14 Eylül 2024 Cumartesi

DİNİN DİREĞİ NAMAZ MI, İYİ AHLAK MI?

DİNİN DİREĞİ NAMAZ MI, İYİ AHLAK MI?

“Namaz dinin direğidir.” Bu söz öyle tekrarlanmakta ki; insanlar namaz kıldıklarında kendilerini sanki dinin bütün vecibelerini yerine getirmiş gibi kabul ederler. Öyle ki; İzmit bölgesinde katıldığım bir Cuma namazında, imam aynı sözü tekrarladıktan sonra, namaz kılanların günahlarının bağışlanacağını dahi söylemişti. İşte bu anlayışın bir örneği olarak Diyarbakır’da faili meçhul bir şekilde katledilen sekiz yaşındaki bir kız çocuğunu güvenlik görevlilerinden habersizce toprağa gömen şahıs çok rahat bir şekilde “ Ben onu gömdükten sonra üzerinde namaz kıldım” diyerek kendisine bir gerekçe yaratabilmektedir. Yani işlediği suçtan ve günahtan arındığını söyleyebilmektedir.

Oysa, bu İslam dinine aykırıdır. Namaz hem dinin direği değildir hem de onu kılanlar günahlardan arınmış olmazlar. Günahların bağışlanıp bağışlanmayacağını yalnızca yüce yaradan bilir. Ancak siz “namaz dinin direğidir. Namaz kılanların günahı bağışlanır” derseniz, sıradan insanların hukuksuz ve adaletsiz eylem ve fiillerine de zemin hazırlamış olursunuz. Kısaca kişi yaptığı eylemleri sorgulamadan namaz kılmakla kendisinin temize çıkacağına ve cennete gideceğine inanır.

Kaldı ki; namaz İslamiyet’ten önce de vardı. Eğer namaz dinin direği olsaydı, Tanrı neden toplumlara sık sık peygamber göndersin? Zira Musevilikte, Hristiyanlıkta da namaz kılmak bulunuyordu. (Taha suresi 14, Meryem suresi 31. Ayet) Müşrikler de namaz kılıyordu. Hatta Zerdüşt dininde de namaz vardı. Zerdüştler de günde beş vakit namaz kılıyorlardı. Ayrıca namaz Allah’a yapılan bir ibadettir. Allah’ı anmak, yakarmak ve niyaz etmektir. Yani dinin bir ibadetidir, kendisi değildir. Dinin kendisi Allah’a, Kutsal kitaplara, peygamberlere, meleklere ve ahirete inanmaktır. İman edilmeden namaz olmaz. Bir insan iman ettiği için namaz kılar. Yani namaz kıldığı için iman etmez. İmam Ebu Hanife de aynı görüştedir. Namazın dinin direği olduğu, dinde aklı ve bilimi reddeden Vahabilik’te vardır. Çünkü Vahabilik, ibadetleri imandan sayar. Ve ibadetlerin imanı artırdığını savunur. Dolayısıyla bu sözleri tekrar etmek, toplumu Vahabileştirmekten başka bir amacı bulunmamaktadır. Bunun sonu da Türkiye’yi Taliban türü bir rejime götürmektir.

Namazın dinin direği olduğu maalesef Diyanet İşleri Başkanlığının resmi internet sitesinde de yer almaktadır. İlgili bölüm aynen şöyle:

“NAMAZ DİNİN DİREĞİDİR: İslâm dinini bir binaya benzetecek olursak, namaz da bu binayı ayakta tutan direk demek olur. Binanın ayakta durması direklerle mümkün olduğu gibi dini ayakta tutan da namaz olmuş olur. Bu bakımdan namaz, din binasının en önemli unsurlarından birini oluşturur. Bu unsurun yokluğu bina için büyük bir eksiklik olduğunda şüphe yoktur. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (as)’in yaptığı son tavsiyelerinden biri namaz olmuştur.”

Hazreti peygamber elbette ki namazı farz kılmıştır. Ama Kur’an ayetlerinde “Namaz dinin direğidir” diye bir söz geçmez. Bazı yazarların bu söze dayanak yaptıkları MÜDDESİR Suresinin 42 ve 43. Ayetleridir. Ancak bu ayetlerin devamında sadece namazdan bahsedilmediği anlaşılmaktadır. İlgili ayetler şöyledir:

MÜDDESİR SURESİ: 42-46. Ayetleri “” Sizi cehenneme sokan nedir?” derler. Günahkarlar derler ki “Biz namaz kılmazdık. Yoksulu doyurmazdık. Biz boş laflara dalanlarla beraberdik. Ceza gününü yalan sayardık.””

Ayetlerin bütünü okunduğunda sadece namaz kılmaktan bahsedilmediği görülmektedir. Dolayısıyla Kur’an’da “Namaz dinin direğidir” anlamında bir ayet bulunmamaktadır.

Kur’an’da ve hazreti Peygamber’in sözlerinde imandan sonra en çok iyi ahlak ve adaletle ilgili bölümler yer alır. Zira Hz. Muhammed, Müşriklerin Allah’a şirk (ortak) koşmalarına karşı çıkarken, aynı zamanda bozulan ahlakı ve adaleti yeniden sağlamak için de mücadele etmiştir. Kur’an’da ahlak ve adalet için şöyle denilmektedir:

KALEM SURESİ: 2-4. Ayetler: “ Ey Muhammed! Sen Rabbinin nimeti sayesinde deli değilsin. Sana muhakkak tükenmeyen bir mükafat vardır. Şüphe yok ki, sen pek büyük bir ahlaka sahipsin.”

ARAF SURESİ: 181. Ayet: ”Bizim yarattıklarımızdan bir ümmet var ki, hakka rehberlik eder ve onunla adaletle hükmederler.”

MAİDE SURESİ: 42. Ayet: ”Allah, adaletle hükmedenleri sever.”

NAHL SURESİ: 90. Ayet: ”Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder. Hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.”

Makalemizi Hz. Muhammed’in Ahlakla ilgili bir sözü ile tamamlayalım:

 “Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanı, AHLAKI en güzel olanlarıdır.”

 

9 Eylül 2024 Pazartesi

KUR’AN’DA İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇLAR, İBADETLER VE UYGULAMALAR

KUR’AN’DA İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇLAR, İBADETLER VE UYGULAMALAR

Halkımızın büyük çoğunluğu Kur’an’da yer alan inançların, ibadetlerin ve hükümlerin daha önce var olduğunu ve hicaz bölgesinde yaşayanlar tarafından uygulandığını bilmezler. İşte din tüccarları da bunu hep istismar etmişlerdir. Oysa bunu anlatmadan İslam dininin Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilme nedenini açıklamak mümkün değildir. Zira, hiçbir din ve inanç bir günde oluşmamıştır. Kendisinden önceki inançlardan, kültürlerden, gelenek ve göreneklerden beslenerek bir sentez oluşturmuşlardır. O nedenle İslam dinine de böyle bakmak gerekmektedir.

İşte, biz de bugünkü makalemizde bu konuyu ele alıp, değerlendirmelerde bulunacağız. Burada ana kaynağımız İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Emrah Dindi’nin “KUR’AN’DA İSLAM ÖNCESİ KÜLTÜR İZLERİ” başlıklı doktora tezi olacaktır. Sayın Emrah Dindi hocamız, İslamiyet öncesi Hicaz bölgesindeki yaşamı, inançları, ibadetleri ve toplum yapısını yazılı kaynaklara dayanarak tüm yönleri ile ele alıp çok güzel bir çalışma yapmış. Dört yüz elli dokuz sayfadan oluşan bu tezi bir makale de anlatmanın elbette ki zorlukları bulunmaktadır. Bu nedenle, çok önemli bulduğumuz bölümlerden ve konulardan kısa kısa özetler vereceğiz. Konuyu merak eden okuyucularımıza tezin tamamını okumalarını öneriyorum. Ayrıca bu tezin kitap olarak yayınlanmasında da büyük yarar görüyorum. Çok büyük emekler harcayarak böyle bir eseri meydana getirip, bizleri aydınlattığı için Emrah hocama çok teşekkür ediyorum.   

Emrah hocanın doktora tezindeki konu başlıklarının özeti şöyle:

ALLAH İNANCI

lslam dini Hz. Muhammed tarafından tebliğ edilmeden önce, Hicaz bölgesinde yaşayan toplulukların da Allah’a inançları bulunuyordu. Zira Ehli Kitaba mensup, Hristiyanlar, Yahudiler ile Hanif dinine mensup topluluklar da aynı bölgede yaşıyorlardı. Birbirleriyle iletişim içerisindeydiler. Ayrıca, Kur’an’da “Müşrikler” olarak geçen topluluklar da Allah’a inanıyorlardı. Örneğin cahiliye şairleri şiirlerinde, Tanrıyı gökte tasavvur etmiş ve Tanrının arşından bahsetmişlerdir. Yine aynı şekilde semanın yedi tabakadan yaratıldığını, yerin döşek, semanın tavan, dağların kazık olduğunu anlatıyorlardı. Ancak onlar, Allah’a ulaşmak için araya putları koymuşlardı. Yani Allah’a şirk (ortak) koymuşlardı. Bu Allah’ın tekliğine ve birliğine aykırıydı. İşte Hz. Muhammed buna karşı çıkmıştı.

HAYIR VE ŞER

Cahiliye devri Arap şairlerin şiirlerinde, kader ve ilahi taktir inançları kabul ettiği, hayır ve şerr’in Allah’tan geldiği, bu alemde her şeyin ve insanın başına gelenlerin önceden yazılmış olduğunu belirten ifadeler bulunuyordu. Yani, kaza ve kader itikatları da mevcut idi.

CİN VE ŞEYTAN

Cahiliye Arapların, hissedilen alemin ötesinde cinler, şeytanlar, çöl yaratığı, ifritler gibi bir takım tasavvur ve itikatları da bulunuyordu. Hatta insanlarla beraber oturan cine “AMİR”,  çocuklara zarar verenlere “ERVAH”,  kendisinden kötülük gelenlere de “ŞEYTAN” diyorlardı. Temiz olup, bütün kötülüklerden arınmış olanlara da “MELEK” ismini vermişlerdi.

NAMAZ

İslam öncesi Arapların Hz. İbrahim ve Hz. İsmail şeriatı üzere oldukları, namaz, oruç, hac, zekat, güzel ameller ve yüce ahlaki değerlere sahip oldukları, bozulma ve yozlaşmaların ise, daha sonra meydana geldiği belirtilmektedir.  Kaynaklarda, Ebu Zer Giffari, Kus Bin Saide gibi bazı Arapların namaz kıldığı da ifade edilmektedir. Namaz kılan Arapların Cuma ibadetinde bulundukları ve bu ibadete “ARUBE” dedikleri de kaynaklarda yer almaktadır.

ABDEST VE GUSUL

Kura’an’da yer alan gusül ve abdest de cahiliye döneminde mevcut idi. Cünüplükten yıkanmanın da Arap adetlerinden olduğu, İslam öncesi Mekke’de var olduğu, aynı şekilde cahiliyeye ait divanlarda hayız ve cenabetten dolayı kadın ve erkeklerin guslettiklerinden, cinsel ilişkiden sonra banyo yaptıkları da belirtilmektedir.

RAMAZAN AYI VE ORUÇ

Ramazan ayının cahiliye döneminde züht ve ibadet ayı olduğu, Mekke’de pek çok kimsenin Hira mağarasında inzivaya çekilerek bu ibadeti yerine getirdiği, Hz. Muhammed’in büyük babası olan Abdulmuttalib’in de bunu ilk yapan kişi olduğu yine kaynaklarda ifade edilmektedir. Hz. Muhammed’in de bu geleneği uyguladığı ve bu ayda fakirleri doyurduğu da rivayet edilmektedir. Yine cahiliye Arapların Aşure gününde oruç tuttukları da kaynaklarda yer almaktadır.

KABE VE HAC

Cahiliye Araplarında, Kabe’yi ziyaret, Hacer-i Esvedi kutsama, tavaf, şeytan taşlama, haram aylara saygı, putlara hediyeler, kurban sunma, tıraş olma ile ilgili tüm adet ve uygulamalar bulunuyordu. Ayrıca, hacda yeni bir elbise giymek (ihram), ihramlı iken haremde avlanmamak, saç ve tırnak kesmemek, koku sürünmemek, kadınlara yaklaşmamak gibi hususlar Kureyşli kabilelerin geleneklerindendi.

KADININ ÖRTÜNMESİ

Kadının örtünmesi cahiliye döneminde de vardı. Ancak örtünme sadece hür kadınlara mahsustu. Cariyeler örtünmezdi. Zira cariyeler cahiliye döneminde bir meta-mal gibi kullanılıyordu. Sahipleri onları gelir getirmek amacıyla fuhuş dahil her türlü işlerde kullanabiliyordu. Ayrıca cahiliye döneminde cariyelere sarkıntılık, taciz gibi eylemler suç sayılmıyordu. Bu yüzden hür kadınları cariyelerden ayırmak için baş örtüsü zorunluluğu bulunuyordu.

KISAS

Cahiliye kitabelerinde katilin kısas yoluyla öldürüldüğü, suçlunun, kendi suçu türünden bir cezaya çarptırıldığı ve “kan ancak kanla yıkanır” ilkesinin yer aldığı belirtilmektedir. Aynı ceza yöntemi, Sami halklarında, Hamurabi ve Roma kanunlarında da yer alıyordu. 

ZİNA SUÇU

Cahiliye döneminde cariyelerin yaptığı zina suç sayılmazdı. Ama evli ve hür kadınlara bu yasaktı. Bu suçun cezası evli ve hür kadınlar için taşlanarak öldürülmekti. Bu hüküm İslamiyet'de bir dönem uyguladıysa da daha sonra yüz sopa ile cezalandırılmıştır. Ancak zina cezasının uygulanabilmesi için şahitler gerekiyordu.

EVLİLİK

Cahiliye döneminde bir erkek sayısız kadınla evlenebilirdi. Yine aynı şekilde istediği kadar cariyeye de sahip olabiliyordu. İslamiyet, evlenme sayısını dörtle sınırlandırmış, cariyelerin ise, evlendirilmelerini tavsiye etmiştir.

İÇKİ

İçki yasağı gerek Tevrat da gerek İncil de yer alıyordu. Cahiliye döneminde gerek Mekke’de gerek Medine’de içki (Şarap) bolca içiliyordu. Şarap çok pahalı olmasına rağmen bunu içmeyi cömertlik sayıyorlardı. Ancak İçki içmeyenler de vardı. Bunlardan en tanınmışları Hz. Ali’nin babası Ebu Talip, dedesi Abdulmuttalib, Şeybe bin Rebia, Abdi Şems, Osman bin Affan, Ebuzer Giffari idi. Bunların içki içmedikleri, kendilerine haram kıldıkları, buna gerekçe olarak da içkinin pek çok cinayete sevk ettiği ve kötü eylemlere sebebiyet verdiği idi. İslamiyet ise, önceleri içkiye izin vermiş, daha sonraları haram kılmıştı. Ancak içki içmeye herhangi bir ceza getirmemişti. Bunu ahlaki bir durum olarak görmüştü.

KÖLELER-HÜRLER

Yahudi ve Hristiyan dinleri köleliği kabul ediyorlardı. Arap yarımadası (Hicaz) köle ticaretinin canlı bir pazarıydı. Cahiliye döneminde insanlar köleler, hürler ve mevali diye üç sosyal gruba ayrılmıştı. Köle efendilerinin mülküydü. Mevali ise, hürriyetine kavuşan kölelere deniliyordu. İslam köleliği kaldırmamış, ancak serbest bırakılmasını tavsiye etmiştir.

ADALET

Cahiliye döneminde, çöl kanunu diğer deyimle orman kanunu hakimdi. Çünkü hak ve adalet kılıcı keskin ve güçlü olanın yanındaydı. İslamiyet ise, bunu kaldırmış, kadılardan oluşan mahkemeler kurmuştu.

Yukarıda kısaca Arap yarımadasında yaşayan toplulukların inancını, örfünü, adalet anlayışını ve uygulamalarını özetledik. Her ne kadar İslamiyet öncesine cahiliye dönemi dense de bu coğrafya gerek inanç ve ibadetler gerekse de sosyal ve kültürel olarak bir medeniyet havzası konumundaydı. Zira, bu bölgede her türlü inançtan topluluklar bulunuyordu. Ayrıca burası  Çin ve Hindistan’dan gelen malların geçiş ve dağıtım merkeziydi. Dolayısıyla çok sayıda kültürün ve medeniyetin de merkezi durumundaydı. Cahiliye denmesinin nedeni inanç bakımından şirke düşmesi, barış ve adaletten yoksun olması, ahlaki olarak yozlaşması, kumar, içki, fuhuş gibi unsurların yaygınlaşması ve aile kurumunun çökmesiydi. İşte İslamiyet tüm bu bozulan sistemi düzeltmek için gelmişti.

Ancak İslamiyet’ın yedinci yüzyılda köle ve cariye sisteminin hüküm sürdüğü bir bölgeye çözüm getiren hüküm ve uygulamalarını bin dört yüz yıl sonra bütün dünyaya tekrardan sunmak mümkün değildir. Çünkü kölelik kaldırılmıştır. Cariyelik sistemi yasaklanmıştır. Üretim ilişkileri değişmiş, ulaşım araçları gelişmiş, buna bağlı olarak toplumların yaşam koşulları değişmiştir. İşte bu değişen şartlara göre toplumları yeniden organize ederek, barış ve rafah içinde yaşaması için yeni çözüm yollarının aranması gerekmektedir. Bunun aksini savunarak toplumları yedinci yüzyıldaki yaşam koşullarına geri götürmek mümkün değildir. Zira, yirmi birinci yüzyılda hiç kimseye köle ve cariye hukukunu kabul ettiremezsiniz. Karşınızda önce kadınları, sonra da özgürlüğüne düşkün erkekleri bulursunuz.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

09.09.2024.  

7 Eylül 2024 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL’E KARŞI OLMAK, KİMİN SAFINA GÖTÜRÜR?

 MUSTAFA KEMAL’E KARŞI OLMAK, KİMİN SAFINA GÖTÜRÜR?

Harp okullarının mezuniyet töreninden sonra Mustafa Kemal'e karşı olanlar bir kez daha kendilerini göstermeye başladılar. Bu aslında iki çizgi, iki taraf arasında ortaya çıkan yeni bir durum değildi. Milli Mücadeleyle başlayıp bugüne kadar devam eden bir mücadeleydi. Bir tarafta kurtuluş savaşına karşı çıkan “İngiliz Muhipler (sevenler) Cemiyeti” üyeleri ve taraftarları, diğer tarafta ülkenin tam bağımsızlığını savunan Kuvayı Milliyeciler arasındaki mücadeledir. Bir tarafta İngiliz emperyalistleriyle iş birliği yapan sözde saltanat taraftarları ile diğer tarafta da bedenlerini vatan için siper edip, emperyalistlere ve onların destekçilerine karşı savaşanlar arasındaki mücadeledir.

O dönemde, kim Mustafa Kemal’in yaptığı mücadeleye karşı çıkmışsa, sonunda emperyalizmin safına geçerek, tarihe vatan haini olarak geçmiştir. Yanında yer alanlar ise, adların tarihin altın sayfalarına kahraman olarak yazdırmışlardır. Bu bir tunç yasasıdır. Her ne niyetle ve ne amaçla olursa olsun; emperyalizme karşı savaşanlarla mücadele edenlerin eninde sonunda gidecekleri yer, işbirlikçiliktir, vatan hainliğidir. İşte örnekleri; kurtuluş savaşı devam ederken beşinci evliliğini on dokuz yaşındaki bir kadınla yapan ve Kuvayı Milliyeciler hakkında idam fermanlarını onaylayan Padişah Vahdettin, ülkeyi İngiliz zırhlısı içinde terk etmiştir. Diğer işbirlikçiler ise ya yurt dışına kaçmışlardır ya da İngiliz elçiliğine sığınmışlardır.

İşte tarihin bu tunç yasasında ders almayanlar yüz yıl sonra tekrar Mustafa Kemal’in karşısına çıkmaktadırlar. Şimdiden söyleyelim; Mustafa Kemal yenilmez. Çünkü O, bu ülkenin kurucusu ve lideridir. Bu ülkenin insanları bağımsızlık ve özgürlük uğruna binlerce şehit vermiştir. Şehitlerinin kemiklerini sızlatmazlar. O şehitler de hala savaştıkları topraklarda beklemektedirler. Baş komutanlarına laf söyletmezler. Çünkü onun emirlerini yerine getirmek için şehit olmuşlardır.

 Mustafa Kemal'e karşı olanların gittiği yeri göstermek açısından son örnek;  yetmişli ve seksenli yıllarda Mustafa Kemal’e  “Faşist” “despot” diyenlerdir. Onlar bugün emperyalistlerin ordularında paralı askerlik yapmaktadırlar. İşte tunç yasası burada da işlemeye devam etmiştir. Vardıkları son durak, ülkemizi bölmek için emperyalistlere taşeronluk yapmaktır. Ancak karşılarında yine Mustafa Kemal’in askerleri dimdik durmaktadırlar. Çünkü, onlar bu mücadele ruhunu ve azmini şehit ve gazi olan dedelerinden almaktadırlar. İşte Mustafa Kemal’e karşı olanların gideceği yer emperyalistlerin yanıdır. O nedenle, Harp Okulu öğrencilerinin yemin törenindeki "Mustafa Kemal'in Askerleriyiz" sözlerine karşı çıkanlar bir kez daha düşünmeli ve ondan sonra karar vermelidir.

Hamdullah Dedeoğlu.

07.09.2024.

 

 

6 Eylül 2024 Cuma

KUR’AN’DA AKLIN KULLANILMASI İÇİN NE DENİLİYOR?

 

                                                                            hamdullahdedeoglu.blogspot.com

KUR’AN’DA AKLIN KULLANILMASI İÇİN NE DENİLİYOR?

 İslam mezhepleri-ekolleri arasında en büyük ayırımlardan ikisi, aklın kullanılması ile ibadetlerin imanı artırıp, artırmayacağı gelmektedir. Ehli-sünnet mezhep imamları arasında insanların yaşamlarında aklını kullanması gerektiğini savunan İmam Ebu Hanife’dir. Diğer ekol imamları bunu kabul etmezler. Yine ibadetlerin imanı artırıp artırmadığı konusunda Ebu Hanife yine tektir. Ebu Hanife (İmamı Azam) ibadetlerin imanı artırmadığı gibi eksiltmeyeceğini de savunur. İşte Alevi İslam da bu konularda İmam Ebu Hanife ile aynı görüştedir. Alevi İslam’ın önderleri olsun, İmam Hanife olsun bu iki konudaki görüşlerini  Kur’an ayetlerine dayandırmaktadırlar. Konu ile ilgili ayetler şunlardır:

 ZÜMER SURESİ: 9. Ayet: “Bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu? Ancak AKIL sahipleri bundan öğüt alır.”

 SAD SURESİ: 29. Ayet: “Ey Muhammed! Sana indirdiğimiz bu kitap kutludur. Ayetlerini düşünsünler, AKLI olanlar ibret alsınlar.”

 YUNUS SURESİ: 100. Ayet: “Allah, pisliği aklını kullanmayanlar üzerine bırakır.”

 ENAM SURESİ: 151 Ayet: “De ki onlara hadi gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını yüzünüze karşı okuyayım: Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın. Ana-babaya çok iyi davranın. Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Biz sizi de onları da rızıklandırırız. Kötülüklerin görünenine de gizli kalanına da yaklaşmayın. Allah’'ın saygın ve aziz kıldığı cana, bir hakkı savunmak dışında kıymayın. ALLAH size bunları önerdi ki, aklınızı işletebilesiniz.”

 ENFAL SURESİ 22. Ayet:” Çünkü yeryüzünde debelenenlerin Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır dilsizlerdir.”

 Ayetlerden görüldüğü gibi, Allah’ın insan oğluna yararlanmaları için akıl verdiği, doğru yola erişenlerin ve Kur’an ayetlerinden dersler çıkaranların da aklı başında bulunanlar olduğu belirtilmiştir. Yani, Allah’ın iyi kulları, aklını kullanıp, bu ayetlerden “öğüt alıp, ders çıkaranlar olacaktır” denilmektedir. Kısaca, Yüce yaradan insanoğluna AKLINI kullanmasını emretmektedir. Bu nedenle, Kur’an’da insan oğlunun diğer yaratılanlardan üstün tutulduğu belirtilmiştir.

Alevi-Bektaşi İslam’ın önderlerinden Hacı Bektaş Veli’nin akıl ve ibadet konusundaki düşünceleri ise, MAKALAT adlı eserinde şöyle yer almaktadır:

“Arifler katında iman akıl üzeredir. Fakat herkesçe bilinen, imanın dil ve gönül üzere olduğudur…İbadete gelince, amel imandan ayrıdır. Ve iman ibadettir. İman akıl üzeredir: Akıl sultandır. Ve ten içinde imanın naibi-vekilidir. Sultan giderse naip-vekil nasıl durabilir.”

“Çalap Tanrıya inanmak, buyruğunu tutmak, sakının dediğinden sakınmak, imandır. “

“Bu yola girmenin ilk mertebesi imandır. İmanın ilk şartı ise, kelime-i şahadet getirmektir. Ama bizim sözümüz budur ki, Rahmanın sıfatı nedir? Önce bunu bilmek gerek. Şimdi şöyle bilmek gerek ki, Rahmanın aslı imandır. Ve şeytanın aslı fenalıktır. İman akıl üzerinedir. Akıl sultandır. Sultan giderse naip de duramaz. İman bir hazinedir. İblis bir hırsızdır. Akıl hazinedardır. Haznedar giderse, hırsız da hazineyi çalar. Bir söze göre insan koyundur. Akıl çobandır. Ve iblis kurttur. Çoban giderse kurt koyunu ne yapar?”

Hacı Bektaş Veli, Kur’an’ı ve İslam’ı, hitap ettiği toplumun anlayabileceği basit bir dille anlatmıştır. Onları, anlamadığı Arapça sözcüklerle boğmamıştır. Bu nedenle itibar, saygı ve hürmet görmüştür.

Makalemizi İmam Ebu Hanife’nin ibadetlerin imanı artırıp-artırmayacağı ile ilgili olarak “EL ALİM VE’L MÜTEALLİM” adlı eserindeki sözleri ile tamamlayalım:

“Allah’ın azap için gerekçe yapacağı günah olarak, Allah’ı inkar etmek veya ona başka bir ilaha ortak etmek dışında bir şey bilmiyorum. ..... Allah şöyle buyurmuştur: Eğer yasaklandığınız günahların büyüklerinden uzak kalırsanız, diğer kötülüklerinizi örteriz. Sizi, nimet ve bereket dolu bir varış yerine ulaştırırız. Nisa suresi 31. Ayet. Allah, Müminlere farz olan şeyleri, onların dini kabul etmelerinden sonra emretmiştir. Bakara suresi, 112, 178, İbrahim suresi 31. ayet, İsra suresi 19. ayet, Ahzab suresi 41. ayet. “

 "Konuyla ilgili ayetlerden anlaşılıyor ki, Allah, imanı amelden ayrı tutmuştur. Başka bir ifadeyle, müminler, Allah’a imanları sebebiyle namaz kılar, zekat verir, oruç tutar, hacca giderler, Allah’ı zikrederler. Bunun tersi olmaz. Yani, namazları, zekatları, oruçları, hacları sebebiyle Allah’a iman etmezler. Yani, amelleri Allah’a imanları münasebetiyledir. İmanları, amelleri münasebetiyle değil. Bu şuna benzer: Kişi önce borcu kabul eder, sonra da öder. Bunun tersi olmaz. Yani, önce borç ödenip, sonra da borç kabul edilmez. ...AMELLERLE (ibadetlerle) İMAN NE ARTAR NE EKSİLİR. Bir insan inanıyorsa, (iman etmişse) hiçbir ameli olmazsa da günahları çok olsa da MÜMİNDİR.” (Aktaran, Y. Nuri Öztürk, İmam-ı Azam Savunması, Sayfa, 145-146, Yeni Boyut yayınları, 2. Baskı, 2017)

Hamdullah Dedeoğlu.

05.09.2024.

3 Eylül 2024 Salı

PROF. DR. SAYIN HARUN YILDIZ’IN “ANADOLU ALEVİLİĞİ” MAKALESİNE CEVABI

 PROF. DR. SAYIN HARUN YILDIZ’IN “ANADOLU ALEVİLİĞİ” MAKALESİNE CEVABI

            Akademisyenlerin “Anadolu Aleviliği” üzerine yazdıkları makale ve tezlerle ilgili olarak 24.08.2024 tarihinde bir makale yayınlamıştım. Bu makalelere örnek olarak sayın Prof. Dr. Harun Yıldız’ın “ANADOLU ALEVİLİĞİ, Amasya Yöresi Bağlamında Bir inceleme” isimli doktora tezindeki düşünceleri ele almıştım. Ankara Okulu tarafından yayınlanan kitabı okuduktan sonra, kitapta katılmadığım görüşleri ele alan makaleyi bilgi amaçlı olarak elektronik posta ile sayın Harun yıldız hocama da göndermiştim. Kendisinden gelen cevabı gazetecilik mesleği ilkeleri gereğince yayınlamak istediğimi ilettim. Sayın Yıldız da bunu kabul ettiler.  Harun hocamın cevabını aşağıda bilgilerinize aynen sunuyorum.

 Merhabalar Hamdullah Bey,

            Öncelikle göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı teşekkür ediyorum. Cevabım biraz gecikti, zira yıllık izinde olduğum için şehir dışındaydım. Bugün Samsun’a döndüm ve mesajınıza cevap vereyim dedim.

            Doktora çalışmamı iyi okuduğunuz belli. Bu araştırmanın ana iskeletini 1990’lı yılların sonları ile 2000’li yılların başlarında yapmıştım. Tam beş yıllık bir süreçte bu çalışma ortaya çıktı. Çalışma ilk ortaya çıktığı dönemde ülkemizde Alevilik üzerine fazla bir çalışma yoktu, bu yüzden siz de bilirsiniz, her zaman ilk araştırmaları yapmak ve belli konularda ilk adımları atmak zordur. Bu yüzden kitabın daha sonraki baskılarını sürekli geliştirerek yaptım. Siz sonrakileri de zaten görmüşsünüz.

            Çalışma, aslında bir alan araştırması, Amasya yöresi örnekleminde Anadolu Aleviliği. Gördüğüm kadarıyla siz, sadece ilk kısma odaklanarak konunun tarihsel boyutuyla ilgili dikkat çekici ve yer yer güzel tespitler de bulunuyorsunuz. Ancak çalışmanın diğer bölümleri ile ilgili herhangi bir değerlendirmenizi göremedim.

 

            Şimdi, sorularınıza geçelim;

1)   Kitabi Müslüman/Sünni İslam ne demek?

            Şehir ve kasaba gibi yerleşim merkezlerinde genelde medreselerde öğretilen ve bu yüzden kitabi esaslara daha bağlı olan kitabi İslam tasavvuru” derken ifade edilen şey, daha çok eğitim kurumlarının öncülüğünde ortaya çıkan kurumsal din anlayışıdır. Anadolu ölçeğinde bu anlayışın zaten Sünni İslam anlayışı olduğu ortadadır. Anadolu dışına, örnek olarak İran gibi farklı bir kültür coğrafyasına çıktığınızda Sünni anlayış yerini Şii ve Alevi gibi anlayışlara bırakmaktadır.

            Şehir merkezlerinde yerleşik kültürle birlikte ortaya çıkan din anlayışının sosyolojik olarak kitabi bir anlayış olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Kaldı ki bunu sadece ben söylemiyorum. Din anlayışı noktasında şehirli ve kırsal alan ayrımını bilindiği gibi, ilk olarak M. Fuat Köprülü yapmış, arkasından da pek çok bilim adamı ve araştırmacı aynı anlayışı sürdürmüştür.

            Burada, şehir ve kasabalardaki halkın hepsinin medrese eğitimli olup okur-yazar olduğunu ifade etmek mümkün değil; bunların içinde dini bilgilerini medreselerde okuyarak elde edenler bulunduğu gibi, sizin de ifade ettiğiniz gibi, çevrelerindeki insanlardan sözlü/şifahi biçimde elde edenler de bulunmaktaydı. Kırsal alanlarda, eğitim kurumları da bulunmadığı için, burada yaşayan toplum kesimlerinin din anlayışı, sizin ifadenizle, kitabi olmayan’dan daha çok, şifahi, mistik hatta mitolojik ögeleri daha baskın bir anlayış olacaktır.

            O dönemlerde kırsal kesimde şehirlerdeki gibi medrese gibi eğitim kurumlarını görmek zaten mümkün değil.

            Burada ikinci itirazınıza geldiğimizde,

            Sosyolojik olarak daha çok kırsal alanlarda yaşayan konar-göçer toplulukların eski inanç, kültür ve geleneklerden daha çok beslendikleri ve bunları sürdürdükleri görülür. Bu durum, tarihte sıkça görülen bir şeydir. Ayrıca, sadece müslüman toplumlara özgü bir şey değil, dünyanın neresine giderseniz gidin kültür coğrafyası olarak kırsal alanlarda kırsal kültürle iç içe yaşayan her toplulukta görülen bir şeydir. Bu yüzden bu çevrelerdeki anlayış tarzı, yerleşik kültür coğrafyasına kıyasla daha gelenekçi ve daha katıdır. 

            Bu noktada ‘bütün toplumlar geçmişe ait kültürlerini, geleneklerini ve inançlarını bir gecede silip atmamışlardır’ sözünüz doğru. Bunu çalışmanın değişik yerlerinde zaten ifade etmekteyim. Ayrıca, ülkemizde başta Türkçe olmak üzere, Türk kültür ve geleneklerinin yaşatılması noktasında Alevi çevrelerdeki çaba her zaman dikkat çekici olmuştur.

            Burada benim Araplaşmayı savunmam mümkün değil. Konuyu, öncelikle tarihsel gelişim noktasında ele aldığım için eserin özellikle ilk bölümünde tasviri bir bakış tarzıyla gelişmeleri bütüncül olarak ortaya koymaya çalıştım. Yoksa bunları farklı boyutlarıyla tartışma zeminine çekmeyi değil. Böyle bir zemine çekme çabası içine girildiğinde ise, çok daha farklı şeyler söylemek mümkün.

            İfade edilmelidir ki, önemli olan mutlak anlamda gelenekçi bir tavırdan ziyade yer, ortam ve zamana göre eski kültürel kodlara yönelik yenilikçi, rasyonel hatta eleştirel bir tavır takınabilmektir. Kişisel anlamda tavrımı merak ediyorsanız, ikinciden yana olduğumu belirtmeliyim.

2)   Anadolu Aleviliği, 10. yüzyılda mı başladı?

            “Alevilik tarihsel bir olgu olarak Türklerin İslam’a girişiyle birlikte yaklaşık X. yüzyıldan itibaren başlayıp, günümüze kadar gelişerek devam eden bir süreç içerisinde oluşmuştur.”

            Burada özellikle Türkler arasında Alevi anlayışların doğuş ve yaygınlaşmasıdır kastettiğim şey. Bu süreçte Ehl-i Beyt mensuplarının dikkat çekici bir rolleri de olmuştur. Yoksa evet Aleviliğin doğuşu ve kökenleri, Türklerin İslamlaşmasından çok daha öncelere, İslam’ın erken dönemlerine kadar gidiyor. Bunu çalışmanın giriş bölümünde kavramsal çerçeve bağlamında “Alevilik” kavramını ele alırken ifade etmekteyim.

            Aleviliğin sadece Türklere özgü olması tabii ki mümkün değil; zira bugün İslam dünyasına baktığımızda Türklerin dışında Araplar, Farslar, Kürtler hatta Arnavut ve Boşnak gibi toplulukların içinde de bu anlayışı benimseyen kitlelerin bulunduğunu görmekteyiz.

            Bu noktada sizin ‘Alevi İslam anlayışı özü itibari ile Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin kendisidir’ şeklindeki yaklaşımınıza tam olarak katılmam mümkün değil; zira Alevilik, Hz. Muhammed’in hayatında yok ki onun tebliğ ettiği dinin kendisi olsun. Burada zaten ifade ediyorsunuz, ‘Aleviler kendilerini böyle görürler’ diye. Evet, sadece Alevi çevreler, kendilerini önemli ölçüde böyle görmektedirler. Tabii bu öngörü, ne kadar tarihsel gerçeklerle uyuşmaktadır tartışılır? Zira Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din, Kur’an’ı ve Kur’an’daki temel, kurucu ilkeleri öne çıkaran evrensel bir İslam anlayışıydı. Bu anlayışa Alevilik dediğinizde bu durum pek çok problemi beraberinde getirecektir.

            Ayrıca, Türk kitlelerinin Emevilere karşı, Ehl-i Beyt mensuplarına verdikleri destek onlardaki adalet ve ahlak arayışının bir tezahürüydü.

            “Sayın Yıldız, katılmadığım diğer bir görüşünüz de Aleviliği sadece Türklere ait bir inanç gibi göstermenizdir. Zira Alevi İslam’ı benimseyen Arap, Fars ve Kürt kavminden olan kesimler de vardır. Bunları nereye koyacağız. Var olan bir şeyi yok sayıp, görmezlikten mi geleceğiz?” diyorsunuz.

            Şimdi, çalışmanın konusu Anadolu Aleviliği ve Aleviliğin Anadolu coğrafyasındaki yayılışı olunca, evet böyle bir algı ortaya çıkabiliyor. Ancak bu durum, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Aleviliğin sadece Türklere ait bir inanç olduğunu göstermemektedir. Çalışmanın diğer bölümlerine bakmış olmalısınız, buralarda yer yer Kürt Aleviler’den de bahsetmekteyim. Pek dikkatinizi çekmemiş gibi görünüyor, ya da gözünüzden mi kaçtı acaba?

3)   Ahmet Yesevi kimdi?

            Burada Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli üzerinden Alevilik-Batınilik ilişkisine giriyorsunuz. Bu mesele, tartışmalı ve tartışmalı olduğu kadar konuyu farklı mecralara çekme potansiyeline sahip bir mesele.

            Ahmet Yesevi ile ilgili daha farklı çalışmalar da var, onlara da bakmak gerekecektir.

4)   Moğollar ve Babailer İsyanı

            Burada yanlış anlamışsınız, Babailer ayaklanması ile ilgili kısımda tam olarak bunu söylemiyorum. Babailer isyanı, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılışının tek sebep ve sorumlusu değil, her ne kadar yenilgiyle de sonuçlansa, devletin yıkılışını kolaylaştıran bir etkiye sahiptir. İfade ettiğim şey bu. Yoksa bunun tek sorumlusu değil.

            Aslında Selçukluların yıkılışının birkaç değil pek çok sebebi vardır. Sizin söylediklerinizle birlikte, bu süreci hazırlayan ve hızlandıran daha farklı sebep ve gelişmeler de bulunmaktadır. Bu yüzden kaynakları iyi incelemek gerekiyor. Bu noktada Ahmet Yaşar Ocak’ın konuyla ilgili güzel bir çalışması var, ona bakılabilir.

5)   Safevi Devletine doğru bakış, nasıl olmalı?

            Her şeyden önce doğru bilgiyi esas alan, bilimsel bir bakış tarzına ihtiyacımız var. Tarihsel hadiseleri, öncelikle ortaya çıkmış olduğu dönemlere, şayet bütüncül biçimde bakabilirsek, daha doğru anlayabiliriz. Burada benim Osmanlı’yı merkeze koyma, hatta kutsallaştırma gibi bir çabam ve böyle bir kaygım da yok. Sadece olayların yaşandığı dönem ve sürecin fotoğrafını çektiğimizde o dönemde daha baskın ve güçlü bir devlet olduğu ortaya çıkıyor.

            Safeviler’le ilgili tespitinize katılıyorum; evet Şah İsmail, Osmanlı’yı yıkıp yeni bir devlet kurmadı. Şah İsmail, kendisini üzerinde bulduğu Akkoyunlu devletini, devlet içindeki iktidar çekişmelerinden de faydalanarak ortadan kaldırmış, bu şekilde Safevi Devleti ortaya çıkmıştır. Başlangıçta kızılbaş güçlerin ağırlıkta olduğu Safeviler’de, bu denge daha sonra ortadan kalkıyor. Zira kızılbaş Türkler, süreç içerisinde devletin merkez güçleri tarafından dışlanıp ötekileştiriliyor; böylece Farısi unsurlar, devlette hakim duruma geliyorlar ve kızılbaşlıktan Şiiliğe geçiş süreci yaşanıyor. Bu süreci iyi analiz etmek gerekiyor. Öyle ki bu süreçte kızılbaş Türkmenler arasında, Anadolu’ya geldikleri topraklara dönenler bile vardır.

            Safevilerle ilgili olarak Faruk Sümer başta olmak üzere Tufan Gündüz hocanın da güzel çalışmaları var. Daha önce Hans Roemer’den bir makale çevirmiştim, başlığı şöyle: “Kızılbaş Türkmenler: Safevi Teokrasisinin Kurucuları ve Kurbanları”.

            Tekrar ilginiz için teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

            Selam, saygı ve muhabbetlerimle.

                                                                                                                      Harun YILDIZ

                                                                                                                          30.08.2024

 

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

28 Ağustos 2024 Çarşamba

SELÇUKLU VE OSMANLI HANEDANLARI NEDEN EHLİ-SÜNNET MEZHEPLERİNİ SEÇTİLER?


                                                   hamdullahdedeoglu.blogspot.com.

SELÇUKLU VE OSMANLI HANEDANLARI NEDEN EHLİ-SÜNNET MEZHEPLERİNİ SEÇTİLER?

Selçukluların ve Osmanlıların Ehli-Sünnet mezheplerini neden devletin resmi mezhebi olarak seçtiklerini merak etmiştim. Çünkü, Türkler öyle anlatıldığı gibi Müslümanlığı hemen kabul etmemişlerdi. Sözde İslam, özde Arap ordularına karşı üç yüz yıl savaşmışlardı. Çok büyük bedeller ödemişlerdi. Arap orduları öyle katliamlar yapmışlardı ki, Türklerin bunu unutması mümkün değildi.  Öyleyse, Selçuklu ve Osmanlı hanedanları neden Ehli-Sünnet mezheplerini seçmişlerdi? Bugünkü yazımızda bunun nedenleri üzerinde duracağız.

Türkler, Emevilerle yüz yıl, Abbasilerle iki yüz yıl savaşmışlardı. Merkezi bir devletleri ve orduları olmadığı için Arap ordularına yenilmişlerdi. Ancak, Türkler Miladi 950 yılında Karahanlı hükümdarı Satık Buğra Han’ın İslam’ı kabul etmesi ile Müslümanlığı benimsemeye başladılar. Bu tarihte, Abbasi Halifeliği, Ehli-Sünnet mezhepleri konusunda daha karar almamıştı. Orta Asya’ya kadar uzanan Abbasi imparatorluğu topraklarında onlarca mezhep- ekol ve tarikat bulunuyordu.

Türklerin İslamiyet’i benimsemesinde Ehli-Beyt mensuplarının büyük katkısı olmuştu. Gerek Emeviler gerekse Abbasiler döneminde çok sayıda Ehli-Beyt mensubu baskılar nedeniyle, Türk kağanlıklarına sığınmak zorunda kalmıştı. O yüzden, Türkler arasında Ehli-Beyt mensuplarına karşı yoğun bir sevgi bulunuyordu. Onlara yapılan zulüme karşı çıkmışlar ve ellerinden geldiğince sahip çıkmışlardı. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı hanedanları da kurdukları devletlerde onları vergiden muaf tuttukları gibi, vakıflar aracılığı ile gelir elde etmelerini de sağlamışlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun eyalet ve sancak defterlerinde Ehli-Beyt mensupları için ayrı bir bölüm açılıyordu. Ehli-Beyt mensupları bu defterlerde “SADAT” “SEYYİD” ve “ŞERİF” olarak kayıt ediliyordu.

Bu kısa özeti yaptıktan sonra, asıl konumuza geçebiliriz. Selçuklular, 1040 yılında Gaznelileri yendikten sonra, Horasan ve İran coğrafyasına hakim olmuşlardı. Gaznelilerin kurucu hükümdarı Sultan Mahmud ve ondan sonra gelen oğlu Mesud, Abbasi halifesi tarafından “Sultan “ olarak kabul edilmişti. Gazneliler de her yıl halifeye topladıkları vergilerden pay gönderiyordu. 

Abbasi halifesinin o dönemde çok güçlü orduları bulunmuyordu. İmparatorluk topraklarını yerel hakimler ya da sultanlar aracılığı ile yönetiyorlardı. Ancak, yerel yönetici ve sultanlar üzerinde manevi bir hakimiyetleri bulunuyordu. O yüzden, yerel yöneticiler halifenin emir ve isteklerini yerine getirmek zorundaydılar. Örneğin; Abbasi halifesi Kadir Billah 1029 yılında mezhepleri dörtle sınırlandırıp, “Ehli-Sünnet”  (Hanefilik, Malikilik, Hanbelilik ve Şafilik) dışındaki mezhepleri yasakladığında, otoritesini tanıyan beyler ve sultanlara yazılar gönderip bu kararın uygulanmasını istemişti. 

Bu sultanlardan biri de Gazneli Mahmut’tu. Gazneli Mahmut, bu istek doğrultusunda Horasan ve yönetimi altındaki bölgelerde Ehli-Sünnet dışında kalan mezheplere karşı çok katı uygulamalar yaptı. Onların dergahlarını, medreselerini yıktırdı, yöneticilerini hapse attı. Bunlardan bazılarını da idam ettirdi. İşte, Gaznelilerin yerine geçen Selçukluların lideri Tuğrul Bey de yasal bir statü elde edebilmek için, Abbasi halifesine hediyelerle birlikte elçiler gönderdi. Elçiler, Halifeden Tuğrul Beyin “Sultanlık” ünvanını onaylanmasını istedi. Halife bir süre bekledikten sonra, Tuğrul Beye Sultanlık için gerekli olan Hilat ve beraatları gönderdi. 

Böylece, Oğuz Türklerinden olan Selçuklular, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilcisi olan Abbasi halifesinin manevi liderliğini benimsemiş oldular. Bu tarihte, İslam coğrafyasında iki halifelik vardı. Bağdat da Abbasiler, Kahire’de Fatimiler bulunuyordu. Abbasilerin kökeni Hz. Muhammed’in amca çocukları ABBAS OĞULLARINA, Fatimelerin ise, Abbasilerin baskılarından kaçan Ehlibeyt mensubu Hz. HASAN’IN torunlarına dayanıyordu. Abbasi halifesi, iktidarına destek veren Ehli-Sünnet mezhepleri olan Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbeliliği tanıyordu. Diğer mezhep ve ekolleri ise, İslam dışı görüyordu. FATİMİLER ise, Şiiliğin İsmailiye koluna mensuptular. Bu nedenle, aralarında çatışmalara varan şiddetli bir mücadele bulunuyordu.

İRAN SELÇUKLU DEVLETİ

Abbasi halifesi hem Fatimilere hem de imparatorluk içindeki yarı bağımsız olan beyliklere karşı yeni bir müttefik kazanmıştı. Bunlar Selçukluların önderliğinde bir devlet kuran Oğuz Türkleriydi. Halife, Gazneli Mahmut’a gönderdiği taleplerin aynısının Selçuklu sultanı Tuğrul Bey tarafından da yerine getirilmesini istedi. Ehli-Sünnet dışındaki mezheplerin yasaklanmasını ve Bağdat’da kendisini kontrol altında tutan Deylem kökenli Şii eğilimli Büveyhilerden kurtarılmasını istedi. Tuğrul Bey yeni fethettikleri bölgelerde kontrolü tam olarak sağladıktan sonra, miladi 1055 yılında bir orduyla Bağdat’a girerek, Büveyhilerin halife üzerindeki denetimine son verdi. Tuğrul Bey, Bağdat da halifenin kızıyla evlenerek ayrıca halifeyle akrabalık bağı da kurdu. Halife Kaim Biemrillah da bu sayede Oğuz Türklerinin korumasına ve desteğine sahip olmuştu. Her iki taraf da bu ilişkiden memnun kalmıştı.

Tuğrul Bey, Büyük Selçuklular devletini kurduktan sonra, hem aile içindeki iktidar mücadeleleri ile hem de halifenin karşısında yer alan Fatimi ve diğer mezhep ve tarikat mensupları ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu sorunları çözen Tuğrul Bey, Halifenin siyasi desteğini alarak fetih hareketlerini başlattı. Boy beylerine Bizans ve Fatimilerin denetiminde bulunan toprakların fethedilmesi görevini verdi. Beyler de doğu Anadolu’dan başlayarak Şam’a kadar olan bölgelere akınlar düzenlediler. Buralarda Selçuklu devletine bağlı beylikler kurdular. Tuğrul beyden sonra Selçuklu devletinin başına Sultan olarak Alparslan geçti. Onun döneminde kazanılan Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’da Türkleri durduracak bir güç kalmamıştı.

İran’daki Selçuklu devleti 1170 yılında iç çekişmeler nedeniyle dağıldı. Anadolu’daki Selçuklu devleti ise, Moğolların Anadolu’yu istilasına kadar devam etti. 1243 yılında Kösedağı savaşı ile Moğollara yenilen Anadolu Selçuklu devleti, 1280 yılında dağılma sürecine girdi. Bu tarihten sonra, Anadolu’da beylikler dönemi başladı. Osmanlı beyliği, Ahi şeyhlerin ve Babai dervişlerin desteği ile daha güçlü bir konuma geçti. Batıda Bizans imparatorluğu ile mücadele yürütmesi, halkın nezdinde de Osmanlığı beyliğini daha da güçlü kılmıştı.

Osmanlı devleti Anadolu’daki beyliklere son verip, siyasi birliği kurduğunda, Bağdat’daki Abbasi halifeliği 1258 yılında Moğollar tarafından ortadan kaldırılmış, Fatimi devleti de iç çekişmeler nedeniyle, 1173 yılında yıkılmıştı. Halifeliği, Kahire’de başında Türk komutanların bulunduğu Memluklular devleti temsil ediyordu. Ancak, Memluklular Şii değil, Ehli-Sünnet taraftarıydılar.

Osmanlı devleti, 16. Yüzyılın başlarında sınırlarını Orta Avrupa’dan, Afrikaya, oradan Orta doğuya kadar genişletmişti. 1517 yılında Memlukluları da ortadan kaldırmasıyla, Osmanlı İmparatorluğu İslam ülkeleri içinde lider duruma gelmişti. İslam mezhepleri içinde çok katı bir ayırım yapmayan Osmanlı devleti, Safevilerle girdikleri mücadele ve Memluklulardan halifeliği devir aldıktan sonra, Ehli-Sünnet mezheplerinin temsilciliğini de üstlenmişlerdi. Bu tarihten sonra, devletin resmi dini de yavaş yavaş Sünnilik doğrultusunda katılaşmaya başladı. Özellikle Mısır’dan büyük çoğunluğu Hanbeli mezhebinne mensup İBN TEYMİYYE ekolünden olan iki bin civarında din adamını getirmesi bunu daha da pekiştirdi. İbn Teymiye, hukuki yorumlarda (Fıkıh) aklın kullanılmasını reddeden bir görüşe sahipti. Ayrıca ibadetleri imana dahil eden ekolü temsil ediyordu. Bugünkü deyimle Vahabiliğe  yakın görüşlere sahipti. Ancak, Osmanlı devletinin resmi mezhebi Hanefilikti. Kadılar davalarda Hanefi fıkıhı (Hukuk) doğrultusunda karar veriyordu. Ancak Mısır’da getirilen mollalardan sonra, Osmanlı Devleti Hanefi fıkıhından (Hukuki yorumlarından) uzaklaşmaya başladı. Daha katı ve şekilci bir anlayışa evrildi.

NEDEN EHLİ-SÜNNETE DAHİL OLDULAR?

Buraya kadar Selçukluların ve Osmanlıların din anlayışlarını ve Abbasi halifeleriyle ilişkilerini kısaca anlatmaya çalıştık. Buradan yola çıkarak, Önce Selçukluların, daha sonra da Osmanlıların neden ehli-sünnet mezheplerinin temsilcisi olduklarını maddeler halinde açıklamaya çalışalım:

1-Türkler İslamiyeti kabul ettiğinde, İslam coğrafyası Abbasi halifesinin denetimindeydi. Abbasi halifesi Kadir Billah ve ondan sonra gelen Kaim Biemrillah, İslam dinindeki mezhepleri dörtle sınırlandırmış, diğer mezhepleri yasaklamış ve İslam dışı saymıştı. Dolayısıyla, Selçukluların İslam coğrafyasında nüfusun büyük çoğunluğunu meydana getiren Ehli-Sünnet dışında kalmaları mümkün değildi.

2-Abbasi halifesinin kontrolü altında bulunan topraklarda devlet kuran Selçukluların, Abbasi halifesini dışlamaları düşünülemezdi. Halifenin otoritesini ve din anlayışını kabul etmekle, yasal bir statü elde etmişlerdi.  

3-İslamiyeti yeni kabul eden Türkler, Ehli-Sünnet ve Şiilik gibi, kendi yorum ve anlayışlarını geliştirebilecek bilgilere henüz sahip değillerdi. Nitekim, Ahemet Yesevi ile başlayan ve Hacı Bektaş Veli ile devam eden İslam’ın Türk yorumu ancak 13. Yüz yılda ortaya çıkabildi. Fakat, bu tarihten sonra insanların düşünce ve inançlarını bu yönde değiştirmek ve kurumsal bir yapıya getirmek kolay değildi. Çünkü, diğer mezhepler kurumsallaşmış, yazılı kaynaklarını geliştirmiş ve toplumlarda kendilerine taban bulmuşlardı. Ehlibeyt İslam'ın bir Türk yorumu olan Hacı Bektaş Veli’nin öğretleri ise, ancak göçebe toplumlarda etkili olabildi. Şehirlerde ise, Bektaşilik olarak aydın ve entelektüel çevrelerde biraz taraftar bulabildi. Bugün, Alevilerin ve Bektaşilerin nüfus yapılarına baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz.

4-Selçuklu devletlerinin mirası üzerine kurulmuş olan Osmanlı devleti de o yolu takip etmek zorunda kaldı. Uluslararası Arena'da mücadele için bu zorunluydu. Osmanlı’nın karşısında Hristiyan bir Avrupa vardı. Hristiyan batıya karşı İslam coğrafyasının desteğini ancak bu şekilde alabilirdi. Yukarıda Selçuklular için saydığımız gerekçelerin aynısı Osmanlı devleti için de geçerlidir. Gerek Selçuklular gerek Osmanlılar için Ehli-Sünnet mezheplerini savunmak devlet olabilmeleri için bir zorunluluktu. Tarihi gerçekler bunu gerektiriyordu. Devletlerin politikaları geniş çıkarlar üzerine kuruludur. Böyle baktığımızda uluslararası arenadaki mücadeleleri daha iyi anlarız.

Saygılarımla.

Hamdullah DEDEOĞLU

28.08.2024

KAYNAKLAR:

-Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar-Türkmenler Türk Dünyası Araştırmaları vakfı yayınevi, 6. Baskı 2016.

-Prof. Dr. Erdoğan Merçil-Prof. Dr. Ali Sevim, Selçuklu Devletleri tarihi, Türk Tarih Kurumu yayınları,1995

-Prof. Dr. Bahattin Kök, Gazneli Mahmud-Abbasi halifesi El-Kadir arasındaki ilişkiler adlı makalesi, 1998

-Maşide Kamit, Abbasi halifesi Kaim Biemrillah döneminde Sünni-Şii iktidar mücadelesi adlı makalesi, 2014.

-Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

-Mustafa Şişman, Hacı Bektaş Veli, Sepya kitaplar, 2013.

-Bektaşiliğin İçyüzü, Tevfik Oytan, Demos Yayınları.

-Hüseyin Yalçın, Alevilik Tarihi, Karahan Kitapevi Yayınları.

-Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi, Alfa yayınları, 2014.

-Prof. Dr. Bernard Levis, Alamut Kalesi ve Hasan Sabbah, Nokta kitap, 2012.

-Osmanlı Devletine kadar Türkler-Türkiye Tarihi, Cem Yayınevi, 10. Baskı, 2009.

 

 

 

 

24 Ağustos 2024 Cumartesi

AKADEMİSYENLERİN “ANADOLU ALEVİLİĞİ” TEZLERİNE CEVAP

         hamdullahdedeoglu.blogspot.com

AKADEMİSYENLERİN “ANADOLU ALEVİLİĞİ” TEZLERİNE CEVAP

Son yirmi yılda akademik çevrelerde Alevilik ile ilgili çok sayıda makale, yüksek lisans tezi ve doktora tezi yayınlandı. Bu eserleri yayınlayanların büyük çoğunluğunu Alevi gelenekten gelmeyenler oluşturmaktadır. Bu Alevi toplumu için elbette ki olumlu bir gelişmedir. Ancak bu akademisyenlerin yine büyük çoğunluğu Aleviliği, Senkretik, Heterodoks veya Heterojen olarak tanımlamaktadır. Üç kelime de Yunanca kökenli olup, Türkçedeki karşılıkları “Farklı olan” “Aynı nitelikleri içermeyen” yani, devletin “resmi ve merkezi inancının dışında olan” anlamına gelmektedir.

Bir önceki makalemizde bunlara cevap vermiştik. Bugünkü makalemizde ise, Aleviliği “kitabi Müslüman” görmeyen, Anadolu Aleviliğini 10. Yüzyılda başlatan, Aleviliği sadece Türklere mahsus bir inanç gibi sunan, Babai ayaklanmasına ve Kızılbaş Safevi devletine yanlış pencereden bakan görüşlere cevaplar vereceğiz.

Yukarıdaki görüşlerin sunulduğu eserlerin başında Harun Yıldız’ın, “ANADOLU ALEVİLİĞİ, Amasya Yöresi Bağlamında Bir İnceleme” adlı doktora tezi gelmektedir. Ankara Okulu Yayınları tarafından ilk baskısı 2004, üçüncü baskısı 2021 yılında yapılan doktora tezinde yanlış bulduğumuz ya da katılmadığımız görüşleri maddeler halinde ele alıp cevaplar vereceğiz. Bu sadece sayın Harun Yıldız’a değil, tezlerinde aynı düşünceleri savunan akademisyenlere de bir cevap olacaktır.

KİTABİ MÜSLÜMAN/SÜNNİ İSLAM NE DEMEK?

1-“Bu süreçte şehir ve kasaba gibi yerleşim merkezlerinde genelde medreselerde öğretilen ve bu yüzden kitabi esaslara daha bağlı olan kitabi İslam tasavvuru/Sünni İslam yorumu etkili olurken; özellikle kırsal kesimde, dağlarda ve yaylalarda yaşayan göçebe ve konar-göçer topluluklar arasında kitabi İslam’dan farklı olan ve önemli ölçüde Alevi eğilimli Türkmen derviş ve babaların yaptığı propaganda faaliyetlerinin sonucunda, daha çok İslamiyet öncesi eski inanç ve geleneklerden beslenen akımların etkili olduğu şifahi-sözlü ve mistik boyutları olan bir İslam tasavvuru görülmekteydi.” (Sayfa, 45)

Burada sayın Yıldız’a iki noktada itirazımız olacaktır. Birincisi, şehir ve kasabalardaki halkın hepsi okur-yazar ve medrese eğitimli miydi? Yani bütün şehir ve kasabalarda yaşayanlar dini kaynaklarında kendileri mi okuyup öğrenmişlerdi, yoksa, sizin Sünni İslam dediğiniz ve devletin resmi mezhebini savunan şeyh ve mollalardan sözlü yollardan mı öğreniyorlardı? Şehir ve kasabalardakilerin inancı “kitabi Müslüman” oluyor da kırsal kesimdekilerin inancı “kitabi” olmayan mı oluyor?

1920’li yıllarda bile okuma yazma oranının yüzde 7-8 olduğu bir toplumda, sekiz yüz yıl önceki okuma-yazma oranı sizce yüzde kaç olabilir? Elbette ki, şehir ve kasabalardaki halkın büyük çoğunluğu konur-göçerler gibi sözlü ve şifahi olarak öğreniyordu.

İkinci itirazımız göçebe ve konar-göçer toplulukların İslamiyet öncesi eski inanç ve geleneklerden beslendiğidir. Sayın Yıldız, bütün toplumlar geçmişe ait kültürlerini, geleneklerini ve inançlarını bir gecede silip atmamışlardır. Yani, Müslüman olan Araplar da eski kültürlerini, geleneklerini ve inançlarının bir kısmını devam ettirmişlerdir. Örneğin; Arap kavminin İslamiyet’ten önceki çok kadınla evlenme geleneği, İslam’ı kabul etmelerinden sonra da devam etmiştir. Buna benzer çok sayıda örnekler verebiliriz.

Alevi Türkmenlerin eski geleneklerine, göreneklerine ve kültürlerine sahip çıkmasının eleştirilecek bir tarafı yok, tam tersine “doğru olanı yapmışlar” demenizi beklerdim. Zira Alevi Türkmenler olmasaydı Türk kültürü bugüne taşınamayacak, belki de Türkçe diye bir dil olmayacaktı. Kültürlerini ve geleneklerini kaybeden bazı kavimler, örneğin kuzey Afrika halkları (Fas, Tunus, Cezayir) hem dillerini kaybettiler hem de kültürlerini kaybederek Araplaştılar.

Sayın Yıldız, Siz yoksa bunu mu savunuyorsunuz?

ANADOLU ALEVİLİĞİ 10. YÜZYILDA MI BAŞLADI?

2- “Alevilik tarihsel bir olgu olarak Türklerin İslam’a girişiyle birlikte yaklaşık X. Yüzyıldan itibaren başlayıp, günümüze kadar gelişerek devam eden bir süreç içerisinde oluşmuştur.”

Sayın Yıldız, Alevilik, Türklerim İslamiyet’i kabul etmesi ile ortaya çıkmamıştır. Alevi İslam anlayışı özü itibari ile Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin kendisidir. Daha sonra Hz. Ali ile devam edip, evlatları aracılığı ile bugüne kadar gelmiştir. Aleviler kendilerini böyle görürler. Türklerin Alevi İslam’ı benimsemesinin nedeni Horasan, Maveraünnehir ve Türkistan coğrafyasına sığınan Ehlibeyt mensupları ile onların davetçileri sayesinde olmuştur. Bunu siz de tezinizde belirtiyorsunuz.

“Zira Türkler, Emevilerin Arap ırkçılığına dayalı politikalarına karşı Ehlibeyt adına hareket eden gruplarla ortak hareket ediyor ve Ehlibeytin sevgi ve hoşgörüye dayanan din anlayışını benimsiyordu.” (Sayfa, 41) Burada bir çelişki yok mu? Hangisi doğru?

Aslında doğru tespit yapmışsınız. Anacak yanlış sonuca varmışsınız. Zira Yahya bin Zeyd’in Emevilere karşı isyanından sonra (M. 743) Türklerin ehlibeyt aracılığı ile İslam dinine girmeye başladığını belirtmişsiniz. Bu tespitleriniz bize göre de doğrudur. Bu tespitlerden sonra Alevliği 10. Yüzyılda başlatıp ve sadece Türklere mahsus olması ise, doğru değildir. Çünkü sizin de belirttiğiniz gibi, Ehlibeyt İslam’ı sevgi ve hoşgörüye dayanıyordu. Türklerin Aleviliği benimsemesinin nedeni de buydu. Zira Alevi İslam anlayışı, Ehlibeyt’in savunduğu İslam’dı. Bu yüzden Alevi İslam, 10. yüzyılda değil, Hz. Muhammed ile başlar. Hz. Ali devam eder, evlatları aracılığı ile de bugüne kadar gelmiştir.  

Sayın Yıldız, katılmadığım diğer bir görüşünüz de Aleviliği sadece Türklere ait bir inanç gibi göstermenizdir. Zira Alevi İslam’ı benimseyen Arap, Fars ve Kürt kavminden olan kesimler de vardır. Bunları nereye koyacağız. Var olan bir şeyi yok sayıp, görmezlikten mi geleceğiz?

AHMET YESEVİ KİMDİ?

3-Sayın Yıldız, sizin kitabi Sünnilik dediğiniz İslam, Abbasi Halifesi Kadir Billah döneminde Miladi takvime göre 1029 yılında sarayda alınan bir kararla ortaya çıkmıştır. Bu kararda dört mezhep yasal sayılırken, onun dışında kalan yorumlar yasaklanmış ve İslam dışı sayılmıştır. Ve haklarında takibat yapılmıştır. Yani cezalandırılmışlardır. Üstelik mezheplere adları verilen ekol sahiplerinden hiçbiri o tarihte hayat da değildi. Türklerin kurmuş olduğu beylik ve devletlerde de Abbasi Halifesinin almış olduğu kararlar uygulanmıştır. Bu nedenle, devleti yönetenlerin temsil ettiği İslam anlayışı Sünni İslam’dı. Anacak tabandaki halkın yoğun olarak benimsediği İslam, Ehlibeyt mensuplarının ve onların temsilcilerinin tebliğ ettiği İslam anlayışıydı. Hoca Ahmet Yesevi de Ehlibeyt mensuplarının tebliğ ettiği İslam’ı yani, sizin de belirttiğiniz gibi, sevgi ve hoşgörüye dayanan İslam anlayışının temsilcisiydi.

Sayın Yıldız, Bazı kaynaklarda Hoca Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli’nin “Batini” olduğu, yani Ehlibeyt taraftarı olan Fatimilerin benimsediği Şia’nın “İsmailiye koluna mensup olduğudur. Abdülbaki Gölpınarlı “Mevlana Celalettin Rumi” adlı eserinde, Mustafa Şişman Hacı Bektaş Veli adlı eserinde, yazar İsmail Saltuk ve Prof. Dr. Bernard Levis de eserlerinde aynı görüşü paylaşmışlardır. Horasan bölgesinde çok yoğun olarak bulunan İsmaili Dailerinin faaliyetleri ve bölgenin önde gelen şair ve bilim insanlarından Ömer Hayyam’ın, Nasır-ı Hüsrev’in, Feridun Attar’ın ve İbni Sina’nın İsmaili olarak tanınması da bu görüşü desteklemektedir.

Ayrıca Necmettin Erbakan Üniversitesi öğretim üyelerinden sayın Zahide Ay, Bedahşan bölgesinde yaptığı saha araştırmalarında, Ahmet Yesevi’nin bölgedeki İsmaililer tarafından bir “Fatimi Daisi” olarak anıldığını belirtmiştir. Anadolu Alevilerinin inançlarına on iki imamı dahil etmeleri, Safevi devletinin kuruluşundan sonra olmuştur.

MOĞOLLAR VE BABAİ İSYANLARI

4-Sayın Yıldız, siz de diğer akademisyenler gibi Anadolu Selçuklu Devletinin dağılmasının sorumlusu olarak Babailer isyanını gösteriyorsunuz. Aynı nakarat diğer akademisyenlerin tezlerinde de yer almaktadır. Oysa, Anadolu Selçuklu devletinin dağılmasının bir değil, birkaç nedeni vardı.

1-Babai isyanı neden Selçuklu sultanı Alaattin Keykubat döneminde değil de Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında oldu?

2-Konar-göçerler ve Celalettin Harzemşah’la Anadolu’ya gelen kitleler ve silahlı gruplar Babai isyanına neden destek verdiler?

3-Alaattin Keykubat Gıyasettin Keyhüsrev’i değil de neden Memluklu prensesinden olan oğlu İzettin Kılıçaslan’ı veliaht olarak seçilmesini vasiyet etti?

4-Moğol işgaline, Mevlana Celalettin de dahil olmak üzere, Selçuklu bürokrasisi değil, yine Babai isyanına destek veren kitleler direnmişlerdir. Bu uğurda binlerce şehit vermişlerdir. Bunların başında da Ahi Evran gelmektedir. Dolayısıyla Selçuklu yönetimi zaten Moğollarla iş birliği içindeydi. Kendisinden sayıca çok az olan bir orduya neden direnemedi? 

Yukarıdaki soruların cevabı nettir. Tabandan kopmuş ve stratejik akıldan yoksun kötü bir yönetim, Selçuklu hanedanlığının sonunu getirmiştir. Ancak şunu da unutmayalım; Babai isyanına katılan şeyhler, dervişler, babalar, erenler ve aşiretler destek vermeseydi Osmanlı, Anadolu’da öne çıkan bir beylik olabilir miydi? Bize göre mümkün değildi. İşte bu da o dönemde Anadolu’da en aktif toplumun kimlerden oluştuğunu göstermektedir.

SAFEVİ DEVLETİNE DOĞRU BAKIŞ NASIL OLMALI?

5-Sayın Yıldız, kitabınızda öyle anlatımlarda bulunuyorsunuz ki, Osmanlı devletini merkeze koyup kutsal bir devlet sayıyorsunuz, karşısındaki Safevi devletini ise, Osmanlı’yı yıkmak için ortaya çıkmış bir ”Şer” kuvveti olarak gösteriyorsunuz. O zaman şöyle düşünmek de yanlış olmaz: Osmanlı da Selçuklulara karşı hareket eden bir “Şer” kuvveti miydi?

Sayın Yıldız, Şah İsmail, Osmanlı’yı yıkıp yeni bir devlet kurmadı. Var olan Akkoyunlu devletinin yönetimini ele geçirerek, Kızılbaş bir Türkmen devleti yapmıştır. Osmanlı ile aralarındaki çekişmenin esas nedeni bölgeye, dolayısıyla ticaret yollarına hakim olma mücadelesidir.

Sayın Yıldız, Amasya bölgemizle ilgili güzel araştırmalar yapmışsınız. Emeğinize sağlık. Ancak yanlış ya da eksik bulduğum noktaları yazmayı da bir zorunluluk olarak gördüm. Kitabınızla ilgili olarak yazdığım eleştiri ve önerileri bundan sonraki baskılarda dikkate alacağınızı ümit ediyor, bu vesile ile selam ve saygılarımı iletiyorum.

Hamdullah Dedeoğlu.

24.08.2024.

Popular