arabalarda kasa ile şase arasında ayrıca yarım daire
şeklinde demir makaslar bulunur. Bu nedenle bozuk yollarda araba fazla
zıplamazdı. Yolcular da diğer at arabasına göre daha az rahatsız olurdu. Bu
arabayı bizim buralarda tek yapan kişi Gürün Köyünden Artin ustadır. Bir senede
en fazla üç tane sipariş alır. Verdiği sözü yerine getirmesi ile tanınır. Adını
bilmeyen yoktur. Hakkında anlatılanlardan dolayı epey bilgi edindim.
Sürücüyle beraber
annemler beş kişi olacaktı. Arabada benim için de yer vardı. Şimdiye kadar
herhangi bir nişan törenine katılmamıştım. Nasıl olduğunu merak ediyordum.
Bunun için önce annemi, sonra da onun desteği ile babamı ikna etmeliydim. Ancak
annemi tek başına yakalamalıydım. Bir ara annemin otağa girdiğini gördüm. Hemen
arkasından ben de gittim. Niyetimi anneme söyledim. Neden önce kendisine
geldiğimi biliyordu. Zira, bu tür isteklerimizi direkt babamıza söyleyemezdik.
Hepimiz ondan çekinirdik. Annem hep aracı ve ikna edici olurdu. Ama, babamın
kabul etmeyeceği talepler içinde hiçbir zaman aracı olmazdı. Çünkü, onun neyi
kabul edip, etmeyeceğini çok iyi biliyordu. Nişana birlikte gitmeme olumlu
bakmıştı. Bu da babamı ikna edeceğini gösteriyordu. Bana dışarda babamla
görüşeceğini, benim otağın içinde beklememi söyledi. Biraz sonra yüzünde
gülümsemeyle otağa girdi. Babam benim de nişana gelmemi onaylamıştı. Akşam için
giyeceğim kıyafetlerimi hazırlamam gerekiyordu. Bana yardım edecek tek kişi kız
kardeşim Havva idi. Hemen misafir otağına yöneldim. Havva oranın temizliğini
yapıyordu. Ona akşam babamlarla birlikte nişana gideceğimi, bunun içinde temiz
kıyafetlerimin hazırlanması gerektiğini söyledim. O her zaman ki güler yüzü ile
ilgileneceğini söyledi. Gülbahar arkadaşı olduğu için onun mutlu gününde
yanında olmak istiyordu. Ama benim yaptığım gibi önce annemi ikna etmesi
gerekiyordu.
Akşam olmuştu.
Evde telaş başlamıştı. Kız kardeşim Havva da bizimle beraber gelecekti. Önce
annemi, sonra da babamı ikna etmişler. Böylece arabadaki yolcuların sayısı
altıya yükseldi. Kız kardeşim giyeceklerimi hazırlamış yatağımın üzerine
koymuş, deri botlarımı da silmişti. Annem çoktan hazırlanmış saçlarını örmek
için Havva’yı bekliyordu. Kız kardeşimin saçları yarı beline kadar geliyordu.
Tek başına örmesi mümkün değildi. Örgü işini ya Esma yengeme ya da anneme
yaptırmak zorundaydı. O da şık giyinmek istiyordu. Firuz Beyin kızı olmak kolay
değildi. Giyimi, kuşamı iyi olmalıydı.
Hava tam
kararmıştı ki, uzaktan arabanın sesi duyulmaya başlandı. Araba yanaşmaya
başlayınca rengi de belli olmuştu. Kasasının rengi açık mavi renkliydi. İki
tane doru at çekiyordu. Araba bizim otağa doğru geliyordu. Arabacının yanında
bizim obanın çobanlarından Kerim’in oğlu Ahmet de vardı. Ahmet’in arabacıya
kılavuzluk yaptığı anlaşılıyordu. Biz de ailece otağın dışında arabayı
bekliyorduk. Kısa bir süre sonra arabacı otağın önüne geldiğinde atların gemini
çekerek arabayı durdurdu. Selamlaşmalardan ve hoş beşten sonra hepimiz arabaya
bindik. Cafer Babanın otağı ise, yolumuzun biraz dışında kalmıştı. Babam
arabacıya yolu tarif etti. Oraya geldiğimizde, Çoban Kerim’in oğlu Ahmet
arabadan indi. Annemin ve babamın elini öptükten sonra, müsaade isteyip bizden
ayrıldı. Bu sırada Cafer Baba ve eşi Sultan ana da otağdan çıkıp bize doğru
hareket ettiler. Kısa bir hoş beşten sonra onlar da arabaya bindi. Cafer Baba
bizim aşiretin hocası, yani imamıydı. Ancak obada herkes ona Cafer Baba diye
hitap ediyordu. Yolda arabacı konuşmaya başladı. İsminin Himmet olduğunu,
babamın ismini duyduğunu ancak tanımadığını, Cafer Baba’yı ise, cenazelerde
gördüğünü ve tanıdığını söyledi. Kendisi İğdeli köyündenmiş. Orada ırgatlık
yapıyormuş. İyi araba kullandığı için arabanın sahibi olan Esmer Hasan’ın oğlu
Ali’nin bu görevi kendisine verdiğini anlattı. Bizi Tur Hasanlı obasına
getirip, götürmek için nişan sahibi Kara Ali’nin, arabayı Esmer Hasan’ın
oğlundan kiraladığını, ücretinin de yine onun tarafından karşılanacağını
söyledi. Babam da Cafer Baba da kendisiyle tanışmaktan memnun kaldıklarını,
yarınki şenlikler nedeniyle nişanı fazla uzatmak istemediklerini, misafir
otağında dinlenmesini söylediler.
Kısa bir
yolculuktan sonra Tur Hasanlı obasından Hüseyin efendinin otağının önüne
gelmiştik. Hava iyice kararmıştı. Mumların ve kandillerin ışıkları obanın
çadırlarından süzülüyordu. Arabanın sesini duyanlar dışarıya çıkmaya
başlamıştı. Ben hemen arabadan inip, annemle Sultan anaya yardım etmek için
arabanın önüne doğru hareket ettim. Babam ve Cafer baba indikten sonra, annemin
elinde tutarak arabadan indirdim. Sonra da Sultan ananın elinden tutarak aynı hareketi
yaptım. En son da kız kardeşime yardım ettim. Kız ve oğlan tarafından olmak
üzere bizi yirmiye yakın kişi karşıladı. Kısa bir hoş beşten sonra hep birlikte
büyük otağa geçtik. Misafir çadırın önü de yine kalabalıktı. Hüseyin efendinin
çadırı yuvarlak olmasına rağmen oldukça büyüktü. Babam ve Cafer Babanın
oturacağı minderlerin üstüne ayrıca iki tane koyun postu serilmişti. Yaslanmak
için arkalarında da hasırdan yapılmış büyük ve uzun yastıklar bulunuyordu.
Diğer misafirlerin oturacağı yerlerde ise, kıl çulların üzerine konulan yün
minderler ve normal yastıklar vardı.
Misafirlerin hepsi
oturduktan sonra, akşam yemeği için yere sofralar kurulmaya başlandı.
Erkeklerin sofraları ayrı bayanların sofraları ayrıydı. Oğlan tarafından Kara
Ali Efendi bir koçla bir koyun kestirmiş. Yanına da bulgur pilavı, yoğurt ve
tatlılar yaptırıp getirmişti. Et yahnisi iyi pişmiş ve oldukça lezzetliydi.
Bulgur pilavı da tereyağı ile yapılmıştı. Mis gibi kokuyordu. Ayranla birlikte
iyi gidiyordu. Yemekleri bitirdikten bir saat sonra şerbetler geldi. Sıra nişan
yüzüklerinin takılmasına gelmişti. Cafer Baba ve babam yerlerinden kalkıp biraz
öne çıktılar. Sonra da nişanlanacak gençleri içeriye davet ettiler. Önde
Zeynel, arkadan Gülbahar içeri girip, babamların yanında durdular. Cafer baba
Gülbahar’ı soluna, Zeynel’i de sağına alıp, dua etmeye başladı:
“Allah, Allah, Hak
erenler nişanınızı mübarek eylesin. Birlikteliğiniz ömür boyu olsun.
Rızıklarınız bereketli, nişanınız Hz. Muhammed’in sünneti olsun. Aranızdaki
sevgi ve yakınlık daim olsun. Fitne ve fesat aranıza girmesin. Allah uzun
ömürler versin”
“Allah, Allah,
şefaati Nebi, keremi Ali, himmeti Veli için el Fatiha.”.
Hep birden Fatiha
suresini okuduktan sonra, babam yüzükleri istedi. Altın yüzükler bir tepsi
içinde genç bir kız tarafından babama uzatıldı. Babam adet gereği,
“Kara Ali
Efendi, makas kesmiyor.” Dedikten sonra, Kara Ali Şalvarın cebinden akçeleri
tepsiye koymaya başladı. Tepsi içinde yüzükleri getiren genç kız, paraları
görünce, gülümsemeye başladı. Akçeleri gören babam kurdelayı kesip yüzükleri
takmaya başladı. Önce Gülbahar’ın, daha sonra da Zeynel’in yüzüğünü taktı.
Burada kısa bir konuşma yaparak gençleri kutladı ve hayırlı olmasını diledi. Bu
törenden sonra nişanlılar dışarı çıktı. Genç erkekler ve kızlar ayrı ayrı
çadırlara gidip eğlencelerine devam ettiler. Gecenin sessizliğinde türkülerin
ve manilerin sesi bizim oturduğumuz otağa kadar geliyordu.
Anlaşma gereği,
erkek tarafının kızın babasına düğün eşyasının alınması için bin akçe ödemesi
gerekiyor. Buna “Başlık” ya da “destek akçesi” deniliyor. Geleneklere göre bu
paranın yarısı nişanda, diğer yarısı da düğünden bir ay önce verilmesi
gerekiyor. Kız tarafı bu parayla mutfak eşyası, yatak, yorgan, kilim ve giyecek
alıyor.
Kara Ali Efendi
beş yüz akçeyi babam ve Cafer Babanın huzurunda kızın babasına teslim etti.
Gülbahar artık nişanlı olduğu için başını bir yazma ya da eşarpla kapatması
gerekiyordu. Zira, bu geceden sonra artık nişanlı bir kızdı. Bekarlığa veda
ediyordu. Geleneklere göre, nişanlı bir kızın başı açık gezmesi uygun
görülmezdi.
Yarın şenliklerin
başlama günüydü. Babam arabacıya verdiği sözü tutarcasına hem kız tarafından
hem de erkek tarafından kalkmak için müsaade istedi. Hep birlikte ayağa kalkıp
dışarı çıktık. Dışarıda bizi bekleyen arabaya kadar geldiler. Arabacı Himmet
atların başındaki yem torbalarını çıkarıyordu. Bizi görünce daha da hızlandı.
Yem torbalarını katladıktan sonra, benim ve kız kardeşimin oturacağı arabanın
arka tarafındaki bölmeye koydu. Buraya gelirken de biz bu yem torbalarının
üzerine oturarak gelmiştik. Yem torbaları yumuşak olduğundan bayağı rahat
etmiştik. Zira içleri saman ve arpa doluydu.
Bizi yolcu etmeye
gelen hem erkekler hem de kadınlar babamla, annemle, Cafer Baba ile, Sultan Ana
ile, kız kardeşim Havva ve tabii ki benimle tek tek vedalaştılar. Kız
kardeşimle beni yanaklarımızdan, diğerlerinin ellerinden öpüp saygılarını
sundular. Arkasından hem babama hem de Cafer Babaya birer çıkı verdiler. Onlar
da teşekkür edip, bu paketleri eşlerine teslim ettiler.
Nişanda Aşiret
reisine ve imama hediye vermek gelenektendi. O nedenle reddedilmezdi. Anneme,
Sultan Anaya ve kız kardeşime arabaya binmeleri için yardımcı oldum. Ben de
arkadan bindikten sonra, arabacı atları dehlemeye ve kamçılamaya başladı. Ay
doğmuş, gök yüzünde hiç bulut yoktu. Neredeyse gündüz gibi aydınlıktı. Yirmi
dakika sonra obamıza gelmiştik. Önce Cafer Baba ve eşini çadırına bıraktık.
Sonra da bizim otağa geldik. Annemle kız kardeşimi indirdikten sonra, babamla
birlikte arabacı Himmet’e teşekkür edip, iyi geceler ve iyi yolculuklar
diledik. Zira, kendisi İğdeli köyüne gidecekti.
Otağa geldiğimizde
kız kardeşim paketlerde ne olduğunu merak edip bakmış. Paket de pamuk
ipliğinden Çulhada dokunmuş bir adet cepken ile bir adet mintan varmış. Babam
renkleri görünce kendisine pek uygun olmadığını, cepkeni Durak ağabeyime,
mintanı da bana verdi. Cepken Çulha tezgahında dokunan kolları sarkık bir erkek
elbisesidir. Mintan da yine Çulha tezgahında dokunan gömleğin üstüne giyilen
hırka benzeri bir giyecektir. Cepken de Mintan da genellikle pamuk ipliğinden
dokunur. Yün ipliğinden dokunanı da vardır. Çulha tezgahlarında genellikle
bekar genç kızlar çalışır. Ama motifleri, desenleri ve renkleri tecrübeli evli
kadınlar seçer.
Aşiret mensupları
giyeceklerini parayla satın almazlar. Bütün giysilerini ve kullandıkları kilim,
çuval, çul ve minder gibi ihtiyaçlarını İstar ve Çulha tezgahlarında dokurlar.
Zira, bu giysilerin hammaddeleri olan yünü, keçi kılını besledikleri
hayvanlardan, pamuk ipliğini de takas yoluyla Misis’deki komşularından elde
ederler. Ayakkabı ve çizmelerini de yine kendileri yaparlar. Dışardan aldıkları
arasında kandil yağı ile mum başta gelir. Onu, altın ve gümüş takılar takip
eder.
Cuma günü erkenden
kalktık. Annem hemen otağın arkasındaki ocağı yakmaya gitti. Kız kardeşim ile
yengem de otağın temizliği ile ilgilenmeye başladılar. Biz erkekler de şenliğin
bugünkü programı üzerinde sohbet etmeye başladık. Şenlik Cuma namazından sonra
başlayacak. Namazdan önce babam aşiret mensuplarına hitap edecek. Şenliğin
önemini anlatacak. Gelen tüccarlara iyi davranılmasını, sözleşmelerin mutlaka
yazılı olarak yapılmasını anlatacak. İleride ihtilafların ortaya çıkmaması
için, sözleşmelerde satılan malların tüm detaylarının kayda geçirilmesi
gerektiğini, teslim zamanının iyi belirtilmesi gerektiğini söyleyecek. Babamın
bunları söylemesinin nedeni tüccarlarla yaşanan ihtilaflarda kadının verdiği
kararların büyük çoğunluğunun konar-göçerlerin aleyhine olmasıydı. Zira,
konar-göçerler okuma yazma konusunda zayıf oldukları için tüccarlar
sözleşmelere hep kendi çıkarlarını ön plana alan maddeleri koyuyorlardı. O
yüzden kadılar da bu sözleşmelerde yer alan maddeleri gerekçe göstererek, hep
tüccardan yana karar veriyorlardı. Babam bunu önlemek istiyordu. Zira, zarar
eden taraf hep bizim aşiret mensupları oluyordu.
Biz o kadar koyu
bir sohbete dalmıştık ki, kahvaltı zamanının geldiğini kız kardeşim Havva’nın
sesiyle anladık. Annem ocakta saç üzerinde peynirli, kavurmalı, gömeçli
gözlemeler yapmış. Yanına kaynatılmış koyun sütü ile yayıktan yeni çıkmış taze
tereyağı koymuş. Hep birlikte sofraya oturduk. İştahla kahvaltımızı yaptık.
Şenliklerin bugün başlaması nedeniyle hepimiz heyecanlıydık. Zira, ağabeyim
pazar günkü ok yarışlarına ben de cumartesi günü yapılacak rahvan yarışmasına
katılacağım. Rahvan yarışına uzun süre düşündükten sonra babamın yardımıyla
karar verdim. Babamda dedem gibi Karayel’in rahvan yürüyüşünde daha iyi
olacağını söyledi. Ben de bunu dikkate alarak, koşulara değil, rahvan
yarışlarına katılmaya karar verdim. Bunun için Karayel’e keçenin altına
pamuktan dokunmuş bir eyer altlığı dokuttum. Bu altlık için kız kardeşim üç gün
Çulha tezgahında ter döktü. Böylece Karayel fazla terlemeyecek, diğer atlara
göre daha rahat bir yürüyüş yapacak. Bunu herkes bilmiyor. Bu bizim Karayel
için bir avantaj olacak.
Kahvaltıdan sonra
ailece Kızılca Pınar mezramızın en düz olan yerine doğru hareket ettik.
Gittiğimizde meydanda insanlar toplanmaya başlanmış, çocuklar ağaç
salıncaklarda neşeyle eğleniyordu. Çocukların diğer bir kısmı da ya çelik çomak
ya da “Kale” oyunu oynuyorlardı. Büyükler de kendi aralarında sohbet
ediyorlardı. Şenliğin yapılacağı alana aşiret ve oba beyleri için ahşaptan
oturma yerleri yapılmıştı. Babamı görenler saygıyla geri çekilerek yer
verdiler. Annem, yengem ve kız kardeşim kadınların bulunduğu alana geçtiler.
Ağabeyimle ikimiz de erkeklerin yanına geçtik.
Şenliğin bugünkü programı konusunda aramızda sohbet
etmeye başladık. Cuma namazından sonra karakucak güreşlerinin ilk turu
başlayacak. Aralarda çuval yarışı, yoğurt yeme yarışı ve akşam da ateşler
yakılarak sinsin oyunu oynanacak. Cumartesi günü güreşlere devam edilecek.
Sabah ve öğleden sonra rahvan yürüyüşü yarışmaları, at yarışları, davul-zurna
eşliğinde halk oyunları ve toplu halaylar oynanacak. Pazar günü ise, güreşlerin
finalleri ve ok atma yarışmaları yapılacak.
Vakit öğleye
yaklaşmıştı. Erkeklerde bir hareketlenme başladı. Kimisi evden getirdiği suyla,
kimisi de biraz daha uzaktaki pınarda abdest almak üzere o tarafa yöneldi.
Aşiretimizin hocası Cafer Baba da oba beyleri arasındaki yerini almıştı.
Babamla kısa bir görüşme yaptılar. Cuma namazından önce babamın kısa bir
konuşma yapması konusundaki programın uygulanacağını, kendisinin de şenlik
hakkında katılımcılara bilgi verip, iyi dileklerde bulunacağını söyledi.
Cafer Baba vaktin
geldiğini anlayınca yerinden kalkarak Cuma namazının kılınacağı alanın en önüne
geçti. Erkekler de onu takip etti. Kadınlar ve genç kızlar alanın sağ tarafında
ayakta beklerken, çocuklar da alanın sol tarafında oyunlarına devam ediyordu.
Kısa bir süre sonra ereklerin abdest alma ve alanda toplanması bitmişti.
Alanda sekiz yüze
yakın erkek toplanmıştı. Kadın ve çocukların toplamı ise, bin beş yüz
civarındaydı. Erkekler ve gençler, yeleklerin üzerine giydikleri hırkalarını
çimenlerin üzerine seccade yapmışlardı. Babam konuşmasını yapmak üzere alana
getirilen ahşap iskeleye doğru yürümeye başlamıştı. Bu sırada hem kadınlardan
hem de erkeklerden çocuklara sessiz olmaları söylendi. Babam iskeleye çıkınca
ortalık sessizleşti. Ama çocukların olduğu sol taraftan az da olsa gürültüler
gelmeye devam ediyordu.
Babam daha önce
konuşulduğu gibi, şenliğin amacının obalar arasında dayanışa, tanışma amacı
taşıdığını, bununla birlikte şenliğin aynı zamanda obaların ürettiği malların
tüccarlara tanıtılması amacını taşıdığını, bu nedenle de herkesin tüccarlara
karşı saygılı olmasını, satış şartlarına dikkat edilmesini, dürüst bir alış-veriş
yapılması için gerekli özenin gösterilmesini söyledi. Babam “Doğru söyledin
Beyim” sözleri arasında konuşmasına son verdi.
Sonra iskeleye
Cafer Baba çıktı. Cuma namazının nasıl kılınacağı hakkında bilgiler verdi. Cuma
namazının iki rekat olduğunu, Fatiha ve ihlas surelerinin okunması gerektiğini,
bilmeyenlerin kendisini takip etmelerini istedi. Cafer baba konuşmasının
devamında Hıdırellez’in bereketi temsil ettiğini, bu yılın bütün obalara
bereket ve bolluk getirmesini diledi. Cafer Baba konuşmasını bitirdiğinde
iskeleyi sağa çektirip, sırtını kalabalığa döndü. Meydanda tam bir sessizlik
hakim olmuştu. Çocukların sesi de kesilmişti. Zira, bazı kadınların çocukların
olduğu bölüme geçerek sükuneti sağladıkları görülüyordu.
Namaz, Cafer
Babanın “Allahü Ekber” sesi ile başladı. Toplu halde kılınan iki rekat namazdan
sonra, sıra karakucak güreşlerine gelmişti. Cafer Baba güreşleri de duayla
açarak, yiğitleri er meydanına çağırdı. Güreşler üç boy olarak yapılıyordu.
Küçük, orta ve büyük boy. Bu yılki karakucak güreşlerine on sekiz kişi
başvurmuştu. Her boyda altı kişi yarışacaktı. Hakemlik görevini daha önce güreş
yapanlar yapıyordu. Bu yılda aynı görevi onlar yapacak.
Sergi çadırları da
kurulmaya başlanmıştı. Her oba ürünlerini en iyi bir şekilde tanıtmak için
birbiriyle yarış içindeydi. Sergilerin bir tarafında dokuma ürünleri olan
kilim, keçe, heybe, diğer tarafında ise, peynir, tereyağ çeşitleri, çökelek
çeşitleri, kurutulmuş otsu yiyecekler ile koyunlardan elde edilen yün çeşitleri
bulunuyordu.
Şenlikler bir nevi
panayır, Pazar görevini görüyordu. Şenliklerdeki sergileri ziyarete
yakınlardaki şehir ve kasabalardan tüccarlar geldiği gibi, dışarıdan İngiliz,
Rus, Venedik ve Portekizli alıcılar da geliyordu. Bu yüzden şenlikler eğlence
ve yarışmaların yapıldığı bir organizasyon olduğu gibi aşiretlerin ve obaların
ürettiği mallarının pazarlanması amacını da taşıyordu. Bu şenliklerde yabancı
tüccarlara canlı hayvan satışları da yapılıyordu. Bu hayvanların başında koyun
ihracatı geliyordu. Ecnebi tüccarlar satın aldıkları canlı hayvanları limanlara
kadar karadan götürüp, orada gemilere yükleyip ülkelerine götürüyorlardı.
Hayvanların limanlara kadar götürülme işini de yine aşiretlerin çobanları
yapıyordu.
Karakucak
güreşleri için davul ve zurnalar çalmaya başlamıştı. Güreşlerin yapılacağı
alandaki otların boyu çok uzun olduğundan tırpanlarla biçilmişti. Güreşlere her
obadan katılan gençler vardı. Her oba kendi güreşçisinin birinci gelmesi için
destek veriyordu. Bu obalar için bir onur ve gurur meselesiydi.
Bütün bir yıl sohbetlerde bu güreşler konuşulacaktı. Ta ki bir yıl sonra yenisi
yapılana kadar. Birinciliği elde eden obalar böbürlene böbürlene bunu her
sohbetlerinde anlatacaklardı. Diğer oba mensupları da bunu sakince ve saygılı
bir şekilde dinleyeceklerdi.
Birinci tur
güreşler tamamlandığında kısa bir ara verilmişti. Bu arada da çuval içinde
yoğurt yeme, yumurta taşıma yarışmaları yapıldı. Çocuklar bu yarışlara oldukça
ilgi gösteriyordu. Zira bazen çok komik anlar yaşanıyordu. Çuval içinde yolda
düşenleri ve yumurtaları kıranları görmek çocuklar için eğlenceli oluyordu.
Hava kararmaya
başladığında insanlar kazanlarda pişen yemekler için sıraya girmeye başladılar.
Öncelik tabiî ki çocuklarındı. O gün kırk kazan yemek kaynatılmıştı. Yirmi
kazanda yayla çorbası, diğer yirmi kazanda da et yahnisi pişirilmişti. Yanında
da helva veriliyordu. Tabak ve kaşığı ise, herkes kendi obasından getirmişti.
Tabaklar kalaylı bakırdan, kaşıklar ise, ağaçtandı. Yemeklerin pişirilmesi ve
dağıtılmasını kadınlar yapıyordu. Her obadan seçilen kadınlar bu görevi severek
yerine getiriyordu. Bunu organize eden ve kontrol eden kişi de annem Hazna
Hatundu. Şenliğin birinci gününde yüz koyun kesilmişti. Koyunların kesilip,
derilerinin yüzülmesini çobanlar üstlenmişti. Etin doğranması ve hazırlanması
ise, kadınların göreviydi.
Yemekten sonra
herkes sinsin yapılacak alana toplanmıştı. On ayrı yerde ateşler yakılmıştı.
Meşe ağacının odunlarından çıkan alev bütün yaylayı aydınlatmıştı. Davulcular
ve zurnacılar da yerlerini almışlardı. Bütün gün onlarda yorulmuşlardı. Ama hiç
şikayetçi görünmüyorlardı. Zira yaptıkları işten zevk alıyorlardı. Üstelik bol
bol bahşiş de alıyorlardı. Özellikle oba beyleri bahşiş vermekte oldukça cömert
davranıyorlardı. Bu da onları ayrıca motive ediyordu.
Gençler heyecanla
meydana çıkmaya başladılar. Bir elleri arkada, diğer elleri havada ateşin
etrafında dönmeye başladılar. Meydan okuyan tavırları başka bir gencin alana
girmesiyle son buluyordu. Hızını alamayan gençler ateş yanan meydanları tek tek
gezmeye devam ediyordu. Bu meydanlar aynı zamanda gençlerin kendilerini bekar
kızlara gösterme alanıydı. Zira gençler bu vesileyle tanışıp, konuşma fırsatı
buluyorlardı. Evliliklerin çoğu bu şenlikler aracılığı ile gerçekleşiyordu.
Gece geç saatlere kadar sinsin ve diğer oyunların oynanmasına devam edildi.
Herkes yorulmuştu. Evlere dağılmanın vakti gelmişti. Üstelik yarın benim
yarışmam vardı. Erkenden uyuyup dinlenmem gerekiyordu.
Cumartesi günü
erkenden uyanıp atımı hazırlamaya başladım. Önce atımı suladım. Arkasından az
bir yem verdim. Sonra da tımar edip, eyerini vurdum. Günlerce yaptığımız
çalışmaların neticesini alma günü gelip çatmıştı. Bendeki heyecan Karayel’e de
yansımıştı. Yarışmanın yapılacağı alana doğru hareket ettik. Alana bizden önce
gelen yarışmacılar da vardı. Selamlaştıktan sonra atımı ısındırmak için yavaş
yavaş koşturmaya başladım. Karayel ile aramızda neredeyse bir şifre oluşmuştu.
Birbirimizin dilinden ne demek istediğimizi anlayabiliyorduk. Ata bindikten
sonra “deh” deyip, böğrüne bir kez topukla vurmak atın normal yürüyüşle
gitmesini istemekti. İki kez vurunca rahvanla gitme işareti, üç kez vurunca
tırıs, dört kez vurunca dörtnala koşmaktı.
Rahvan
yarışmalarına sekiz yarışmacı başvurmuştu. Bunlardan biri de bendim. Yarışma
iki grup halinde yapılacak. İlk ikiye girenler öğleden sonra tekrar
yarışacaklar. Yarışmanın yapılacağı yer beş yüz metre gidiş, beş yüz metre de
geliş olmak üzere toplamda bin metreydi. Yarışmanın yapılacağı alan ot
balyalarından yapılan bölmelerle ayrılmıştı. Gidiş ve geliş yollarının üzerinde
bu balyalar bulunuyordu. Her yüz metreye beyaz bezden işaretler konmuştu. İlk
dörtte yarışacaklar arasında ben ve Karayel’im de var. Hakemin çizdiği alanda
yerimizi aldık. Hakemin elindeki kamçıyı yere vurmasıyla yarışma başlayacaktı.
Başlangıç çizgisiyle rahvanın başlayacağı yer arasında on metre bulunuyordu.
Atlar bu mesafede rahvan yürüyüşlerini ayarlayacaklardı. Bu çizgiden sonra
rahvan yürüyüşüne geçemeyenler elenmiş sayılıyordu. Karayelimle ben bunu
defalarca çalışmıştık. O yüzden tecrübeliydik. Hakemin kamçıyı yere vurmasıyla
yarışma başladı. Biz ikinci çizgiye gelmeden rahvan yürüyüşüne başlamıştık.
Ancak iki at bizden öndeydi. Bizden sonra sadece Dündarlı obasından Hüseyin
bulunuyordu. Alamaslı obasından Mehmet ile Meşeli obasından Halil bizden önde
gidiyorlardı. İlk yüz metreyi bu şekilde geçtik. Dönemeci geçtikten sonra
elimdeki kamçıyı önce Karayel’in sağ kalçasına sonra da sol kalçasına hafifçe
vurdum. Bu biraz daha hızlanma işaretiydi. Karayel işaretimi anlamıştı. Hemen
hızını artırdı. Alamaslı Mehmet önde, arkasından Meşeli’den Halil, onun
arkasından biz, bizim arkamızdan da Dündarlı’dan Hüseyin geliyordu. Beşinci yüz
metreye yaklaştığımızda Meşeli’den Halil’i geçtik. Alamaslı ile aramızdaki fark
on metreden azdı. Bin metrelik yarışın son yüz metreye girdiğimizde aradaki
fark iki metreye kadar inmişti. Karayel’e bir kez daha kamçı ile işaret versem
geçecektik. Ancak bunu yapmadım. Zira zaten ilk ikiye girenler finale
gidebiliyordu. Bunu taktik icabı yapmadım. Final Alamaslı Mehmet ile aramızda
olacaktı. Bu belli olmuştu. Karayeli fazla öne çıkarıp, rakiplerin onun üzerine
gelmesini istemedim. Gerçek gücümüzü finalde göstermek istiyordum. Yarışmanın
sonuna geldiğimizde Babam ve ağabeyim beni bekliyordu. Beni tebrik ettiler.
Karayel’in rahvan yürüyüşünü çok beğenmişlerdi. Benim son metrelerde neden
Karayel’i serbest bırakmadığımı sordular. Alamaslı’yı bilerek geçmediğimi
anlamışlardı. Onlara “Finali bekleyin” dedim.
Rahvan
yarışlarının ikinci etabında Kaçaroğlu, Tur Hasanlı, Tacirli, Demirhanlı
obaları yarıştı. Bu grupta Kaçaroğlu ile Tacirli obalarının yarışmacıları
finale kaldılar. Bana rakip olabilecek olanlar Kaçaroğlu’nun Doru atı ile
Alamaslı’nın Kula atı gibi geliyor. Ama Karayel’ime çok güveniyorum. Öğleden
sonrasını sabırsızlıkla bekliyorum. Karayel yarışın yapıldığı alanı ezberledi.
Nerede hızlanacağını nerede yavaşlayacağını iyi biliyor. Bana sadece rakipleri
kontrol etmek kalıyor.
Bizim yarışlardan
sonra bin beş yüz metrelik at yarışları yapılacak. Bu yarışlara yirmi iki kişi
müracat etmiş. Bu yarışmalara katılım her yıl artarak devam ediyor. Bakalım
Alamaslı obasının elindeki birinciliklerine hangi oba son verecek. Yarışmaların
favorisi olarak her zaman Alamaslı obası gösteriliyor. Zira bu oba esas olarak
at yetiştiriciliği ile tanınıyor. At yarışlarında favori olması da gayet doğal
görülüyor. Aşiretin göçerler arasındaki adı da “Taycı Alamaslı” diye biliniyor.
Bu ismi alması iyi at yetiştiriciliğinden geliyor. Doğrusunu söylemek
gerekirse, benim Karayel’in Rahvan’da iyi olmasının nedeni de Alamaslı
obasındaki iyi at ustaların becerisinden kaynaklanıyor. Mustafa Kahya Alamaslı
obasından olmasına rağmen, yarışmayı Karayel’in kazanmasını çok istiyor. Zira
Karayel’i yetiştiren o. Dolayısıyla emeğinin karşılığını görüp, mutlu olmak
istiyor. Rahvan yarışlarında Karayel’in başarısı için bağırarak destek
verdiğini gören izleyiciler şaşırmış görünüyor. Özellikle de Alamaslı
obasındaki izleyiciler Mustafa Kahya’ya pek de iyi gözle bakmıyorlardı. Ama o
bunların hiçbirine aldırmıyordu. Onunla Karayel arasında ayrıca özel bir bağ da
bulunuyor. Karayel, Mustafa Kahyayı görünce onu hemen tanıyor ve kişnemeye
başlıyor. Bu aralarındaki bir selamlaşma olarak görülüyor. Mustafa Kahya da bir
eliyle Karayel’in yelesini tutarken, diğer eliyle sırtını sıvazlayarak onun
selamını kabul ediyordu. İkisi de birbirini görmekten mutlu oluyordu.
Biz sıramızı
beklerken bin beş yüz metrelik koşu için hazırlıklar başlamıştı. Atların
ısınması için kısa yürüyüşleri devam ediyordu. Sonunda tüm hazırlıklar
tamamlandı. Atlar yarış pistindeki yerini aldılar. Hakemin düdük çalması ile
atlar birer ok gibi yerlerinden fırladılar. Bu yıl katılım fazla olduğu için
atların koşacağı alan biraz daha genişletilmişti. Yarış alanının sınırları ot
balyaları ile belirlenmişti. Ot balyalarını aşan yarışmacı elenmiş sayılıyordu.
Bunu kontrol etmek için her yüz metreye birer gözcü konulmuştu.
Atlar öyle hızlı
koşuyorlardı ki, kalkan tozdan yarış alanı görünmez olmuştu. Kimin önde
gittiğini de göremiyorduk. Birkaç dakika sonra bizim yakınımızdaki bitiş
noktasına en önde doru bir atın dörtnala geldiğini fark ettik. Üzerindeki
binici durmadan atın arka kısmına kamçı sallıyordu. Gerisindeki üç at da atak
üstüne atak yapıyordu. Ancak öndeki binici kendisinin geçilmesine izin
vermiyordu. Onlar yaklaştıkça atına vurduğu kamçı sayısı da artıyordu. Otağın
etrafında yarışı izleyen herkes ayağa kalkmıştı. Nihayet bitiş noktasına ilk
ulaşan doru at oldu. Üzerindeki binici Taycı Alamaslıdan Karalı Ali’nin oğlu
Zeynel’di. Birinciliği simgeleyen kırmızı kurdelayı boynuna bağlamıştı. Atını
zorlukla durdurabildi.
Zeynel ince uzun
boylu, kara yağız bir gençti. Atı ter içinde kalmıştı. Nefesi burnuna
sığmıyordu. Zeynel indikten sonra atına bir öpücük kondurdu. Sırtını sıvazladı.
Nişanlısı onu gıptayla izliyordu. Seyircileri selamladıktan sonra, atını
bağlamak için otağın ilerisindeki ağaçlık alana doğru hareket etti. Zeynel ödül
olarak verilen iki yaşındaki koçu alının teriyle hak etmişti. Alamaslılar
birinciliği bu yıl da kimseye bırakmamıştı. Dereceye girenler yarım saat aradan
sonra babamın otağının önünde toplanmıştı. Bütün obaların beyleri de
yanındaydı. Beylerin eşleri de arkadaki tahta oturaklarda yerlerini almıştı.
Babam dereceye girenlerin hepsini tek tek tebrik etti. Hediyelerin verilmesi
için kahyalara talimat verdi. Bin beş yüz metrelik yarış sona ermişti. Sıra
rahvan yarışlarının ikinci etabına gelmişti.
İkinci etapta
zorlu rakipler vardı. Alamaslı ile Kaçaroğlu yarışmacıları da çok
iddialıydılar. Onlar da bütün güçleri ile yarışmayı kazanmak için sonuna kadar
mücadeleyi sürdüreceklerdi. O nedenle bu etapta daha dikkatli olmalıyım. Zira
onlar benden daha tecrübeliler. Bu yarışlara daha önce de katılmışlardı. Ama
onlarda da Karayel gibi bir at yok. Şanslar eşit diyebiliriz.
Hakemin işareti
ile yarışmanın yapılacağı alandaki yerimizi aldık. Gözlemciler de yerlerini
alınca hakemin kamçı sesiyle yarış başladı. Kaçaroğlu ile Alamaslı hemen
atlarını kamçılamaya başladılar. İlk üç yüz metreye önde girdiler. Arkalarında
da ben ve Karayelim. Benden sonra da Tacirli obasının atı bulunuyordu. Beş yüz
metrede sıralama değişmedi. Altınıcı yüz metrede Karayeli topuklamaya başladım.
Fulelerini hem sıklaştırdı hem de uzattı. Yedinci yüz metrede öndekilerle kafa
kafaya geldik. Benim kendilerine yetiştiğimi görünce, onlar da hızlanmak için
atlarını kamçılamaya başladılar. Ama biz onlardan önce davranıp atağa
kalkmıştık. Karayelim de benim ne yapmak istediğimi anlamıştı. Temposunu biraz
daha hızlandırdı. Son iki yüz metreye geldiğimizde ben bir at boyu öndeydim Amaonlar
da yarışı bırakmıyorlardı. Durmadan atlarını kamçılıyorlardı. Bunun üzerine
kamçımla önce Karayelin sağ kalçasına sonra da sol kalçasına ikişer kez vurdum.
Bu daha da hızlanmasının bir işaretiydi. Karayel Rahvan değil, sanki dörtnala
gider gibiydi. Aramızdaki mesafe iki at boyuna ulaşmıştı. Son yüz metreye böyle
girdik. Karayel aynı tempoyla devam ediyordu. Kaçaroğlu atak yapmak için her ne
kadar atını kamçıladıysa da bize yetişemedi. Yarışmayı ben ve Karayelim önde
bitirdik. Babam ve annem heyecandan oturdukları yerden ayağa kalkmış beni ve
Karayelimi alkışlıyordu. Mustafa Kahya bitiş noktasına kadar gelmiş gururla hem
bana hem de Karayel’e bakıyordu. Önce beni gözlerimden öptü, sonra da Karayelin
yelelerini okşayarak boynunu sıvazladı. Karayel de sağ ön ayağı ile toprağı
kazarak cevap verdi. Bu hareket Karayelin de mutlu ve sevinçli olduğunu
gösteriyordu. Ödüllerimizi aldıktan sonra Pazar gününü beklemeye başladık. Zira
pazar günü ağabeyimin katıldığı ok yarışmaları yapılacaktı.
Pazar günü
erkenden uyandık. Ailece ağabeyimin ok atma yarışmalarını izlemek için
hazırlığımızı yaptık. Atının hazırlanması için ağabeyime yardım etmek için
ahıra gittim. Atın tımarını ve bakımın yaptıktan sonra dışarıya çıkardık.
Ağabeyim atı eyerlerken, ben de sadaktaki okları yeniden gözden geçirdim.
Düzgün olmayan okları sadaktan çıkararak, yerlerine daha düzgün olanları
yerleştirdim. Buradaki işimiz bittikten sonra ağabeyimle birlikte yürüyerek
yarışmanın yapılacağı alana geldik. Görevliler hem güreşlerin finallerinin
yapılacak alanını hem de ok yarışmalarının yapılacağı pistleri düzenlemekle
uğraşıyorlardı. Görevlilerle selamlaşmalardan sonra ağabeyim geminden tuttuğu
atına binerek hazırlanmak için piste doğru hareket etti. Ağabeyim atını piste
alıştırmak için hem sesle hem de kamçı hareketleri ile komutlar vermeye
başladı. At bu komutlara göre yavaşlayacak ya da hızlanacaktı.
Yarışmalar iki
şekilde yapılıyordu. Birincisi hareket halindeki at üzerinde yirmi beş metre
uzaklıktaki direkte içi ot ve samanla dolu olan koyun derisine ok atmaktı.
Derinin merkezi kırmızı bir boya ile daire içine alınmıştı. Bu noktayı vurmak
en başarılı atış oluyordu. İkincisi ise, attan inerek elli metre uzaklıkta
bulunan yetmiş santim çapındaki tahta hedefe ok atmaktı. Bu hedef yere
sabitlenen ağaçtan yapılmış ayaklar üzerinde duruyordu.
Ok yarışmalarına
yirmi kişi başvurmuştu. Hemen hemen tüm obaların bu yarışmada temsilcileri
bulunuyordu. Hatta bazı obaların iki-üç yarışmacısı başvuruda bulunmuştu.
Yarışmacıların hepsi de iddialıydı. Zira çoğu daha önceki yarışmalara katılıp
dereceler almışlardı. Bu nedenle ağabeyimin işi oldukça zordu.
Yarışma alanı ot
ve saman balyaları ile belirlenmişti. Yarışmacılar bu alana tek tek gelip
atışlarını yapacaktı. Çekilen kuraya göre, Durak ağabeyim beşinci sırada
yarışacaktı. Bu onun için iyi olmuştu. Zira kendisinden önce atış yapanları
izleme şansı olacaktı. Yarışma başladıktan yarım saat sonra sıra ağabeyime
gelmişti. Doru atına binip, yarış pistine doğru hareket etti. Atını belirli bir
hıza getirdikten sonra okunu direkte asılı olan hedefe gönderdi. Hedefin
yakınında bulunan hakem okun saplandığı dairenin numarasını elindeki deftere
yazıyordu. Her atıştan sonra bu işlem tekrarlanıyordu. Yarışmacıların attığı ok
ise hedeften çıkarılıyordu. Ok çıkarılmadan yarışmacı attığı okun nereye
saplandığını kontrol edebiliyordu. Hedef altı eşit parçaya ayrılmıştı. En dış
hedef yediydi. Hedefin merkezi on iki rakamı ile işaretlenmişti. Ağabeyim ok
atışlarını yaptıktan sonra saman ve ot balyaların dışına çıkarak bize doğru
hareket etti. Ailece hepimiz heyecan içindeydik. Ağabeyimin yüz ifadesi pek iyi
görünmüyordu. Bizim yanımıza geldikten sonra atından indi ve üzüntülü bir
sesle:
“İyi bir atış
olmadı” dedi.
Bizim de moralimiz
bozulmuştu. Ancak bunu ona göstermek istemiyorduk. Hepimiz Ona sarıldık ve
“üzülme, bir daha ki sene daha iyi hazırlanırsın. Kısmet bu sene değilmiş.”
diyerek onu teselli ettik.
Hakemler
yarışmanın sonuçlarını iki saat sonra açıkladılar. Ağabeyim altıncı olmuştu.
İlk üç sırayı Meşeli, Dündarlı ve Eğerciler obasına mensup olan yarışmacılar
almıştı. Ok atma yarışları ile ilgili sohbetlerde bu üç obanın ismi her zaman
önde olacaktı. Bu oba mensupları derecelerini gururla anlatacaklardı. Üç obanın
yarışmacıları hediyelerini aldıktan sonra seyircileri selamlamak üzere alana
geldiler. Burada seyircilerin alkışları arasında ayrıldılar.
Ok atma
yarışmalarından sonra sıra güreşlerin finallerine gelmişti. Her boyda ilk dörde
girenler güreşecekti. Kura çekimleri yapıldıktan sonra hangi güreşçinin kiminle
güreşeceği belli olmuştu. Yenenler birincilik ve ikincilik için, mağlup olanlar
da üçüncülük ve dördüncülük için güreşeceklerdi.
Yarı final
güreşleri yaklaşık iki saat sürdü. Küçük orta boyda Hacı Fakıhlı, orta boyda
Caberli, büyük boyda Tamburacalı obası birinciliği elde etti. Güreşçiler
hediyelerini aldıktan sonra halkı selamlayıp alkışlar arasında oba
mensuplarının bulunduğu alana geçtiler.
Güreşlerin
tamamlanması ile yarışmalar sona ermişti. Alanda bulunanlar yavaş yavaş
dağılmaya başladılar. Zira Akşam yemeği için hazırlık yapılması gerekiyordu.
İlk ayrılanlar da kadınlar olmuştu. Biraz sonra çadırlarda dumanlar yükselmeye
başlayacak ve herkes yer sofrasındaki yerini alacaktı.
Şenlikler sona
ermişti. Sergilerdeki satışlar ve siparişlerin sözleşmeleri bu yıl oldukça iyi
geçmişti. Yerli ve yabancı tüccarlar bağlantılı satışlar için kaparolarını
verdiler. Sevkiyatlara on gün içinde başlanması gerekiyor. Rus tüccarlara
satılan koyun ve keçilerin teslimatının bir kısmı Samsun, bir kısmı da Trabzon
limanında yapılacak. Buradan gemilerle Rusya’ya taşınacak. Yaklaşık on bin
civarında koyun ve keçi, aşiret çobanları tarafından bu limanlara sevk
edilecek. Yünlerin alıcısı ise, her zamanki gibi yine İngilizler olmuştu.
Yünlerin nakliyesi deve kervanları ile İskenderun limanına yapılacak, oradan da
İngiltere’ye gidecek.
Bu yıl maalesef
Misis mezramıza dönemeyeceğiz. Padişahın fermanı doğrultusunda aşiretimizle
birlikte Rakka’ya gitmemiz gerekiyor. Aşiretin yaşlıları ve onlara bakmak için
Misis’de bırakılanlar bize daha sonra katılacaklar. Bizim Rakka’ya hareket
etmemizden sonra onlara haberci gönderilecek. Onlar bizden üç ay sonra Rakka’ya
hareket edecekler. Çünkü iskan bölgesinde rahat yaşamaları için onlara evler
yapmamız gerekiyor. Buda zaman alacak.
Evler Misis’dekine
benzer olacak. Bir metre temel kazıldıktan sonra, taş serilecek, ondan sonra da
tabana saman ve toprakla karıştırılan harç dökülecek. Evin iskeleti ağaçlardan
oluşacak. Her üç metreye konulan ağaç direklerin arası kerpiçle örülecek.
Çatısı yine kereste ile kapatıldıktan sonra iç ve dış duvarlar sıvanıp, kireçle
boyanacak. Evin içine de yemek ve ısınmak için büyük bir baca yapılacak. Bu
evlerin yapım işlerini aşiretimizin Alamaslı obasından bir ayağı aksak olan ve
bu nedenle “Topal Osman” adıyla tanınan Osman amca yapar. Yaşı ellinin
üzerindedir. Ama hala çatılara çok rahat tırmanır. Yardımcıları da çok
çalışkandır. Osman amca onları da kendisi gibi yetiştirmiştir. İşlerini sağlam
yaparlar. Ev sahipleri iş bittikten sonra genellikle sorun yaşamazlar. Ola ki
bir eksiklik olursa, Osman amca hemen kendisi bizzat gelir ve sorunu giderir.
Bu özelliğinden dolayı Osman amcaya inşaat sırasında kimse müdahale etmez. “O
işini bilir” derler.
Yaylaya geleli iki
aydan fazla olmuştu. Koyun ve keçilerin kırpılma işlemi devam ediyor. Bu yıl
yünlerden de iyi para kazanacağız. Geçen yıla göre fiyatlar arttı. Ecnebi
tüccarlar arasında da yünlerimize olan ilgi iyi. Biz kesimden önce koyun ve
keçilerimizi göletlerde yıkıyoruz. Ondan sonra yünlerini kırpıyoruz. Yünlerimiz
ve keçi kıllarımız temiz olduğundan hemen dikkat çekiyor. Diğer aşiretlerin
çoğu bunu yapmıyor. Ya yeterli göletleri olmuyor ya da bunu yapmaktan
kaçınıyorlar. Zira yıkadıktan sonra yünlerin ağırlığı azalıyor. Ama babam bunu
göz önüne alarak fiyatları biraz daha yüksek belirliyor. Bir de bizim
yünlerimiz yıkanıp kurutulduktan sonra çuvallara konuluyor. Dolayısıyla
görünüşü daha güzel oluyor. Bu da ecnebi tüccarların dikkatini çekiyor.
Sattığımız koyunların ve yünlerin zamanında teslim edilmesi için Eylül ayının
ortasında sevkine başlamamız gerekiyor.
Annemin bahçesi
iyice yeşil renge boyandı. Kabaklar, hıyarlar boy vermeye başladı. Fasulyeler
de çıkmaya başladı. Bir hafta sonra toplama işlemine başlayabiliriz. Bunu
annemle yapmamız mümkün değil. Kız kardeşim Havva ve çoban eşlerinin de yardımı
gerekiyor. Bu yıl hiç su sıkıntısı çekmedik. Yağmurlar çok bereketliydi.
Derelerimizde sular kesilmedi. Bu nedenle göletlerimiz de hep doluydu.
Sürülerimiz de hep taze ot yedi.
Yağmurlardan sonra
otlar yeniden filizleniyor, sürülerimiz de iştahla bu yeni filizleri zevkle
yiyor. Bu bereketten dolayı hayvanlarımızın sütü de bol olduğu için peynir ve
tere yağ üretimimiz de arttı. Bu yıl peynir ve tere yağdan da iyi para
kazanacağız. Onca verdiğimiz emeklerin karşılığını alacağız. Şu bir gerçek ki
bir emek verdiyseniz inanın boşa gitmiyor. Setenin bakımını da yaptık, oradan
bir gelir elde ediyoruz. Bahçemizi sürüp ektik. Oradan bizim ve çobanlarımızın
bütün sebzesini alıyoruz. Yayla mevsiminin sonunda fazla olan koyun ve keçilerimizi
satacağız. Oradan güzel bir gelir elde edeceğiz. Yün ve dokuma satışından da
gelirimiz olacak. Bunun karşılığında yerleşiklerden buğday, un, arpa,
kurutulmuş meyve, bakır tencere, tava, kaşık, mum, kandil, kandil yağı ve
benzeri malzemeler alıyoruz. Bunun dışındaki bütün ihtiyaçlarımızı kendimiz
karşılıyoruz.
Yellice
yaylamızdaki son ayımıza girdik. Eylül ayı ile birlikte sonbahar mevsiminin
gelişi belli olmaya başladı. Otlar sararmaya, Meşe ağaçları yapraklarını
dökmeye başladı. Yaylanın rengi yeşilden sarıya döndü. Göçmen kuşlar yayladan
ayrılmaya başladı. Daha güneye kanat çırpmaya başladılar. Öncüleri de leylekler
oldu. Bir daha ki yıl gelmek üzere yuvalarını terk ettiler. Bizimle birlikte
geldiler, ama bizden önce ayrıldılar. Sanki onlar da bizim gideceğimizi
biliyorlar.
Leyleklerle oba
mensupları arasında müthiş bir uyum var. Kimse leyleklerin yuvalarına müdahale
etmez. Dere kenarındaki kavaklar leylekler için en cazip yuvalar olur. Bu
yuvaların sahipleri bellidir. Bir dişi bir erkekten oluşur. Yavrularını
birlikte büyütürler. Her yıl aynı yuvalarını kullanırlar. Sanki ellerinde bir
adres varmış gibi binlerce kilometreden uçup, her yıl konakladıkları yuvaları
hiç terk etmemişler gibi bulurlar. Yavrularını da göçten önce uçmaya hazır hale
getirirler. Kuşlar arasında en saldırganı kargalardır. Kendi yuvalarını ölümüne
savunurlar. Yuvalarına tehdit olarak gördükleri insanlara bile dalma hareketi
yaparlar. O yüzden kargaların bu huyu herkes tarafından bilindiği için kimse
onların yuvalarına müdahalede bulunmaz ve rahatsız etmez.
Obada her aile
hareket halinde. Ay sonunda hep birlikte Rakka’ya gitmek üzere yola çıkacağız.
Koyunların ve keçilerin kırpılma işlemi neredeyse bitmek üzere. Yerli ve
yabancı tüccarlara satılan hayvanlar ayrılıp, sayım yapılıyor. Limanlara
gidecek malların ve sürülerin bir hafta içinde hareket etmesi için Yeni il
kaymakamlığından haber geldi. Yünlerin çuvallanması işlemi de hızla devam
ediyor. Satılan koyun ve yünlerin verilen tarihte sevkiyatın yapılacağı
limanlara zamanında teslim edilmesi gerekiyor. Aksi taktirde satıcılara cezalar
veriliyor. Bu yüzden oba mensupları olağanüstü bir çaba içindeler. Bütün bu
teslimatlar kazasız, belasız ve eksiksiz tamamlandığında obada ayrı bir huzur
ve güven oluyor. Bunu kutlamak için aşiret beyimiz yani babam Firuz ağa oba
beylerine ziyafet verir. Çalışanlar için de kuzular kesilir ve onlara
yorgunluklarını çıkaracak hediyeler verilir. Yayla sezonun sonunda herkesin
cebinde bol para olur. Satışlardan sonra sancak beylerinin vergi memurları
tahsilatları yapmaya gelirler. Hane başı evli erkeklerden 26 akçe, bekar
erkeklerden 13 akçe vergi alınır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, geliri ve
sürüsü olmayanlar vergiden muaftırlar. Bir de her koyun başına yaylaklar için
yarım akçe, her üç yüz koyunluk sürü için de ayrıca yüz yirmi akçe vergi
veririz. Her aşiretin ve obanın kayıt defterleri vardır. Vergi memuru tahsilata
geldiğinde, elinde bir yıl önceki kayıt defterinin nüshası bulunur. Bu yılki
deftere yeni evlenen ve on sekiz yaşı geçen erkekler kayıt yapılır. Bunun amacı
gelecek yıl vergiye tabi olanları belirlemektir.
Yaylaklarda
meydana gelen olaylara kazaların ve nahiyelerin kadıları bakar. Suçlu olanlar
kalelerdeki hapishanelerde cezalarını çekerler. Aşiret ve obalar içinde meydana
gelen küçük olaylara aşiret reisleri bakar. Bunlar kadıya yansıtılmaz. Bu
olaylar genellikle oba ya da aşiret reislerinin arabuluculuğu ile sulh içinde
çözülür. Hırsızlık, adam yaralama ve öldürme gibi davalara kadılar bakar.
Aşiret reisinin emrindeki silahlı görevliler bu suçluları Subaşıların bulunduğu
bölgeye teslim etmek zorundadırlar. Subaşı da emrindeki yeniçeri ve sipahiler
aracılığı ile suçluları yargılanmak üzere kadılara götürürler. Yargılanıp ceza
alanlar nahiye ya da kazalarda bulunan kalelerdeki hapishanelerde cezalarını
çekerler.
Rakka’ya yolculuk
başlamadan önce bütün aşiret mensuplarının kayıtları yapılacakmış. Babam geçen
hafta başı son durumu öğrenmek için Yeni il’e gitmişti. Orda bulunan mübaşir
İsmail Efendi iskan ile ilgili bilgi vermiş. İskan katibi olarak atanan
Abdurrahman Efendi bir iki güne kadar sayım yapmak üzere obaları gezecekmiş. Bu
kayıtlardan sonra Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya Yeni İl kazasında
kaç hane olduğu ve ne kadar nüfusa sahip olduğu iletilecekmiş. Hüseyin Paşa da buna
göre gelecek olanlar için arazi tahsis edecekmiş. Orada esas olarak ziraatçilik
yapılacakmış. Durumu iyi olmayana öküz, saban ve tohum verilecekmiş. Bunun
bedeli beş yıl içinde taksitler halinde ödenecekmiş. Buraya giden aşiretler iki
yıl vergiden de muaf olacaklarmış. Aşiretler Rakka’ya gelmeden her obanın yeri
belli olacakmış. Bu yüzden yer sıkıntısı yaşanmayacakmış. Göç sırasında
yollarda göçerlere kolaylık gösterilecekmiş. İskanla ilgi yapılması gereken
bütün işler sadrazam tarafından sancak ve eyalet beylerine bildirilmiş. Hiçbir
sıkıntı yaşanmaması için talimatlar verilmiş. Zira hükümet bu iskana çok önem
veriyormuş. Güneyden gelip Rakka bölgesini istila ederek köylüleri ve obaları
haraca bağlayan Enez ve Şemmar aşiretlerinin saldırganlığının önlenmesi
isteniyormuş. Bu aşiretler bölgede hem huzuru bozuyor hem de ticaret kervanları
ile hac kervanlarını soyuyormuş. Bu konuda sadarete çok sayıda şikayetler
geliyormuş.
Babam bunları
şimdilik kimseye anlatmamızı istedi. Zira bu bilgilerin aşiret içinde korku ve
endişeye neden olacağını, dolayısıyla şimdilik böyle bir durumla karşılaşmak
istemediğini söyledi. Aslında babamın da çok sıkıntılı olduğu belli oluyordu.
Hem yeni bir yere yerleşmek hem de eşkıyalık yapan Arap Enez ve Şemmar aşireti
ile baş edebilmenin kolay olmayacağını tahmin edebiliyordu. Zira yerleşik Arap
aşiretleri ile Ekrad ve Türkmen aşiretleri buna karşı koyamadıklarına göre,
durum hiç de iyi görünmüyordu. Bu nedenle son durum hakkında oba beylerine bilgi
vermek istiyordu. Bunun için de benim aracılığımla cuma akşamı bütün oba
beylerinin otağa gelmesi için haber iletmemi istedi. Toplantıda oba beylerinin
görüşleri sorulacak hem de saldırgan Arap aşiretlerine karşı alınması gerekli
önlemler konuşulacak. Babam saldırgan aşiretlere karşı şimdiden hazırlık
yapılmasının gerekli olduğunu düşünerek aşiretimizin erkek ve kadınlarının ok
atma ve kılıç kullanma becerilerinin artırılması için de oba beylerinin onayını
almak istiyordu. Babam önemli gördüğü tüm kararlarda oba beylerinin görüşünü ve
onayını mutlaka alırdı. Bu aşiretin bir töresiydi.
Cuma akşamı
yapılan oba beyleri toplantısı geç saatlere kadar devam etti. Yemekten sonra
babam Yeni İl’e yaptığı ziyarette öğrendiği bütün bilgileri oba beylerine
anlatmış. Oba beyleri aşiretin iki yüz elli kişilik koruma birliği dışında
kadın erkek olsun bütün obadakilere silahlı eğitim verilmesini onaylamışlar.
Bunun için gerekli malzemenin alınmasını da kabul etmişler. Ok, yay, Mızrak,
kılıç, kama, pala, gibi aletlerin tedariki için Meşeli obasından silah
eğitimcisi İlhan Kahya ile Durak ağabeyim görevlendirilmiş. İlhan Kahya
silahların kalitesinden, ağabeyim de para kısmından sorumlu olacakmış. Babamın
aldığı bu tedbirler obaların gece-gündüz korunması yönelikti. Ayrıca saldırgan
Arap aşiretlerinin yapacağı saldırıları caydırma amacını da taşıyordu. Obaların
yaşlı-genç, kadın-erkek silahlı kişiler tarafından korunduğunun bilinmesinin
saldırgan Arap aşiretlerine gözdağı vermek anlamına da geliyordu.
Pazartesi günü
öğleye doğru iskan katibi Abdurrahman Efendi ile yanındaki sayım memuru elinde
defterlerle otağımıza geldi. Babam onları misafir otağına aldı. Hoş beşten
sonra gelme gerekçelerini anlattılar. Bunun üzerine babam bana yemek
hazırlanması için Hazna Hatuna haber vermemi istedi. Zira iskan katibi ve
memuru üç saatlik yoldan gelmişti. Annem gelen misafirlerin kimliğini
öğrendikten sonra bir saate kadar yemeklerin hazır olacağını babama iletmemi
söyledi. Ben de annemin sözlerini başımla işaret vererek babama ilettim.
İskan katibi
babama sayımın eksiksiz yapılması gerektiğini, zira Rakka bölgesinde hanedeki
nüfusa göre arazi verileceğini, bu nedenle de ailelerin mağdur olmaması için
bunun gerekli olduğunu iki kez tekrar etmek zorunda kaldı. Babam da iki gün
önce oba reisleri ile toplantı yaptığını bütün bu durumları kendilerine izah
ettiğini söyledi. İskan katibi Abdurrahman Efendi, Rakka beylerbeyi Kadızade
Hüseyin Paşa’nın şimdiden iskan edilecek aşiretler için parseller
düzenlediğini, aileler oraya gittiğinde ayrılan parsellere yerleştirileceğini,
Beylerbeyinin emrindeki yeniçeri ve sipahi askerlerle bölgede gerekli önlemleri
aldırdığını, bu nedenle ailelerin güven içinde olmalarını istedi. İskan
katibinin bu sözleri babamı biraz rahatlatmıştı. Ancak oba beyleri ile
aldıkları kararlardan iskan katibine bahsetmedi. Fazladan önlem alınmasında
sakınca görmüyordu. Tam tersine bu önlemlerin alınmasının aşiret mensuplarının
güven ve huzur içinde olmalarının garantisi olacaktı.
Aşiretimizdeki
sayımlar beş gün devam etti. Bizden sonra Beydilli aşireti ve ona bağlı
obaların sayımına geçilecek. Sayımlarda hanelerdeki nüfus sayısı, buna kadın ve
erkek çocuklar da dahil olmak üzere kayıt altına alındı. Bu sayımlarda hanelere
göre sahip olunan koyun, keçi, deve, at ve eşekler de kayıt altına alındı. Bu
sayımların yapılmasının nedeni obaların Rakka’ya götürecekleri hayvan sayısını
belirleme amacını taşıyormuş. Sayım memuru babama böyle söylemiş. Vergi
defterlerinde ise, bütün bu malların yazılmasından sonra hanelerin ödeyeceği
vergi miktarları da belirleniyordu. Vergi defterine sadece hane reisi ile on
sekiz yaşını geçen erkekler yazılıyordu. Çocuklar ve kadınlar kayıt
edilmiyordu.
Eylül ayının son
haftasına geldiğimizde yeni il kaymakamlığından oba ve aşiretlere yeni bir yazı
daha geldi. Yeni İl’deki obaların Rakka’ya yolculuğu Ekim ayı başlarında
başlayacakmış. Bizim obaların iskan başı babam olacakmış. Yanına ayrıca
kaymakamlığa bağlı iki memur verilecekmiş. Bunlar Rakka’ya kadar bize refakat
edeceklermiş. Gidilecek güzergahı da bunlar belirleyecekmiş. Bu memurlar,
obalar Rakka bölgesine yerleştirildikten sonra tekrar görevlerine
döneceklermiş. Bunların görevi, obaların firar etmesini, yol güzergahındaki
nahiye ve sancak beyleri ile irtibata geçerek konar-göçerlerin yerleşik halka
zarar vermesini de önlemekmiş. Gerçi Eylül ayının sonuna kadar yerleşiklerin
arpa, buğday ve fiğ biçme sezonu bitmiş olacak. Ancak yerleşiklerin bağ, bahçe
ve bostanlarındaki üretimleri devam ediyor. Belki de göçerlere ait hayvanların
bunlara zarar vermesi önlenmek isteniyor. Zira köylülerin sebze ve meyve
hasatları Ekim ayının sonunu buluyor. Devlet hem köylülerin zarar görmesini hem
de bunlardan tahsil edeceği vergiden mahrum olmak istemiyor. O yüzden iki
memurunu atayıp bu iskanı en az zayiatla bitirme amacı taşıyor.
Kaymakamlığın
yazısı bütün obalara iletildi. Bundan sonra obalarda hararetli bir çalışma
başladı. Obalar, yıllardır kullandıkları yaylaları terk edeceklerdi. Elbette
hepsini bir hüzün sarmıştı. Yayladan, Rakka’ya götürebilecekleri bütün
eşyalarını taşıma telaşı da başlamıştı. Zira her şeyi kendi elleriyle
yapmışlardı. Buradan tamamen ayrılmak herkese zor geliyordu. Ama gitmek
zorundaydılar. Çünkü Padişah II. Süleyman’ın fermanı bulunuyordu. Padişah’ın
fermanı kesindi. Buna mutlaka uyulması gerekiyordu.
Rakka’ya iskan
nedeniyle yayladaki Setenimizi ve bahçemizi de terk etmek zorundaydık. Annem
yazın bahçeden elde ettiğimiz sebzelerden çok çeşitli yemekler yaptı. Kabak
dolması, türlü, fasulye kavurması, biber kızartası en başta yediğimiz
yemeklerdi. Bahçemizdeki sebzelerin de hasat zamanı gelmişti. Bunların taze
tüketilme zamanı geçiyordu. Annem bu nedenle topladığı sebzeleri kurutmaya
başlamıştı. Kışın bunların pişirilip yenilmesi de çok lezzetli oluyordu.
Özellikle de kabak ve biber dolmasının yoğurt dökülerek yenilmesi ailemizin en
çok sevdiği yemeklerdendi. Setenimizi ise, burada bırakmak zorundaydık. Çünkü
buğdayı ezen yuvarlak taşlar çok ağırdı. Ancak at arabası ile taşınabilirdi.
Ama bizim bunu taşıma imkanımız bulunmuyordu. Zira bizim gideceğimiz yollar
dağlardaki ve tepelerdeki patikalardı. Arabanın o yollardan gitmesi mümkün
değildi. O yüzden Setenimizle vedalaşmak zorundaydık. Ancak onu kullanılabilir
halde bırakacağız. Çünkü bizden sonra Yellice yaylasına yerleşecek olanlara bir
katkımız olsun istiyoruz.
Aşiretimiz için
sipariş edilen ok, yay, kılıç, pala, kama, teber ve mızraklar geçen hafta
geldi. Babam ödemesini aşiretin bütçesinden yaptı. Silahlar sahiplerine
dağıtıldı. İlhan Kahya, hemen eğitimlere başladı. Mızraklar yaşlı erkeklere, ok
ve yaylar kadınlara, kılıç, kama, teber ve palalar ise gençlere verildi. Yeni
eğitilenlerin esas görevi obalarını savunmaktı. Zira aşiretin esas korumasını
oluşturanlar uzak bölgelere gittiklerinde, Obaların savunması bu yeni eğitilenlerin
görevi olacaktı. Bunlar diğer zamanlarda obadaki asli görevlerine devam
edecekti. Bunun amacı aynı zamanda obalara saldırı yapabilecek Arap kökenli
Eneze ve Şammar aşiretlerini caydırma amacı da taşıyordu.
Ekim ayının ilk
haftasına geldiğimizde otağlar sökülmeye başlandı. Obalar arka arkaya
çıkacaklardı. Aradaki mesafe beş yüz metreyi geçmeyecekti. En önde Alamaslı
olacaktı. Onun arkasında sırasıyla Tamburacalı, Avşıllı, Hacı Fakılı,
Kaçaroğlu, İncili, Çilli, Caberli aşiretleri takip edecek. Bunların arkasında
da Meşeli, Tecerli, Dündarlı, Tur Hasanlı, Karabıyıklı, Demirhanlı ve Göbelli
obaları olacak. En arkada da bizim aşiretimiz Musa hacılı takip edecek. Yeni İl
kaymakamlığının görevlendirdiği iki görevli de atları ile en önde olacaklar ve
güzergahı belirleyecekler. Ala Dorlak ve Savranbaşı da onların hemen arkasında
gidecekler. Bizim aşiretin en arkada gitmesinin nedeni firarları önlemekti.
Zira bu cemaat ve obaların Rakka’ya ulaşmasında esas sorumlu olan babamdı. Bu
nedenle sayımları yapılan cemaat ve obaların eksiksiz bir şekilde Rakka’da
iskan edilmesi gerekiyordu.
Yeni il kaymakamı
Abaza Hasan Paşa Rakka’ya iskan edilecek bütün aşiret, cemaat ve obalar için
yeni bir emirname yayınlamış. Bu emirnamede sürü sayısının Rakka’ya gidene
kadar yarısının elden çıkartılmasını istemiş. Yani yaklaşık iki ay sürecek bu
yolculuk sırasında koyun, keçi ve at sürüsünün yarısının yolda satılmasını
talep etmiş. Bunun nedeni olarak da Rakka’da yaylak-kışlak hayatı olmayacağını,
orada esas olarak yerleşik hayata geçileceğini, çiftçilik, sebze ve meyve
yetiştiriciliği yapılacağının belirtilmesiydi. Rakka Beylerbeyi bu durumu
sadrazama bildirmiş, sadaret makamı da bu talebi uygun bulup onaylamış.
Bu talep Yeni
İl’deki bütün obalarda tepkiyle karşılandı. Zira bütün geçim kaynakları
besledikleri hayvanlardan ve onlardan elde ettikleri ürünlerin satışından
geliyordu. Bütün yaşam tarzları da buna göreydi. Rakka’ya gittiklerinde hazır
mahsul olmayacaktı. Çiftçilikten gelir sağlamak için bir yıl ne yiyip
içeceklerdi. Ellerindeki hazır para ile ne kadar idare edebileceklerdi. Bütün
bu sorular cevapsız kalıyordu. Obalardaki be tedirginliği fark eden babam
Kangal köyünde oturan yeni İl kaymakamı Hasan Paşa ile görüşmeye gitti.
Kaymakam babamı çok iyi karşılamış. Obaların durumunu anlatmış ve bütün
sürüleri ile Rakka’ya gitmek için istekte bulunmuş. Hasan Paşa bunun yetkisini
aştığını, sadarete yazılacak cevabın gelmesinin de yetişemeyeceğini,
emirnamenin yerine getirilmesi gerektiğini nazik bir dille anlatmış. Ancak Rakka’ya
gidildikten sonra Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya istekte bulunmasını,
satıştan elde edilen parayla oradan da yeni hayvanlar alabileceklerini
söylemiş. Babam yaylaya döndükten sonra kaymakamım bütün sözlerini bir toplantı
düzenleyerek oba beylerini anlattı.
Bu yılki yayla
mevsiminde aşiretimize ve bağlı cemaat ve obalardaki koyun sayısı yapılan
satışlardan sonra altmış beş bine çıkmıştı. Bunun yarısının Rakka yolunda
satılması isteniyordu. Diğer hayvanlarda ise, sayı şöyle olmuştu: Deve sayısı
290’a, at sayısı 205’e, eşek sayısı da 310’a yükselmişti. Ancak emirnamede
sadece koyun sayısının yarıya indirilmesi istenmişti. Dolayısıyla diğer
hayvanlar ve obaların güvenliğini sağlayan görevlilerin kullandıkları atlar
bunun dışında kalıyordu. Zira obaların eşyalarını bu hayvanlar taşıyordu. Bu
hayvanlar olmadan konar-göçerlerin taşınması ve güvenliğin sağlanması mümkün
değildi.
Rakka’ya göç etme
zamanı gelmişti. Eşyalar develere, atlara ve eşeklere yüklendi. Obalar ve
cemaatler daha önce belirlenen sırayla hareket etmeye başladılar. Rakka’nın
rotası da belirlenmişti. Obalar Kangal, Divriği, Gürün, Darende, Doğancık,
Besni, Bozova-Akçakale-Rakka yolunu takip edecekti. Obaların en başında
Savranbaşı Bayram amca, onun arkasında Ala Dorlak olarak Tur Hasanlı obasından
Hüseyin amcanın kızı Gülbahar yerini almıştı. Gülbahar’ın başında gümüş
başlıklar, üzerinde kırmızı renkli elbise, ayağında da nar çiçeği renginde edik
bulunuyordu. Gülbahar’ın düğünü Misis’deki mezramızda yapılacaktı. Ancak iskan
nedeniyle Rakka’da yapılması kararı alınmıştı. Rakka’ya vardığımızda bizi
Gülbahar ile Zeynel’in düğünü bekliyordu. Gülbahar da nişanlı bir kız olduğu
için; Ala Dorlak görevini o yapacaktı. Çünkü, töremize göre göç katarının
başında nişanlı bir kızın bulunmasının uğurlu geleceği ve aşiretimize de
bereket getireceğine inanılıyordu.
Sürülerimiz bizden
önce yola çıkmıştı. Sürülerin başında çobanlar bulunuyordu. Yiyecek ve
içeceklerini eşekler taşıyordu. Bu yiyecek ve içecekler siyah renkli bir
heybede taşınıyordu. İçme suları ise toprak testilerde korunuyordu. Bu
testilerdeki su azaldıkça içme sularının bulunduğu çeşme ve pınarlarda
dolduruluyordu. Aba ve kepenekleri ise heybenin üzerine bağlanırdı. Bu yöntem
yolculuk sırasında yiyecekleri yağmurdan ve güneşten de koruyordu. Geceleri ise
çobanların üşümemesini sağlıyordu. Çobanlar bu tür yolculuklara alışkındı.
Yıllardır Misis ile Yellice arasında gidip gelmişlerdi. İyi içme suyunun nerede
olduğunu, hangi dağdan geldiğini ve hangi suyun daha soğuk olduğunu
biliyorlardı. Bu bilgileri zaman zaman obadakilerle paylaşıyorlardı. Bu nedenle
aynı su kaynaklarını biz de öğrenmiş bulunuyorduk. Bilmedikleri bölge
Darende’den sonraki yoldu. Orayı da karşılaştıkları köylülerden ve çobanlardan
öğreneceklerdi. Hayvanların su ihtiyacı ise, yol üzerindeki derelerden,
çaylardan ve ırmaklardan sağlanacaktı.
Yola çıkalı yirmi
günü geçmişti. Bu yirmi gün içinde Divriği, Gürün, Darende’den geçerek Besni
kazasına ulaşmıştık. Yirmi gün içinde geceler dahil altmış kez mola verip,
yeniden yola çıktık. Yani eşyalarımızı altmış kez indirip, yükledik. Mola
verdiğimiz en iyi yerler Divriği de Dumluca mezrası, Darende de Ayvalı köyü,
Besni de ise Suvarlı köyüydü. Burada hem bizim için hem de hayvanlarımız için
bol su ve yiyecek vardı. Bazı ihtiyaçlarımızı da parasını ödeyerek köylülerden
tedarik ettik. Köylülerden hayvanlarımız için arpa, kendimiz için de un satın
aldık. Biz de onlara elden çıkarmamız gereken koyunları sattık. Bun duyan
bölgedeki celepler obamıza gelip koyun alıyorlardı.
Geceleri mola
verdiğimizde çadırlarımızın önünde ateşler yakıyorduk. Bu ateşte hem yemekler
pişiyordu hem de ısınıyorduk. Zira geceleri soğuk oluyordu. Köpeklerimiz de
sürülerimizi kurtlardan korumak için çobanlarımızla birlikte nöbet tutuyordu.
Sürüyü bekleyen köpeklerimizin hepsi Kangal cinsiydi. Kurtlarla baş edebilecek
en iyisi onlardı. Ancak buna rağmen bazı obaların koyunları kurtlara av
olmaktan kurtulamıyordu. Bunlar genellikle yolunu şaşıran ya da yorulup bir
kenarda yatan koyunlardı. Bu kayıpların olabileceği hep konuşulmuştu. Şu ana
kadar olan kayıplar tahmin edilen sayının altındaydı.
Yellice’den
ayrılalı kırk beş günü geçmişti. Kasım ayının sonlarına gelmiştik. Bozova
nahiyesini geçip Akçakale’ye yaklaşmıştık. Burada öğlen molası verdik. Zira
sabah ezanında yola çıkmıştık. Altı saattir yoldaydık. Hem biz hem de
hayvanlarımız yorulmuştu. Burada ikindiye kadar dinlenecektik. Daha sonra yola
devam edecektik. Bütün yolculuğumuz bu şekilde verilen molalarla devam
ediyordu. Bu molamız devam ederken babamın otağına doğru iki atlının geldiği
görüldü. Atlıları ağabeyim Durak karşıladı. Selamlaşmalardan sonra ağabeyim
onları babamın otağına davet etti. Aşiretimizden iki kişi de gelenlerin atını
alarak bir ağaca bağlamak için götürdüler. Ağabeyim giderken onlara atlara su
ve yem verilmesini söyledi. Misafirlerin arkasından ben de babamın otağına
geçtim. Gelenler kısa bir hoşbeşten sonra Rakka’dan geldiklerini, iskan
edilecek obaların yerleşim planlarının yapıldığını, buna göre her ailenin daimi
oturumu için ev, arsa ve tarım arazileri verileceğini söyledi. Gelenlerden ismi
Eyüp olanı göçerlerin büyük bir kısmının oturacağı evlerin hazır olduğunu,
eksik kalanlar için de evler yapılacağını belirtti. Kendilerini Rakka
beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşanın gönderdiğini, Akçakale’den sonra gidilecek
yere bizimle birlikte geleceklerini söyledi. Babamın sorusu üzerine aşiretimiz
ve bağlı obalar için Fırat nehrinin kollarından olan Belih çayının batısında
Rakka yolu üzerinde Huzeyme mıntıkasında sekiz bin dönüme yakın arazi tahsis
edildiğini ifade etti. Bu arazinin üçte birinin sulanabildiğini, geriye kalan
kısımda ise, kuru tarım yapıldığını sözlerine ekledi. Babam konuşmalar
bittikten sonra bu yeni durumu oba beylerine bildirmem için bana hareket etmemi
söyledi. Bunun üzerine, ben hemen Karayelime eğer vurup yola çıktım. Akşama
kadar bütün oba ve cemaat reislerini dolaşıp bilgi verdim. Akşamki mola yerine
geldiğimde kız kardeşim Havva ile yengem Esma yemekleri hazırlamakla
meşguldüler. Babam, annem ve ağabeyim ise derin bir sohbet içindeydiler. Beni
son anda fark ettiler. Rakka beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’nın gönderdiği
görevliler ise, bildirimde bulunmak üzere Beydilli aşiretine gitmişler. Oradan
da bütün oba ve aşiretleri dolaşacaklarmış. Babama bütün cemaat ve oba
reislerine görevli Eyüp beyin anlattıklarının hepsini ilettiğimi söyleyip
sofraya oturdum.
Akçakale’den on
gün süren bir yolculuktan sonra, Belih çayının batısında bize ayrılan Huzeyme
köyüne geldik. Köye geldiğimizde gördüğümüz manzara karşısında şaşkına uğradık.
Hem de hayretler içinde kaldık. Zira çok sayıda ev vardı. Ancak harap haldeydi.
Sanki elli yıl önce terk edilmiş bir görüntüsü vardı. Köyün girişinde kurulu
iki çadır bulunuyordu. Bu çadırın önünde aşiretimize ayrılan araziyi hanelere
taksim edecek görevliler oturuyordu. Bizleri görünce ayağa kalkarak çadıra
buyur ettiler. Ellerinde Yeni İl kazasında yapılan sayım kayıtları vardı. Bu
kayıtlarda hangi hanenin hangi eve yerleşeceği ve ne kadar toprak verileceği
belirtiliyordu. Tamirattan sonra hazır hale gelecek ev sayısı üç yüzdü. Bizim
aşiret ise beş yüz on üç haneydi. Dolayısıyla iki yüz on üç eve daha
ihtiyaç olacaktı. Görevli, yeni evler yapılana kadar nüfusu az olan aileleri
geçici olarak daha geniş olan evlerde toplayacaklarını, yeni inşaatlar
bittiğinde herkesin kendi evine taşınacağını, harap olmuş evleri de
obadakilerle ve Rakka merkezinde gelecek ustalarla onaracaklarını söyledi.
Görevli, bizleri rahatlatmak için sözlerine şöyle devam etti:
“Gerek yeni evler
gerek tadilat için lazım olan kereste Maraş sancağından gelecek. Keresteler
kara yolu ile Birecek limanına getirilecek. Birecik limanından teknelere
yüklenen kereste, Belih çayının Fırat nehrine karıştığı noktada indirilecek.
Buradan da at arabaları ile Huzeyme’ye taşınacak. Diğer malzemeler ise, Harran
ve Rakka’dan temin edilecek. Göçerlerimizin evleri en kısa zamanda bitirilip
sahiplerine teslim edilecek.”
Adının Mahmut
Efendi olduğunu öğrendiğimiz görevli, Huzeyme köyünde oturacak ailelere yedi sekiz
bin dönüm arazi ayrıldığını, bunun yaklaşık üçte birinin sulanabildiğini, geri
kalan arazinin ise kuru tarım için uygun olduğunu belirtti. Görevli Mahmut
Efendi, göçerlerin hayvan sürüleri için de üç bin dönümlük bir mera bulunduğunu
ifade etti.
Rakka
Beylerbeyliği iskan görevlisi Mahmut Efendinin verdiği bilgilerden sonra cemaat
ve obalarımız köyün dışındaki hafif yüksek bir tepenin etrafına çadırlarına
kurmaya başladılar. Sürülerini ise, boş olan arazilerde yayılmaya bıraktılar.
Araziler ekilene kadar hayvanlarımız burada yayılmaya devam edecekti. Bu
araziler ekilmeye başlandıktan sonra sürülerimiz için sadece üç bin dönümlük
mera kullanılacaktı. Ancak mera bizim için yeterli değildi. Bu soruna nasıl bir
çözüm bulunacaktı?
Huzeyme köyündeki
ilk gecemiz eşyalarımızı otağımıza yerleştirmekle geçti. Sabah güneş
ışınlarıyla uyandık. Ancak sabah saatleri olmasına rağmen hava Yellice
yaylasından oldukça sıcaktı. Bu bizim hiç alışkın olmadığımız bir durumdu.
Yemekten sonra babam ve ağabeyim obaları dolaşmak üzere otağdan ayrıldılar. Ben
de kendilerine atımla çevreyi gezmeye çıkacağımı söyledim. Babamın olurunu
aldıktan sonra, Belih çayı boyunca atımla birlikte dolaşmaya başladık.
Belih çayının doğu
yakasına da bizim gibi göçerler gelmişti. Onlar da aynı durumdaydı. Orada da
harap olmuş evler vardı. Çadırlarını köyün etrafına kurmuşlardı. Belih ırmağı
kenarları köye göre biraz daha serindi. Söğüt ağaçlarının yaprakları sararmış,
kimi de dökülmüştü. Ancak yine de ırmak kenarına yeşillikler hakimdi. Yeşil
olanlar içinde yılgın ağaçları ile böğürtlenler dikkat çekiyordu. Bazı yerlerde
yılgınlar ve böğürtlenler ırmak kenarında set oluşturmuşlardı. Irmağın suyu
bunların dallarını yalayarak akıyordu.
Oturacağımız yerde
böyle bir ırmağın olması hoşuma gitmişti. Burası hem yüzmek hem de balık tutmak
için güzel bir yerdi. Irmağın suyu berrak akıyordu. İçindeki balıkları
görebiliyordum. Suyun kenarında dinlenmeye çekilen kurbağalar benim ve
Karayel’in ayak seslerini duyduklarında hemen ırmağa atlıyorlardı. Irmak
boyunca iki kilometre yürüdükten sonra yüz metre ileride bir ev göründü. Oraya
yaklaştığımda bir su değirmeni olduğunu gördüm. Değirmenin önünde akasya ve
söğüt ağaçları bulunuyordu. Evin yukarısında bir su kanalı dikkat çekiyordu.
Ancak içinde su akmıyordu. Tam değirmenin önüne geldiğimde uzun sakallı bir
adamın evin yan tarafından bana doğru baktığını fark ettim. Yaşı elliye yakın
gibiydi. Selam verip atımı bir söğüt ağacına bağladım. Adam bana bir şeyler
söylüyordu ancak konuştuğunu anlayamıyordum. Ben elimle uzaktaki koyun
sürülerini gösterip bize ait olduğunu işaret diliyle anlatmaya çalıştım. Ne
demek istediğimi anlamış gibi hafif bir tebessüm gösterdi. Ondan sonra beni
değirmenin içine buyur etti. Değirmene su akıtan ahşap olukları göstererek
tamir ettiğini anlattı. Sonra da kendini işaret ederek adının Cuma olduğunu
söyledi. Ben de adımı söyledim. Sanırım bizim buraya geleceğimizi biliyordu.
Zira yüzünde hiç şaşkınlık ifadesi bulunmuyordu. Bana değirmenin içini
gezdirmeye başladı. Değirmenin içinde kendisinin yatacağı küçük bir bölmede
yatağı bulunuyordu. Yatağın yanı başında su testisi ve bir ibrik vardı. Su
testisinin üzerinde de ayrıca bakır bir tas duruyordu. Anladığım kadarıyla
testideki su içmek içindi. İbrik ise, abdest almak için kullanılıyordu. Aynı
bölmenin içinde küçük bir şömine de yer alıyordu. Şöminenin önünde kurumuş odun
ve dal parçaları istiflenmişti. Bu sohbet ve tanışmadan sonra ben elimle
işaretler yaparak gitmek için müsaade istedim. Kendisine Arapça bildiğim bir
kelime olan “şükran” diyerek başımla selam verdim. Şükran sözüm onda tatlı bir
tebessüme neden oldu. Ya çok hoşuna gitti ya da şivem ona çok komik gelmişti.
Birlikte dışarıya çıktık. Benimle birlikte atımın bağlı olduğu ağaca kadar
geldi. Atımın yularını çözdüğüm sırada kulağıma bir kadın sesi geldi. Sesin
geldiği yere döndüğümde bir kadın ile genç bir kızın ellerindeki bir sepetle
değirmene yaklaştıklarını gördüm. Yanımıza geldiklerinde Arapça selam verdiler.
Ben ve Cuma amca da aynı anda “Aleyhkümselam” dedik. Cuma amca
Arapça onlara bir şeyler anlatmaya başladı. Sanırım onlara benim kim olduğunu
anlattı. Onlar da pek şaşırmamış gibiydi. Sanki bizim buraya geleceğimizi biliyormuş
gibiydiler. Cuma amca kızıyla Arapça konuştuktan sonra kızı ve eşi değirmenin
içine doğru hareket ettiler. Cuma amcanın kızına bakarak yaptığı bu konuşmada
sadece “Selma” olanını anlayabildim. Bu kızın ismiydi. Ben tekrar müsaade
isteyip atıma bindim. Genç kızın bana doğru baktığını fark ettim. Ben görmemiş
gibi yapıp, kamçımı hafif bir şekilde atımın kalçasına vurarak “deh” dedim.
Atımı geldiğim yöne çevirdiğimde genç kız hala dikkatlice bana bakıyordu. Bu
kez at üzerinde yine ırmak kenarında obaya geri döndüm.
Babamla ağabeyim henüz gelmemişlerdi. Irmak
kenarında gördüklerimi anneme, yengeme ve kız kardeşim Havva’ya etraflıca
anlattım. Gördüğüm kızı ise çok kısaca anlattım. Ancak kız kardeşim Havva kız
hakkında sorular sormaya başladı. Güzel mi, çirkin mi, kaç yaşında olduğunu
merak ediyordu. Ben de uzun saçlı, esmer, beyaz tenli, zeytin gibi gözleri
bulunduğunu ve on beş, on altı yaşlarında olduğunu söyledim. Biz sohbet ederken
babamla ağabeyim otağa doğru geliyorlardı. Bana neler gördüklerini sorduklarında
kısaca hepsini onlara da anlattım. Sonra da hep birlikte öğle yemeği için otağa
geçtik.
Yemekte babam
obaların durumu ve bölge hakkında öğrendiklerini anlatmaya başladı. Huzeyme
köyünde daha önce Arap asıllı Beni Kays aşireti oturuyormuş. Üç yıl öncesine
kadar çok rahat bir hayatları varmış. Ancak üç yıl önce Yemen üzerinden gelen
Bedevi Aneze ve Şemmar aşiretleri bu bölgeye yerleşmek istemiş. Aralarında
şiddetli çatışmalar olmuş. Beni Kays aşireti bu saldırılara ancak bir yıl
dayanabilmiş. En sonunda bu saldırılardan korunmak için Urfa ve Harran’a doğru
göç etmek zorunda kalmışlar. Göç ederken de geride bıraktıkları evleri yıkıp,
bütün eşyalarını alıp gitmişler. Evlerin harabe olmasının nedeni de buradan
geliyormuş.
Rakka Beylerbeyi
Kadızade Hüseyin Paşa bölge halkını korumak için Belih çayı bölgesine askeri
birlikler sevk etmiş. Aneze ve Şemmar aşiretleri askerlerle de çatışmış. Bu iki
aşiret mensupları çok iyi savaşçılarmış. Yerleşik köylerin hepsini haraca
bağlamışlar, kervan ticaretini ve hacca giden yolcuları da soyuyorlarmış. Ordu
birlikleri bir ay süren çatışma ve operasyonlardan sonra onları bölgeden söküp
atmış. Askerler sürekli kalamadığı için; eyalet yöneticileri tek çare olarak
Anadolu’daki konar-göçerleri buraya iskan edip, bölgeyi kontrol altına almak
istemişler. Bizim buraya gelmemizin esas sebebi de buymuş. Babamın anlattığına
göre, konar-göçerler yerleşene kadar Yeniçeri ve sipahilerden oluşan askeri
birlikler bölgede görev yapmaya devam edeceklermiş.
Huzeyme köyü Rakka
eyaletine kırk kilometre uzaklıktaydı. İhtiyacımız olan mum, kandil yağı,
balta, bıçak gibi malzemeleri buradan karşılayacaktık. Rakka’ya gidip, gelmek
neredeyse bir günlük yoldu. Hele de sıcak mevsimlerde bu daha da zordu. Kasım
ayının sonu olmasına rağmen sıcaklık oldukça yüksekti. Bahardan sonra buranın
sıcaklıkları daha da artıyormuş.
Askerler gittikten
sonra bölgenin güvenliği nasıl sağlanacak? Obaların buna bir çare bulması
gerekiyor. Bedeviler aynısını bize de yapmaya kalktıklarında ne olacak? Çok savaşçı
olduklarına göre işimiz bir hayli zor olacaktı.
Rakka eyaletine
geleli üç ay olmuştu. Rakka beylerbeyi görevlisi Mahmut Efendi taahhütlerinin
hepsine yerine getirdi. Obadalardan, Rakka’dan ve köylerinden gelen ustaların
yardımları ile harabe haldeki evler onarıldı. Eksik olan evler de yapıldı.
Artık çadırlardan evlere geçme zamanı gelmişti. Bize köyün orta yerinde büyük
bir ev verildi. Evin girişinde bir holü ve dört yatak odası bulunuyordu. Büyük
odanın içinde bir baca vardı. Bu bacada hem yemekler pişirilecek hem de soğuk
havalarda ısınmak için kullanılacak. Evlerimiz ağaç direk ve kirişler üzerine
yapılmıştı. Ahşap kolonların araları çamurdan yapılan kerpiçlerle örülmüştü.
Çatısı da yine ağaçlardan yapılmış, üzerleri çamurla sıvanarak kil toprak
serilmişti. Bu yöntem evin içini serin tutmaya yarıyordu. Zira yazın burada
sıcaklar oldukça yüksekmiş.
Kendimizin
barınacağı evleri yapmıştık. Sıra sürülerimizin ve hayvanlarımızın kalacağı
ahır ve ağıllara gelmişti. At, eşek ve develer için ahır, sürülerimiz için de
ahıl yapılması gerekiyordu. Burada iklim sıcak olduğu için ahırın ve ahılın
üstü kapalı yanlarının ise yarı açık olması tercih ediliyordu. Bunun için
gerekli keresteler Maraş’tan gelmişti. Geriye duvarlarda kullanılacak taşların
ırmak kenarından taşınması kalmıştı. Taşlar da Rakka Beyler Beyliğinin
Kapılıbük ve Belih nahiyelerinden sağladığı at arabaları ile yapılacaktı. Ancak
taşların arabaya doldurulması ve boşaltılmasını oba mensupları yapacaktı. Her
obaya bir araba verilmişti. Bu işleri oba ve aşiret reisleri kontrol ediyordu.
Taş ve kereste taşıma işini bitirenler at arabasını iskandan sorumlu Mahmut
efendiye teslim edecekti.
Huzeyme köyünde
sıra bize tahsis edilen arazilerin ailelere dağıtılmasına gelmişti. Bu işin
organizasyon ve paylaşılması için Kamil Efendi görevlendirilmişti. Bazı
yerlerde kare şeklinde bazı yerlerde de dikdörtgenler şeklinde parseller
düzenlemişti. Kamil efendi ailelerin nüfus ve tarlada çalışabilecek erkek sayısıyla
orantılı olarak bu arazilerin dağıtılacağını, durumu müsait olmayan ailelere
ücreti sonradan taksitler şeklinde ödenmek üzere, saban, tohum, at ve öküz
verileceğini, ziraat konusunda da obalara danışman olarak yerleşik köylülerden
yardımcı verileceğini söyledi. Kamil Efendinin toprak dağıtma işi on beş gün
sürdü. Bizim aileye otuz dönümü sulu, yüz on dönümü “kır” diye tabir edilen
sulanamayan araziler tahsis edildi. Diğer ailelere de bazılarına kırk dönüm
bazılarına da seksen dönüm arazi verildi. Parseller ağaç kazıklarla belirlendi.
Her kesin yeri belli oldu. Arazisini ekmeyen ya da kullanmaktan vaz geçenlere
ait tarlaların ellerinden alınacağı da yazılı olarak kayıt altına alındı. Bu
bir taahhüt anlaşmasıydı. Sadaret makamı böyle bir karar almıştı. Amacı,
konar-göçerleri yerleşik düzene geçirmek, boş kalan arazilerden ürün elde
edilmesini sağlamak, eşkıyalık ve soygunculuk yapan Bedevi Eneze ve Şemmar
aşiretlerinin bu tür eylemlerini önlemekti.
Devletin bu
bölgeye önem vermesinin nedeni; eşkiyalık ve soygunları önlemek için ayırdığı
askeri gücü başka alanlarda kullanmak istemesiydi. Zira Osmanlı devleti hem
Kafkasya da hem de balkanlarda isyan ve savaşlarla meşguldü. Buraya ayrıca bir
askeri güç ayırmak istemiyordu. Bölgedeki asayişi yerel güçlerle yani
konar-göçerlerle sağlama amacındaydı. Bütün bu konular Rakka Beylerbeyliğinden
köyümüze gelen yetkililer tarafından bizlere anlatıldı. O nedenle
konar-göçerlerin bölgede yerleşik düzene geçip arpa, buğday, susam, darı gibi
tahıl ve dokumada kullanılan pamuk üretmesi önemliydi. Rakka eyaletinde en çok
pamuk üretilen yer Belih ırmağının suladığı bölgeydi.
Köyde sıkıldığım
anlarda Karayelimle birlikte Belih ırmağında gezintiye çıkıyordum. Atımı orada
sulayıp taze otlarla besliyordum. Bu gezintiler Karayelin de hoşuna gidiyordu.
Bütün gün ahırda bağlı durmak ona da iyi gelmiyordu. Yularını çözdüğüm anda
yönünü hemen kapıya dönerek bir an evvel dışarıya çıkmak istiyordu. Bu
gezintileri bazen eyerli bazen de eyersiz yapıyordum. Eyersiz çıktığım zamanlar
annemim yünden diktiği minderi kullanıyordum. Bu minderi Karayelin üzerine
bağladıktan sonra hemen yola çıkıyorduk. Bazı günler ırmağın öbür yakasına
geçip diğer aşiret ve obaları da ziyarete de gidiyordum. Irmağın doğu yakasında
Badıllı, Milli, Dimlekli, Bayındırlı, Döğerli, Baraklı, Çağırganlı ve dedemin
Beydilli aşiretleri ile onlara bağlı obalar iskan edilmişti. Irmağın batı
yakasında ise, Boz Koyunlu, Kara Şeyhli. Beydilli, Gündeşli, Cerit aşireti ve
bağlı obalar bulunuyordu. Batı yakasında en güneyde bizim aşiret Musacalı ve
bağlı obalar yer alıyordu. Dolayısıyla Belih ırmağının batı yakasında
gelebilecek saldırılara en önce bizim aşiretimiz muhatap olacaktı. Bütün
bunların hesabını yapan babam Rakka beylerbeyliğine ait askerler kışlalarına
çekildikten sonra gerekli önlemleri almak zorundaydı. Şimdiden bunların
hesabını yapmaya başlamıştı bile. Hatta Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin
Paşa’ya gidip yirmi tane tüfek ve bu eğitimi verecek bir zabitin gönderilmesini
isteyeceğini de söyledi. Zira Bedevi Eneze ve Şemmar aşiret savaşçılarının çok
iyi mızrak kullandıkları dilden dile dolaşıyordu. Buna en iyi cevap tüfekle
verilebilirdi. Askerlerin eşkıyaları sindirmesinin ve bölgeden temizlemesinin
önemli unsurların başında tüfeklerin kullanılması olmuş.
Belih çayının
bulunduğu bölgeye iskan edilen aşiret ve bağlı obaların yerleşimleri Nisan
ayının başında tamamlandı. Rakka Beylerbeyliğine bağlı askeri birliklerin köy
ve mezralardaki güçlerinin büyük çoğunluğu Urfa ve Rakka’daki kışlalarına
çekildi. Geriye sadece nahiyelerdeki karakollarda zabıta görevi yapanlar kaldı.
Köy ve mezraların denetimi ve güvenliği aşiretlere bırakıldı. Aşiretlerle
yapılan görüşmeler sonunda güneyden gelebilecek Bedevi aşiretlerin
saldırılarına hep birlikte karşı konulacaktı. Rakka Beylerbeyliğinden gelen
emirname böyleydi. Babamın istediği yirmi tüfek isteği ise ancak on iki tüfekle
sınırlı kaldı. Zira Rakka Beylerbeyliğinin kendi ellerindeki ihtiyaç fazlası
olan tüfek bu kadarmış. Eğer daha fazlasına ihtiyaç duyulursa Sadaret
makamından ilave tüfek istenecekmiş.
Babam aşiretimize
tahsis edilen meranın yeterli olmayacağını düşünerek oba beyleri ile bir
toplantı düzenledi. Oba beylerine şöyle bir öneride bulundu:
“Elimizdeki koyun
sürüsünün yarısını satalım. Elde edeceğimiz parayla saban, at arabası, tırpan,
tırmık, yaba, bel, kürek, kazma, balta, tohum, öküz alalım. Nüfusumuzun
yarısını ziraatçı ve bostancı olarak yetiştirelim. Buradan elde ettiğimiz ürünü
satarak koyunlardan sağladığımız geliri buradan karşılayalım. Nüfusumuzun diğer
yarısı sürümüzle ve diğer hayvanların bakımı ile ilgilenmeye devam etsin. Bizim
tekrar Misis’e ve Yellice yaylasına dönmemiz artık mümkün değil. Çünkü
padişahın fermanına karşı çıkamayız. Buna da zaten izin vermezler.”
Oba beyleri
babamın bu önerilerini makul ve yerinde buldular. Bütün obaların ihtiyaçlarının
belirlenmesi ve ziraat aletlerinin alımı için Durak ağabeyim görevlendirildi.
Koyunların satışı için de nahiyelerdeki ve sancaklardaki celeplere haber
gönderilmesi kararı alındı.
On beş gün sonra
Rakka, Urfa sancaklarından ve Belih ile Kapılıbük nahiyelerinde gelen celeplere
koyun satışı yapıldı. Elde edilen paranın bir kısmı ile obaların ihtiyacı olan
un, kandil yağı, diğer kısmı ile de gerekli ziraat aletlerinin alımı ve
siparişi verildi. Zira bu aletlerin sayısı çok olduğundan hepsinin bir esnaf ve
zanaatkarda bulunması zordu. Bu nedenle hazırda olan aletlerin parası ödendi.
Geriye kalanlar için de kaparolar verilerek sipariş anlaşmaları yapıldı.
İhtiyaçlardan artan para da obaların payına göre dağıtıldı. Bütün bu işlerin
organizasyonu ve temin edilmesini ağabeyim Durak ve iki yardımcısı organize
etti.
Belih nahiyesine
bağlı elli üç köy ve mezradan bu işlere ilk başlayan bizim köyümüz Huzeyme oldu.
Bizi takip eden Göl viranı, Sarı Tepe, Mazuk köyleri ile El Berk, Cırık, Beni
Said, Bozan ve Ebu Numeyra mezraları oldu. Diğerleri ise daha sonra bunu
başlattılar. Bunda babamın ileri görüşlü olmasının büyük payı vardı. Annem
Hazna Hatun da zaman zaman babama bu işlerin yapılmasında öneri ve telkinlerde
bulunuyordu. Ne de olsa o da bir aşiret reisinin kızıydı. Geleceği görme
konusunda babasından gelen bir bilgi birikimine ve tecrübeye sahipti.
Sipariş verilen
zirai aletlerin ve at arabalarının bir kısmı mayıs ayının başında obalara
teslim edilmeye başlandı. Obalar kendilerine tahsis edilen sulu arazilerinde
sebze ve bostan ekmek için sabanla çift sürme işine başladılar. Bizde otuz
dönüm olan arazimizi atlarla sürmeye başladık. Bu tarlanın bir kısmına bostan,
sebze, bir kısmına da güzlük soğan ekeceğiz. Sulanamayan arazileri ise, darı ve
susam için hazırlayacağız. Babam bu ziraat işler için Yeni İl’deki Fatmalı
köyünde yarıcılık yapan Yusuf amcayı beraberinde getirmişti. Yusuf amca bizde
yarıcı olarak değil, günlük iki akçe yevmiye ile çalışacaktı. Bu yevmiyesi
yılın bütün günü için devam edecekti. Yani amele olarak çalışacaktı. Hanımı da
annemin yanında bağ ve bahçede çalıştığı zaman aynı yevmiyeyi alacaktı. Yusuf
amca ziraat aletlerini kardeşi Hasan’a devrederek bizimle birlikte gelmişti.
Çocukları yoktu. Yaşı elliye yakındı. Sağ ayağı hafif aksaktı. Bu ayağı
doğuştan böyleymiş. Ama çalışmasını engelleyecek bir durumu yoktu. Babama karşı
saygısı sonsuzdu. Babama “ağam” diye hitap ederdi. Babam da onu bir amele gibi
görmezdi, kardeşi gibi sever sayardı. Paraya ihtiyacı olduğu zaman babam
fazlasıyla verirdi. Verdiklerinin çoğunu da almazdı.
Yusuf amca atların
çektiği saban ile otuz dönüm araziyi on beş günde ekilmeye hazır hale getirdi.
Annem her zamanki gibi üç dönümlük kısmını sebze için ayırdı. Geri kalanı ise
karpuz, kışlık kavun ve mısır ekimi için bırakıldı. Karpuzun fazlası
satılacaktı. Ancak kışlık kavunlar ve mısırlar samanlıkta depolanacaktı. Büyük
olan kavunlar bizim için, küçük olanlar da koyunlara ayrılacaktı. Mısır ise
tohumluk ayrıldıktan sonra kışın yenilmek üzere saklanacaktı. Buranın yerleşik
halkı böyle yapıyormuş. Biz de onların yaptığını uygulayacağız.
Devlet arazileri
bize kullanmak üzere tahsis etmişti. Alınıp satılması yasaktı. Araziyi iki yıl
üst üste ekmeyenler bu haklarını kaybedeceklerdi. O nedenle herkes arazisini
ekmek zorundaydı. Tahsis edilen araziler için vergiden muaftık. Ancak
arazilerden elde edeceğimiz ürünler için vergimizi ödemek zorundaydık. Rakka
Beylerbeyliği bölgedeki ürünlerden alacağı vergilerin miktarını şöyle
belirlemişti:
Buğdayda (Hınta)
kile başına 14, Arpada (Şa’ir) 8, Darıda 8, Susamda (küncid) 16 akçe, Pamukta
(kutn) batman başına 10 akçe, İpekte (Harir) küz başına 40, Değirmen
(Dolap-Asiyab) aylığı 5 akçe.
Annem, Sebze ve
bostan için sürülen üç dönümlük parsele çobanların eşleri ile birlikte üç günde
kabak, fasulye, soğan, hıyar, biber ekti. Bunlardan eylül sonu gibi ürün elde
etmeye başlayacağız. Bu ürünler hem bizim hem de yanımızda çalışan amele ve
çobanların ailelerinin ihtiyacını karşılamak için ekilmişti. Hasadını da yine
Yellice de olduğu gibi annemle birlikte yapacaklar.
Sipariş edilenden
geriye kalan sabanlar, arabalar, yabalar, beller, kürekler, oraklar, baltalar
ve diğer yardımcı aletlerin hepsi geldi. Yusuf amca yanına aldığı bir
yardımcıyla kırdaki araziyi sürmeye başladı. Bu kez tarla iki saban ve iki çift
atla arka arkaya sürülüyordu. Bu yıl kırdaki tarlanın elli dönümü sürülecek.
Zira kırdaki tarlalar bir yıl ekilip bir yıl nadasa yani dinlenmeye
bırakılıyor. Bir daha ki yıl da nadasa bırakılan kısmı ekilecek. Bu elli
dönümün yarısına susam, diğer yarısına da darı ekilecek. Susamın bir kısmı
bizim ve çalışanlar için ayrılacak, fazlası da tüccara satılacak. Darının
tamamı ise atlara, develere, eşeklere ve koyunlara saman ve otla birlikte yem
olarak verilecek. Bize yakın olan ve değirmenci Cuma amcanın köyü
olan Zebrin’lilerin verdiği bilgiye göre, Susamda dönüm başına 50 ile 70 okka,
darıda ise, 300 ile 400 okka ürün alınıyormuş. Susamın da darının da hasadı
ekim ayında olacak. Ekim ayında bu sefer nadasa bırakılan arazinin yarısı
buğday diğer yarısı da arpa olarak ekilecek. Buğdayın bir kısmı kendimiz ve
çalışanlarımıza un için ayrılacak, kalan kısmı da satılacak. Arpanın tamamı
ise, darıda olduğu gibi hayvanlara yem olarak verilecek.
Huzeyme köyüne
artık sonbaharın geldiği iyice belli oluyordu. Darı ve susam tarlaları da renk
değiştirmişti. Sebze ve bostanlarımızda elde ettiğimiz ürünleri de yemeye
başlamıştık. Yusuf amca haftada bir at arabası ile bizim ve çalışanların
evlerine sebze ve bostan taşıyordu. Onun işi olduğu zaman bazen ben bazen de
ağabeyim bu işi üstleniyorduk. Bostan tarlasının verimi Yellice’deki bahçeden
iyiydi. Sanırım buranın hem toprağı daha yumuşak hem de güneşin bol olması ve
ırmak suyuyla sulanması verimin artmasında etkili oluyordu. Soğanlarımız da
oldukça iyi görünüyor. Bir ay sonra soğan hasadına başlayacağız. İhtiyacımızın
dışındaki soğanı satacağız. Buradaki yerleşik halk soğan ekiminden iyi para
kazanıyormuş. Ancak bakımı oldukça meşakkatli bir iş. Çok emek istiyor. Her ay
çapa yapmak, sulamak ve ot yolmak gerekiyor. Soğanın çapalanması ve otların
yolunmasında biz de ailecek çalıştık. Yetişemediğimiz zaman diğer obalardan
yardım aldık. Ziraatçilik yapmak gerçekten çok zormuş. Boş zamanınız yok gibi.
Her gün mutlaka bir iş çıkıyor. İşin olmadığı zamanlarda da tarım aletlerinin
bakımı ve onarımı ile ilgilenmeniz gerekiyor. Orağın ağzı köreliyor,
bileylenmesi gerekiyor. Baltanın, küreğin, yabanın sapı kırılıyor onu tamir
etmeniz gerekiyor. Ancak severek yapıyorsanız, akşam eve geldiğinizde tüm
yorgunluğunuz çıkıyor ve yaptıklarınızla mutlu oluyorsunuz.
Ekim ayının sonuna
geldiğimizde soğanın, darının ve susamın hasadı bitmişti. Bütün obalar fazla
ürünlerini tüccarlara satıp bol para elde ettiler. Hayvanları için de kışlık
yemlerini ambarlara koydular. Kendileri için de kurutulmuş sebze, bulgur,
yarma, tarhana ve peynirler kilerlere depolandı. Aşiretler ve obalar
ziraatçilikte ilk yıl olmasına rağmen yardımcı çiftçilerin desteği ile işlerin
çoğunu öğrenmişlerdi. Ürünlerinin vergilerini de Rakka Beylerbeyliğine
ödediler. Bu durumdan eyalet yöneticileri de memnun oldular. Zira araziler iki
yıl ekilmiyordu. O nedenle Eyaletin gelirleri de düşmüştü.
Belih nahiyesi ve
çevresine de hareket ve bereket gelmişti. Ticaret canlanmış, esnaf ve
zanaatkarlar mal yetiştirmekte zorlanıyordu. Onlar da bol paraya kavuşmuştu.
Bölgeye konar-göçerlerin iskan edilmesinden onlar da çok memnundu. Ancak bu
memnunluk on beş gün sürdü. Zira alışveriş için Rakka merkeze giden köylülerin
ve konar-göçerlerin kervanları Kara Menbiç köyünün altında yolları Şemmar
aşireti mensuplarınca kesilmiş, ellerindeki para, değerli eşyalara el konulmuş,
kadınların ise esir alınarak kaçırıldığı haberi geldi. Bu haber bütün obalara
yayıldı. Haberi duyan oba reisleri de otağımıza akın etmeye başladı. Soygunun
gerçekleştiği Kara Menbiç köyü bize beş fersah uzaklıktaydı. Babam oba
başkanlarından soygunla ilgili anlatılanların hepsini can kulağı ile dinledi.
Şemmar’lı eşkşyaların soydukları arasında Taycı Alamaslı obasından Karalı Ali
de varmış. Soyguncular Karalı Ali’yi bırakmışlar ancak eşini ve kervandaki
bütün kadınları kaçırmışlar. Babam bu bilgi üzerine beni yanına çağırıp,
“Alamaslı Karalı Ali hemen buraya gelsin.” Bunun üzerine daha çabuk gitmek için
Karayelime eyer vurmadan hemen Alamaslı obasına hareket ettim. Alamaslı
obasının mezrası bize yarım fersah uzaktaydı. Karalı Ali’yi bulduğumda atına
eyer vuruyordu. O da babama gelip durumu anlatmak için hazırlık yapıyormuş.
Kısa bir hoş beşten sonra birlikte bizim obaya doğru hareket ettik. Obaya
geldiğimizde hemen babamın bulunduğu misafir otağına geçtik. Babamın ve oba
beylerinin “geçmiş olsun” sözlerinin hemen arkasında Karalı Ali başlarından
geçen olayı anlatmaya başladı.
“Zeynel’in düğünü
için bilezik, gerdanlık, gümüş başlık, kap, kacak, mum, kandil yağı almak için
Rakka’ya gidiyorduk. Rakka’ya üç fersah yolumuz kalmıştı. Kara Menbiç köyünün
altındaki dönemci geçip, rampaya tırmanacağımız anda at arabalarının
durdurulduğunu fark ettik. Ne olduğunu öğrenmek için arabadan indiğimizde
sağımızda, solumuzda ve arkamızda atlıların bize yaklaştıklarını gördük. Kısa
bir süre sonra da etrafımız sarıldı. Arabalardan ve atlardan inmemizi ve
rampanın sağındaki boşlukta toplanmamızı işaret ettiler. Yerlilerin bize
yaptıkları tercümeden bunların Şemmar aşiretine mensup olduklarını öğrendik.
Sayıları ellinin üzerindeydi. Önce üzerimizdeki paraları ve kıymetli eşyaları
aldılar. Sonra atlarımızın koşumlarını çıkardılar. Sonra da kadınları ve
erkekleri ayrı ayrı yerlerde topladılar. Erkeklerini üstünü, başını, ceplerini
aradılar. Buldukları ne varsa hepsine el koydular. Kadınları ise ellerini
bağlayarak yanlarında getirdikleri boş atlara ikişerli olarak bindirdiler. Biz
buna bağırmaya ve itiraz etmeye başladık. Bunun üzerine kimimize kamçı ile
kimimize de kılıçların kınıyla vurmaya başladılar. Soyguncuların bir kısmı atlara
bindirdikleri kadınları eyerlerin arkasına bağlayarak hızla oradan
uzaklaştılar. Geride kalan yirmi kişilik silahlı grup erkekleri at koşumlarına
bağladılar. Giderken “Arkamızdan geleni öldürürüz. Kadınlarınızı kurtarmak
istiyorsanız esir başına bin akçe fidye getirmelisiniz.” Şeklinde konuşarak
uzaklaştılar.”
Karalı Ali amca
soygunla ilgili bu bilgileri verirken zaman zaman ağlamaklı oluyordu. Zira
yirmi beş yıllık hanımı Şirin teyze eşkıyalar tarafından kaçırılmış, ancak
fazla bir şey yapamamıştı. Oba başkanları kendisini teskin etmeye
çalışıyorlardı. Ama o eşinin kaçırılmasına hem üzülüyor hem de olayı
hazmedemiyordu.
Karalı Ali amcanın
anlattıklarından ve çevre köy ve obalardan gelen bilgilere göre soyguncuların
sayısı elli atlıymış. Ancak saldırıya katılanların sayısı elli gibi görünse de
geride bekleyen bir o kadar daha silahlı adamları oldukları tahmin ediliyor.
Yerli halkın verdiği bilgiye göre, geride bekleyen grubun soygunu yapanlara
arkadan ve önden gelebilecek karşı saldırıları engelleme görevi verildiği
belirtiliyor. Bu da soyguncuların planlı hareket ettiklerini ve gözetleme
yaptıklarını gösteriyordu. Zira seçilen zaman da manidardı. Hasat mevsiminde
köylülerin ve konar-göçerlerin ellerine önemli miktarda para geçtiğini
biliyorlardı. Tuzak kurulan yerin de daha önceden seçildiği anlaşılıyordu.
Babam olay
hakkında oba başkanları ile konuşup önerilerini aldıktan sonra öncelikle Belih
nahiye müdürüne ve Subaşıya haber verilmesi gerektiğini söyledi. Burada
alınacak karara göre, obaların destek verip vermeyeceğinin belli olacağını
belirtti. Babamın bu görüşü kabul gördü. Oba başkanlarının toplantısında ayrıca
nahiye müdürü ile yapılacak olan görüşmeye babamın gitmesi de kararlaştırıldı.
Olayın ertesi günü
babam Kaçaroğlu obasının başkanı Abdal Bey ve Meşeli obasının başkanı Bayazıt
Bey ile birlikte Belih nahiyesine gittiler. Belih nahiyesi bize iki fersahtan
biraz daha uzaktaydı. Atla gidip gelmek yarım gündü. Babam ve iki oba başkanı
aynı gün güneş batarken obaya döndüler. Belih’te nahiye müdürü ile görüşmüşler.
Kaçırılan kadın sayısı on ikiymiş. Aralarında değirmenci Cuma amcanın hanımı
Hacer de varmış. Nahiye müdürü soygunu Kapılıbük ve Caber nahiyelerine de
bildirmiş ve asker desteği istemiş. Nahiye müdürü babama askerlere destek
olarak da aşiretlerden iyi eğitimli üç yüz kişilik bir kuvvetin destek vermesi
gerektiğini söylemiş. Nahiyelerden asker geldiğinde bunu aşiret reislerine
bildireceğini söylemiş. Bizim aşiretten de onu tüfekli, yirmi savaşçı talep
etmiş. Babam da bu talebi kabul etmiş.
İki gün sonra
Belih nahiye müdürünün habercisi obamıza geldi. Babam onunla otağında görüştü.
Haberci Cafer isimli bir sipahi çavuşuydu. Soygunu yapan Şemmar aşireti ile
birkaç kez çatışmalara girmişti. Soyguncuları çok iyi tanıyordu. Onların iyi
savaşçı ve acımasız olduklarını, fidye ödenmediği taktirde kadınlara kötü
muamele yapacaklarını, hatta köle olarak Yemen pazarlarında satabileceklerini
söyledi. Zira buna benzer çok sayıda olaya şahit olduğunu belirtti. Cafer
çavuşun söyledikleri çok korkunçtu. Şemmarlıların töreleri çok katıydı. Bizim
törelerimize hiç uymuyordu. Zira bizim töremizde kadın kaçırılıp fidye
istenmezdi. Böyle bir eylem konar-göçerler için bir utanç vesilesiydi. Çölde
yaşayan Bedeviler için ise bu normaldi. Kaçırdıkları kadınlarla ilgili fidye
bedelini de Rakka yolunda çevirdikleri bir yolcu aracılığı ile iletiyorlarmış.
Cafer Çavuş üç güne kadar istedikleri fidyenin nereye getirilmesi gerektiğini
de haberci aracılığı ile bölgeye ulaştıracaklarını tahmin ettiğini belirtti.
Cafer çavuşun Şemmar
aşireti ile ilgili verdiği bilgiler hiç de hoş değildi. Çok dikkatli hareket
etmek gerekiyordu. Yanlış bir hareket kadınlar için kötü bir netice ile
bitebilirdi. Soygun olayı bütün bölgede duyulmuştu. Kimse Rakka yönüne yolculuk
yapmak istemiyordu. Nahiye müdürleri de bu yolculuğun yapılmamasını, yeterli
güvenlik önlemleri alındıktan sonra halka ileteceklerini bildirmişler.
Cafer çavuş
aşiretlerden meydana gelen kuvvetlerin yarın için Belih nahiyesinde
toplanacağını, bizim aşiretten gelecek olan birliğin de öğle saatlerine kadar
bu birliğe katılması gerektiğini belirterek diğer aşiretlere gitmek için
müsaade istedi. Ancak babam yemeklerin hazır olduğunu, yemekten sonra
gidebileceğini söyledi.
Nahiye habercisi
Cafer Çavuş gittikten sonra babam Meşeli obasından silah eğitimcisi İlhan
Kahya’yı çağırmamı istedi. Bir saat kadar sonra İlhan Kahya ile birlikte
babamın otağına geldik. Babam hemen konuya girdi ve şöyle dedi:
“Nahiye müdürü
bizden onu tüfekli, yirmi nefer istemiş. Bunu en iyi bilen sensin. Bu korumaların
yarın öğleye kadar nahiye merkezinde olması gerekiyormuş. Şimdiden
hazırlıklarınızı tamamlayın. Korumalar arasında en iyilerini seç. Zira bu
soyguncular çok tehlikeliymişler. Komutan olarak sen başlarında gitmelisin.
Tecrübelerinle onlara liderlik yapmalısın. Birbirinize sahip çıkın. Kayıp
vermeden obalarınıza dönmelisiniz. Nahiye merkezine kadar Durak ile Şahin de
size refakat etsin. Siz yola çıktıktan sonra onlar da obaya dönsünler.”
Babam sözlerine
devam ederken kız kardeşim Havva içeri girdi. Elindeki küçük bir kazanda
üçümüze birer tas ayran ikram etti. Ayranlarımızı içtikten sonra babam tekrar
İlhan Kahya’ya bazı nasihatlerde bulundu. Kendisinin aşiretimizi temsil
ettiğini, bunu hiçbir zaman unutmaması gerektiğini, tüfekli savaşçıları her zaman
geride tutup, okçuları da onları koruyacak şekilde yerleştirilmesini istedi.
Zira tüfeklerin düşman eline geçmemesi gerektiğini, aksi taktirde hem tüfek
bedelinin tarafımızdan ödeneceğini hem de hapis cezasının bulunduğunu önemle
anlattı. Babamın bu sözlerini can kulağı ile dinleyen İlhan Kahya daha sonra
müsaade isteyerek otağdan ayrıldı.
Ertesi sabah ben,
Durak ağabeyim, İlhan Kahya ve yirmi savaşçı neferle nahiyeye doğru yola
çıktık. Güneş daha tepemize gelmeden Belih nahiyesine varmıştık. Hiç vakit kaybetmeden
nahiye merkezinin bulunduğu binaya yöneldik. Oraya geldiğimizde binanın önü
asker ve aşiretlerin neferleri ile dolmuştu. Askerler ve aşiret savaşçıları
ayrı ayrı yerlerde toplanmışlardı. Askerler sıra halinde dizilmişlerdi.
Diğerleri ise, kümeler şeklinde toplanmışlardı. Alana geldiğimizde bizi askeri
birliğin komutanı karşıladı. Kendisini tanıttı. Adının Odabaşı Hasan olduğunu
söyledi. Kendisi Yeniçeri ordusunda bölük komutanıymış. Rakka’ya kadar olan
yolun güvenliğini sağlamakla görevliymiş. Biz de kendimizi tanıttık. Bizim
aşiretin ve babamın ismini duyduğunu, müsait bir zamanda babamı ziyaret edip
tanışmak istediğini belirtti. Ağabeyim Durak da bundan memnuniyet duyacaklarını
belirtip, en kısa zamanda kendisini beklediklerini ifade ederek “başımızın
üstünde yeriniz var.” dedi. Bu samimi sohbetten sonra Odabaşı Hasan rehinelerin
kurtarılması ile ilgili yapmayı düşündüklerini bize anlatmaya başladı:
“Öncelikle
Rakka’ya giden yolun güvenliğini sağlayacağız. Ayrı ayrı üç tane yüzer kişilik
askeri birlik oluşturacağız. Bunların yanına da aşiretlerden gelen üç yüz
kişiyi bu birliklere eşit dağıtacağız. Böylece her birlik iki yüz kişiden
oluşacak. Bu iki yüzlük birlikler üç fersah arayla Rakka’ya kadar olan yolun
güvenliğini sağlayacaklar. Herhangi bir saldırı haberi alındığında birbirlerine
bilgi verecekler.”
“Kadın rehineler
için şimdilik beklemede olacağız. Şemmar soyguncularından gelecek haberi
bekleyeceğiz. Bir iki güne kadar bir haber göndereceklerini tahmin ediyoruz.
Onların üzerine şu anda askeri birlikleri gönderirsek kadınların hayatı
tehlikeye girer.”
Komutan Odabaşı
Hasan’ın planı ağabeyime de bana da çok mantıklı gelmişti. Zira o hem bölgeyi
hem de soyguncuları iyi tanıyordu. Aşiretlerden gelen korucuların askerlerle
birlikte olmaları onlar içinde iyi olacaktı. Bu vesileyle hem bölgeyi
tanıyacaklar hem de düşmanın şimdiye kadar yaptıkları hakkında bilgi sahibi
olacaklardı. Askerler bundan sonra ancak yolların güvenliğini sağlamak için
kalacaklardı. Obalara yapılacak herhangi bir saldırıda askerler her zaman
olmayacaktı. Bu nedenle; korucuların Şemmar soyguncularının obalara
yapabilecekleri saldırılara karşı tecrübe kazanmaları iyi olacaktı. Buradan
kazandıkları tecrübeleri de geride kalan birliklere aktaracaklardı.
Bu sohbetten sonra
komutan izin isteyerek yanımızdan ayrıldı. Biraz sonra toplanma borusunun sesi
duyuldu. İki yüz kişilik birlikler ayrı ayrı yerlerde toplandılar. Atlara binme
talimatı verildi. Birlikler aralarına kısa mesafeler koyarak yola çıktılar. Bu
birliklere hangi mıntıkaların güvenliği verileceği yol güzergahında tespit
edilecekti. Üç birlik kendilerine verilen yolu devriyeler çıkartarak denetim
altında tutacaklardı. Böylece yolcuların ve kervanların Rakka’ya güvenlik
içinde yolculuk yapmaları sağlanacaktı.
Birlikler yola çıktıktan
sonra ağabeyimle atların bağlı olduğu hana gittik. Eyerleri atlara vurduktan
sonra köyümüz Huzeyme’ye doğru yola çıktık. Akşam güneş batmadan obaya vardık.
Atlarımızı ahıra bağladıktan sonra otağa geçtik. Babam, annem ve kız kardeşim
Havva otakta sohbet ediyorlardı. Ağabeyim nahiyedeki durumu detaylarına kadar
anlattı. Yol güvenliğinin askerler ve korucularla birlikte sağlanacak olması
herkesi memnun etmişti. Bundan sonra Rakka’ya gidecekler güvenli bir şekilde
gidip geleceklerdi.
Soygun olayından dört
gün sonra obalardan bir haber duyuldu. Haberi ilk veren Zebrin köyünden bir
çobandı. Çobanın anlattıkları kısa sürede bütün obalara yayılmış. Zebrin
merasında koyun güden çoban Mehmet bir akşamüzeri merada üç atlıyla
karşılaşmış. Çobanın Zebrin köyünden olduğunu öğrenince rehinelerle ilgili
şöyle bir mesaj göndermişler:
“On iki rehine
kadın için üç bin akçe fidye istiyoruz. Fidyeyi getirecek olanlar üç bin akçeyi
on iki eşeğin heybesine eşit olarak paylaştıracaklar. Eşekleri getireceklerin
sayısı on iki erkeği geçmeyecek. Bunlarda silah da bulunmayacak. Eşekler bir
kişi tarafından Heyşe çölünün girişine getirilecek. Biz de kadınları Cuma günü
öğleden sonra oraya getireceğiz. Ama etrafta asker ve korucu görürsek bütün
kadınları öldürürüz. Bizi de daha kimse bulamaz. Bu sözlerimin aynısını
Zebrin’deki Beni Malik cemaatinin reisi Abdullah’a ilet.”
Çoban Mehmet akşam
köye döndüğünde hemen Kahya Abdullah Efendiye gidip olan biteni etraflıca
anlatmış. Hanımı kaçırılan değirmenci Cuma amcaya da haber vermişler. Cuma amca
hanımının sağ olduğunu duyunca çok sevinmiş. Kızı Selma hem sevinmiş hem de
ağlamış. Akrabası olan cemaat reisi Abdullah Kahya’dan istenilen fidyenin
verilmesini istemiş. Cuma amca da biriktirdiği paradan fidyesini
ödeyebileceğini söylemiş. Zaman kaybetmek istemeyen Abdullah Kahya iki
yardımcısı ile birlikte hemen Belih’e gidip durumu nahiye müdürüne anlatmış.
Nahiye müdürü de Yeniçeri komutanı odabaşı Hasan’ı çağırıp ne yapılması
gerektiğini sormuş. O da daha önce bize anlattığı şekilde fidyenin ödenmesini,
soyguncuların ise daha sonra cezalandırılması için her şeyin yapılacağını,
fidyenin teslimi sırasında ise uzaktan önlem alacaklarını belirtmiş. Komutan Odabaşı
Hasan’ın planını nahiye müdürü de onaylamış. Abdullah Kahya köyüne döndüğünde
nahiyede olup biteni anlatmış. Bütün köy halkı heyecanla Cuma gününü beklemeye
başlamış.
Cuma günü
geldiğinde, değirmenci Cuma amca ve beni Malik cemaatinin lideri Abdullah Kahya
birlikte nahiye gidip son durumları öğrenmek istemişler. Zebrin’e döndüklerinde
nahiye müdürünün yaptırdığı işleri köylülere anlatmışlar. Soyguncuların istediği
fidye nahiye müdürü tarafından istenilen şekilde on iki eşeğin heybesine
konulmuş. On iki kişi ise, yeniçeri ve sipahilerden seçilmiş. Onlara köylü
kıyafeti giydirilmiş. Ancak kemerlerinin arasına kısa pala ve kama koymuşlar.
Yanlarına da Heyşe çölünün yolunu iyi bilen iki çoban verilmiş. Sonra da
askerler ve çobanlar on iki eşekle birlikte rehinelerin teslim edileceği
bölgeye doğru yola çıkmışlar.
Gün batmak
üzereyken kadınlar eşeğe binmiş vaziyet de yanlarında da on iki asker ve iki
çoban Zebrin köyüne giriş yapmışlar. Çobanlar, köylülere soyguncularla
aralarında geçenleri detaylarına kadar anlatmışlar.
Askerler ve
çobanlar Cuma günü tarif edildiği gibi Heyşe çölünün girişinde beklemeye
başlamışlar. Biraz bekledikten sonra sağdan ve soldan atlılar görünmüş.
Atlıların bir kısmı sonradan gözden kaybolmuş. Ama diğer kısmı oldukları yerde
beklemeye başlamış. Kayıp olan atlılar gelince; soyguncular eşeklerin bir kişi
tarafından kendilerine doğru getirilmesini işaret etmişler. Askerler bir çobanı
eşeklerle birlikte istenilen yere gitmesini söylemişler. Kendileri de herhangi
bir saldırıya karşı tetikte beklemeye başlamışlar. Kendilerini korumak için
gelen elli kadar atlı sipahi de üç yüz metre geride bir kum tepesinin arkasında
gizlenerek sipere yatmış. Çoban iki yüz metre sonra soyguncular tarafından
durdurulmuş. Atlardan inen iki kişi akçeleri kontrol edip saydıktan sonra
heybeleri kendi atlarına yüklemişler. Fidyeler gittikten sonra kadınlar atlara
bindirilmiş olarak çobanın bulunduğu yere getirilmiş. Kadınlar buradan attan
indirilerek eşeklere bindirilmiş. Çoban önde kadınlar arkada çölün girişine
kadar tereddüt içinde gelmişler. Burada askerlerle buluştuktan sonra en yakın
köy Zebrin olduğu için oraya gelmişler.
Bu haber bizim
obada duyulunca babam ailece Zebrin köyüne gidip Cuma amcayı ve Abdullah
Kahya’yı ziyaret edeceğimizi söyledi. Ben hemen at arabasını hazırlamak ve
atların koşumlarını bağlamak için ahıra doğru hareket ettim. Hava da yeni
kararmaya başlamıştı. Zebrin köyüne gideceğimiz için ben de heyecanlanmıştım.
Zira uzun zamandır göremediğim Selma’yı görecektim. Zebrin köyü bize en yakın
olan köydü. Arazilerimiz yan yanaydı. Babam değirmenci Cuma amca ve Abdullah
Kahya ile tanışıyordu. Biz Huzeyme köyüne geldiğimizde önce onlar babamı
ziyarete gelmişlerdi. Sonra da babam onlara iadeyi ziyaret de bulunmuştu.
Bugünkü ziyaretimiz hem dayanışma hem de “geçmiş olsun” ziyaretiydi. Bu bizim
geleneklerimizde olağan bir uygulamaydı. Bizimle birlikte yanımızda yevmiye ile
çalışan Zebrin köyünden Ömer ağabey de gelecekti. Zira Ömer abi Arap kökenli
olmasına rağmen Türkçe de konuşabiliyordu. Bize tercümanlık yapacaktı. Ömer abi
yevmiye ile çalıştığı günler bizde kalıyordu. Diğer zamanlarda kendi evine
gidiyordu. İki oğlu bir kızı vardı. En büyük çocuğu on dört yaşındaki kızı
Safiye idi.
Atları arabaya
koştuktan sonra yola çıktık. Gideceğimiz yer yarım fersahtan daha yakındı. Hava
yeni kararmıştı. İlk gideceğimiz yer aşiret reisi Abdullah Kahya’nın evi
olacaktı. Onu da aldıktan sonra Cuma amcanın değirmenin yanındaki evine doğru
yöneldik. Değirmen ve ev köyün biraz dışındaydı. Belih ırmağına yüz elli arşın
uzaktaydı. Kısa bir süre sonra at arabasını evin önünde durdurdum. Ben hemen
atları çözüp evin önündeki bir dut ağacına bağladım. Bu sırada babam, annem, ağabeyim,
yengem, kız kardeşim, yeğenim Mehmet Ali, Ömer abi ve Abdullah Kahya eve
yönelmişti. Sesimizi duyan Cuma amca dışarı çıkmıştı. Ben de eve doğru hareket
ettim. O sırada Cuma amcanın eşi Hacer ve kızı Selma da evden dışarı
çıkıyorlardı. Bizleri evlerine buyur ettiler. Annem, yengem ve kız kardeşim
ayrı bir odaya biz erkekler de misafir odasına geçtik. Misafir odasının sağında
ve solunda dört metre uzunluğunda makatlar bulunuyordu. Üzerine kilimler
serilmişti. Kilimlerin üzerine yün minderler, duvar tarafına da hasır yastıklar
konulmuştu. Abdullah Kahya makatın bir baş ucuna, babam da diğer uca geçip
oturdular. Biz de onların alt tarafına oturduk. Abdullah Kahya ve Cuma amcanın
anlattıklarını Ömer abi bize tercüme ediyordu. Cuma amca bize yaşananları en ince
noktasına kadar anlattı. Olay gününü anlatırken çok korktuklarını, eşkıyaların
kendilerini sağ bırakmayacaklarını düşündüklerini ağlamaklı bir şekilde bir kez
daha göz yaşları içinde anlattı. Odada her kes hüzün içindeyken Cuma amcanın
kızı elinde kahve tepsisiyle içeri girdi. Kahve servisi büyükten küçüğe doğru
devam etti. En küçükleri ben olduğum için en son kahve de bana kalmıştı. Kahve
tepsisini bana doğru uzattığında Selma ile göz göze geldik. Ben hafif bir
tebessüm ettim. O da utangaç bir şekilde başını öne eğerek görmemezlikten
geldi. Odanın kapısından çıkarken göz ucuyla bana bakmaktan da kendisini
alamamıştı. Bu bana duyduğu ilginin bir işareti miydi acaba?
Cuma amcanın
evinde yaklaşık bir saatten fazla kaldık. Sonra babam Ömer abinin evini de ziyaret
edeceklerini söyleyerek müsaade istedi. Hep birlikte kalktık. Ben hemen atları
arabaya bağlamak için hazırlıklara başladım. Ağabeyim de bana yardım etmek için
yanıma geldi. Kısa bir süre içinde atların koşumlarını bağlayıp, arabayı hazır
hale getirdik. Bu sırada babam, Cuma amca ve Abdullah Kahya, Ömer
abinin aracılığı ile sohbetlerine dışarda devam ediyordu. Cuma amcanın hanımı
ve kızı da annemi yolcu etmek için dışarı çıkmışlardı. Onlara da Zebrin köyünde
bir Arapla evli olan Türk kökenli Şirin hatun tercümanlık yapıyordu. Şirin
hanımı Abdullah Kahya’nın hanımı tercümanlık yapsın diye getirtmiş. Bizim
tercümanlığımızı da Ömer abi yapıyordu. Gerçi Cuma amca biraz da olsa Türkçe
anlıyordu. Ama daha her şeye rağmen bizim daha iyi anlamamız için Ömer abi de
bizimle birlikte gelmişti.
Vedalaşmalardan
sonra hepimiz arabaya bindik. Arabayı ben kullanıyordum. Benim yanımda da Ömer
abi bulunuyordu. Diğerleri arabanın arkasına binmişlerdi. Abdullah Kahya,
hanımını ve Şirin hatunu evlerine bıraktıktan sonra Ömer abinin evine doğru
hareket ettik. Ömer abinin evi köyün en kuzey ucunda küçük bir tepenin
yamacındaydı. Evin önüne geldiğimizde hava iyice kararmıştı. Gök yüzünü
yıldızlar kaplamıştı. Arabanın sesini duyan Ömer abinin ailesi topluca dışarı
çıkmışlardı. Hanımının elinde bir kandil vardı. Arada sırada kandili
aşağı-yukarı ve sağa-sola çevirerek bizi tanımaya çalışıyordu. Ömer abinin
babamın ismini anmasıyla bizim kim olduğumuzu tahmin ettiler. Hemen bize doğru
hızlı adımlarla yaklaşmaya başladılar. Arabayı evin önündeki geniş avluya park
ettim. Her kes indikten sonra atların koşumlarını çözmeye başladım. Atları
dışardaki dut ağacına bağlayıp, yem torbalarını başlarına taktıktan sonra ben
de içeriye doğru yöneldim. Ömer abinin evi iki oda bir salondan meydana
geliyordu. Ev kerpiçten yapılmış, çatısı toprakla kapatılmıştı. Salonda
yemeklerin pişirildiği bir şömine yer alıyordu. Yerler ise, kilimlerle
döşenmişti. Ben içeriye girdiğimde annem Ömer abinin hanımına ve çocuklarına
getirdiği hediyelerin bulunduğu çıkını teslim ediyordu. Çıkının içinde obamızda
dokunan mintan, entari ve cepkenler vardı. Evin hanımı çıkıyı teslim alırken
anneme Arapça teşekkür ederek onları ayrı bir odaya davet etti. Odaya salonun
içindeki bir kapıdan geçiliyordu. Bayanlar bu odaya geçerken biz şömineli
salonda yere serilen kilimlerin üzerindeki minderlerde yerimizi aldık. Ömer abi
ziyaretimizden çok memnun olmuştu. Bir aşiret reisinin kendi evine gelmesi onu
gururlandırmıştı. Bizim kendisini evinde ziyaret etmemiz nedeniyle oldukça telaşlı
görünüyordu. Hemen yer sofrasını kurmaya başlamıştı. Evinde ne varsa hepsini
sofraya dizmişti. Sac üzerinde pişirilen lavaş ekmeği, bakır kaplar içinde
koyun peyniri, tere yağ, bal, yoğurt sofrayı kaplamıştı. Sofranın
hazırlanmasına kızı Safiye de yardım ediyordu. Safiye’ye durmadan Arapça bir
şeyler söylüyordu. En sonunda babam müdahale ederek bunların yeterli olduğunu,
kendisinin de sofraya oturmasını istedi. Hep birlikte yerdeki sofraya oturup
yemeğimizi yedik. Arkasından kahveler geldi. Kahveleri servis eden kızı Safiye
idi. Safiye ile mutlaka ilişki kurmam gerektiğini düşündüm. Zira, onun
aracılığı ile Selma ile bağlantı kurabilirdim. Ama önce durumu Ömer abiye
açıklamalıydım. Bir ara Ömer abinin atlara su vermek için dışarı çıkacağını
söylemesi ile bende kendisine “yardım edeyim” diyerek birlikte atların bağlı
olduğu avluya geldik. Kendisine alçak bir sesle bir şey söylemek istediğimi,
ancak şimdilik bunun aramızda kalması gerektiğini belirttim. Heyecanlı bir ses
tonuyla “buyur” dedi. Ben değirmenci Cuma amcanın kızından hoşlandığımı ve
kendisiyle tanışıp, daha sonra da evlenmek istediğimi söyledim. Pek şaşırmış
gibi görünmüyordu. Hemen bana dönerek, “onun da senden hoşlandığını tahmin
ediyorum. Bu akşamki ziyarette de sık sık dönüp sana bakarken gördüm. Benim ne
yapmamı istiyorsun?” dedi. Ben de kendisi izin verdiği taktirde Safiye’nin
Selma’ya bunu haber vermesini, eğer o da gerçekten benden hoşlanıyorsa buluşmak
istediğimi söylesin dedim. Ömer abi pek istekli olmasa da beni de kırmak
istemediğinden “olur” dedi. Atları sulayıp eve dönerken kızların her sabah ve
akşam köy çeşmesinden bakır bakraçlarla su getirmeye gittiklerini, Safiye’nin
bunu Selma’ya iletebileceğini söyledi. Cevap geldiğinde de bana ulaştıracağını
söyledi. Biz bu konuşmaları yaptıktan sonra hızla eve doğru yöneldik. Zira
atlara su verme işi biraz uzamıştı. Fazla dikkat çekmek istemiyordum.
Üç gün sonra Ömer
abi yine bize yevmiye ile çalışmaya gelmişti. Beni görünce gülümsedi.
Gülümsemesi iyiye işaretti. Ancak etrafı kalabalık olduğundan gidip hemen
konuşmak istemedim. Zebrin köyünde gelen gündelikçiler onun yanından
uzaklaşınca hemen yaklaştım. Ömer abi Safiye’nin Selma ile görüştüğünü,
ailesinin de onaylaması halinde benimle evlenebileceğini söylemiş. Bu benim
için sevindirici bir haberdi. Bu haberi annem ve kız kardeşim Havva ile
paylaşabilirdim. Zira bu konuda bana en fazla destek verebilecek onlardı.
Akşam eve erken
gittim. Yengem ev işleri ile uğraşıyordu. Annem ve Havva dışarıda sohbet
ediyorlardı. Önce anneme yanaştım. “Anne sana hayırlı bir haberim var” dedim.
Annem Havva ile sohbetine hemen ara verdi. “Hayırdır inşallah oğlum” dedi. Ben
kısaca Selma’ya olan ilgimi ve onun cevabını söyledim. Sevinerek “İyi o zaman
biz en kısa zamanda Selma’nın annesine bir aracı gönderir, onların da niyetini
öğreniriz” dedi. Havva da bu habere çok sevinmişti. Bana dönerek,” Ta o zaman
senin bakışlarından ve onun yüz ifadesinden şüphelenmiştim. Selma çok güzel ve
marifetli bir kız. Sana da ailemize de yakışır.” dedi. Bu sözler beni çok mutlu
etmişti. Her ikisi de olumlu bakıyordu. Bu benim için önemliydi. Zira Selma ile
en çok onlar birlikte olacaklardı. Selma’yı beğenmeleri ailemiz ve benim için
çok önemliydi.
İki gün sonra Ömer
abi at arabasına buğday çuvallarını yüklemiş olarak otağa geldi. Bize ve
çobanların aileleri için değirmene un öğütmek için gidecekmiş. Giderken bana da
uğramış. Yanında çobanlardan Selman da vardı. Ben Ömer abinin niyetini
anlamıştım. “Tamam ben de geliyorum sizinle” dedim. Üçümüz arabaya bindik ve
değirmene doğru yola çıktık. Değirmen Belih çayının kenarında, Zebrin köyünün
biraz dışındaydı. Bizim köye bir buçuk fersah uzaktaydı. Kısa bir süre sonra
değirmene gelmiştik. Arabayı iyice değirmene yanaştırdık. Ömer abi ve çoban
Selman keçi kılından örülmüş buğday çuvallarını değirmenin girişine indirmek
için arabadan aşağıya indiler. Onlar buğday çuvallarını indirirken ben de
atların koşumlarını çözerek değirmenin yanındaki söğüt ağacına bağladım. Söğüt
ağaçları oldukça büyüktü. Değirmenden akan suyla devamlı sulanıyordu. Yaprakları
da hala yeşildi. Gölgeleri de çevreye ferahlık veriyordu. Bu atlar için de
iyiydi. Zira atlar serinliği çok severdi.
Atları ağaca
bağlayıp yem torbalarını kafalarına geçirdikten sonra çuvalların indirilmesine
yardım etmek için Ömer abilere doğru hareket ettim. Ben gidinceye kadar Ömer
abi ile çoban Selman çuvalları indirmişti. Çuvalları bir kişi tek başına
taşıyamazdı. Her bir çuvalda bir kileye yakın buğday vardı. Bu da aşağı yukarı
doksan ile yüz okka ağırlıktaydı. O nedenle Ömer abi ile çoban Selman çuvalları
birlikte taşımak durumundaydı. Çuvalların değirmenin içine taşınmasına ben de
yardım ettim. Çuvalları değirmenci Cuma amcanın istediği yere yerleştirdik.
Değirmen taşının çıkardığı ses bayağı gürültü çıkarıyordu. Ömer abi yüksek bir
ses tonuyla Arapça olarak Cuma amca ile sohbete başlamıştı bile. Kısa bir
sohbetten sonra Ömer abi bize dönerek, “Sırada çok müşteri varmış. Bize sıra
ancak yarın gelirmiş. Ben de hiç olmazsa çobanların buğdayını öğüt” dedim. Cuma
abi de kabul etti. Yani en az beş saat buradayız.” Bunun üzerine ben de
“Yiyeceklerimiz yanımıza alalım, ırmak kenarında biraz dinlenelim” dedim. Ömer
abi benim teklifimi hemen kabul etti. Çoban Selman’a arabadaki yiyeceklerimizi
ırmak kenarına getirmesini söyledim. O arabaya doğru giderken biz de ırmak
kenarına doğru yürümeye başladık. Irmağın değirmene uzaklığı 150- 200 metre
civarındaydı. Kısa bir yürüyüşten sonra ırmak kenarında dalları çok geniş olan
bir söğüt ağacının altına oturduk. Belih çayının suyu berrak akıyordu. Tarla ve
sebze sulama işleri bittiği için ırmağın suyu oldukça fazlaydı. Yazın
pantolonumuzu sıvayarak geçtiğimiz Belih’in çayının yüksekliği neredeyse bir
metreyi geçiyordu. Biraz sonra çoban Selman’da sohbetimize katılmıştı. Belih
çayının karşı tarafında Milli aşireti ve ona bağlı obalar yaşıyordu. Tarla ve
bahçe sulamada onlar da Belih çayının suyunu kullanıyorlardı. Nüfusları beş
bine yakındı.
Vakit öğleni biraz
geçmişti. Ömer abi Selman’a yiyecekleri heybeden çıkarmasını söyledi. Çoban
Selman yere bir bez sererek heybedeki yiyecekleri çıkarmaya başladı. Annem
bizim için kavurma, yoğurt, ekmek ve birkaç tane de kuru soğan koymuştu.
Kavurmaları saçta pişen ekmeğin arasına koyup dürüm yaptık. Bir dürümden ısırıp
yiyorduk bir tahta kaşıkla yoğurttan alıyorduk. Soğan da yanına bir nevi meze
gibi oluyordu. Açık havada yemeğimizi iştahla yedik.
Ben ellerimi
yıkamak için ırmağın en yuka yerine doğru yürüyüşe geçtim. Biraz ilerde bir
kadın ve bir genç kızın iki inekle iki danayı sulamak için ırmak kenarına
getirdiklerini gördüm. Yaklaştıkça simaları daha da netleşmeye başladı.
Gelenler değirmenci Cuma amcanın hanımı ile kızı Selma idi. Onlar da beni
tanıdılar. Birbirimizle gülümseyerek selamlaştık. Ben Ömer abiden çat pat bazı
Arapça kelimeler öğrenmiştim. O öğrendiklerimle hal hatır sormaya başladım.
Ancak konuşmalarımdaki şive onlara çok komik gelmiş olacak ki gülümsemeye
başladılar. Ama tam bu sırada Ömer abi Hızır gibi bana yetişti. Benim söylemek
istediklerimi onların lisanıyla daha doğrusunu sormaya başladı. Onlar
konuşurken ben gözlerimi Selma’dan ayırmıyordum. Bana ilgi duyduğunu biliyordum
ancak annesinin yanında bunu belli etmemeye çalışıyordu. Biz sohbet ederken
inekler ve danalar ırmakta suyunu içip değirmene doğru hareket etmeye
başlamışlardı. Sohbetimizi mecburen kesmek zorunda kaldık. Biz de biraz daha
yukarıdaki suda elimizi yıkadıktan sonra yemek yediğimiz söğüt ağacın altına
geri döndük.
Selma ve annesi
gözden kaybolmuştu. Ömer abi bana dönerek “Selma’yı görünce heyecandan yüzün
kıpkırmızı kesilmişti. Selma’nın annesi de sanırım durumu fark etmiş olacak ki
o da dikkatli gözlerle sana bakıyordu.”
Ömer abinin
tespitleri doğruydu. Selma’nın annesi hissettirmeden beni süzüyordu. Bunu ben
de fark etmiştim. Ama heyecanımı ben de yenememiştim. Kızına bakmaktan yüzümün
kızardığından haberim bile yoktu. Zira o sırada kalbim küt küt atıyordu.
Kalbimin sesinden hiçbir şeyin farkında değildim. Bu işin daha fazla uzamasını
istemiyordum. En azından bir nişan yüzüğünün takılması için anneme bunu
söylemeliydim.
Söğüt ağacın
altında üç saatten fazla oturmuştuk. Ömer abi yavaş yavaş değirmene doğru
gitmemiz gerektiğini söyledi. Zira havanın kararmasına az kalmıştı. Çobanların
ununu alıp gitmemiz gerekiyordu. Değirmene vardığımızda çobanlara ait buğdayın
bitmek üzere olduğunu gördük. Tam zamanında gelmiştik. Teknedeki son buğdaylar
da oluğa döküldükten sonra, alt teknede biriken unu tahtadan yapılmış bir kürek
ile çuvalımıza doldurmaya başladık. Teknedeki un bittikten sonra çuvalın ağzını
kendirden yapılmış iple sıkıca bağladık. Sıra arabayı değirmenin önüne
getirmeye gelmişti. Çoban Selman ve ikimiz atları hazırlayıp arabaya bağladık.
Arabayı değirmenin önüne getirip üçümüz birlikte un çuvalını arabaya yükledik.
Değirmenci Cuma amca da bizi yolcu etmek için dışarı çıkmıştı. Bize diğer unu
yarın öğleden sonra gelip alabileceğimizi söyledi. Cuma amca ile vedalaştıktan
sonra köye doğru yola çıktık.
Köye geldiğimizde hava kararmak üzereydi.
İnsanlar evlerine çekilmişti. Sokaklara köpeklerin havlaması dışında sessizlik
hakim olmuştu. Çobanların ununu evlerine bıraktıktan sonra ben evimize döndüm.
Ömer abi de atları ahıra, arabayı da yanları açık üstü kapalı olan çardağa
çekmek için hareket etti.
Eve geldiğimde
sofra yeni kurulmuştu. Tam zamanında gelmiştim. Selamlaştıktan sonra bugün
yaptığımız işleri kısaca babama anlattım. Benim sözlerimden sonra ağabeyim
yarın için babama sorular sormaya başladı. Babam yarın ki koruma görevi için
bizzat kendisinin gideceğini, benim ve ağabeyimin köyde kalmamız gerektiğini
söyledi. Ne koruması olduğunu sorduğumda, ağabeyim Belih kaymakamlığından
aşirete haber geldiğini, elli kişilik silahlı korucu ile Birecik limanından
Bağdat’a gidecek yolcu ve yük teknelerinin Kudajran köyünden, Rakka’ya kadar
olan bölgede güvenliği sağlamakla görevlendirildiklerini söyledi.
Bu haber beni
oldukça heyecanlandırmıştı. Babamla gitmeyi çok istiyordum. Fırat nehrinden
teknelerin nasıl yük ve yolcu taşıdıklarını çok merak ediyordum. Ancak babamı
ikna etmem tek başına zordu. Hemen devreye annemi koymam gerekiyordu. Yemekten
sonra babam ve ağabeyim çobanları ziyaret etmek ve koyun ahırlarını kontrol
etmek için evden ayrıldılar. Babamın evde olmamasından faydalanmam gerekiyordu.
Hemen anneme yaklaştım. Babamla gitmeyi çok istediğimi söyledim. Annem her
zamanki gibi babamın bunu kabul etmeyeceğini söyledi. Annemin huyunu bildiğim
için hemen sarılıp yüzüne bir öpücük kondurdum. Yumuşamaya başlamıştı. Ancak bu
işin zor ve tehlikeli olduğunu, soyguncularla korucular arasında sık sık
çatışmalar yaşandığını söyledi. Ben babam varken bana bir şey olmayacağını,
bölgeyi merak ettiğimi, mutlaka gitmem gerektiğini ısrarla tekrar ettim.
Israrlarıma dayanamayan annem babamla görüşeceğini söyledi. Annemin bu
sözlerinden sonra rahatladım. Obadaki arkadaşlarımla buluşmak için köy meydanına
gitmek üzere evden ayrıldım.
Eve geldiğimde
ağabeyim kendi evine çekilmişti. Evde babam, annem, kız kardeşim Havva vardı.
Annem ve kız kardeşim mutfakta yarınki yemekler için hazırlık yapıyordu. Babam
da sedire uzanmış dinleniyordu. Selamlaştıktan sonra babamın uzandığı sedirin
boşta kalan köşesine oturdum. Babamda bir soğukluk vardı. Bu durum dikkatimi
çekti. Annemin babamla gitme isteğimi ilettiğini anladım. Tam konuyu açmak
istiyordum ki, annemin sesi geldi. Beni mutfağa çağırıyordu. Yanına gittiğimde
oturmamı istedi. Yavaş bir sesle babamla konuştuğunu, ancak beni kesinlikle
götüremeyeceğini söyledi. Annem babamın bu katı tutumunu görünce ısrar etmekten
vaz geçtiğini ifade etti. Annem bunları söyledikten sonra, benim korucularla
gidemeyeceğim kesinleşmiş oldu. Moralimin bozulduğunu gören annem beni teselli
etmek için geçmişte meydana gelen olayları anlattı ve babama hak verdiğini
söyledi. Bana yabani erikten yapılmış bir tas şurup ikram etti. Şurubu içtikten
sonra, annemden ve babamda müsaade isteyip odama çekildim.
Sabah güneşi
odanın içine kadar gelmişti. Hemen hızlıca giyinmeye başladım. Babamı yolcu
etmem gerekiyordu. Dışarı çıktığımda babamın atının eyerlendiğini ve evin
önündeki ahşap direğe bağlı olduğunu gördüm. Biraz sonra babam kendisine ait
tüfek, kılıç ve kamayla kapıdan göründü. Tüfek çapraz bir şekilde sırtında,
kılıç ve kama ise, deri kemerle belinde bağlı bir şekilde çıktı. Babam, annem
ve kız kardeşimle vedalaştı. Annem her zamanki gibi yola çıkan kim olursa
elindeki bakır tasla su dökmek için su helkilerine doğru yöneldi. Ben ve
ağabeyim de köy meydanına kadar babama refakat edeceğimizi söyledik. Bunun
üzerine, babam atı çözüp meydana getirmemi söyledi. Babam ve ağabeyim önde
meydana doğru yürümeye başladılar. Ben de ahşap direğe bağlı olan atı çözüp,
yularından tutarak köy meydanına doğru arkalarından yürümeye başladım.
Köy meydanına
vardığımızda korucuların hepsinin orada toplandığını ve babamı beklediklerini
gördük. Babamın geldiğini görenler bize doğru hareket etmeye başladı.
Korucuların hepsi kılıçlarını, mızraklarını, yaylarını, oklarını, tüfekli
olanlar ise, barut ve mermilerini atlarına yüklemişlerdi. Onları yolcu etmek
için akrabaları da gelmişti. Babam korucu başı Satı’yı yanına çağırıp her şeyin
hazır olup olmadığını sordu. O da babama her şeyin hazır olduğunu, iki günlük
yiyeceğin iki ata yüklendiğini, içme suyunun ise, bölgedeki pınarlardan
karşılayacaklarını söyledi.
Babamın başında
bulunduğu korucular Kudarjan köyüne hareket ettiler. Görevleri Bireck’ten
Bağdat’a zahire, kereste ve silah taşıyan tekneleri korumaktı. Teknelerde
yolcular da bulunuyordu. Bunların çoğu tüccardı. Kudarjan-Rakka arası yaklaşık
beş fersah uzaklıktaydı. Bu bölgenin koruması bizim aşiretimize verilmişti.
Bizden önceki yolu da Beydilli aşireti koruyacaktı. Aşiretin başında Esma
yengemin babası Durmuş Bey bulunuyordu. Onların korucu sayısı iki yüzün
üzerindeydi. Koruyacakları alan on dört fersahtı. Ancak, bu bölge vadilerden
kayalıklardan oluşuyordu. O nedenle kontrolü çok zordu.
Beydilli
ve bizim aşiretin soygunculardan koruyacakları tekne sayısı on ikiydi.
Görevleri bu teknelerin sağ salim Rakka’ya ulaşmasını sağlamaktı. Rakka’dan
sonra koruma görevini Yeniçeriler üstlenecekti. Koruma görevini üstlenen
aşiretler arasında Arap asıllı El Aziz, Ebu Hamis, Beni Asir, Beni Kays
cemaatleri de bulunuyordu. Bu aşiretlerin görevi limanlara giden yolları
kontrol etmekti. Hepsi at ve develerle hareket ediyorlardı. Yani koruma
görevini süvari olarak yapacaklardı. Kalabalık bir eşkıya grubunu gördüklerinde
onları engelleyecekler, diğer taraftan da nehir boyunca koruma görevini yapan
aşiretleri uyarmakla görevlendirilmişlerdi.
Babamlar
gideli bir hafta olmuştu. Artık gelmeleri gerekiyordu. Zira teknelerin
sırasıyla bölgelerinden geçmelerinin bir hafta süreceğini söylemişti.
Teknelerin nerede durup yiyecek, içecek ikmali yapacakları yerler belliydi.
Eşkiyaların en çok saldırı yaptıkları anlar da bu dinlenme zamanlarında
oluyormuş. Belih kaymakamı korucuları bu konuda uyarıp dikkatli olmalarını
istemişti.
Dokuzuncu
gün koyunları meradan getiren çobanlardan biri, iki atlının Belih tarafından
bizim köy yoluna girdiğini ve hızlı bir şekilde atlarını sürdüklerini haber
vermiş. Bu çobanın haberinden sonra, bütün köy merakla meydana çıkıp, gelenleri
beklemeye başlamış. Bu bilgi bize de gelince, ağabeyimle hızlı bir şekilde köy
meydanına doğru hareket ettik. Meydana geldiğimizde haberi duyan elli, altmış
kişinin toplandığını ve kendi aralarında hararetli bir şekilde tartıştıklarını
gördük. Biraz sonra iki atlının tepeyi aşıp bize doğru geldiklerini gördük.
Gelenler bize iyice yaklaştıktan sonra atlarından indiler. Karşılaştıklarına
selam vermeye başladılar. Onlar da elleri ile bizi işaret ettiler. Gelenler
Arap asıllı El Aziz aşiretindelermiş. Bir şeyler anlatıyorlardı ama biz tam
olarak anlayamıyorduk. O sırada Zebrinli Ömer abi yanımıza doğru yaklaştı. O da
tesadüfen Huzeyme’ye gelmiş. Ağabeyim atlıların ne dediğini tercüme etmesi için
ona işaret etti. O da Arapça olarak gelen atlılara ne olduğunu sordu. Doru at
sahibi çok hızlı bir şekilde konuşmaya başladı. Durumun ciddiyetini gören Ömer
abi hemen ağabeyime dönerek,
--Ağam, Beydilli
aşireti Kudarjan’a yarım fersah kala kayalık tepe mevkiinde saldırıya uğramış.
Durmuş ağa da ağır yaralanmış. Ölü ve yaralılar varmış. Firuz Ağa’ya durumu
anlatmışlar. Bunun üzerine onlar da Durmuş Ağaya yardım için gitmişler.
Soygunculardan da ölen ve yaralananlar varmış. Yaralıları ve cenazeleri
getirmek için arabaya, yaralılar için de sedyeye ve şifacılara ihtiyaç varmış.
Ömer abinin bu
sözleri üzerin ağabeyim bana dönerek,
--Hemen git bizim
yaylı arabayı azaplarla birlikte hazırlayın. Yanınıza döşek, minder, yorgan ve
bir şifacıyla birlikte iki de koruma alıp gelin. Benim atımı ve silahımı
getirmeyi de unutmayın.
Ağabeyimin bu
sözleri üzerine koşarak eve geldim. Hemen azapları çağırdım. Yapılması
gerekenleri onlara anlattım. Benim koşarak geldiğimi öğrenen annem telaşlı ve
meraklı bir şekilde;
--Ne olmuş? Baban
ve yanındakiler iyi mi?
Ben de Ömer abinin
anlattıklarını kısaca tekrar ettim. Ancak Durmuş amca ile ilgili olanı yengeme
şimdilik anlatmamasını söyledim.
Yarım saat içinde
ağabeyimin tüm istediklerini hazırlayıp, bir şifacı ve iki korumayla birlikte
ağabeyimin atını ve silahlarını aldıktan sonra köy meydanına doğru hareket
ettik. Köy meydanı daha da kalabalıklaşmıştı. Ağabeyim on kişiden oluşan takviye
kuvvet hazırlamış bizi bekliyorlardı. Silahlarını kuşanan ağabeyim atına
atlayıp, gelen habercileri öne geçirerek hemen hareket etmemizi istedi.
Atlılar önde, ben,
şifacı ve iki koruma da arkadan onları takip ediyorduk. İki fersah gittikten
sonra atlılarla aramız iyice açıldı. Bunu gören ağabeyim iki atlıyı daha
bizimle gelmeleri için geride bıraktı. Bu geride kalıp gizlenebilecek
soygunculara karşı bizim emniyetimizi sağlama amacını taşıyordu. Kendileri ise,
atlarını dört nala koşturmaya devam ettiler.
Ağabeyimin
konvoyunu artık göremez olmuştuk. Öğleye doğru yola çıkmıştık. İkindi vakti
olmak üzereydi. Bu da yaklaşık üç saattir yolda olduğumuzu gösteriyordu.
Kudarjan’a yaklaşmıştık. Atlar da biz de güneşin altında yanmaya başlamıştık.
Fırat nehrini artık göremiyorduk. Biraz sonra uzaktan Kudarjan köyü görünmeye
başladı. Nehre yakın bir köydü. Yeşillikler içindeydi. Söğüt ağacının serinliği
ile birlikte iğde dallarının kokusu da bize doğru gelmeye başlamıştı.
Sıcaklığın yerini serin bir esinti aldı. Bundan sonraki yol Fırat nehri ile
paralel bir şekilde devam ediyordu. Köyün yeri düz bir arazide olduğu için
yolun devamın görebiliyorduk.
Kudarjan köyüne
girdiğimizde köylüler yol kenarına dizilmişlerdi. Kadınlar bir tarafta erkekler
diğer tarafta gruplar oluşturmuşlardı. Yaralıları köydeki bir eve taşımışlar.
Ölüleri de başka bir evin odasında sedirlerin üzerine koymuşlar. Dokuz ölü, on
üç yaralı vardı. Ölülerden üçü Beni Kays aşiretine, altısı da Beydilli
aşiretine mensuptu. Babam ve Beydilli aşiretine mensup korumalar saldırganları
takip için peşlerinden gitmişler. Abim, ben ve şifacımız yaralıların bulunduğu
eve doğru hareket ettik. Ağabeyim, kayın pederi Durmuş Ağanın durumunu merak
ediyordu. Yüz metre sonra yaralıların bulunduğu eve gelmiştik. Evin önü çok
kalabalıktı. Kendimize yol açıp yaralıların bulunduğu odaya girdik. Durmuş
Ağayı bir sedirin üzerinde sargılar içinde bulduk. Köyün şifacıları yaralılarla
ilgileniyordu. Çoğu kılıç ve mızrakla yaralanmıştı. Durmuş Ağa sol omuzunda ve
sağ kolundan yaralanmıştı. Her iki kolu da sargılar içindeydi. Kısa bir
görüşmeden sonra Durmuş ağanın yarasının çok derin olmadığını öğrendik.
Ağabeyim kayınpederi ile görüşmeye devam ederken ben diğer yaralıları gezmeye
başladım. Toplamda on üç yaralı olduğunu öğrendik. Beşinin okla, diğerlerinin
de kılıç ve mızrakla yaralandıklarını öğrendik. Üçünün durumu ciddiydi. Köyün
şifacısı ağır yaralıların Belih’teki hastaneye götürülmesi gerektiğini söyledi.
Şifacının bu sözleri üzerine ağabeyime gidip durumu anlattım. O da yaralıları
bizim arabayla götürmemi istedi. Yanıma hemen azapları alarak arabadaki yatak
ve yorganları serdik. Köylülerin yardımıyla kum eleklerinin üzerine bir yorgan
serdik. Yaralıları bu eleklerin üzerinde arabaya taşıdık. Azaplara ve iki
korumaya köyden dört at temin ettik. Kadarjan köyünden bir şifacıyı da arabaya
aldık. Birlikte Belih nahiyesine doğru yola çıktık. Yaralıların durumu ağır
olduğu için yavaş gidiyorduk. Bir fersah gitmiştik ki şifacı yaralıların
durumunu kontrol etmek için Sal Sabiyah köyünde dinlenmemiz gerektiğini
söyledi. Köy anayolun biraz dışında kalıyordu. Korumalara ve azaplara işaret
ederek döneceğimizi söyledim. Şifacı, köyde tanıdığı bir eve gitmemizi söyledi.
Onun uzaktan akrabasıymış. Onun evine geldik. Arabayı gölgelik bir yere çektik.
Ev sahibi Salih hemen yanımıza geldi. Durumu kısaca anlattık. Evden pamuktan
dokunmuş bezler getirdi. Evin hanımına hemen sıcak su getirilmesini istedi.
Şifacımızla birlikte yararlıların yarasını temizlemeye başladılar. Kanın
durması içinde yabani otlardan tampon yaptılar. Bu sırada durumu ağır olan
yaralılardan ikisi bayıldı. Şifacımız fazla beklemeden Belih’e gitmemiz
gerektiğini söyledi. Ev sahibi Salih ağadan müsaade alıp tekrar yola koyulduk.
Belih’e
vardığımızda akşam olmak üzereydi. Yaralıları hemen şifa yurduna götürmemiz
gerekiyordu. Şifa yurduna geldiğimizde etrafta kimseler görünmüyordu. Araba
sesini duyan bir kişi yanan bir kandille dışardan göründü. Gelen kişi şifa
yurdunun gece bekçisiymiş. Durumu hemen ona anlattık. Bekçi şifa yurdunda görevli
hekimlerin evlerine gittiğini, hastanede sadece pansumancı bir nöbetçinin
bulunduğunu söyledi. Ancak hekimlerden birisinin yakınlarda oturduğunu söyledi.
Bekçiye pansumancıya haber vermesini söyledim. Ayrıca yaralıları taşımak için
bir sedye istedim. Sedyeyi getirmeleri için azapları bekçi ile birlikte
gitmelerini işaret ettim.
Biraz sonra
pansumancı ve azaplarla ile birlikte sedyeler de geldi. Sedyeler Fırat nehrinin
hemen hemen her bölgesinde bulunan saz kamışlarından yapılmıştı. Bu nedenle çok
ağır değillerdi. Yaralıları arabadan indirip bu sedyelere koyduk. Yaralıların
taşınmasına korumalarımız da yardım için geldiler. Atlarına bir akasya ağacına
bağlamışlardı. Yem torbalarını da atların başlarına geçirmişlerdi. Şifa
yurdunun en geniş odasına yaralıları taşıma bitmiş, şifacılar yaralıları tedavi
etmek için hemen çalışmaya başladılar.
Odanın dört
tarafında bulunan büyük kandiller her tarafı aydınlatıyordu. Biraz sonra
hekimle bekçi de geldiler. Hekim bayılan iki yaralıya burnundan nefes açıcı
kremler koklattı. Yaralıların üzerindeki giysilerin çıkartılmasını istedi.
Şifacılar makasla giyecekleri keserek yaraların hepsini ortaya çıkardı. Hekim
şifacılardan mutfaktaki kazandan sıcak su getirmelerini istedi. Sıcak suya
batırılmış bezlerle yaraların temizlenmesini istedi. Sonra da kremlerin
yaralara sürülerek temiz bezlerle sarılmasını istedi. Durumu ağır olanlardan
biri sırtından okla vurulmuştu. Şifacılar oku çıkartmışlardı ama yara kanamaya
devam ediyordu. Hekim öncelikle onunla ilgilenmeyi uygun gördü. Diğerleri biri
kılıçla, biri de mızrakla yaralanmıştı. Şifacılar da onlarla ilgileniyordu.
Bir saat sonra
biraz hava almak için korumalar ve azaplarla dışarıya çıktık. Bizim yapacağımız
bir şey kalmamıştı. Gece olduğu için etrafta kimseler görünmüyordu. Çevredeki
evlerden kandillerin ve idare lambalarının ışıkları süzülüyordu. Karnımız da
acıkmıştı. Bu sırada bekçi de yanımıza gelmişti. Ona dönerek;
-Ekmek ve peynir
bulabileceğimiz açık bir yer var mı? diye sordum.
--Bulamayız.
Anacak bizim evden size getirebilirim, dedi.
Ben de memnun
olacağımızı ve kendisinden getirmesini rica ettim. Azaplardan birisine işaret
ederek birlikte gitmesini istedim.
Kısa bir süre
sonra bekçi ve azap elinde sazlardan yapılmış bir sepetle döndüler. İçinde
somun ekmek, peynir, kuru soğan vardı. Azaptan bunun korumalara ve azaplara
eşit bir şekilde dağıtılmasını söyledim. Bunu söyledikten sonra bekçiye
dönerek;
--Borcumuz ne
kadar, dedim.
--Borcunuz yok,
dedi.
Ben bunu kabul
edemeyeceğimizi söylediysem de parayı almamakta ısrar etti. Bunun üzerine
kendisine teşekkür ederek;
--Biz Huzeyme
köyündeniz. Misafirimiz olursanız çok memnun oluruz. Ben Firuz ağanın oğlu
Şahin’im. Musa Hacılı aşiretindeniz. Kapımız her daim sana açık olacaktır.
Yemeğimizi
yedikten sonra yaralıları görmek için içeri girdik. Bayılan yaralılar
uyanmıştı. Diğer yaralıların da durumu daha iyi görünüyordu. Şifa yurdunun
hekimi ile görüştükten sonra yapabileceğimiz bir şeyin olup olmadığını sordum.
O da bana dönerek;
“ Hayır
yaralıların durumu şu anda iyi görünüyor. Ücret ödemenize gerek yok. Rakka
Beylerbeyi tarafından görevli olarak gönderildikleri için ben durumu Beyimiz
Kadızade Hüseyin Paşa’ya iletirim” dedi.
Bunun üzerine
müsaade isteyerek azap ve korumalarla köyümüze gideceğimizi söyledim. Yaralılar
hakkında hem babama hem de Beydilli Beyi Durmuş ağaya bilgi vereceğimi, iki gün
içinde yaralıları ziyarete geleceğimizi belirttim.
Atlarımızın
koşumlarını bağladıktan sonra korumalar ve azaplarla köyümüze doğru yola
çıktık. Gecenin yarısını geçmişti. Ancak ay ve yıldızlar yolumuzu
aydınlatıyordu. Yolda kimsecikler görünmüyordu. Belih nahiyesi köyümüze iki
fersah uzaklıktaydı. Güneş doğmadan köyümüze varmış olacaktık. Yolda babam ve
diğer korucuların durumunu merak ediyordum. Fakat bizim yapabileceğimiz bir şey
yoktu. Köyde onların iyi haberlerini bekleyecektik. Bu düşüncelerle yola devam
ettik. Köye yaklaştığımızda köpeklerin uluma seslerini duymaya başladık. Köyden
herhangi bir ışık görünmüyordu. Herkes uyuyordu. Hayvanları sulama ve yem verme
vakti henüz daha gelmemişti. Güneş doğmak üzereydi. Hep birlikte bizim eve
doğru yöneldik. Evin önüne geldiğimizde köpeğimiz Karabaş bizi tanıdı ve
yakınımıza kadar sokuldu. Gelenleri de kokladıktan sonra her zamanki yerine
geri döndü. Biz de atların koşumlarını çıkartıp hole koyduk. Azaplar ve
korumalar atları ahıra çektiler. Sesimizi duyan annem ve kız kardeşim ellerinde
bir kandille dışarıya çıkmışlardı. Heyecanla bana ne olduğunu sordular. Onlara
durumu kısaca anlattım. Yengem Havva doğal olarak babasını merak ediyordu. Hafif
yaralı olduğunu, bugün köyüne dönebileceğini söyledim. Önce inanmak istemedi.
Ancak yemin etmem üzerine ikna oldu. Ağabeyim geldiğinde isterse babasını
görmeye gidebileceğimizi söyledim. Bunun üzerine biraz daha rahatladı. Azaplar
ve korumalar müsaade isteyip evlerine gittiler. Ben de anneme çok uykusuz ve
yorgun olduğumu ve hemen uyumak istediğimi söyledim. Ve odama geçmek için
müsaade istedim.
Uyandığımda güneş
ışıkları odamın her tarafını aydınlatmıştı. Camdan dışarı baktığımda öğlen
olmak üzere olduğunu anladım. Hemen elbiselerimi giyip dışarı çıktım. Havva
yengem evin dışını çalı süpürgesi ile süpürüyordu. Annem de mutfakta yemek
yapmakla meşguldü. Dışarda hazır olan ibrikle yüzümü yıkayıp mutfağa doğru
hareket ettim. Karnım çok açtı. Annemin yaptığı bulgur çorbasının kokusu her
tarafı sarmıştı. İçeri girdiğimde annemin sofrayı hazırladığını ve beni
beklediğini anladım. Hemen bağdaş kurup yer sofrasına oturdum. Saç
ekmeğinin içine sofrada bulunan taze çökelek koyup, annemin vereceği çorbayı
beklemeye başladım. Benim aç olduğumu annem de anlamış olacak ki, kalaylı bakır
kaseyi dolu olarak önüme koydu. Sol elimde dürüm yaptığım çökelek ekmek, sağ
elimde de tahta kaşıkla çorbayı içmeye başladım. Annem oturduğu sedirde beni
izliyordu.
Çorbayı içtikten
sonra köy meydanına doğru hareket ettim. Köyün çoğu son olayı duymuştu. Ancak
detayları ve son durumu merak ettiklerini biliyordum. Bunu bildiğim için bu
meraklarını gidermek istiyordum. İşlerini bitiren ve öğle yemeğini yiyenler köy
meydanın ortasındaki akasya ağaçlarının etrafında sohbet ediyordu. Beni görünce
hemen bana yer açtılar.
--Şahin Ağam hele
bir anlat. Saldırı nasıl olmuş, Durmuş Ağam iyiler mi?
Sözlerime önce
babamın iyi olduğu ile başladım. Dokuz ölü, on üç yaralı olduğunu söyleyince hepsinin
morali sıfıra indi. Eneze ve Şemmar aşiretlerinin bu saldırıları hep
yaptıklarını, ancak bunlara karşı gerekli tedbirlerin alınamadığı noktasında
hepsi hem fikirdi. “Beni Kays aşireti Beydilli’ye yardıma gelmeseymiş daha çok
ölü ve yaralı olacakmış” dedim.
Beni Kays aşireti,
Eneze ve Şemmarları çok iyi tanıyordu. Sırf bunların saldırılarından ve
zulmünden kurtulmak için Harran’a taşınmışlardı. Onların saldırı taktiklerini
de iyi biliyorlardı. Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’nın Beni Kays’ı, özellikle
teknelerin korunmasında görevlendirmesinin esas nedeni de buradan geliyordu.
Beni Kays aşireti, deve üzerinde çok iyi mızrak kullanan savaşçılara sahipti.
Nüfusları azdı ama iyi savaşçıları sayesinde bugüne kadar ayakta kalmayı
başarmışlardı.
Köy meydanındaki
sohbetimiz ikindi vaktine kadar devam etti. Onlardan müsaade isteyip koyun
Ahıllarına doğru gideceğimi söyledim. Benden sonra birkaç kişi daha oradan
ayrılıp evlerine doğru yöneldi. Geride kalanlar gelecekte ne yapılması
gerektiği üzerinde görüş alışverişinde bulunmaya devam ediyordu.
Huzeyme köyündeki geleceğimiz pek de iyi
görmüyorlardı. Herkeste bir karamsarlık hakim olmuştu. Aynı duygular ben de de
oluşmaya başlamıştı. Huzeyme’ye geldiğimizden beri bir rahatlık görememiştik.
Bir tarafta güneyden gelen vahşi Arap aşiretlerinin saldırıları bir taraftan
iklimin getirdiği zorluklar bizi oldukça etkilemişti. Bu nedenle bizi başka
seçenekler aramamıza yöneltti. Oysa Yellüce ve Misis’de yaşamamız çok iyiydi.
Yaylak ve kışlak hayatından hepimiz çok memnunduk. Rakka’ya gelmemize iskan
deseler de bu aslında bizim için bir sürgündü. Hayatımızı mı devam ettirecektik
yoksa bütün bölgenin güvenliğini mi sağlayacaktık, sıkışıp kalmıştık.
Geleceğimiz ile ilgili kaygıları gerek babamdan gerek ağabeyimin kayınpederi
Durmuş Beyden sık sık duymuştum. Bu olaydan sonra onların kaygılarının haklı
olduğuna ben de kanaat getirmeye başladım.
Koyun ahıllarını
dolaştıktan sonra eve doğru hareket ettim. Vakit akşam olmak üzereydi. Eve
geldiğimde annem ve yengem akşam yemeği için hazırlıklara başlamıştı. Beni
görünce;
--Oğlum biraz odun
doğrar mısın? Yemek pişirmek için odunumuz kalmadı.
Annemin bu sözleri
üzerine, depoda bulunan uzun ve iri olan ağaç dallarını dışarı çıkartmaya
başladım. Bu odunlar Belih ırmağının kenarında çokça bulunan söğüt ve iğde
ağaçlarının kuruyan dallarıydı. Holden baltayı alıp, söğüt dallarını büyük bir
kütüğün üzerinde doğramaya başladım. Bütün yakacağımızı bu söğüt ağaçlarından
ve kurumuş iğde ağaçlarından sağlıyorduk. Irmak kenarında bunlardan bolca
vardı. Yazın bu ağaçların gölgesinde oturup, kahvaltı yapmak ve kahve içmek çok
zevkli oluyordu. Buranın tek güzel tarafı da buydu.
Anneme üç gün
yetecek kadar odunu kesip doğradım. Sonra da holün girişindeki sol tarafına
istif ettim. İşim bitmek üzereydi. İçeriden annemin sesi geldi. Beni sofraya
çağırıyordu. Hep birlikte yer sofrasına oturduk. Yemekte nohut yemeği ile elde
yapılan makarna vardı. Ayran ise, soframızın vaz geçilmez içeceği idi.
Yemeklerin hepsi de tereyağı ile pişirilmişti. Kokusu her tarafa sinmişti.
Ancak bu koku kısa bir süre sonra olmayacaktı. Zira yemeğin piştiği ocağın üstü
açık bir bacaydı. Kokular hem buradan hem de evin ortasında bulunan aydınlıktan
dışarı çıkıyordu.
Yemeğimizi
yedikten sonra bacanın iki tarafına dizilen minderlere oturduk. Burada da
sohbete devam ettik. Konu hep Arap aşiretlerinin saldırı ve yağma olayları ile
ilgiliydi. Son olaydan sonra onlar da korkmuştu. Geleceğimizle ilgili kaygılar
onlarda da hakim olmuştu. Annem yemekten sonra ocağın üzerine bir kazan içinde
yazdan kuruttuğu mısırları koymuştu. Bu akşam yemekten sonra mısır haşlaması
yiyecektik. Mısırlar, bizim Belih ırmağının kenarında bulunan tarlamızda
yetişiyordu. Mısır koçanları büyüdükçe kuşların özellikle de kargaların hedefi
oluyordu. Kargalar sanki iki eli varmış gibi mısır koçanlarını açıp
gagalıyordu. Doymak ta bilmiyorlardı. Neredeyse tarlanın üçte biri bunlara yem
oluyordu. Tarlanın içine ne kadar korkuluk diktiysek yine de bu kargalarla baş
edemiyorduk.
Haşlanmış
mısırları yemiş, ocağın sıcağında sohbet ediyorduk. Gece yatsı vaktini
geçmişti. Dışardan köpeklerin uluma sesleri gelmeye başladı. Annem heyecanla
yerinden kalkıp dışarı çıkacağını söyledi. Biz de hemen hepimiz kalkıp
ayakkabılarımızı giyip dışarı çıktık. Elimizde kandillerle beklemeye başladık.
Uzaktan at arabası ve nal sesleri gelmeye başladı. Hepimiz heyecanla gelecek
olanları beklemeye başladık. Kısa bir süre sonra bizim eve doğru iki atlının
geldiğini gördük. Yaklaştıklarında bizim köpeklerin sesi de kesilmeye başladı.
Köpekler seslerinden gelenleri tanımıştı. Gelen babamla ağabeyimdi. Ben onlara
dönerek;
--“Siz atlarınızı
bırakın ben onları içeri alırım” dedim.
Babam ve ağabeyim
annemlerle birlikte eve girdiler. Ben atların koşumlarını ve eyerlerini
çıkarttıktan sonra ahırdaki yerlerine bağladım. Oluklarına saman ve arpa
koydum. Atlar iştahla hemen yemlere burunlarını sokup yemeye başladılar. Aç
kaldıkları belli oluyordu. Yemlerinden sonra onlara bakraç içinde su vermem
gerekiyor. Bu onlara özel bir hizmet olacak. Zira onları sulamak için günde üç
kez köy çeşmesindeki oluğa götürüyorduk. Ancak bugün hem yorgun oldukları için
hem de gece olduğu için böyle yapmam gerekiyor. Sabahleyin de onları bir güzel
tımar etmeliyim.
Ahırda işim
bittikten sonra eve geldim. Babam ve ağabeyim yemek yiyorlardı. Annem ve yengem
onları izliyordu. Aç oldukları hızlı yemek yemelerinden belli oluyordu. Annem
ve yengem onların isteklerini yerine getirmek için ayakta bekliyorlardı. Bunu
çok fazla yapmazlardı. Bugün için özel bir durumdu. Zira, genellikle annem ve
yengem ocağın başında oturur, bizim isteklerimizi oradan yerine getirirlerdi.
Babam ve ağabeyim
yemekleri yedikten sonra ısınmak için ateşin olduğu ocağa doğru yöneldiler.
Yengem hemen onlar için yüklükten kalın minderler getirip serdi. Hep birlikte
sohbete başladık. Babam Durmuş Ağanın sağlık durumunun iyi olduğunu ve köye
döndüğünü, ölüler için cenaze töreni ve cenaze namazlarını kıldıktan sonra
Kadarjan köyünde toprağa verdiklerini söyledi. Yaralıları ise, kontrol amacıyla
Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’nın emriyle Şifa yurduna getirdiklerini
söyledi. Hüseyin Paşa’nın ölü ve yaralıların ailelerine geçimlerini sağlayacak
maddi yardım ile birlikte her aileye otuzar koyun ve keçi verileceğini aşiret
reislerine iletmiş. Babam bunları anlatırken ben soyguncu Arap aşiret
mensuplarına ne olduğunu merak ediyordum. Babam sonunda onu da anlatmaya
başladı:
“ Soyguncular
Beydillilere yarım fersahtan da daha kısa olan bir yerde tekneleri durdurup,
Basra ve Bağdat’a giden tüccarların paralarına ve değerli eşyalarına el
koymuşlar. Olayı gören bir köylü koşarak gelip Durmuş Ağa’ya haber vermiş.
Durmuş ağa ve kendilerine sonradan katılan Beni Kays aşiretine mensup
korucularla kısa yoldan gidip soyguncuların yolunu kesmişler. Onlarla
çatışmışlar. Önce tüfeklerle onları durdurmak istemişler. Durmayınca ateş
açmışlar. Yüz elli iki yüz kişi varmış. Onlarda da tüfek varmış. Sonra
eşkıyalar çöle kaçmak için saldırıya geçmişler. Deve üzerindekiler mızraklarla,
atlardakiler ok ve kılıçla saldırmışlar. Ölü ve yaralılar bu çatışma sırasında
oluyor. Eşkiyaların sayısı Beydillilerden fazlaymış. Sonunda Beydilliler kayıp
verince kayalık bölgeye çekilmişler, onlar da oradan kaçmışlar. Biz sonradan
Beydillilerle birleşip peşlerinden Heyşe çölüne kadar takip ettik. Ancak
kimseyi bulamadık. Çölde pusuya düşeriz diye geri dönmek zorunda kaldık.”
Babamın bu
anlattıklarından sonra hepimiz kaygılanmaya başladık. Teknelerin taşıdığı
malzemeler arasında köyümüzdeki evlerin onarılmasında kullanılacak keresteler
de bulunuyormuş. Toplamda on iki tekne varmış. Dört teknedeki kereste bizim
köye aitmiş. Diğer teknelerde zahire, un, orduya ait silah ve mühimmat varmış O
kerestelerin köye taşınması ise, bize aitmiş. Yarın bu işin yapılması için
ekiplerin oluşturulması gerekiyormuş. Kağnı ve at arabası olan herkesin nakliye
işinde görev alması istenecekmiş.
Babamın bu
sözlerinden sonra annem biraz korku biraz da tedirgin bir şekilde;
-“Beyim bu
olaylardan sonra burada her zaman korku ve tehlike içinde yaşamaya devam edecek
miyiz?” dedi.
Babam, annemin bu
sözlerine biraz durakladıktan sonra şöyle cevap verdi,
-“Hazna Hatun, şu
anda benim tek başıma bu soruya cevap vermem mümkün değil. Buraya gelirken
Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya sürekli oturacağımıza dair taahhüt de
bulunduk. Taahhüdümüzü bozamayız. Ama bu durumların sürekli tekrarlanmasına da
tahammül edemeyiz. Önce diğer aşiret beyleri ile bir araya gelip bunu konuşmak
istiyorum. Sonra da hep birlikte Hüseyin Paşa’yı ziyaret edip, bu eşkıyalara
karşı ciddi önlem almasını isteyeceğiz. Ne yapacağımıza daha sonra karar
vereceğiz.”
Bu kısa sohbetten
sonra babam çok yorgun ve uykusuz olduklarını belirterek, herkesin odasına
çekilmesini söyledi. Babamın bu emri üzerine odalarımıza çekildik.
Sabah uyandığımda
büyük evin içinde bulunan ocakta pişen bulgur çorbasının kokusu geliyordu.
Yengem ve annem evin dışını süpürmekle meşguldüler. Babam ve ağabeyim henüz
kalkmamışlardı. Ben de atları çeşmeye götürüp sulamak için ahıra yöneldim. Her
atı ayrı ayrı çeşmeye götürüp olukta suladım. Önlerine saman ve üzerine arpa
koydum. Onlar yemlerini yerken bir yandan da onları tımar etmeye başladım. Bu her
gün yaptığımız rutin bir işti. Atlara genellikle ben bakarım. İşim olduğu zaman
bunu ağabeyim yapardı.
Ahırdaki işim
bittikten sonra dışarı çıkıp eve doğru yöneldim. Babam ve ağabeyim evin dışında
ibrikle el ve yüzlerini yıkıyorlardı. Annem elinde havlu ile onları bekliyordu.
Havva yengem de içerde sofrayı hazırlamakla meşguldü. Birbirimize “hayırlı
sabahlar” diledikten sonra eve geçip yer sofrasına oturduk. Bulgur çorbasının
yanında küplerden çıkartılan eski çökelek bulunuyordu. Saç ekmeğin içine çökelek
koyup dürüm yaptık. Çorbamızı bu dürümle içtik. Yemeğimiz bittikten sonra babam
bana dönerek,
--“Oğlum sen
köylüleri haberdar et, arabası ve kağnısı olanlarla birlikte bizim köye ait
keresteleri köyün ortasındaki meydana taşıyınız. Paylaşımı, bütün kereste
taşındıktan sonra yapacağız. Biz annen, ağabeyin, yengen Havva ve Mehmet Ali
Durmuş ağaya ziyarete gideceğiz. Akşama döneceğiz. Beni soran herkese bunu
ilet”
Babamın bu
talimatından sonra ben ahırdaki atımı çıkartıp eyerledim. Sonra da köyde
arabası ve kağnısı olan herkesi dolaşmaya başladım. Arabası ve kağnısı olanlara
ayrıca her aileden teknelerden keresteleri boşaltmak ve yüklemek için yanlarına
birer kişi almalarını istedim. Bunları iletirken, babamın Durmuş ağaya ziyarete
gideceğini, bu talimatların babam tarafından verildiğini ayrıca belirttim.
Babamın
talimatlarını ilettikten sonra arabaları ve kağnıları beklemek üzere atımla köy
meydanına doğru hareket ettim. Biraz sonra arabalar ve kağnılar köy meydanında
toplanmaya başladı. Toplamda on kağnı ve altı at arabası gelmişti. Arabaların
ve kağnıların üzerinde keresteleri yüklemek için iskeleler bulunuyordu.
Keresteler köy meydanında toplanacak ihtiyacı olanlara düşük bedelle
satılacaktı.
Babamlar akşama
doğru eve döndüler. Biz de köylülerle köyümüze ait kerestenin yarısını kağnı ve
arabalarla taşımış ve boylarına göre istiflemiştik. Yarın diğer yarısını da
taşıdıktan sonra satış ve dağıtım işine başlanacak. Dağıtımını babam ve diğer
oba reisleri birlikte yapacak.
Akşam evde
yemekten sonra taşıma işi hakkında yaptıklarımızı babama anlattım. Durmuş
Ağanın durumu iyiymiş. Ancak kendi aşiretinden altı korucuyu kaybettiği için
çok üzgünmüş. Onların ailelerine geçimlerini tüm aşiret mensupları birlikte
sağlayacaklarmış. Onlara ait arazilerin ekimini ve haşatını ortaklaşa
yapacaklarmış. Hayvanlarının bakımını da yine bütün oba mensupları sırayla
yapacaklarmış. Çocukları büyüyene kadar bu yardımlarını sürdüreceklermiş. Ancak
Durmuş Ağa gelecekten pek umutlu değilmiş. Çöl bedevi Şemmarların saldırılarını
durdurmayacaklarını, geleceklerinin bu bölgede belirsiz olduklarını iletmiş.
Babam da aynı endişelerini iletmiş ve hem fikir olmuşlar.
Aradan iki yıl
geçmişti. Eneze ve Şemmarların saldırıları devam etti. Şemmarlar soygun işinden
sonra buğday ve pamuk tarlalarımızı yakma eylemlerine de başladılar. Rakka
Beylerbeyi bu saldırıları engelleyemedi. Tüm barış teşebbüsleri ise, bir işe
yaramadı. Bedeviler bildiklerine devam ettiler. Buğday ve pamuk tarlalarımızın
yakılması nedeniyle, Belih ırmağındaki aşiretler büyük sıkıntılar yaşamaya
başladı. Yiyecek buğday ve sebze almak için ellerindeki koyun ve keçileri
satmaya başladılar. Bu nedenle besledikleri sürülerin sayısı her geçen gün
azalmaya başladı. Obalardaki yoksullukla birlikte can ve mal güvenliğinin
garantisi de yoktu. Aşiret ve oba reisleri çareler aramaya başladı. Bütün oba
reislerinin katıldığı bir toplantı yapmaya karar verdiler. Durmuş Ağanın
konağında yapılan toplantıda bazı obalar Halep tarafına, bazıları da geldikleri
bölgelere gitmek istediklerini belirtmişler. Fakat bu istekleri sakıncalıydı.
Bölgede kalacaklarına dair Beylerbeyine taahhüt de bulunmuşlardı. Ancak başka
çare de kalmamıştı.
On beş gün sonra
yapılan ikinci toplantının sonunda göç etmenin parça parça yapılmasına karar
verildi. Önden her obadan bir kişi taşınacak yerlere gidip yer ayarlayacaktı.
Daha sonra da obanın diğer kısmı gidecekti. Bu da en az altı ay sürecekti. Zira
gidilecek yerde kalmak için oradaki aşiretlerle de görüşmeler yapılması
gerekiyordu. O aşiretlerin onayı alınmadan yaylak ve kışlaklarda barınmak
imkansızdı.
Babam aşiretimize
Anadolu’nun içinde güvenli bir yer bulmak için Kaçaroğlu obasından Haydar
kethüdayı görevlendirdi. Kendisi okur-yazar ve bilgili birisiydi. Farsça ve
Arapça dillerini de anlayıp, konuşabiliyordu. Büyük babası onu Misis’de
medreseye göndermişti. Farsça ve Arapçayı orada öğrenmişti. Babam onun Arapgir
ve Kırmıran nahiyelerinde yerleşik düzene geçip çiftçilik yapan aşiretimizin
bir kolu olan Meşeli obasından destek almasını istedi. Bu desteğin verilmesi
için bir yazı vereceğini de söyledi. Meşeli obasının hem Arapgir’de hem de
Kırmıran bölgesinde köyleri ve yaylakları bulunuyordu. Onlar yerleşik oldukları
için Rakka’ya gönderilmemişlerdi.
Eneze ve Şemmar
aşiretlerinin saldırganlıkları bitmiyordu. Bu kez de koyun sürülerimize
dadandılar. Sürülerimizin otladıkları yerleri basarak her gün iki üç tane
koyunumuza el koyuyorlardı. Onları bulmak çok zordu. Zira Heyşe çölü o kadar
büyüktü ki nerede saklandıklarını bulmak imkansızdı. Çünkü onların sabit bir
yeri de yoktu. Her gün yer değiştiriyorlardı. Bu saldırı ve yağmalar
aşiretimizi iyice bıkma noktasına getirmişti.
Huzeyme’den
taşınma işimiz kesinleşmişti. Gitmeden önce gönül koyduğum Selma’yı burada
bırakmak istemiyordum. Son iki yılda meydana gelen olaylardan dolayı bunu
gündeme getiremiyordum. Şimdi harekete geçmeliydim. Annemi devreye sokup kız
isteme, arkasından da düğün işini kısa zamanda halletmem gerekiyordu.
Kız isteme ve
düğün talebimi anneme ilettim. O da bana hak verdi. En kısa zamanda babamla
görüşüp dünürcü olmak için değirmenci Musa amcayaaya haber göndereceklerini
söyledi. Haberci olarak da Zebrin köyünden Ömer abi gidecekti. Zira Ömer abi
hem bizi hem de Değirmenci Musa amcayı iyi tanıyordu. Araları da çok iyiydi.
Üstelik Ömer abi hem Arapça hem de Türkçe biliyordu. Annem tercüman olarak kız
istemeye onun da gelmesini gerekli görüyordu.
Haydar kethüda
gideli bir haftayı geçmişti. Babam yanına bizim çobanlardan Cafer abiyi de
yardımcı olarak vermişti. Buldukları yaylaklarda kaç koyunun beslenip beslenmeyeceğine
o bakacaktı. Ona göre koyun ve keçi götürülecekti. Eğer uygun yer bulunursa
Çoban Cafer abi önden gelip haber verecekti. Buradan önce koyun ve keçi
sürüleri götürülecekti. Arkasından da biz gidecektik. Bu taşınma işinden Rakka
Beylerbeyinin haberinin olmaması gerekiyordu. Aksi taktirde, bizi Akçakale’de
Harran’da geçirmezlerdi. Yakalandığımız taktirde hepimizi kaleye hapsederlerdi.
Annem, benim
değirmenci Musa amcanın kızı Selma’yı istediğimi babama iletmişti. Babam da
bunu onaylamıştı. Ömer abiye haber verilmesi için çobanlardan birini
görevlendireceğini de söylemiş. Bu beni oldukça hem sevindirmiş hem de
heyecanlandırmıştı.
İki gün sonra
değirmenci Cuma amcadan talebimize olumlu cevap verilmişti. Pazar akşamı babam,
annem ve Ömer abi birlikte gideceklerdi. Annem ve yengem misafirlik için
hazırlıklara başladılar. Tandırda börekler ve çörekler için hamurlar açılmaya
başlandı. Ben de onlara gerekli odunları Belih çayının kenarından kurumuş söğüt
ve iğde dalları taşımaya başladım. Evde bir heyecan başlamıştı. Ama ne yazık ki
ben onlarla gidemeyecektim. Zira benim onlarla birlikte gitmem adetlere
aykırıydı. Ben heyecanla onların dönüşünü bekleyecektim.
Nihayet kız isteme
günü gelip çatmıştı. Annem ve yengem gerekli hazırlıkları tamamlamıştı. Ben
onlar için arabayı hazırladım. Atları koştum. Arabanın içine annem ve yengemler
için minderler de koydum. Ömer abinin gelmesini beklemeye başladık. Biraz sonra
Ömer abinin de at üstünde bize doğru geldiğini gördüm. Ben hemen annemlere Ömer
abinin geldiğini haber verdim. Onlar da gelip arkadan arabaya bindiler. Babam
arabanın yönetimini alıp hareket ettiler. Ömer abi de atıyla onları takip
ediyordu. Onlar hareket ettiğinde hava kararmak üzereydi. Gözden kaybolana
kadar onları takip edip, sonra eve dönüp heyecanla dönüşlerini beklemeye
başladım.
Selma’nın beni
istediğini biliyordum. Annesinin ve babasının da olumlu baktıklarını tahmin
ediyordum. Ama buna rağmen yine de heyecandan yerimden duramıyordum. Benim bir
içeriye, bir dışarıya girip çıktığımı gören ağabeyim en sonunda dayanamayarak,
bu kadar telaş yapmama gerek olmadığını, kızın babasının ve annesinin bu
evliliğe taraftar olduğunu, sakin olmamı istedi. Bunu ben de biliyordum, ama
yine de heyecandan kendime anlatamıyordum.
Gecenin yarısı
olmak üzereyken, bizim at arabasının tekerlek sesleri gelmeye başladı. Dışarı
çıkıp onları beklemeye başladım. Köpek sesleri ile arabanın sesi bazen
birbirine karışıyordu. Ay ışığı geceyi aydınlatıyordu. Köydeki kandillerin tümü
sönmüştü. Herkes uyuyordu. Biraz sonra at arabası göründü. Arkasından at
üzerinde Ömer ağabey de onları takip ediyordu. Araba evimizin önünde
durduğunda, ben hemen arabanın yanına yaklaşıp, annemle yengemin inmesine
yardım ettim. Yengem bana bakarak gülümsemeye başladı. Bu görüşmenin iyi
geçtiğine işaret ediyordu. Ömer ağabeye teşekkür ettim. O da bana bakarak bir
kafa salladı. Ömer abi atıyla köyüne devam edeceğini söyleyerek müsaade istedi.
Babam da ona teşekkür etti ve kısa zamanda tekrar görüşeceğimizi söyledi. Annem
ve babamlar eve geçmeye başladıklarında ben de atların koşumlarını çıkartmaya
başladım. Koşumları içeriye aldıktan sonra atları ahırlarına götürüp önlerine
saman ve arpa koydum. Daha sonra ben eve geçtim.
Ben eve girer
girmez babam hemen söze başladı. Kız isteme işinin olumlu bittiğini, bir ay
içinde nişan yüzüklerinin takıp, arkasından da hemen düğünü yapmamız
gerektiğini, bu işi fazla uzatmak istemediğini söyledi. Bunun nedeni bizim
Huzeyme’den ayrılmadan önce düğün işinin bitirilmesi gerekiyordu. Zira artık
aşiretler bu çölde kalmak istemiyorlardı. Her gün bir olay yaşanıyordu. Arap
aşiretleri güneyden gelip obaları taciz edip, mallarını gasp ediyorlardı. Rakka
Beylerbeyi de bunlarla baş edemiyordu. Bütün aşiret ve obalar çaresiz kalmıştı.
Tek çareyi buradan Anadolu içlerine gitmekte görüyorlardı.
Günler çabuk
geçiyordu. Hasat mevsimi başlamış, arpalar, buğdaylar biçilmeye başlanmıştı.
Babam harmandan önce düğünün yapılması gerektiğini, Haydar Kethuda’dan haber
gelmeden taşınma için hazırlıklara başlamamızı tekrar
hatırlattı. Zira kış mevsiminde Anadolu’ya göç etmeninin meşakkatli
olacağını söyledi. Babamın hesaplamalarına göre Ağustos ayının sonunda harman
işinin bitmesi gerekiyordu.
Arpa ve buğdaylar
biçilmiş, her tarafta yığınlar yükselmişti. Harmana başlamadan önce benim
düğünün yapılacağı konusunda Cuma amca ile fikir birliğine varılmıştı. Bunun
için de hızlı bir şekilde düğün hazırlıklarına başlandı. Annem benim için yatak
ve yorganların hazırlanması için yengeme talimat verdi. Yengem bu iş için
komşulardan yardım da alabilecekti. Babam da nişan yüzüklerini, altın ve gümüş
takıları almak için Rakka’ya gidecekti.
Nişan yüzüklerinin
takılması için Selma’nın ailesine haber gönderildi. Nişanda yüzükle birlikte
gümüş alınlık ve başlık parası için on beş baş koyun da götürülecekti. Babam
Musa amcanın başlık için istediği bedele hiç itiraz etmemiş ve kabul etmişti.
Geleneklere göre başlık bedelinin nişan yüzüklerinin takılacağı gün birlikte
verilmesi gerekiyordu. Nişan Cuma akşamı yapılacaktı. Nişanın yapılacağı günü
iple çekmeye başladım. Heyecanım daha da artmıştı.
Cuma akşamı
geldiğinde tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Aşiretin din adamı olan Yusuf Babaya
da haber gönderilmişti. Yüzüklerimizi Yusuf Baba takacaktı. Geleneklere göre
Yusuf Baba kahveler içilmeden önce dualar okuyup, evliliğin hayır ve bereket
getirmesini isteyecekti.
Hava yavaş yavaş
kararmaya başladığında çobanlarımız bizden önce on beş yiğit koyunu sürüden
ayırıp Musa amcaya götürmek üzere yola çıktılar. Biz de daha sonra arabayla
arkasından gidecektik. Ömer abi de kendi köyünden oraya gelecekti. Ben bizim
gideceğimiz arabayı hazır hale getirmek için koşumları dışarı çıkartmaya
başladım. Annem ve tüm aile de en yeni elbiselerini giymek için odalarına
çekildiler. Ben bunun için hazırlığımı gündüzden yapmıştım. Onlar hazır olunca
yola çıkacaktık.
Hava iyice
kararmıştı. Gök yüzündeki yıldızlar bir inci tanesi gibi parlıyordu. Ay ışığı
geceyi bir kandil gibi aydınlatıyordu. Köpek ulumaları gecenin sessizliğini
bozuyordu. Nihayet herkes yeni elbiselerini giyip dışarı çıkmaya başladı. Ben
annemin, yengemin ve yeğenimin arabaya binmelerine yardım ettim. Ağabeyim
arabayı sürmek için dizginleri eline aldı. Babam da yanına bindi. Ben de
annemin yanına geçtim. Yola çıkmaya hazırdık.
Cuma amcanın
değirmeni ve evi bize çok yakındı. Biz oraya geldiğimizde çobanlar başlık için
verdiğimiz koyunları evin bitişiğinde bulunan üstü açık ahıla koymuş, dönmeye
hazırlanıyorlardı. Ağabeyim arabayı durdurunca ben hemen inerek anneme ve
yengemlere yardımcı oldum. Cuma amca ve hanımı da evden dışarı çıkmışlardı.
Hanımı anneme sarılıp “Hoş geldiniz” dedi. Ben de atların koşumlarını çözmek
üzere ön tarafa geçtim.
Atları ahırdaki
yemliklere bağladıktan ve yem torbalarını kafalarına geçirdikten sonra ben de
misafir odasındaki yerimi aldım. Odada iki tane divan bulunuyordu. Hava
geceleyin soğuduğu için şömine de ateş yanıyordu. Odanın içi ılık hale
gelmişti. Divanın en ucunda Yusuf Baba, onun yanında babam, ağabeyim ve annem
oturuyordu. Karşı divanda ise, Musa amca, Ömer abi ve Cuma amcanın eşi
sıralanıyordu. Ben de divanın odanın girişine yakın kısmına geçmiştim. Selma
ise, mutfak kısmında bizi izliyordu. Biraz sonra o da odaya geldi ve hepimize
“hoş geldiniz” dedikten sonra tekrar mutfağa yöneldi.
Karşılıklı
hoş-beşten sonra esas konuya geçildi. Yusuf Baba her iki taraf dönerek “hayırlı
olsun” dedikten sonra nişan törenine başlayabileceklerini söyledi.
Yusuf Baba besmele
çekip hem kızın hem de oğlanın huzura gelmesini istedi. Bunun üzerine ben ve
Selma, Yusuf Babanın karşısında yere diz çökerek oturduk. Yusuf Baba
geleneklere göre nişan törenin duasını okumaya başladı:
“Allah, Allah!
İlahi yarabbi!
Senin yüce emrin, peygamberin kavli, ehlibeytin içtihadı ve hazır bulunan
cemaatin tanıklığı üzerine, evlilik yolunda ilk adımı atan, yuvalarını kurmaya
başlayan canların niyetlerini dergahı izzetinde kabul, amellerini makbul,
ikrarlarını kadim, muhabbetlerini daim eyle.”
“Ömürlerine
bereket, vücutlarına sıhhat, yuvalarına saadet ve selamet ihsan eyle. Her iki
evladımıza ve ailelerine hayırlı ve uğurlu eyle. Aralarındaki sevgi ve saygıyı
sonsuz eyle. Yuvalarını mutlu, nimetleri bereketli eyle. Verdiğiniz ikrardan
dönmeyesiniz. Pir divanında utanmayasınız. Birbirinizden de usanmayasınız. Yüce
Allah gelecek kazalardan, belalardan emim eyleye. Ehlibeytin katarından ve
didarından mahrum eylemeye. Duası bizden kabulü Allah’tan ola. Gerçeğe Hü…”
Yusuf Baba duadan
sonra bir tepsi üzerinde getirilen yüzükleri alarak önce Selma’nın sonra da
benim parmağıma taktı. Yusuf Baba’dan sonra babam ve annem müsaade isteyerek
Selma’ya iki bilezik ve beşli bir gerdanlık seti taktılar. Nişan töreni
bittikten sonra sıra ikramlara gelmişti. Ağaç masalar getirildi. Cuma amcanın
hanımı ile yengem börekleri, çörekleri ikram ettiler. Selma da mutfaktan meyve
şerbeti ile ayran servisi yaptı. İçecekler içilirken sohbetler hasat mevsimi
ile devam etti. Bu yılın kurak geçmesi nedeniyle arpa ve buğday saplarının
yeterince büyümediği, başakların da küçük kaldığı üzerinde duruldu. Hayvanlara
yedirilecek saman ve arpa konusunda bu yıl sıkıntı yaşanabileceği belirtildi.
Gece iyice
ilerlemişti. Kalkmanın vakti gelmişti. Babam Cuma amcadan müsaade istedi. Hep
birlikte ayağa kalktık. Ben hemen at arabasını hazırlamak için dışarı çıktım.
Ömer abi de bana yardım için arkamdan geldi. Babamla Yusuf baba sohbetlerine
devam ederek arkamızdan dışarı çıkıyorlardı. Cuma amca da arkada onlara refakat
ediyordu.
Köye dönmek için
araba hazırdı. Cuma amca, Yusuf Baba ve Ömer abi ile vedalaştık. Arabanın
yönetimine ağabeyim geçti. Ben de arabanın arkasındaki yerimi aldım. Bu gecenin
anlamı benim için önemliydi. Zira artık nişanlı birsiydim. Benim de bir ailem
olacaktı. Yuvamızı sevdiğim birisi ile kuracaktım. Bu gecenin en mutlu insanı
bendim. Benden sonra en mutlu olan kişi annemdi. Çok sevinçliydi. İkinci kez
kayın valide olacaktı. Selma’yı o da çok beğenmiş ve sevmişti.
Eve geldiğimizde
gecenin yarısı olmuştu. Hepimiz yorgun düşmüştük. Herkes odasına çekilip yarın
yapılacak işler için dinlenmesi gerekiyordu. Zira yarından itibaren arpa
yığınlarının köydeki harman yerine taşınmasına başlanacaktı. Saplar burada
atların çektiği düğenle ezilerek başaklar saptan ayrılacak, samanlar depoya,
arpalar da ambarlara konacaktı.
Ertesi gün arabanın
üzerindeki kasa çıkarılarak, onun yerine ağaçtan yapılan sal konuldu. Bu işleri
günlükçü olarak tuttuğumuz azaplar yapıyordu. Başlarında da ağabeyim
bulunuyordu. Yığındaki saplar bir kişi tarafından anadutla arabanın içindeki
azapa veriliyor o da sapları düzenli bir şekilde bir sağa, bir sola yükleyerek
arabanın dengeli yüklenmesini sağlıyordu. Arabanın yükü üç metreyi bulunca
saplar organla çok sıkı bir şekilde bağlanıyordu. Arpa sapları bu şekilde
köydeki harman yerine taşınıyordu. Taşınma işlemi bittikten sonra atlar düvene
bağlanarak, başaklar saptan ayrılıncaya kadar eziliyordu.
Sapların
serpildiği alan bir daire şeklindeydi. Düvene bağlanan atlar durmadan daireler
çiziyordu. Atları kullanan işçi düvenin üzerine konulan bir ağaç sandalyede oturarak
atları yönetiyordu. Düvenin altında çakmak taşları çakılıydı. Sapları bu çakmak
taşları eziyordu. Düvenle sapları sürme işi başaklar iyice saptan ayrılana
kadar devam ediyordu. Üstteki saplar iyice ezildikten sonra, ahşap yabalarla
aktarma yapılarak altta kalan saplar üste alınıyordu. Bu işlem harmana serilmiş
olan arpa başakları saptan ayrılana kadar devam ediyordu.
Saplar saman
haline gelene ve başaklar tanelere ayrıldıktan sonra, sıra tapanla harman
yerinin en ucuna kadar çekilmesine geliyordu. Bu iş de yine atlarla
yapılıyordu. Düvenden çözülen atlar bu kez koşumlarla tapana bağlanıyordu. Bir
kişi atları yönetirken iki kişi de tapanın her bir ucuna binerek saman ve
başaklarla karışık olan ezilmiş sapların yerden toplanması için ağırlık
yapıyordu. Düvenlerle ezilmiş olan saplar tapan aracılığı ile bir yığın haline
getiriliyordu. Bu yığınlara çej deniliyordu. Bu yığınlar yapıldıktan sonra sıra
tane ile samanın birbirinden ayrılmasına geliyordu. Bu da akşamüzeri çıkan kara
yel aracılığı ile yapılıyordu. Yabalar aracılığı ile havaya savrulan bu çej bu
yolla başak tanelerini samandan ayrılmasını sağlıyordu. Zira havaya savrulan
saplar hafif olduğu için iki üç metre ileriye giderken, ağır olan başak
taneleri yabanın yarım ile bir metre ilerisinde kalıyordu. Böylece arpa
taneleri bir yerde saman da üç metre ilerde düşerek öbekler oluşturuyordu.
Saman ile başak
taneleri birbirinden ayrıldıktan sonra sıra bunların ayrı ayrı depolara
taşınmasına geliyordu. Arpa daneleri çuvallara konularak ambara, saman ise yine
tapan aracılığı ile samanlığın yakınına kadar taşınıyordu. Çuvallara konulan
arpalar hayvanlara yedirilmek üzere ambarlara boşaltılırken, samanlar da
yabalar aracılığı ile samanlığa konuluyordu. Arpa yığınlarının harman yerindeki
işlemi bittikten sonra sıra buğdaylara gelecek. Aynı işlem buğday yığınları
için de tekrarlanacak. Harmandaki bu işlem yaklaşık iki ay sürecek.
Günler çabuk
geçmişti. Oraklar biçilmiş, harman da sona ermişti. Ambarlarımız buğday ve arpa
ile samanlıklarda samanla dolmuştu. Buğdayın ihtiyacımızdan fazlası Rakka’da
satılacaktı. Arpa ve saman ise bizim hayvanlara ancak yetebilecekti.
Hasat mevsiminin
bitmesi ile herkes rahatlamıştı. Anneme Selma’yı görmeye gideceğimi
söylediğimde “bahanesiz olmaz” diyerek iki çuval buğdayı arabayla değirmene
götürmemin daha doğru olacağını söyledi. Giderken dünürlere tereyağı ile peynir
götürmemi de istedi. Ertesi günü hemen arabayı hazırlayıp iki çuval buğdayı
arabaya yükledim. Annemin küplere koyduğu tereyağı ve peyniri de alarak yola
çıktım.
Değirmene
vardığımda Cuma amca ile hanımı dışarıda oturmuş sohbet ediyorlardı. Beni
görünce her ikisi de yerlerinden kalkarak bana doğru geldiler. Hoş beşten sonra
annemin göndermiş olduğu tereyağı ile peynirleri kayınvalideme uzattım. Çok
memnun oldu. Anneme teşekkürlerini ve selamlarını iletti. Cuma amca da
çuvalları indirmeye yardım etmek için arabanın arkasına geçti. Birlikte
çuvalları indirip değirmenin içine taşıdık. Değirmende sıra yoktu. Hemen
buğdayları depoya boşaltıp işe başlayabileceğini söyledi. Yarım çuvalı
değirmenin deposuna boşalttıktan sonra birlikte dışarı çıkıp sohbet etmeye
başladık. Hasat mevsiminden başlayıp tüm tanıdıkların durumunu anlattıktan
sonra hanımına birer kahve yapmasını istedi. Bu aslında bir bahaneydi. Kahve
bahanesiyle Selma’nın değirmene gelmesini istemişti. Hanımı eve gidip kahveyi
pişirecek, Selma da getirecekti. Böylece Selma ile birbirimizi görmüş
olacaktık.
Değirmen taşı
gürültülü bir şekilde dönmeye başladığına depodaki buğdayın bitmesini beklemek
için birlikte dışarı çıktık. Değirmenin kapısının yan tarafında bulunan ağaçtan
yapılmış oturaklara oturup Cuma amca ile kaldığımız yerden sohbete devam ettik.
Cuma amca biraz Türkçe, ben de biraz Arapça konuşabiliyordum. Yani birbirimize
ne demek istediğimiz anlaşılıyordu.
Eylül ayının ılık
bir günüydü. Yukarıdan değirmen suyunun, aşağıdan da Beliğ ırmağının serin
havası geliyordu. Biraz sonra tahmin ettiğim gibi Selma elinde bir tepsi ile
göründü. Tepside iki fincan ve yanında iki bardak su bulunuyordu. Tepsiyi önce
babasına sonra da bana uzattı. Bu sırada ikimizin gözleri de çakıştı. Fakat bu
an çok kısa sürdü. Zira babasının yanında bakışları devam ettirmek geleneklere
aykırı ve ayıp sayılıyordu. Zaten Selma da fazla beklemeden tepsisiyle eve
doğru hareket etti. Biz Cuma amca ile kesik kesik de olsa sohbetimize devam
ettik.
İkindi vaktine
doğru iki çuval buğdayımız un haline gelmişti. İki çuvalın un haline
getirilmesinin bedeli bir Çinik buğdaydı. Ben bunu ayırıp değirmenin bir
kenarına koymuştum Fakat daha sonra onun yerinde olmadığını gördüm. Bunu biraz
çekinerek, Cuma amcaya sordum. O da bana onu da un haline getirmek için
değirmenin deposuna boşalttığını, akraba olduğumuzu belirterek bunun için ücret
almanın geleneklerine aykırı olduğunu söyledi. Bu sözlerden sonra ben öğütme
bedeli olan ücretin alınmasını tekrar etmekten çekinerek, teşekkür ettim.
Herhalde benim kendilerine getirdiğim tereyağı ve peynire bu şekilde karşılık
vermiş oluyorlardı.
Un çuvallarını
arabaya yükledikten sonra Cuma amca ile vedalaşarak köye doğru hareket ettim.
Güneşin etkisi kaybolmuştu. Artık akşam vakti yaklaşıyordu. Atları fazla
sıkıştırmadan yol aldık. Zaten köyle değirmen arası yarım fersah uzaklıktaydı.
Güneş batmadan eve varacağımı hesaplıyordum.
Köyümüz olan
Huzeyme’deki evimize geldiğimde, bir atın girişteki ağaca bağlı bir şekilde
bağlı olduğunu gördüm. Araba sesi üzerine, ağabeyim ve annem evin dışına
çıkmışlardı. Beni görünce erken geldiğimi söylediler. Ben de değirmende sıra
olmadığını, bu nedenle işim bitince hemen yola çıktığımı ve Cuma amca ile eşi
Hacer ananın selamlarını ilettim. Tereyağı ve peynir için de teşekkür
ettiklerini söyledim. Dışarıda bağlı duran atın kime ait olduğunu sorduğumda
çoban Cafer abinin geldiğini belirttiler. Cafer abi Haydar kethüda ile Malatya
sancağına gönderilen çobanlardı. Arapgir ve Kırmıran nahiyelerinde bize kalacak
yer bakmaları için gitmişti. Cafer abinin gelmesi bizim Huzeyme’den ayrılma
vaktinin bir işaretiydi.
Ağabeyimle un
çuvallarını indirip, un ambarına boşalttıktan sonra biz de misafir odasına
geçtik. İçeride babam ve çoban Cafer abi sohbetlerine devam ediyordu. Selam
verip Cafer abiye “hoş geldin” dedikten sonra divanın bir tarafına geçip
oturdum. Cafer abinin konuşmalarında Kırmıran ve Arapgir nahiyelerinde yer alan
ve akrabamız olan Meşeli köyü civarında dört oba için yer bulduklarını diğer
obaların Tercan ve Misis tarafına gitmesi gerektiğini, zira orada birçok
yaylanın boş olduğunu öğrendiğini tekrar ederek koyun sürümüzün yayılacak
alanlar hakkında bilgi vermeye devam etti. Babam ve ağabeyim Cafer abinin
anlattıklarını can kulağı ile dinliyorlardı. Babam Haydar Kethuda’nın nerede
kalacağını sorduğunda;
--Ben buraya
hareket ettiğimde Kırmıran’daki Meşeli köyündeydi. Ama bir ay içinde
Arapgir’deki Meşeli obasının kışlağına geçip, bizi orada bekleyecek. Ben orayı
biliyorum. Sizi oraya ben götüreceğim. Fakat oradaki yaylaklar bütün
koyunlarımıza yeterli olmaz. En az yarısını elden çıkartmamız gerekecek.
Cafer abinin bu
sözlerinden ve önceki konuşmalarında hangi obaların Meşeli köylerine,
hangilerinin Misis’e gideceklerinin belirlendiğini anladım. Cafer abi Meşeli
köyü civarındaki yaylak ve kışlakların çok güzel olduğunu, bütün dağ ve
tepelerin ormanla kaplı olduğunu, suyun bol olduğunu, dolayısıyla sürülerin
yayılması için elverişli bir bölgeye yerleşeceklerini sık sık vurguluyordu.
Cafer abinin anlattıklarını babam başıyla memnun olmuş bir şekilde onaylıyordu.
Huzeyme’den sonra
gideceğimiz yer belli olmuştu. Üç yıl sonra Huzeyme’den ayrılacaktık. Ancak
önümüzde yapılacak işler vardı. Benim düğünümün yapılması, sürüdeki koyunların
yarısının satılması ve yeni çadırların alınması gerekiyordu. Ancak tüm bunların
dışarıya yansıtılmaması gerekiyordu. Zira gidişimizden kimsenin haberinin
olmaması en önemli konuydu. Cafer abinin getirdiği bilgilerin aşiretteki oba
beyleri ile paylaşılıp, bir an önce planlanması gerekiyordu.
Babam iki gün
sonrası için oba beyleri ile toplantı yapılacağının iletilmesi için ağabeyimi
görevlendirdi. Bana da yarın için Yusuf Babaya gideceğimizi söyledi. Yusuf Baba
Fatmalı oğulları obası ile birlikte kalıyordu. Kendisi Ehlibeyt mensubu bir
Seyyid- i Sadat idi. Onunla görüşüp hem son gelişmeleri aktarmak hem de benim
düğün günümü kararlaştırmak istiyordu. Zira düğünden önce dini nikahın
kıyılması gerekiyordu. Bu nikahı kıyacak olan da Yusuf Baba idi.
Babamla birlikte
bizim kuzey batımızda yer alan Fatmalı obasına doğru hareket ettik. Bize
yaklaşık yarım fersah uzaklıktaydı. At üzerinde gittiğimiz için fazla bir
zamanımızı almayacaktı. Biz Fatmalı obasına vardığımızda güneşin sıcaklığı
etkisini daha yeni hissettirmeye başlamıştı. Babam Yusuf Babanın kaldığı evi
biliyordu. Hiç kimseye sormadan evin önünde atlarımızdan indik. Çocuklar evin
önünde kale oyunu oynuyorlardı. Oyunu bırakıp bize doğru yaklaşmaya başladılar.
Babam onlara dönerek;
--Yusuf Baba evde
mi? Diye sordu.
Evde olduğunu
öğrendikten sonra birlikte evin kapısına doğru yürümeye başladık. Tam o sırada
Yusuf Babanın hanımı duyduğu ses üzerine dışarı çıkmıştı. Babamı tanıdığı için
hemen eve buyur etti. Yusuf Babanın evde olduğunu söyledi. Bizim konuşmalarımız
üzerine Yusuf Baba yalın ayak kapıya kadar gelmişti. Kısa bir selamlaşma ve
sarılmadan sonra içerdeki misafir odasına geçtik.
Babam son
gelişmeleri kısaca Yusuf Babaya anlattı. Huzeyme’den göç edilmesi gerektiğini o
da onayladı. Babam Oba Beyleri ile de toplantı yapıp, göç gününü
kararlaştıracaklarını söyledi. Arkasından benim düğünümün bir an yapılması
gerektiğini, kendisinin de düğüne davetli olduğunu söyledi. Nikah için ne zaman
müsait olabileceğini sordu. Yusuf Baba da önümüzdeki hafta Cuma günü müsait
olacağını belirtti. Babam da bunun üzerine düğünün de Cumartesi günü başlayıp,
Pazar günü de gelin almaya gidebileceklerini ifade etti. Yusuf Baba onu da
onayladı. Bu konuşmalardan sonra Yusuf Babanın hanımı Zehra Ana elinde bir
tepsi ile içeriye girdi. Tepside Yemen kahvesi vardı. Odanın içini mis gibi
kahve kokusu aldı. Tepsiyi önce babama, sonra Yusuf Babaya, sonra da bana
uzattı. Kahvelerimizi yudumladıktan sonra babam müsaade isteyip yola çıkmamız
gerektiğini, zira Oba beyleri ile yapılacak toplantının hazırlıklarına
başlayacaklarını söyledi. Yusuf Baba kalmamız için ısrar ettiyse de babam bir
an evvel işe koyulmamız gerektiğini, başka bir zaman daha uzun süre ile sohbete
devam edebileceklerini belirtti. Yusuf Baba ve Zehra anayla vedalaştıktan sonra
atlarımızı çözüp, köyümüze doğru yola çıktık.
Eve geldiğimizde,
babam annem ve yengemi çağırarak yarın için büyük misafir odasının Oba beylerinin
yapacağı toplantı için hazırlanmasını, bir koçun şimdiden kesilerek etinin
sabaha kadar dinlenmesini daha sonra da yemeklerin yapılmasını söyledi. Annem
ve yengem “tamam” deyip hemen hazırlıklara başlayacaklarını, yarın akşama kadar
tüm hazırlıkları tamamlayacaklarını belirttiler.
Ertesi gün akşam
hava kararmaya başlayınca Oba Beyleri gelmeye başladı. Köseoğlu, Fatmalı, Göbel
oğulları, Kaçaroğlu, Ağcalu, Tecerli, Tanburacalı, Avcılı, İncili, Alamaslı ve
Meşeli Oba beyleri misafir odasındaki yerlerini aldılar. Misafirlere önce kahve
ikram edildi. Daha sonra da yer sofraları hazırlandı. Sohbet devam ederken
babam beyleri sofraya buyur etti. Babamın yanında ağabeyim Durak da
bulunuyordu. Ben de annem ve yengeme yardım ediyordum. Yemekler yenildikten sonra,
babam göç olayını nedenlerini ve yapılması gerekenleri bir kez daha anlattı.
Oba beylerinin hepsi babamın tüm sözlerini ve planını onayladıklarını
belirttiler. Toplantı bittiğinde bütün oba beylerini ve mensuplarını düğüne
davet etti.
Sayılı günler çabuk
geçiyordu. Benim heyecanla beklediğim düğün vakti de gelmişti. Cuma akşamı
Yusuf Baba ile birlikte ailece Cuma amcanın evine doğru hareket ettik. Kısa bir
hoş beşten sonra Yusuf Baba beni ve Selma’yı karşısına alarak dua etmeye
başladı. Arkasından da dini nikahımızı kıydı. Gece yarısına yakın müsaade
isteyerek Cuma amcanın evinden ayrıldık. Yusuf Babayı obasına bıraktıktan sonra
köyümüze döndük. Hepimiz yorgun düşmüştük. Sabah da düğün hazırlıkları için
erkenden kalkmamız gerekiyordu. Herkes uyumak üzere odasına çekildi.
Düğünümüz çok
güzel geçti. At yarışları, güreşler yapıldı. Babam otuz koyun kestirmiş, annem,
yengem ve komşuların hanımları da kazanlarda yemekler pişirmişti. Herkes çok
eğlendi. Oba Beyleri Selma ile beni tebrik edip mutluluklar dilediler.
Arkasından da kimi altın gerdanlık taktı. Kimi de kolye ve yüzük hediye
ettiler.
Obaların göç
zamanı gelmişti. Rakka ve Belih’tn gelen tüccarlar satın aldıkları koyun ve
keçileri çobanları eşliğinde pazarlara götürmek için obaları tek tek geziyorlardı.
Piyasası altmış akçe olan koyun ve keçiler elli ile elli beş akçeden gidiyordu.
Satma gerekçelerini ise gizlemek için bu sene kuraklık nedeniyle hayvanlarına
yedirecek ot ve arpanın az olmasını söylüyorlardı. Bütün oba beylerine verilen
talimat böyleydi.
Fazla olan koyun
ve keçiler satıldıktan sonra sırası gelen obalar eşyalarını toplamaya
başladılar. Eşyalarını arabalara, develere ve eşeklere yükleyenler hemen yola
çıkıyordu. Biz en son gidecektik. Hangi obanın nereye gideceğini babam ve Cafer
abi belirlemişlerdi. Bizim aile Kırmıran köyünün yaylaklarına gidecekti.
Kaçarlı, Meşeli, Köseoğlu ve Fatmalı obalarına mensup bazı aileler de bizimle
gelecekti. Diğer obaların bir kısmı da Arapgir’deki Meşeli köyüne, geriye kalan
büyük çoğunluğu ise, Tercan ve Misis yaylaklarına gidecekti.
Arapgir, Tercan ve
Misis bölgesine gidenlerden sonra köyümüz bayağı sessizliğe bürünmüştü. Köpek
sesleri bile azalmıştı. On gün içinde bizim de yola çıkmamız gerekiyordu. Zira
yağmur ve kar mevsimi gelmeden Kırmıran’daki yerleşeceğimiz yaylaya bizim de
biran evvel gitmemiz lazımdı. Koyun ve keçi sürümüzün yarısını bizim de elden
çıkarmamız gerekiyordu. İki gün içinde celeplerin köyümüze gelmesi için babam
Belih’teki tüccarlara haber gönderdi. Tüccarlar gelene kadar diğer hazırlıklarımıza
başladık. Üç sene önce yenilediğimiz evleri terk edecektik. Huzeyme köyü
tamamen boşalacaktı. Oysa, o kadar emek ve masraf yapmıştık. Ama Şammar ve
Eneze aşiretleri ile uğraşmak çok zordu. Hem çok kalabalıktılar hem de iyi
silah kullanıyorlardı.
En sonunda
Huzeyme’yi terk ediyorduk. Sürü çobanları ile birlikte ben olacaktım. Evin
eşyalarını, çadırları ve diğer aletleri de biz birlikte götürecektik. En ağır
yükler develerde, hafif olanlar da atlara ve eşeklere yüklenecekti. Babam,
annem, ağabeyim, yengem ve yeğenim at arabası ile gideceklerdi. Yolda bizi
çevirirler ise, biz yaylaya, babamlar da Rakka’ya alışverişe gideceklerini
söyleyeceklerdi.
Eylül ayının
sonlarına yaklaşmıştık. Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Biz çobanlarla ve
Cafer abi ile birlikte sürüde kalan koyun ve keçileri bir araya getirip yola
çıktık. Sürünün en önünde eşeği ile Cafer abi vardı. Çünkü hem gidilecek yolu o
biliyordu hem de zaptiyeler soru sorduğunda verilecek en iyi cevapları o
verebilirdi. Babamlar da akşamüzeri yola çıkacaklardı. Mola verilecek yerlerde
buluşup tekrar yola devem edecektik.
İlk iki gün
yolculuğumuz çok sakin ve rahat geçti. Ancak, Rakka’ya yanaştığımızda
zaptiyeler bizi sıkıştırmaya başladılar.
“Nereye
gidiyorsunuz?”
Bu sorulara Cafer
abi muhatap oluyordu. Onlara Belih’te kuraklık olduğunu, hayvanları beslemek
için otlak alanlara gittiğimizi söylüyordu. Fakat bu cevaplar ilk zamanlar
dikkat çekmemişti. Fakat aşiretlerin bütün eşyaları ile yaylaya çıkması da pek
görülmüş bir uygulama değildi. Dolayısıyla, bizden şüphelenmeye başlamışlardı.
Sonradan öğrendiğimize göre, bu durum Rakka Beylerbeyi Kadızade Hüseyin Paşa’ya
da iletilmiş. Beylerbeyi de durumun araştırılmasını istemiş. Bu haberin bize
gelmesinden sonra Cafer abi yol güzergahını değiştireceğini babama iletmemi
istedi. Babamlar bizden bir fersah ilerideydiler. Ben, Cafer abinin kararını
babamlara iletmek üzere atımla hemen yola çıktım. Yarım saat sonra babamları
bir pınarın başında ağaç gölgesinde mola vermiş olarak buldum. Ona son durumu
anlattım. Bunun üzerine babam:
--Siz dağdan giden
yolu takip edin. Ana yoldan gitmeyin. Biz anayoldan gitmeye devam edelim.
Ancak, aksi bir durum olursa beni haberdar edin olur mu?
Babamın bu
sözlerini Cafer abiye ilettim. O da bunu onayladı. Ve bütün çobanlara dağ
yoluna yönelmemizi iletmemi istedi. Ben de Cafer abinin bu talimatını çobanlara
söyledim. Onlar da hemen sürünün yönünü değiştirerek dağ yoluna yöneldiler.
Huzeyme’den
ayrılalı bir aydan fazla olmuştu. Dağ yolu kestirmeydi. Ancak çok dar
geçitlerden ve vadilerden geçmek zorunda kalıyorduk. Ormanlık alanlardan sürüyü
takip etmek de zor oluyordu. Neyse ki köpeklerimiz hemen yardıma koşuyordu.
Onların yardımı ile sürüyü daha çabuk toplayıp, yolumuza devam
edebiliyorduk.
Ekim ayının
ortasına doğru Mişelli köyünün bulunduğu yaylaya gelmiştik. Geniş bir düzlükte
mola verdik. Cafer abi köyün muhtarı olan Köseoğlu Mehmet Bey’e haber vermek
üzere bizden ayrıldı. Köy karşıdan görünüyordu. Onların sürüleri de karşı
tepedeki otlaklarda yayılıyordu.
İkindi üzeri Cafer
abi eşeği ile göründü. Selam verdikten sonra babamların dört gün önce
Mişelli’ye geldiklerini ve Muhtar Köseoğlu Mehmet’e misafir olduğunu söyledi.
--Akşamüzeri
Muhtar ile gelip bize ayrılan yerleri gösterecekler. Çadırlarımızın yerlerini,
ahılları nereye yapacağımızı belirleyecekler.
Burada bizi yeni
bir hayat bekliyordu. Köyün yeri ve yaylası çok güzel ve genişti. Suyu da
boldu. Her taraf meşe ağaçları ile doluydu. Sürünün yayılacağı alanda ot da
boldu. Rakka’nın o çöl ikliminden ve sıcağından kurtulmuştuk. Ama aşiretimiz
maalesef kırk parçaya ayrılmıştı. Zaptiyeler bizi burada rahat bırakacaklar mı,
o da belli değildi.
Obalarımız
belirlenen yerlere yerleşmeye ve çadırlarını kurmaya başladılar. Civar
köylerdeki aşiretler de bizim Mişelli’ye geldiğimizden haberdar olmuştu.
Mişelli Çemişgezek sancağına bağlıydı. Bu sancakta iki büyük aşiret
bulunuyordu. Biri Milli aşiretine bağlı obalar, diğeri de Cihanbeyli’ye bağlı
Parçikanlı ve Zeyveli oymaklarıydı.
Bir ay sonra
Çemişgezek sancağının zaptiyeleri Muhtar Köseoğlu Mehmet Bey’i sıkıştırmaya
başladılar. Bizim Rakka’da firar ettiğimizi haber almışlar. Bizi tekrar
geldiğimiz yere göndermek üzere karar alınmış. Babam bu haberi öğrenir
öğrenmez, bütün oba beylerine haber vererek, çiftçiliğe başlayacağımızı, bunun
için araç gereç alınması talimatını verdi. Eğer zaptiyeler gelirse, burada hem
çiftçilik yapacağımızı hem de hayvan besleyeceğimizin söylenmesini istedi. Zira
yerleşik düzene geçtiğimizi görürlerse, bizi Rakka’ya göndermekten vaz
geçebileceklerini düşünüyordu. Bunu bazı aşiretler denemiş ve başarılı da
olmuşlardı. Babam da bunu tekrar etmek istiyordu.
Babam Çemişgezek
Subaşısının bölgeyi gezmeye geleceğini haber alınca hemen Muhtar Köseoğlu
Mehmet ile birlikte Subaşı’yı ziyarete gideceğini söyledi. Bana da en iyi
koçlardan iki tanesini ayırıp arabaya yüklememi ve beş tulum da peynir
hazırlamamı söyledi. Babamın dediklerini hemen yerine getirdim. Ben
hazırlıkları yaptıktan bir gün sonra Babam da arabaya binerek Meşeli köyüne
doğru yola çıktı.
Babamın Subaşı
Hasan beyi ziyareti işe yaramıştı. Durumu Sancak beyine iletip, bizim yerleşik
düzene geçtiğimizi ve vergilerimizi ödeyeceğimizi söyleyecekmiş. Babamın
sözleri Subaşı’yı da memnun etmiş. O da Sancak Beyini ikna etmek için elinden
gelen her şeyi yapacağını söylemiş. Muhtar Köseoğlu Mehmet’in bizimle akrabalık
ilişkisini anlatması ve kefil olması da Subaşı üzerinde etkili olmuş.
Mişelli’ye geleli
iki aydan fazla olmuştu. Havalar soğumaya başlamıştı. Babam oba beylerine
kerpiç evlerin inşası için talimat verdi. Kırmır nahiyesinde kerpiç döken
ocaklar varmış. Oradan kerpiç temin edilerek, ahşap evlerin yapılması için
acele edilmesini istedi. Bu evleri yapmamızın burada kalıcı olmamızı göstermesi
bakımından Sancak Beyi üzerinde de etkili olacağını düşünmüştü.
Babamın
talimatından bir ay sonra bütün obanın kerpiç evleri hazır olmuştu. Çadırlardan
kerpiç evlere geçmiştik. Benim de ayrı bir kerpiç evim olmuştu. Selma ile ilk
defa kendimize ait bir evimiz olmuştu. Bu evimizde daha rahat bir yaşam bizi
bekliyordu. Yeni doğacak çocuklarımızla burada birlikte olacaktık.
Çok sert bir
kıştan sonra, Mart ayının sonuna doğru güneşin yüzünü daha fazla görmeye
başladık. Vergi memurları da oba ve köyleri dolaşmaya ve sayım yapmaya
başladılar. Bizim obalarda da sayım yaptılar. Babam tüm oba beylerine
vergilerin eksiksiz yatırılmasını istedi. Fatma oğlu obasından Hüseyin bu
görevi üstlendi. Tüm obalara çıkan vergileri toplayıp kayıt altına aldıktan
sonra Çemişgezek sancak beyliğine teslim etmek üzere üç kişilik bir korumayla
yola çıktı. Hüseyin abi iki gün sonra obaya döndü ve babama vergileri
yatırdığını, herkesin belgesini oba beylerine verdiğini söyledi.
Bir hafta sonra
Muhtar Köseoğlu Mehmet bize misafir oldu. Bir gün önce Çemişgezek’e gittiğini
ve Sancak beyi ile görüştüğünü söyledi. Vergilerin erkenden ödenmesi sancak
beyini çok memnun etmiş. Sancak beyi, Dersaadete burada kalmamız için olumlu görüş
bildirecekmiş.
Yıllar çabuk
geçiyordu. Mişelli’ye geleli on beş yıl olmuştu. Bu yıllar içinde önce babamı,
sonra da annemi kaybettik. Aşiretin yönetimi ağabeyime geçti. Benim iki oğlum
bir kızım oldu. Büyük oğlumun ismi Hasan, küçüğün ismini Ali koyduk. Kızımın
ismini ise eşim Selma, Bergüzar olmasını istedi. Onun dediği oldu. Hasan on üç
yaşına geldiğinde onu Çemişgezek sancak merkezindeki Yeniçeri ocağına
yazdırdık. Orada altı yıllık eğitimden sonra görevine başlayacak. Onu Yeniçeri
ocağına götürürken Yusuf Babanın büyük oğlu Musa Babanın dualarıyla uğurladık.
Hasan, İnşallah
bize iyi bir evlat, ülkemize ve devletimize de faydalı bir asker olur. Onu,
önce yeniçerilerin bir Odabaşısı, sonra Subaşı, sonra da ordu komutanı bir Paşa
olarak görürüz. Tabi ki sağlığımız ve ömrümüz yeterse. Dualarımız onunla
olacak…
Yazan: Hamdullah
Dedeoğlu
28.08.2025.
SÖĞÜT
AĞACIN GÖLGESİ-BİR AŞİRETİN GÖÇ HİKAYESİ (Öykü-Roman-105 Sayfa)
Misis’den, Yellice
yaylasına gele