27 Kasım 2024 Çarşamba

ATATÜRK’ÜN AYDIN DİN ADAMLARI

 

ATATÜRK’ÜN AYDIN DİN ADAMLARI

Mustafa Kemal, kurtuluş mücadelesini başlatmaya karar verdiğinde, kendisini destekleyenlerin başında mensubu olduğu silahlı kuvvetlerin subayları geliyordu. Sivil kesimde ise, aydın din adamları bulunuyordu. İl ve ilçelerde kurulan Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerin büyük çoğunluğunun kurucu başkanları Müftüler ve imamlardan oluşuyordu. Düşman işgaline karşı halkı aydınlatma ve örgütleme görevini müftüler ve imamlar üstlenmişti. Zira toplumun okur-yazar ve en bilinçli kesimini bunlar oluşturuyordu. Müftü ve din adamlarının çok az bir kısmı işgalcilerin talep ve isteklerini yerine getiren Damat Ferit Paşa hükümetinin yanında yer almıştı. Büyük çoğunluğu Milli mücadeleyi desteklemişti.

Din adamları sadece düşman işgaline karşı değil, gerici isyanlara ve emperyalistlerin örgütlediği gayri Müslüm (Ermeni-Rum) silahlı çetelere karşı da mücadele ettiler. Örgütledikleri milis güçlerle sivil halkın korumasını da üstlendiler. İşbirlikçi İstanbul hükümetinin örgütlediği ve para desteği verdiği gerici isyanların bastırılmasında Kuvayi Milliye güçlerine hem maddi olarak hem de silahlı milis güçlerle destek verdiler. Onların katkısı ile asker-sivil halkın bağlantısı sağlandı. Bu aydın ve vatansever din adamları, geniş halk kitlelerin milli mücadeleye destek vermelerinde etkin rol oynadılar.

Bugünkü makalemizde işte bu aydın din adamlarından öne çıkan üç şahsiyetten örnekler vereceğiz. Birincisi cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı olan Ankara Müftüsü Börekçi Mehmet Rıfat Efendi, ikincisi Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi ve üçüncüsü Bektaşilerin (Alevilerin) inanç önderi olan Çelebi Cemalettin Efendi.

Börekçi Mehmet Rıfat Efendi, emperyalist işgale ilk tepki veren müftülerden biriydi. İstanbul hükümetinin işgalcilere teslimiyetçi bir politika izlediğini görünce hiç düşünmeden Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı kurtuluş mücadelesinden yana tavır aldı. Ankara’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kuruluşunda yer aldı ve ilk başkanı oldu. Hakkında İstanbul hükümetinin Şeyhülislamı olan Dürrizade Abdullah Efendinin vermiş olduğu idam fetvası bulunuyordu. Mustafa Kemal 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde büyük bir halk kitlesi tarafından karşılanmasına önderlik etti. Mustafa Kemal ile birlikte Ankara’ya gelen Heyeti Temsili’ye üyelerine kalacak yer sağladı. Onların yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını karşıladı. Halktan ve çevresinden topladığı paraları Heyeti Temsiliye üyelerine teslim etti. Hatta kendisinin ve eşi Saniye hanımın kefen parasını ve cenaze masrafları için biriktirdiği parayı bile Kuvayi Milliye’ye bağışladı. Börekçi Mehmet Rıfat Efendi böyle bir şahsiyetti. Kurtuluş mücadelesi başarıya ulaşıp, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Mustafa Kemal tarafından Diyanet İşleri Başkanlığına getirildi. Atatürk’ün bütün devrimlerine destek verdi.1941’de vefat edene kadar bu görevini başarıyla yerine getirdi. 

Ruhu şad, mekanı ebedi cennet olsun.

İkinci örneğimiz Amasya müftüsü Hacı Tevfik Efendidir. Mustafa Kemal’in Amasya’yı ziyaret etmek isteği iletildiğinde, ilk olumlu tepki verenlerin başında Amasya müftüsü Hacı Tevfik Efendi geliyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları 12 Haziran 1919 ‘da Amasya’ya geldiğinde askeri ve sivil heyetin başında Hacı Tevfik Efendi bulunuyordu. Bu heyetin içinde askerler, sivil memurlar ve her kesimden geniş bir halk kitlesi bulunuyordu. Tarihçi Cemal Kutay’ın verdiği bilgiye göre, bunların arasında Hacı Bektaş’taki Dergahın postnişini olan Çelebi Cemalettin Efendi de yer almıştı.

Amasya müftüsü Hacı Tevfik Efendi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını büyük bir kalabalık kitleyle şehrin dışında karşıladı. Kalabalığın coşkusunu gören Mustafa Kemal bu durumdan oldukça memnun kalmıştı. Müftü Hacı Tevfik Efendi Mustafa Kemal’e “Hoş geldiniz paşam” dedikten sonra; bütün heyetin duyacağı gür bir sesle:

“Paşam, bütün Amasya emrinizdedir. Gazanız mübarek olsun”

Mustafa Kemal ve beraberindeki heyet Amasya’da kaldıkları müddetçe Amasya Müftüsü tarafından sıkça ziyaret edilerek bütün ihtiyaçları karşılandı. Halktan toplanan paralarla mali yardımda bulunuldu. Kötü günler için biriktirdiği parasını dahi Mustafa Kemal’in yaverine teslim etti.

Müftü Hacı Tevfik Efendi Amasya’da kurulan Anadolu Mudafaa-i Hukuk Cemiyetinin başkanı oldu. Hacı Tevfik Efendi, asayişin sağlanmasında jandarma ve polis güçlerine destek verdi. Sivil halktan oluşturduğu silahlı milislerle hem halkın güvenliğini sağladı hem de çevredeki gerici isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı. Bunlardan en önemlisi Zile isyanıydı.

Müftü Hacı Tevfik Efendi yakalandığı Zatürre hastalığı nedeniyle 1921 yılının Kasım ayında elli beş yaşında vefat etti. Ruhu Şad, mekanı ebedi cennet olsun.

Üçüncü şahsiyet Hacıbektaş Dergahın postnişini olan Çelebi Cemalettin Efendidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Mustafa Kemal’i 12 Haziran 1919 da Amasya’da karşılayanlar arasında bulunuyordu. Milli Mücadeleye ilk destek açıklayanlardandı. Hacıbektaş ilçesindeki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurucusu ve başkanlığını yaptı. Mustafa Kemal 22 Aralık 1919’da Hacıbektaş dergahına geldiğinde, onları ilçe girişinde bir heyetle karşıladı. Karşılayan heyetin içinde Hacıbektaş Dergahın Dede postunda bulunan Niyazi Salih Baba da vardı. Çelebi Cemalettin Efendi ile birlikte Heyeti Temsiliye üyelerini İçtenlikle karşıladılar. Mustafa Kemal ile yaptıkları görüşmeden kurtuluş mücadelesine bütün imkanları ile destek vereceklerini ifade ettiler. Bu taahhütlerini de kurtuluş mücadelesi boyunca yerine getirdiler. Hem maddi hem manevi hem de insan kaynakları olarak taraftarlarını milli mücadelenin içinde yer almalarını teşvik ettiler.

Çelebi Cemalettin Efendinin de içinde bulunduğu Türkiye Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920’deki açılışına, Dergahın Dede postunda bulunan Salih Niyazi Baba şöyle bir telgraf çekmişti:

“Meclisin açılış günü olan Cuma günü, Dergah-ı Şerif Camii’nde kasaba ve köy ahalisi toplanarak Mevlit ve Hatim-i Şerif kıraat ettirilerek (Kur’an okutularak) şekerler, şerbetler dağıtılmıştır. Cenab-ı Allah, Milli çalışmaları birleştirme ve mukaddes vatanımızın düşman ellerinden kurtarılması uğrunda geceli-gündüzlü çalışan Heyet-i Muhteremenizi her bir işinde muvaffak eylesin. Davete icabet eden umum Babalar ve muhiban-ı dervişan (Bektaşi toplumu) namına arz eylerim.”

Türkiye Büyük Millet Meclisinde Başkan vekilliği görevinde de bulunan Çelebi Cemalettin Efendi rahatsızlığı nedeniyle 1921 yılında vefat etti. Ruhu şad, mekanı ebedi cennet olsun.

İşte Atatürk’ün aydın din adamları böyle bir kişiliğe sahiptiler. Boyunlarında idam fetvaları bulunduğu halde, hiçbir çıkar gütmeden, korkmadan ülkemizin bağımsızlığı ve özgürlüğü için canla başla mücadele ettiler. Bu güzel vatanı bizlere emanet bıraktılar. Günümüzdeki din adamlarına örnek olması dileğiyle…

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

27.11.2024

Kaynaklar:

--Hüseyin Menç, Milli mücadele yıllarında Amasya, Amasya Belediyesi Yayınları.

--Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Mustafa Kemal ve Milli Mücadelede Din Adamları.

--Recep Çelik, Milli Mücadelede Din Adamlarının Rolü, Doktora Tezi.

23 Kasım 2024 Cumartesi

DIŞ TEHDİT VE KUVAYİ MİLLİYE CEPHESİ

 

DIŞ TEHDİT VE KUVAYİ MİLLİYE CEPHESİ

Son günlerde iktidar ortağı siyasi parti yöneticileri tarafından arka arkaya açıklamalar gelmektedir. “Büyük tehditler var” Türkiye toprak kaybedebilir” Bu açıklamaların kaynağı Orta doğudaki gelişmelerdir. Başını ABD ve İsrail’in çektiği emperyalist güçler Orta doğudaki çıkarlarını korumak amacıyla, PKK-YPG aracılığı ile bitişiğimizde kendilerine bağımlı bir taşeron uydu devlet kurmak için faaliyetlerini en üst noktaya çıkarmış bulunmaktalar. Nihai maç, bu uydu devletini genişleterek Türkiye, Suriye, Irak ve İran’dan toprak kopartmaktır. Yüz yıl önceki emperyalist İngiliz projesi tekrar hayata geçirilmek istenmektedir.

PKK-YPG’ye ait televizyon ve YOU TUBE kanallarında emperyalistlerin bu projesinden övgüyle bahsedilmektedir. ABD ve İsrail’in PKK ve YPG’ye verdiği desteğin “önemli olduğu” belirtilerek bu ortaklığa hazır olduklarını açıklamaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek dünyanın en büyük gücü ile bölgenin en güçlü devletinin arkalarında olduğundan emin bir şekilde “bizi kimse engelleyemez” türünde üst perdeden açıklamalar yapılmaktadır. Yani, emperyalistlerle iş birliği içinde olacaklarını alenen ilan etmektedirler. O halde bu durumda Türkiye ne yapmalıdır? Bu makalemiz de buna cevaplar bulmaya çalışacağız.

Öncelikle iktidardaki partilerin bölgedeki gelişmeleri tam olarak kavrayıp kavramadıkları üzerinde durmamız gerekecektir. Bir taraftan “Dış tehdit var, iç cepheyi sağlamlaştırmamız lazım” denilirken, diğer taraftan iç cepheyi oluşturanların üzerine devletin gücü ile abanmak ne oluyor? En küçük eleştirilere bile tahammül edemeyen ve bu devletin kurucu ilkeleri ile problemleri olanlar iç cephenin bütünlüğünü sağlayabilirler mi? Tarikat ve cemaat mensuplarının yirmi birinci yüzyıldan kopuk, orta çağa ait teolojik düşünceleri ile ülkenin birliği ve beraberliği sağlanabilir mi? Bu yetmiyormuş gibi resmi tören dışında subay yemini edip, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diyen ve bu ülke için canlarını vermeye hazır olduklarını belirten teğmenleri ihraç ederek, iç cephe sağlam tutulabilir mi?

İktidardaki parti yöneticilerinin dış tehdit konusundaki sözlerinin toplumun tümü tarafından samimi bulunması ve kabul görmesi isteniyorsa, öncelikle Anayasa mahkemesinin vermiş olduğu kararların uygulanması gerekir. Yine, Anayasa hükümleri gereğince, Türkiye Cumhuriyetinin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti ilkelerine bağlı kalacaklarını ve bunu uygulayacaklarını kamuoyuna yeniden deklare etmeleri gerekir. Bu da yetmez; muhalifler aleyhinde yargıda devam eden bütün davaların geri çekilmesi ve yargının tarafsız ve bağımsızlığı sağlanmalıdır. Fikir ve vicdan hürriyetini kısıtlayan kanunlarda değişiklik yapılarak toplumun tümüne yargı güvencesi verilmelidir. Kısaca, iç barışı güçlendirecek ve toplumun tümünü kucaklayacak adımlar atılmalıdır. 

Bundan sonra ne yapılmalıdır? Bütün komşularla başta Suriye olmak üzere, Irak ve İran’la görüşmelere başlanmalı ve emperyalist saldırıya karşı ortak hareket edilmesi sağlanmalıdır. Bu birliktelik sağlanırsa, emperyalist saldırılara daha güçlü bir şekilde cevap verilmiş olunur.

Ülke içinde ise, yapılması gereken bellidir. Yüz yıl önce Mustafa Kemal ne yaptıysa aynı politika ve stratejiler güncellenerek, yeniden Kuvayi Milliye cephesi kurulmalıdır. Yani muhafazakarı, dindarı, sağcısı, solcusu, milliyetçisi, komünisti bütün toplum kesimlerini bir araya getiren bir birleşik cephe modeli oluşturulmalıdır. Kısaca emperyalizme karşı olan ve ülkemizin birlik ve beraberliğinden yana olan herkes bu ittifaka dahil edilmelidir. Bu cephenin yönetiminde her kesimden temsilciler bulunmalıdır. Kararlar bu birleşik cephe içinde yer alan temsilciler tarafından alınmalıdır. Yani kurtuluş savaşı sırasında görev yapan “Heyeti Temsiliye” gibi. Böyle bir oluşum, karşımızda yer alan güçlere karşı caydırıcı bir etki yaratacaktır. Ancak buna rağmen emperyalist güçler, saldırgan tutumlarını devam ettirmesi halinde, geri adım atmadan gerekli askeri tedbirler alınarak vatanın bölünmez bütünlüğü ve ülkenin bağımsızlığı için kararlılık ifadesi ortaya konulmalı ve bu tutum tüm dünya kamuoyuna açıklanmalıdır.

İçte ve dışta oluşturulacak bu birliktelik, bölge ülkelerinin bölünmez bütünlüğünü sağlayacak, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin ise, yenilgisini getirecektir. 

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

23.11.2024.

 

 

20 Kasım 2024 Çarşamba

DİN BİR AFYON MU?

DİN BİR AFYON MU?

Dinler ve inançlar, tarih boyunca hep kullanılmıştır. Roma imparatorluğu yüz yıllarca Hristiyanlığı kullanmıştır. Avrupalı devletler Haçlı seferleri düzenleyerek Orta doğuyu ele geçirmek için kullanmıştır. Emeviler ve Abbasiler yine aynı şekilde İslam dinini istila ve işgallerinde bir araç olarak kullanmıştır. Oysa, hiçbir dinde istila, yağma, işgal ve katliam yoktur.

Yirmi birinci yüzyıla geldiğimizde din hala politikada, siyaset de bir araç olarak kullanılmaya devam edilmektedir. En son ABD seçimlerinde her iki aday da kiliselerde toplantılar ve açıklamalar yaparak din üzerinden seçim propagandalarına devam ettiler. Aynı yöntemler maalesef ülkemizde de kullanılmaya devam edilmektedir. Oysa, dinler ve inançlar insanların manevi dünyasına aittir. Onu kimse istismar edemez, çıkarları için kullanamaz. Bunu bütün dinler yasaklamıştır. 

O halde, politikacılar, ellerini dinin üzerinden neden çekmiyorlar? Bunun nedeni, din ve inançlar üzerinden siyaset yaparak geniş kitleleri avlamak ve bunu oya dönüştürmek daha kolay olduğu için yapılmaktadır. Yani, hedeflerine ulaşmak için fazla bir çaba göstermeden, emek sarf etmeden kısa yoldan amaca ulaşılmaktadır. Oysa, ülkemiz de dahil olmak üzere, bu ülkelerin büyük çoğunluğunun anayasalarında laiklik ilkesi bulunmaktadır. Fakat uygulamada bu ilke ihlal edilmektedir. Toplumların din ve dinler tarihi konularında yeterli bilgiye sahip bulunmaması nedeniyle, insanların inançları istismar edilmektedir. Bu konuda ülkemizi örnek verecek olursak, laiklik ilkesine uygun olarak politika ve siyaset üretenler diğer ülkelerde olduğu gibi, din tüccarları tarafından “dinsiz” olmakla itham edilerek. "düşman" kategorisine konulmaktadır. Bu yolla rakipler toplumdan tecrit edilerek etkisiz kılınmaktadır. Sonuçta, iktidar olma hedefine ulaşılmış olunmaktadır.

Dünyada dinleri kullanarak iktidarı ele geçiren partiler, teolojik ideolojileri nedeniyle toplumların sorunlarına bir çözüm getirmekten uzaktırlar. Bu nedenle, iktidarlarının devamını sağlamak amacıyla, devletin kurumları aracılığı ile bir baskı rejimi kurmaktadırlar. Yani, demokrasiyi kullanıp otoriter bir rejimi hakim kılmaktadırlar. Bu otoriter rejimler, din ve inançlar üzerinden baskıladığı toplumun büyük çoğunluğunu etkisiz hale getirmektedirler. Kendilerine muhalif olup ses çıkaranları ise, aynen orta çağ Avrupasında olduğu gibi, sahip oldukları teolojik ideoloji gereğince, onları aforoz edip cezalandırma yoluna gitmektedirler. Dünyada, özellikle de İslam coğrafyasında bu tip rejimlerin sayısı hiç de az değildir.

Konumuza gelecek olursak; din elbette afyon değildir. Ancak insanların inançları, din tüccarı politikacıların elinde, kitleleri uyuşturmak için kullanılan bir araç haline getirilmiştir. Toplumlar, din ve inanç aracılığı ile afyon içmiş gibi suskun hale getirilmektedir. Oysa, bütün dinler, adaletli olmayı, ahlaklı olmayı, yardımlaşmayı ve dayanışmayı öğütler. Ancak, geniş halk kitleleri bu bilgiden yoksun oldukları için kolaylıkla dini inançlar üzerinden etki altına alınabilmektedir. Halkları ve milletleri aydınlatması gereken din adamlarının büyük çoğunluğu ise, tüm bu olup bitenler karşısında sessiz kalmayı tercih etmektedirler. Tarih, elbette bir gün görevlerini bildikleri halde, yerine getirmeyen o din adamlarını da yazacaktır.

Saygılarımla

Hamdullah Dedeoğlu

20.11.2024

ALEVİLİĞİN KUR’AN’DAKİ YERİ


ALEVİLİĞİN KUR’AN’DAKİ YERİ

Bir önceki makalemizde Aleviliğin tarihsel gelişimini ve felsefesini yazmıştık. Bugünkü makalemizde aleviliğin Kur’an’daki yerini ele alacağız.

Alevilik’deki islam anlayışı, sevgi üzerine kurulmuştur. Allah sevgisi, peygamber sevgisi, peygamber ailesine (Ehli Beyt) olan sevgi ve insana olan sevgidir. Bunu, alevi ozanların deyiş ve düvazlarında sıkça görebiliriz. Bütün evrenin yaratıcısı olan Allah, bu deyiş ve düvazlarda “Hak” olarak geçer. Bir alevi vefat ettiği zaman, “öldü” denmez, “Hakka yürüdü” denilir. Allah’ın yarattığı insanın, öldükten sonra da, tekrar tanrıya dönüleceğine inanılır. Bu inancı da Kur’an’dan gelmektedir. BAKARA suresi 28. Ayet’de şöyle denilmektedir:

“ Siz nasıl olur da Allah’ı inkar edersiniz ? Siz ki ölülerdiniz, o sizi diriltti. Sizi yine öldürecek ve yine diriltecektir. Sonunda ona döndürüleceksiniz.”

Yine BAKARA suresinin 156. ayetinde, “ Onlar derler ki, biz tanrıdan geldik ve sonunda ona döneceğiz.”

İlahiyatçı-yazar Mustafa Cemil Kılıç “ Kur’an’daki Alevilik” adlı eserinde bu konuyu şöyle özetlemektedir:

“Alevilkteki Tanrı inancı, gerçek İslami inanca uygun olarak “Tanrı-Varlık özdeşliği” doğrultusundadır. Bu “ Tevhid İnancı” ya da Tanrı ile varlığı birleme, yahut hakiki varlık olarak sadece Tanrı’yı kabul etme inancıdır. Buna göre, bütün varlıklar ezeli ve ebedi olan Tanrı’nın varlığından tecelli etmiştir. Öyleyse, aslında Tanrı, gerçek, yani mutlak varlıktır. Tanrının dışındaki varlıklar ise, mutlak varlığın yansımalarından başka bir şey değildir. Oysa, varlıkların mutlak manada yokluktan yaratıldıklarını iddia etmek, yani varlığın kaynağını yokluğa izafe etmek, Tanrı’yı da yokluk olarak telakki etmek demektir. Bu ise, inkarın ve küfrün ta kendisidir. “ (MUSTAFA CEMİL KILIÇ, KUR’AN’DAKİ ALEVİLİK, Sayfa 19)

Tanrının yarattığı en kutsal varlık şüphesiz İnsandır. Ona, akıl ve düşünme yeteneğini vermiştir. Alevilkteki insan sevgisi de buradan gelmektedir. İnsanlar arasında, dil, din, ırk ve renk ayırımı yapılmaz. Bu yüzden, “ yetmiş iki millete aynı gözle bakarız” denilmiştir. Kısaca Alevilikte hümanizm, yani insan sevgisi önde gelir.

Alevilikteki Peygamber ailesine (Ehli Beyt’e) sevgi de, Kur’an’dan gelmektedir. Allah sevgisinden sonra, peygamber ve ailesine olan büyük saygı, hürmet ve sevgi gelir. Allah’ın elçisi olarak, toplumu aydınlattığı, iyilik ve yardımlaşmayı öğütlediği için, sonsuz minnet duyarlar. Ehli Beyt ile ilgili ayetler de şöyledir:

AHZAP suresi 33. ayet, “ Ey Ehlibeyt, Allah sizden her çeşit günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”
ŞURA suresi 23. ayet,” De ki, ben bu elçilik görevime karşı, Ehlibeyt’ime sevgi dışında, sizden hiç bir ücret istemiyorum.”

HAYIR VE ŞER

Aleviliği, diğer İslami yorumlardan ayıran konulardan birisi de “Hayır ve Şer’in Allah’tan” geldiğidir. Alevilikte hayrın(iyiliğin) ve güzelliklerin Allah’tan geldiği, şer’in (kötülüğün) ve çirkinliğin ise, insanınn nefsinden ve kendisinden geldiğidir. Aleviliğin bu anlayışı da yine Kur’an’a dayanmaktadır. Konu ile ilgili ayetler şöyledir:

NİSA suresi 40 ayet: “ Şüphe yok ki, Allah haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik olsa onun sevabını kat kat artırır. Yapana pek büyük bir mükafat verir.”

NİSA suresi 17. ayet, “ Allah ancak kötülüğü bilmeyerek yapıp, çarçabuk tövbe edenlerin, tövbesini kabul eder. İşte Allah’ın tövbesini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah her şeyi bilir ve hakimdir.”

NİSA suresi 79. Ayet, “ Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Ne kötülük gelirse, kendindedir”

CEM İBADETİ

Alevi dışındaki İslami yorumların yönelttikleri en önemli sorularından biri de “ Alevilerin namaz kılmaması”dır. Konu ile ilgili olarak, ilahiyatçı-yazar Mustafa Cemil Kılıç’ın “ Kur’an’daki Alevilk” eserinden ilgili bölümden alıntıyla cevap verelim:

“ Cem, Aleviliğin temel ibadetlerinden biridir. Kelime anlamı toplanmak demektir. Cem topluca yapılan bir ibadettir. Kur’an’daki “ salat” emrini de içeren bir ibadettir. Salat, dua, yakarış, yalvarış anlamına gelmektedir. Salat ibadetinde kıyam, rüku, secde ve kade gibi temel şekil şartları vardır. Bunlar ayakta durmak, öne doğru eğilmek, yere kapanmak ve oturmak biçiminde Türkçeleştirilebilir. ... Cem’de bunların hepsi mevcuttur. ... Salatın en önemli unsurlarından biri de Kur’an’dan bölümler okumaktır. Cem ibadetinde bunların tümü vardır.. ...Cem, helalleşme, tövbe, ağıt, semah, çerağ uyandırma ve lokma paylaşımı gibi ilaveten icra edilen ritüellerle, salattan daha kapsamlıdır.” (sayfa, 31)

Namaz kelimesi, Farsça’dan Türkçeye geçmiştir. Farsça’da “dua ” anlamına gelmektedir. Farslılar camiden geldikten sonra, “Namaz handem” derler. Yani “dua okudum ” derler. Cem ibadetinde iki kez secdeye varılır (iki rekat) ve Kur’an’dan sureler okunur. Bunların başında, FATİHA, İHLAS VE NUR sureleri gelir.

Hz. Muhammed, Mekke döneminde, müşriklerin baskısı nedeniyle, dinin tebliğini ve ibadetlerini müslümanların evlerinde gerçekleştiriyordu. Bu evlerden en bilineni Erkal Bin Ebu'l Erkam’ın eviydi. Aynen bugün Cem ibadetinde olduğu gibi, kadın-erkek birlikte ibadet ediyordu. Emeviler döneminde, insanlara baskı ve zulüm yapılması, hutbelerde Ehli beyt’e hakaret edilmesi nedeniyle, Ehli beyt taraftarları ibadetlerini evlerde yapmaya başlamıştı. Anadoludaki Aleviler de, iktidarların kendilerini dışlamaları, inançlarını “zındıklık”, “rafizi” gibi adlarla “ islam dışı” görmesi nedeniyle, Hz. Muhammed’in Mekke’deki ibadet şeklini kendilerine örnek almışlardır. Bu inanç ve ibadet şekli yüz yıllardır devam etmektedir. Cem ibadeti, kırsal kesimde sürekli dışarda(tarlada-bağ-bahçede) çalışanlara da kolaylıklar sağlamıştır. Alevi önderleri olan dedeler, Ehli Beyt taraftarı olan kitlelere, İslam dinini bu cemler’de anlatıyordu. Kırsal kesimde yaşayanların işlerinin azalması nedeniyle, Cemler daha çok kış aylarında icra ediliyordu. Perşembeyi, Cuma’ya bağlayan gecenin ibadet günü olarak seçilmesi, Kur’an’daki “Cuma” ibadetinden örnek alınmıştır. Zira ay takvimine göre perşembe günü hava karardığında bir ertesi güne, yani Cuma gününe geçilmiş oluyordu. İnsanların gündüz işleri olduğundan bu ibadet geceleyin yapılıyordu.

Cem ibadetinde, dua ve sureler, Anadolu’da halkın genelinin Türkçe bilmesi nedeniyle Türkçe, Suriye’de Arapça, Fars asıllı kavimler de Farsça olarak okunur. İmam Ebu Hanife (İmamı Azam) dışındaki ehli sünnet imamları, ibadetlerde, dua ve surelerin arapça ile okunmasını şart koşarlar.

Cem ibadetine katılmanın da belirli şartları bulunuyordu. Küs olanlar, yüz kızartcı suç işleyenler cem ibadetine alınmazlar. Küçük suç işeyenler de, ya tövbe ederek, ya da karşılığında bir bedel ödeyerek katılabilirler. Yani, bir nevi oto kontrol sistemi vardır. Böylece, insanların suç işlemeleri ve kötülük yapmaları engellenir. Topluma yararlı bireyler olması sağlanır. Görüleceği üzere, Cem’e katılma şartları, Camiye gitmekten çok çok ağırdır.

Hz. Muhammed zamanında bugünkü anlamda minareli camii yoktu. Medine’de inşa edilen Mescit’de sadce ibadet değil, sosyal faaliyetler de yapılıyordu. Düğünler, eğlenceler de orada icra ediliyordu. Hatta barınacak yerleri olmayan kimselere, mescidin yanında hurma dallarından barınmaları için yer de yapılmıştı. “Meclisi suffa” denilen yerde eğitim görüyorlardı. Bunlar, odun toplayarak, su satarak geçimlerini sağlıyordu. Gelirleri yetmediğinde, peygamber efendimiz, bunlara yiyecek ve içecek gönderiyordu. Kısaca, bugünkü cem evlerinin aynı zamanda aş evi olarak kullanılmasına benziyordu.

Alevilerde oruç ibadeti de bulunmaktadır. Muharrem ayında on iki gün, Hızır oruçlarında da yedi gün oruç tutulmaktadır. Bu orucun kaynağı da Kur'an'ın İnsan suresinin 7-8-9. ayetlerine dayanmaktadır.   Muharrem ayı, bütün semavi dinlerde oruç ayı olarak belirtilmiştir.
Alevilkte, hac görevi de Cemlerdeki Semah’la temsilen yerine getirilmektedir. O dönemde, Kabe’yi ziyaret etmek hem uzun bir yolculuk gerektiriyordu, hem de maddi olarak külfetliydi. Bu ibadet, insanlara kolaylık sağlamak amacıyla, Cemler’de semah dönülerek, yerine getirilmiştir.

Aleviliğn Kur’an’daki yerini kısaca özetlemiş olduk. Konuya ilgi dayan arkadaşlara ilahiyatçı-yazar Cemil Kılıç’ın yazdığı “KUR’AN’DAKİ ALEVİLİK” kitabını okumalarını öneriyorum. Bu yazımızda, biz de zaman zaman adı geçen eserden yararlandığımızı belirtmeliyiz. Sayın Mustafa Cemil Kılıç’a yazdığı bu eser nedeniyle, teşekkürlerimizi ve saygılarımızı iletiyoruz.

Hamdullah DEDEOĞLU
07.11.2017



ALEVİLİK ASLINDA NEDİR?


ALEVİLİK ASLINDA NEDİR?

(ÖZET-İKİ SAYFA)

Alevilik aslında nedir? Kısa, basit ve herkesin anlayacağı bir dille nasıl anlatabiliriz? Bu makalemizde buna cevap vereceğiz.

Alevilik, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam'ın yeniden özüne dönüşüdür. Zira, Hz. Muhammed’in İslam’ı sonradan özünden koparılmıştır. Özellikle Muaviye ile başlayan ve Abbasilerle devam eden saltanat döneminde, İslam dini savaş, talan ve yağma düzeninin bir aracı olarak kullanılmıştır. Oysa, İslam dini insanlar arasında barış, huzur, dayanışma ve yardımlaşmayı esas almıştır. Hz. Muhammed döneminde yapılan bütün savaşlar savunma amacıyla yapılmıştır. Yani, Müslümanlara yapılan silahlı saldırılara karşı bir meşru savunmadır. Örneğin; Bedir, Uhud, Hendek savaşları Müslümanları ve Medine şehrini korumak için yapılmıştır. Saldıran taraf, Mekke’li müşrikler ve onlara destek veren bazı Yahudi kabileleriydi.

İslam dini, meşru savunma dışında insan öldürmeyi yasaklamıştır. (ENAM Suresi 151. Ayet) Yine aynı şekilde, tebliği dışında İslam’ı zorla kabul ettirmeyi de men etmiştir. (Bakara 256, İsra 54, Şura 48, Gasiye 21 ve 22. Ayetleri)

Yukarıda belirttiğimiz Ayetler dikkatlice okunduğunda görülecektir ki, adının anlamı gibi İslam dini, barış dinidir. Hz. Muhammed’e tebliğ görevi verilmesinin nedeni de budur. Zira, Hicaz bölgesinde kabileler arasında savaş ve çatışmaların sonu gelmiyordu. Ayrıca, gelir bölüşümünde çok büyük adaletsizlikler bulunuyordu. Hz. Muhammed’e Mekke’de inen ayetler yakından incelendiğinde bu durum çok net olarak görülecektir.

Ayrıca, Mekke’li kodamanlar da çok dindardı. Yani dinsiz değillerdi. Tam tersine, Hz. Muhammed’i “dinsiz” olmakla itham ediyorlardı. Aynen bugün dini kendi çıkarları için kullananlar gibi. Mekke’li müşriklerin en zenginlerinden olan Ebu Cehil ile köle tüccarı Ebu Leheb de namazlarını kılıyor, oruçlarını tutuyor, Hac görevini yerine getiriyorlardı. Onlar da Allah’a inanıyorlardı. Ancak, Allah’a ulaşmak için araya putları koymuşlardı. Hz. Muhammed bu putlara karşı çıkmıştı. Zira, bu Allah’a eş koşmak, yani şirk koşmaktı. Hz. Muhammed’e peygamber olarak verilen görev, bozulan, yozlaştırılan Hz. İbrahim’in dinini yeniden hakim kılmaktı. Hz. Muhammed uzun süren mücadeleler sonunda, Hicaz bölgesinde bunu başarmıştı. Ancak, vefatından sonra İslam’da kırılmalar, yozlaşmalar ortaya çıktı. Adaletten uzaklaşıldı, din yağma ve talana gerekçe yapıldı. Saltanat rejimi tekrar geri getirildi. İslam dininin içi boşaltılarak, sadece ibadet düzeyine indirildi. Kısaca İslam’dan önceki Mekke düzeni yeniden kuruldu. Mekke’nin efendileri olan Ebu Süfyan ve Ebu Leheb’lerin temsilcileri tekrar eski sömürü ve talanın başına bu kez de halife olarak geçtiler. Yani, daha büyük bir servetin ve gücün sahibi oldular. İşte Ehlibeyt mensupları buna karşı çıkıyorlardı. Hz. Hüseyin’in Yezid’in halifeliğine isyan etmesinin, Zeyd’in ve Yahya’nın Emevi ve Abbasi saltanatına karşı çıkmalarının nedeni de buydu. Yoksa, kendilerine yetecek servetleri ve malları vardı. Onlar şahsi menfaatleri için değil, adaleti ve toplumun haklarını savunmak için hayatlarını ortaya koymuşlardı. Bu kutsal dava uğruna hayatlarını da feda ettiler. İşte Alevi inancı da bu temelde ve bu inançla ortaya çıktı. Alevi İslam anlayışı, Hz. Hüseyin’in, İmam Cafer Sadık’ın ve diğer Ehlibeyt mensuplarının savunduğu İslam anlayışıdır. Alevilerin başta Hz. Ali olmak üzere, on iki imamları kendisine rehber edinmesinin nedeni de budur. Bu anlayış neydi? Kısaca özetleyelim:

1-İnsanların fiilleri, eylemleri kader değildir. İnsanlar eylemlerinden ve fiillerinden sorumludurlar.

2-İslam dininin temel ilkesi iman etmektir. İbadetler imanın esası sayılmaz. İbadetler imanı artırmaz da eksiltmez de. Günahların bağışlanıp, bağışlanmayacağı Allah’ın taktirindedir.

3-Allah insanları en üstün varlık olarak yaratmıştır. Aklı kullanmayı bunun için vermiştir. Akıldan yoksun olanlar sorumluluktan muaftırlar. Bu nedenle, akılını kullanmakla mükellef olanlar eylemlerinden de sorumludurlar. Allah, insanlara aklı doğru yolu seçmek için vermiştir. Diğer yaratıklardan farkı da budur.

4-Halifeler, Sultanlar Allah’ın yer yüzündeki temsilcisi olamazlar. Bu Allah'a  ortak olmak, Şirk koşmaktır. Allah’ın düzeni adalete ve eşitliğe dayanır. Allah’ın bütün sıfatlarında bu mevcuttur. Allah’ın sıfatlarında zulüm, baskı, haksızlık ve adaletsizliği temsil eden hiç bir tanımlama yoktur.

5-İslam’ın ilkelerinin başında iyi ahlak, doğruluk, yardımlaşma ve dayanışma gelir.

6-Müslümanlar arasında üstünlük yoktur. Üstünlük takvadadır. Yani, ilim ve bilim sahibi olanlar ancak bu niteliklerinden dolayı, diğer insanlardan üstün olabilirler.

İşte gerek Emeviler gerek Abbasiler yukarda saydığımız ilkelerin zıddını uygulamaya koymuşlardı. Saltanatları boyunca insanlara bunları öğrettiler. Ve gerçek İslam’ı dışladılar. İslam dinini aynen Cahilliye döneminde olduğu gibi sadece ibadetle sınırladılar. Dindarlığın tek ilkesi ibadet etmek olarak gösterildi. Bu göstermelik ibadetleriyle de sömürü düzenlerini yüzyıllarca devam ettirdiler. Aleviliğin ibadetler konusunda diğer İslami yorumlardan ayrılma nedeni de buradan kaynaklanmaktadır. Zira, Emeviler ve Abbasiler döneminde ibadetlere de ilaveler yapıldı. Hem namaz vakitleri hem rekat sayıları artırıldı. Bunu topluma dindarlık olarak sundular. İbadetlerin bu şekilde yozlaştırılmasından ve ehlibeyt mensuplarına yapılan baskılardan  sonra, Aleviler ibadetlerini evlerde yerine getirmeye başladılar. Evlerde yapılan bu ibadete Cem  adı verildi. Cem ibadeti, Kur’an’ın Müzemmil Suresinin 20. Ayeti ile Nur suresinin 35 ve 36. Ayetlerine dayanmaktaydı. Zira, Hz. Muhammed de Mekke’de inananlarıyla bu şekilde ibadet etmişti.

Alevi İslam anlayışını en iyi anlatan ve  Kur’an-ı en iyi yorumlayanlardan biri de Hacı Bektaş Veli’dir. Zira Kur’an’ı akla dayanarak yorumlamış ve halkın anlayacağı şekilde kısa veciz sözlerle ifade etmiştir. Bu ilkeler şunlardı:

 --Eline, diline, beline sahip ol. 

--Ne ararsan kendinden ara.

-- Akıl sultandır. 

--İncitme, İncinsen dahi. 

--İnsanlar arasında Irk, renk, dil ayırma. 

--Yetmiş iki millete aynı gözle bak. 

--İlimden gidilmeyen yolu sonu karanlıktır. 

--Kızlarınızı okutunuz, onlar geleceğin anneleridir. 

Alevi İslam anlayışını kısaca bu şekilde açıklayabiliriz. Daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenlere sitemizde yer alan “Aleviliğin El Kitabı” isimli makalemizi okumalarını öneriyorum.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

01.12.2020.

HACI BEKTAŞ VELİ’YE GÖRE İNSAN GRUPLARI

 


HACI BEKTAŞ VELİ’YE GÖRE İNSAN GRUPLARI

Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu belirtilen beş eser bulunmaktadır. Bunlar, Velayetname, Makalat, Fevait, Besmele Tefsiri ve Fatiha Suresi tefsiridir. Bugünkü makalemizde MAKALAT adlı eserde yer alan insan gruplarını ele alacağız. Önce, Makalat’daki dili olan eski Türkçe (Osmanlıca) ile vereceğiz. Sonra da konu hakkında araştırmacı-yazar Mustafa Şişman’ın açıklama ve yorumlarını sunacağız.

Bu eserde insanlar dört grup olarak gösterilmiş, bunların her birinin özellikleri anlatılmış ve yapmaları gereken işler sıralanmıştır. Bu dört grup ABİDLER, ZAHİDLER, ARİFLER VE MUHİPLER’dir. Bu dört grup, aslında Alevilikteki dört kapı, kırk makamı anlatmaktadır. Bu  gruplar Şöyle açıklanmaktadır.

ABİDLER: “Evvel güruh (topluluk-zümre) Abidlerdir. Bunlar şeriat kavimleridir. Asılları yeldendir (rüzgardandır).  Pes (sonra) yıl hem safidir, (arı-temiz) hem kavidir. Zira ki yil (Rüzgar) esmeyince daneler samanından ayrılmaz. Ve eğer yil (yel) esmeseydi mecmu-l alem (bütün dünya) yiyiden (iyice) helak olaydı (olurdu). İmdi (şimdi) halal (helal) ve haram mısmıl (temiz) ve murdar (Pis-kirli) kamusı (sözlükte) şeriat birle ma’lum olur. Zira kim (ki) şeriat kapusu ulu kapudur.”

“Amma Abidlerin taatları (itaat etmek-boyun eğmek) namazdur, oruçdur ve zekadtdur. Nefiriam (seferberlik) alıcak kaçmayup varmakdur ve hem cenabetden gusl eylemekdür ve arzuların isteyüp dünyayı terk idüp ahiret sevmekdür ve halleri birbirin incitmemekdür. Pes (sonra) kibir, hased, buğz (kin), buğl (cimri), adaved (düşmanlık), bunlarda hemandur (vardır).

Araştırmacı-yazar Mustafa Şişman Hacı Bektaş Veli adlı eserinde Makalat’da yer alan Abidleri gümümüz Türkçesine şöyle çevirmektedir:

“Bu çeşit insanlar, daima haset, dedikodu, cimrilik, düşmanlık görülebilen tip de insanlardır. Bunlar daha ziyade halk insanıdır. Bunlar oruç, namaz, zekat, hac gibi hususları yerine getirirler.”

ZAHİDLER: “Bunların aslı oddandur (ateştendir.) Bunlar tarikat kavmleridür. Pes (sonra) od (ateş) gibi yansalar gerekdür pes her kim bu dünyada kendü özin göyündürse (görünürse) yarın ahiretde dürlü dürlü azablardan kurtuldı (kurtulur). Pes (sonra) şöyle bilün bir kez yanan artuk yanmaz.”

“Pes zahidlerin ta’atı (ibadeti-inancı) dün (tüm) gün Tangrı’yı zikir itmekdür ve hem Bismillah yad kılmakdur ve hem havfu (korku) recadur (rica eder) ve dünya arzuların terk itmekdür. Ahret içün ve halleri kendi bilülerine hoşnud olmuşlardır. Bilmezler kim (hangi) kandan geldiler kancaru (nereye) giderler. Zira kim bunlara hidayet kapusu açılmadı, Tangrı’yı yad kılmakları kendi cehdleriyledür (çabalaryladır).”

Yazar Mustafa Şişman Makalat’da adı geçen Zahidleri şöyle tanımlamaktadır:

“Bunların aslı ateştir. Tarikata tabi olanlardır. Tarikat, ateş ile sembolize edilir. Dünyada yanmak; olgunlaşmak, nefsinden kurtulmak, hırsını yok etmektir, ahirette yanmamayı sağlar. Gece-gündüz Tanrıyı anarlar. O’nun (Tanrının) yapılmamasını istediklerini yapmazlar. Ümitlerini kaybetmeyerek yararlı işler yaparlar. Bunları hep kendi gayretleri ile yaparlar.”

ARİFLER: “Üçüncü güruh Ariflerdir. Bunların aslu sudandır. Ve bunlar marifet kavmidir. Pes (sonra) su arıdır ve hem arıdıcıdır. İmdi Arif gerekdür kim arı ola ve arıdıcı ola. Eğer sual itseler, “Arısı nedür ve arıtduğu nedür?” Cevab vir kim: Arifler katında her sözün üç yüzi vardır ve bir ardı vardır. Pes ayruklar bilmezlüklerinden kelimenün ardın söylerler udlu olurlar.”

“Lakin Arifler kelimenün yüzin söylerler, udlu olmazlar. Pes su arılığı tahirdir (temizdir). Kangı taba girerse ol kab gerek kim suya döne pak ola ve hem kendüden ayruk nesne ana benzemez. Ve levni (renk-tür) malum olur ve hem murdarı (pis-kirli) taşra bırağurlar. Pes imdi Arifler arılığı tahirdür, girü (geri) aslına varur, biriktür. Ve hem Arifler katında şirk murdardur. İçlerine komazlar, dışarı bırağurlar, kendilerin arıdurlar.”

Pes şöyle bilmek gerekdür kim kendüyü arıtmayan ayrukları dahi arıtmaya. Amma şeriat kavlinde dona ve tene murdar değse suyıla yuyıcak hem donı ve hem tenü arıdur. Ve hem cenabeti giderür ve andan abdesti reva olur. İlla kim Arifler katında ne doni ve ne teni arıdur ve ne cenabetini giderür ve ne abdesti reva olur. Zira kim yuyıcı arı olmaynca yudığı nice arı ola.”

“Pes imdi Adem (insan) gerek suya yaraya ve su gerek abdeste yaraya ve abdest gerek namaza yaraya ne namaz gerek Çalab (Tanrı-Allah) tealaya yaraya.”

“pes imdi aziz-i men arif aslı sudandır. Arifün içinde murdar nesne eğlenmez ve hem suyun aslı yaşıl gevherdendür (elmastandır-özdendir) ve gevher aslı Çalap Tangru’nun kudretindendir. Pes anun içün kim arifleri Tangrı tebareke ve teala sever. Zira kim aslıdur. Pes asıl aslın sevmek aceb değildür. Ve dahi bilmek gerek kim ariflerin taatı tefekkürdür ve hem dünyayı terk ve ahireti terk itmekdür ve hem nazarla velayet beklemekdür. Ve hem Ariflerün halleri cümle varlığa değişürülmekdür ve hem yavuz endişe kılmazlar.”

Yazar Mustafa Şişman Makalat’daki Arifleri şu şekilde yorumlamaktadır:

“Arifler, marifet sahibi kişilerdir. Marifetin sembolü sudur. Suyun kendisi temizdir, durudur, arıdır. Her girdiği kabın şeklini alır. Ayrıca da o kabı temizler. Kabın şeklini alması, sohbet ettiği ya da birlikte olduğu insanlarla dost olur, onların gönlüne girer, ama girdikten sonra da onun kalbindeki yanlışları, kötülükleri temizler anlamındadır. Arifler böylece hem kendini arıtır hem de yakınlarını arıtır. İşte esas marifet de bu olsa gerek. Burada bir kötülük bir yanlış çoğalarak daha başka yanlışları da doğurur. Bu nedenle yanlışlardan kaçabilmekte marifet ister. Marifetli olanlar yanlışlardan kaçarlar ve su gibi aziz olurlar. Ariflerin aslı Tanrı’dadır. Aslının aslını sevmesi şaşılacak bir şey değildir.”

MUHİBLER: “Dördüncü güruh Muhiplerdir. Bunların aslı tapraktandur. Ve arzularına irmekdür. Ve Çalab Tangrı’yı bulmakdur. Ve kendilerün yavi kılmakdur. Ve halleri biriküp bir olmakdur.”

Yazar Mustafa Şişman, Muhipleri de şöyle açıklamaktadır:

“Bunlar hakikat topluluğudur. Çünkü bunlar toprak gibi alçak gönüllü tevazu sahibi insanlardır. Bunlar olgun insanlardır. Ve teslimiyetlerini gönülleriyle dolu olarak yaparlar. “Ben önce neysem, şimdi yine O’yum” diyerek Hakka varılır. “Benim üç dostum vardır. Ben ne zaman ölsem; biri evde, biri yolda, biri de benimle gelir. Evde kalan malımdır. Yolda kalan ailem ve yakınlarımdır. Benimle gelen ise, yaptığım iyiliklerimdir. Tanrı’ya vardığımız zaman da ancak bunlar gideceklerdir. Her kim kendini bilirse Tanrı’yı bilir. Hakikat insanın kendi içindedir.” derler.””

Hacı Bektaş Veli’nin anlattığı insan profilinin en üst tabakasını olgun insanlar-kamil insanlar oluşturmaktadır. Bunlarda kin, nefret, düşmanlık, hırs, kıskançlık yoktur. Hacı Bektaş-ı Veli, bütün toplumu Kamil insan yapmak için mücadele etmiştir. Onun için çok büyük saygı ve hürmet görmüştür. Anadolu’yu İslamlaştıran da Hacı Bektaş-ı Veli’nin bu felsefesi ve inancıdır. O, önce halkın gönlünü kazanmıştır. Savunduğu değerlerin bugüne kadar yaşamasının nedeni de budur.

Bu güzel Anadolu’yu bize yurt yapan başta Hacı Bektaş Veli olmak üzere, Anadolu ve Rum Erenlerini saygıyla, rahmetle anıyor, mekanları ebedi cennet, ruhları şad olsun. Onların hümanist düşüncesi bizim ışığımız olmaya devam edecektir.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

23.07.2024.

Kaynak:

--Hacı Bektaş Veli, Makalat, Diyanet Vakfı Yayınları.

--Mustafa Şişman, Hacı Bektaş Veli, Sepya yayınları.

 

ŞERİAT DİN Mİ?

hamdullahdedeoglu.blogspot.com
ŞERİAT DİN Mİ?

Bizim toplumumuza Şeriat din olarak sunulmuş ve anlatılmıştır. Bu görüş maalesef Osmanlı’dan bu tarafa hep böyle açıklanmış ve bilinç altına da bu şekilde yerleştirilmiştir. Oysa, Şeriat din değildir. Şeriatı din ile eşitlemek dinin içini boşaltmaktır. Çünkü, şeriatler değişir ama dinler değişmez. 
Bugün kü makalemizde bu konu üzerinde duracağız. Zira son zamanlarda en çok tartışılan konuların başında gelmektedir.

Önce Şeriatın anlamını açıklamamız gerekir. Arapça bir kelime olan Şeriat;  yol, yöntem, tavır, kural anlamına gelmektedir. Modern çağın deyimiyle açıklamak gerekirse, kanun, hukuk, yasa, örf, adet, gelenek anlamındadır. Yani din ve imanla bir ilgisi bulunmamaktadır. Toplumların içinde bulundukları coğrafi şartlara, geleneklere, göreneklere, zamana göre değişmektedir. Örneğin, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği Hristiyan şeriatında içki içmek haram sayılmazken, İslam şeriatında haram kılınmıştır. Ama dinlerin özü değişmemiştir. Sadece yaşam kuralları ve anlayışlarında değişiklikler olmuştur. Yine aynı şekilde, Hristiyan Şeriatında rahibeler için baş örtüsü kuralı bulunurken, İslam şeriatında da hür kadınlar için uygulanmıştır. Bu şunu göstermektedir; toplumların gelenek ve göreneklerine göre, ya da içinde bulundukları çağın gereklerine göre kurallar değişebilmektedir. Oysa, dinler değişmez. Tek tanrı inancı ve buna bağlı diğer akideler yerinde durur. Değişen kanunlar, yasalar, yönetmelikler ve genelgelerdir. Çünkü şartlar değişir, teknolojiler değişir, buna bağlı olarak toplumlar değişir. Değişen şartlara kanunlar da uyum sağlamak zorundadır. Bugün ki şekliyle söyleyecek olursak, TBMM  her yıl onlarca kanun, yasa çıkarmaktadır. Bakanlıklar her yıl yeni genelgeler, yönetmelikler yayınlamaktadır. Tüm bunların hepsi insanların yaşamlarını kolaylaştırmak ve kurallara bağlamak içindir. Şeriat da tam bu anlama gelmektedir. Bunu şöyle bir örnekle açıklarsak konuyu daha iyi anlatmış olacağız. Tropikal bir iklimde yaşayan bir Müslüman erkeğe 7. Yüzyılda Arabistan coğrafyasında yaşayan Arap halkının giysisi olan şalvarı ve sarığı giymelisin diyebilir miyiz? Diyemeyiz; çünkü bunun dinle, imanla, inançla hiç bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu giysi tamamen örfi, yani Arap toplumunun gelenek, görenek ve yaşam tarzından gelmektedir. Aynı şey Arap kavmine ait olan çok kadınla evlilik için de geçerlidir. Nitekim Arapların bu geleneği hem İran hem de Türk kavimleri tarafından benimsenmemiş ve uygulanmamıştır. 
Yine 7. Yüzyıldaki şeriat hükümlerinden olan hırsızın elinin kesilmesi, zina eden kadının taşlanarak öldürülmesi bugünkü modern dünyada uygulanabilir mi? Elbette ki mümkün değildir. Çünkü şartlar değişmiştir, toplumlar değişmiştir. Buna benzer hükümleri çoğaltabiliriz.

İlahiyatcı-yazar Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, "Kur'an'daki İslam" adlı eserinde, Şeriat'ın dinin adının olamayacağını, zira Alllah'ın dinin adının İslam  olduğunu ifade etmektedir. Yaşar hoca, aynı eserinde Şeriat kelimesinin Kur'an'da sadece Casiye suresinin 18. ayetinde geçtiğini ve "yol" "metot" "tarz" anlamında olduğunu belirtmektedir. (Sayfa, 265 ve 656)

Makalemizi, Hanefi mezhebin kurucu imamı olan Ebu Hanife’nin Şeriat konusundaki düşünceleri ile tamamlayalım:

“ Allah’ın dininde değişme yoktur. Din ne değiştirilir, ne de başka bir şekle sokulur. Ama Şeriatler değiştirilir, başka şekle sokulur. Çünkü, öyle şeyler vardır ki, Allah onu şu topluluk için emrettiği halde, bir başka topluluk için yasaklar. Kısacası, şeriatler hem çoktur, hem de değişiktir.” (Ebu Hanife, El-Alimu Vel-Müteallim, sayfa 16-17, aktaran Yaşar Nuri Öztürk, İmam Azam savunması)
Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
29.04.2020



19 Kasım 2024 Salı

ALEVİLER ÜÇ HALİFEYE NASIL BAKIYOR ?





                                                                     hamdullahdedeoglu.blogspot.com

ALEVİLER ÜÇ HALİFEYE NASIL BAKIYOR?

Alevilerin, üç halifeye, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman'a sıcak bakmadıkları doğrudur. Hatta, çocuklarına üç halifenin isimlerini koymadıkları da bir gerçektir. O halde, üç halifeye kırgınlıkları nereden gelmektedir?  Bu soruya eldeki bilgilerimiz ölçüsünde cevap vermeye çalışacağız. Alevi önderlerinin ileri sürdükleri gerekçeler şunlardır:

1- Peygamber efendimiz GADİR HUM hutbesinde, Hz. Ali'nin elini tutarak, kendisini övmüş ve şu sözleri söylemiştir:

“Ey nas! Biliniz ki, ben kimin Mevlası isem, Ali de onun Mevlasıdır. Her kim beni severse Allah'ı sever, Her kim Allah'ı severse, Ali'yi sever. Her kim beni sevmezse, Allah'ı sevmez. Her kim Allah'ı sevmezse, Ali'yi sevmez. Hak ve adalet daima Ali ile beraberdir. Ya Rab sen şahit ol.”

Halife Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın Peygamber efendimizin bu sözlerine riayet etmedikleri ve Gadir Hum'daki hutbesinde halife olarak Hz. Ali'yi işaret etmesine rağmen buna uymadıkları,

2-Halife Ebu Bekir’in, Peygamber efendimizden Hz. Fatıma'ya kalan Fedek hurmalığına el koyması,

3- Üç halifenin de Peygamber efendimizin vefatıyla ilgilenmeyerek, hilafetle ilgilenmeleri ve yönetimi ele geçirmek istemeleri ve peygamber efendimizin cenazesinin defin işiyle sadece, Hz. Ali'nin ilgilenmesi, 

4-Halifeliği ele geçirme mücadelesi sırasında, Hz. Ali'nin evinin Ömer ve adamları tarafından basılarak, Hz. Fatma'nın hamileyken çocuğunu kaybetmesi ve bu olay nedeniyle rahatsızlanarak vefat etmesi,

5-Halife Osman zamanında, diğer kabile üyelerinin dışlanarak, kendi akrabalarına ve Emevi oğullarına öncelik verilerek devletin önemli mevkilerine getirilmesi,

Yukarıda saydığımız olaylar ve eylemler nedeniyle, Aleviler üç halifeye soğuk bakmışlardır. Ancak, aleviler üç halifeye soğuk baksalar da Hazreti Ali'nin aynı tavrı göstermediği bilinmektedir. Zira, Hazreti Ali'nin, Hazreti Fatma'nın vefatından sonra yaptığı evliliklerden doğan çocuklarına her üç halifenin ismini verdiği tarihi bir gerçektir. Hz. Ali, Teim kabilesine mensup eşinden olan erkek çocuğuna Ebu Bekir, Kilab kabilesine mensup eşinden olana Osman, Cu'şem b. Bekir kabilesine mensup Rabia adlı cariyesinden olan oğluna da Ömer ismini vermiştir. Hz. Ali'nin bu üç oğlu da Kerbela'da şehit olmuştur.

Ayrıca, Hazreti Ali'nin, Hazreti Fatma'dan olan kızı Ümmü Gülsüm, halifeliği döneminde, Halife Ömer ile evlilik yapmış ve iki çocuğu olmuştur.

Yine Alevilerin Cemlerde dua ile andıkları on yedi Kemer-Best’ten olan Muhammed bin Ebubekir, Halife Ebu Bekir’in oğludur. Kendisi Hazreti Ali tarafından Mısır'a vali olarak atanmış, ancak asilerce Mısır’da şehit edilmiştir.

Aleviler, yaygın inanışın aksine Cemlerde ve toplu ibadetlerinde üç halifeye hakaret veya lanet etmezler. Bu ibadetlerde Muaviye ve oğlu Yezid’e lanet ve beddua ettikleri ise, doğrudur. Bunun da nedeni Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı savaş açması ve Ehli-Beyt’e hutbelerde beddua ve hakaret etmesidir. Yezid’e beddua ve lanet edilmesinin nedeni ise, Hz. Hüseyin ve yetmiş iki yoldaşının Kerbela’da hunharca katledilmesidir.

Sonuç olarak, Hazreti Ali, ilk başlarda Hz. Ebu Bekir'e biat etmemiştir, ama daha sonra biat ettiği, üç halifeye de içtihatlar (dini yorumlar) konusunda yardımcı olduğu tarihi kaynaklarca ifade edilmektedir.

Üç halifeye hakaret ve lanet edilmesi, İran-Fars kökenli halkın mezhebi olan Şiilik’te bulunmaktadır. Bize göre, bunun nedeni de İran (Sasani) devletine ait toprakların Arap orduları tarafından istila edilip, yağmalanmasına dayanmaktadır. Zira, Sasani devletine ait topraklar üç halife döneminde işgal edilmişti. Ülkeye ait zenginliklere de üç halife döneminde el konulup, Arabistan’a götürülmüştü. Aynı işgalde, İranlı genç kadın ve erkekler de esir alınıp, köle pazarlarında satılmıştı. İran halkı yüz yıllarca imparatorluklar kurmuş bir halktı. Bu işgal onlarda travmaya neden olmuştu. Bu nedenle, kendi kimliklerini ve çıkarlarını korumak için; Ehli Beyt taraftarlığını benimsediler. Zira gerek Emeviler gerek Abbasiler Ehli-Beyt mensuplarına baskı ve zulüm uyguluyorlardı. İranlılar da bu çatışmada Ehli-Beyt taraftarlığını kendilerine şiar edindiler. Böylece, kendilerini savunmak için kutsal bir davanın arkasında yer alarak, asimile olmaktan kurtulmuş oldular. Bize göre, İranlıların üç halife hakkındaki görüşlerinin esas nedeni de budur. 

Ehli Beyt’i sadece İranlılar savunmamışlardır. Horasan ve Türkistan coğrafyasındaki Türkler de aynı şekilde Abbasilere karşı Ehli Beyt’in yanında olmuşlardır. Zira, kendi ülkeleri de Emevi ve Abbasiler döneminde işgal edilmişti. Onlar da aynı İranlılar gibi, Ehli Beyt taraftarlığı sayesinde asimile olmaktan kurtulmuşlardı. Eğer bu savunma stratejisini benimsememiş olsalardı ne kimlikleri ne dilleri ne de görenekleri kalırdı. Hepsi de asimile olup, Araplaşırdı. Örneğin; Emeviler ya da Abbasilere boyun eğip tabi olan halklardan olan kuzey Afrika ülkeleri kimliklerini yitirip Araplaştılar. Dillerini, adetlerini göreneklerini kaybettiler. Aynısını diğer Afrika halkları da yaşadı.

Sonuç olarak, bize göre gerek İranlıların gerek Türklerin Ehli Beyt mensuplarını savunması ve koruma altına alması doğru bir strateji olmuştur. Bu sayede asimile olmaktan kurtulmuş oldular. Alevi Türkmenlerinin ibadet dillinin Türkçe olması ve Türk gelenek ve göreneklerini bugüne kadar korumasının nedeni de buradan gelmektedir.

Saygılarımla.

Hamdullah DEDEOĞLU 

20.03.2017.

7. YÜZYILDAKİ ŞERİAT (HUKUK) BUGÜN GEÇERLİ OLUR MU?

7. YÜZYILDAKİ ŞERİAT (HUKUK) HÜKÜMLERİ BUGÜN GEÇERLİ OLUR MU?

İslam dinini çıkarları için kendilerine maske yapanlar din ile İslam Şeriatı (hukuk) hükümlerini aynılaştırarak bin dört yüzyıl önceki örfleri, adetleri ve gelenekleri topluma "Din" olarak sunmaktadırlar. Ve buradan nemalanmaya devam etmektedirler. Bu yapılar hem tutucu hem bölücü hem de ırkçı bir oluşum içindeler. Bu nedenle konu ülkemizin geleceği açısından çok önemlidir. 

Din; iman, itikat ve ibadetleri kapsar. Bu din tüccarları aslında Şeriat hükümlerinin din olmadığını, kanunların, örflerin, gelenek ve göreneklerin zamana ve toplumların düzenine göre değiştiğini bilmektedirler. Zira bunun böyle olduğunu  İslam dinini en iyi yorumlayan Ebu Hanife'den (İMAM-I AZAM) okumuş olmamaları mümkün değildir. Gerek Selçuklu gerek Osmanlı hanedanları kurdukları devletlere resmi mezhep olarak "HANEFİLİĞİ" seçmişlerdir. Bu mezhebin İmami olan Ebu Hanife, eserlerinde dini oluşturan iman ve ibadetlerin değişmeyeceğini, ancak şeriat hükümlerinin değişebileceğini yazmıştır. İşte din tacirleri Ebu Hanife'nin görüşlerini gizleyerek SUUD'ların mezhebi olan Vahhabiliğin şekilci, tutucu ve bağnaz yorumunu kendilerine rehber edinmişlerdir. Bu görüşü savunanların Suudi Arabistan Krallığının sağladığı mali kaynaklardan yararlandıkları da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bunlar ayni zamanda "dindar" görüntüsü altında siyasi alanda da kendilerine yer edinebilmektedirler. Tarihsel bir gerçek olarak şunu da hemen belirtmeliyiz ki; İngilizler VAHABİ mezhebini 18. yüzyılda Hicaz bölgesinde  kurup, bölgede etkin olan Osmanlı hakimiyetini yıkmak için kullanmışlardır. Zira Suud kabilesi Osmanlı'ya karşı ayaklanan aşiretlerin başını çekiyordu. İngilizlerin birinci dünya savaşı sonunda Hicaz (Arabistan) bölgesinde kurdukları devletin yönetimine Suud kabilesini getirmeleri ve kurdukları devlete Suudi Arabistan demeleri de buradan gelmektedir. Yine aynı şekilde radikal aşırı "DİNCİ-SELEFİ" EL-KAİDE, İŞİD gibi örgütlerin gerek ideolojik gerek mali kaynaklarının Suudi Arabistan tarafından sağlanması da ABD-İNGİLTERE desteklidir. Emperyalistlerin İslam coğrafyasındaki üç yüz yıl önceki planları devam etmektedir. Amaçları İslam ülkelerinin gelişmelerini engelleyerek, onları dar bir çembere hapsetmek ve doğal kaynaklar üzerindeki hakimiyetlerini devam ettirmektir. Bu nedenle konu gerek devletin gerek toplumun güvenliği açısından önem taşımaktadır. Şimdiden bu tür örgütlenmelere karşı gerekli önlemlerin alınmasında yarar bulunmaktadır.

Konumuzu kısaca özetledikten sonra, 7. Yüzyıldaki Şeriat hükümleri bugün, yani 21. yüzyılda geçerli olabilir mi? Bu soruyu İslam Şeriatında yer alan bazı hükümleri ele alarak cevaplamaya çalışalım:

1-ZİNA EDEN EVLİ KADIN VE ERKEĞİN TAŞLANARAK (RECM) ÖLDÜRÜLMESİ:

7. yüzyılda İslam şeriatında yer alan bu hüküm bugünkü toplumda geçerli olabilir mi? Elbette ki mümkün değildir. Bunun mümkün olduğunu savunanların özel yaşamları araştırıldığında şeriat hükümlerine uymadıkları, "dindar" maskesi altında çok lüks ve sefahat içinde yaşadıkları da görülecektir. Eğer gerçekten şeriat hükümlerini kabul etmiş olsalardı işledikleri suçlardan dolayı büyük bir kısmının bir çok uzuvlarını, yani kol ve bacaklarını kaybetmeleri kaçınılmaz olurdu. Hatta bir kısmının işledikleri suçlardan dolayı idama mahkum edilmekten kurtulamayacakları da aşikardır. Yok eğer tersini savunuyorlar ise, onlara şu soruyu soralım:

--İşlediğiniz suçlardan dolayı inandığınız ve savunduğunuz şeriat hükümlerine göre yargılanmayı kabul ediyor musunuz?

Sizi temin ederim ki; hiç birisi bunu kabul etmeyecektir. Zira bu hükümler doğrultusunda yargılandıkları taktirde; bir çoğu yaşama şanslarının bile tehlikeye gireceğini çok iyi bilmektedirler. Dolayısıyla şeriat hükümlerini savunanlar takiye (niyet ve yaptıkları farklı olan) yapmaktadırlar ve iki yüzlü bir siyaset izlemektedirler.

İslam şeriatındaki zina suçunun cezasının ağır olmasının nedeni, o dönemde çok yaygın olan fuhuşu önlemek amacını taşıyordu. Zira aile yaşamı ve ahlaki kurallar aşırı derecede yozlaşmıştı. Amaç ağır cezalar uygulayarak aileyi korumak ve ahlaki değerleri yeniden inşa etmekti. Bugün böyle bir cezanın uygulanması söz konusu olamaz. 

2- BİRDEN FAZLA KADINLA EVLENMEK:

İslam şeriatına göre bir erkek dört kadınla evlenebilir. Peki bu hükmün bugünkü toplumda uygulanma şansı var mı? Elbette ki uygulama şansı yoktur. En başta da şeriat hükümlerini savunan erkeklerin eşleri buna müsaade etmezler. İslam şeriatının bu hükmünün uygulandığı dönemde bütün dünyada köleci toplum düzeni hakimdi. Yani hem erkekler hem de kadınlar para ile alınıp-satılıyordu.  Bir erkek sayısız kadınla evlenebiliyordu. İslam şeriatı bunu dört kadınla sınırlamıştı. Yirmi birinci yüzyılda köleci bir düzene ait bir hükmü bin dört yüz yıl sonra kapitalizmin hakim olduğu bir topluma uyarlayabilir misiniz? Köleliğin kalktığı, kadın ve erkeğin eşit haklara kavuştuğu bir dünyada bunu uygulama imkanı var mıdır? Vardır diyenlere, en başta eşleri karşı çıkıp, o erkekleri kovalayacaklarından eminim.

3- HIRSIZIN ELİNİN KESİLMESİ:

Yine İslam şeriatına göre, yedinci yüzyılda hırsızlık yapanların elleri kesiliyordu. Bu cezanın amacı o dönem çok yaygın olan talan, yağma ve hırsızlık olaylarını önleme amacını taşıyordu. Diğer taraftan da özel mülkiyetin dokunulmazlığını sağlamak ve insanları çalışıp üretmeye teşvik amacını taşıyordu. Peki bu uygulamayı bugünkü toplum düzeni kaldırır mı? Elbetteki kaldırmaz. Bu uygulama toplumlarda travmalara neden olacağı gibi, insan haklarına ve uluslararası hukuk kurallarına da aykırı olacaktır. Hırsızlık bugün de yasak olup, cezalandırılmaktadır. Ancak kol kesme cezası çok ağır bir hüküm olup, bugünkü dünya düzeninde uygulanma şansı bulunmamaktadır.

4- FAİZİN HARAM KILINMASI:

Yedinci yüzyıldaki faiz ile bugünkü kapitalist düzende bulunan yasal faizi birbirinden ayırmak gerekir. Zira İslam şeriatının uygulandığı dönemde uygulanan faiz değil, tefeciliktir. Tefecilik günümüzde de yasaklanmış ve suç sayılmıştır. Yedinci yüzyılda, tefecilerin uyguladıkları faiz oranları anapara veya ana malın iki-üç mislini buluyordu. Bu nedenle borçlu olan köylülerin ve küçük esnafların bu yüksek faizden kaynaklanan borçlarını ödemesi imkansız hale geliyordu. Tefeciler borcunu ödeyemeyen esnaf ve köylülerin hem mallarına hem kadınlarına hem kızlarına el koyabiliyorlardı. Hatta borçlu kişiyi bile köle olarak alıp, satabiliyorlardı. İşte İslam Şeriatı bunu yasaklıyordu. Yani bugün gerek devlet gerek özel bankaların kanunlar çerçevesinde uyguladıkları faizler devletin denetiminde olup, ekonomiye katkı yapmakta ve sermaye olarak kullanılmaktadır. Yani yedinci yüzyıldaki tefecilikten farklıdır. O dönemde uygulanan yüksek faizler küçük esnafı ve köylüyü üretimden koparırken, bugün yasal olarak alınan faiz, üretimi teşvik etmeye ve artırmaya yöneliktir. Dolayısıyla aralarında çok fark vardır. Burada faizsiz bankacılık yaptıklarını iddia edenlere de bir kaç söz söylemekte yarar görüyorum. Evet bunlar görünürde faiz almıyorlar ama, "kar payı" olarak aldıkları farklar nedir? Bu faiz değil midir? Sözde fatura miktarı üzerinde kar aldıklarını ifade ediyorlar. Bu tam anlamıyla iki yüzlülüktür. Bu bal gibi faizdir. Zaten fark almamaları da mümkün değildir. Zira masraflarını, çalışanların maaşlarını, kiralarını ne ile ödeyecekler? Zarar üzerine kurulu hangi işletme ayakta kalabilir? Bunlar tamamen insanların dini duygularını istismar etmekten başka bir şey değildir. 

Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi adlı eserin altıncı cilt sayfa 387-388 de yer alan bilgiler 7. yüzyılda Hicaz bölgesindeki faiz sistemini çok güzel özetlemekte ve bizim görüşümüzü doğrulamaktadır. Buhari şöyle yazmaktadır:

""...Kureyş eşrafının her biri birer bankerdi..

...Ribacılık (Tefecilik) yüksek tabakanın yegane kazanç yolu idi."

Bu örnekle konumuzu kısaca özetlemiş olduk. Yukarıdaki örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, İslam Şeriat hükümleri değişmez  değildir. Buna Yahudi şeriatı ve Hristiyan şeriatı da dahildir. Değişmeyen iman, itikat  ve inançlardır. Dini oluşturan unsurlar da bunlardır. Hz. Muhammed de kendisine getirilen davalarda değişen şartlara göre kararlar vermiştir. Kur'an'ı Kerim'de içki ile ilgili ayetler de buna örnektir. Mekke döneminde nazil olunan NAHL suresinde içki yasaklanmazken, Medine döneminde indiği belirtilen MAİDE suresinde haram edilmiştir. Bu ayetler de Mekke ve Medine'de şartların değiştiğini göstermektedir. Dinlerin amacı toplumları ileriye götürmektir. Aksini savunmak, İslam dininin evrenselliğini reddetmek, yedinci yüzyılla sabitlemek olur. Bu da dinin amaçlarına ters düşer. Bu nedenle, din adamlarının bugünkü görevi toplumu aydınlatmak ve daha ileriye götürmek olmalıdır. Herhangi bir partiye yada iktidara payanda olmak değildir.  Yani, din adamları dinin esası ve özü olan adaletten, hukuktan, insan haklarından ve özgürlüklerden yana olmalıdır. 

Sonuç olarak; bugünkü modern çağda hukuk kurallarının çok kısa sürelerde eskidiği bir dünyada yüzlerce yıl önceki hükümleri savunmak, dünyanın dönüş hızını keseceğini iddia etmekle aynı eş değere sahiptir. Bunu savunanlar belki toplumları kısa süreliğine meşgul etseler de eninde sonunda kurdukları barikatlarla birlikte yıkılıp gideceklerdir. Zira İslam şeriatı da bu barikatları yıkarak gelmişti. Medeniyetler geriye değil, ileriye doğru gidilerek kurulmuştur.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu

29.12.2022.






ARAPÇA “KUTSAL” BİR DİL Mİ ?

 

ARAPÇA “KUTSAL” BİR DİL Mİ ?

İslam dininin kutsal kitabı olan Kur'an, Arap toplumuna indiği için, dili de Arapçaydı. Kur'an'ı Kerim' de bu durum ayetlerde ifade edilmektedir. (Fusulet suresi 44. ayet, Yusuf suresi 2. ayet, İbrahim suresi 4. ayet) İnsanlar birşeyi ana dilde veya bildikleri dilde daha rahat ve daha çabuk öğrenirler. Bu gayet doğaldı. Ancak, Arapça bilmeyenler Kur'an'ı nasıl öğreneceklerdi? Bunun yolu Kur'an'ın bildiği dile tercüme edilmesidir. Öyleyse, dini Arapçadan okuyup öğrenmede neden ısrar edilmektedir?  Bunun bir amacı var mı? Aynı olay, Hristiyanlıkta da yaşandı mı? İncil hangi dilde yazılmıştı? Latinceden, diğer Avrupa dillerine ne zaman çevrilmişti ? Bu makalemizde bu sorulara cevaplar bulmaya çalışacağız.

Önce Hristiyanlıkla başlayalım. İncil, Aramiceden Latinceye Musevi iken, Hristiyan olan Pavlus (Paul) tarafından çevrilmişti. Bu dille yazılmasından sonra çok geniş kitlelere yayılma imkanı buldu. Arkasından, Roma imparatorluğu tarafından 4. yüz yılda devletin resmi dini olarak kabul edildi. Bu tarihten sonra Hristiyanlık Asya’da, Avrupa’da ve Afrika’da hızla kabul gördü. Kısaca, Roma imparatorluğunun hakim olduğu coğrafya’da daha fazla yayılma imkanı buldu. İmparatorluk da bu dinin yayılmasına destek oldu. 

Hristiyanlığın merkezi, doğduğu yer Filistin değil, imparatorluğun başkenti olan Roma şehriydi. Dinin ruhani lideri de Papa olmuştu. Papa, siyasiler aracılığı ile Hristiyan toplulukları üzerinde etkin bir güç elde etmişti. Ona karşı gelmek neredeyse imkansızdı. Karşı gelenler hemen aforoz ediliyordu. Hristiyanlığı kabul eden farklı kavimler incili kendi dillerinde değil, Latinceden okumak zorundaydı. Latince adeta, kutsal bir dil olarak görülüyordu. Latincenin üstünlüğü yaklaşık bin iki yüz yıl sürdü. Bu etkinliğini, Avrupa’daki reform ve rönasans hareketlerine kadar devam ettirdi. Bu tarİhten sonra, İncil farklı dillere tercüme edildi. İngilizce, Almanca bu dillerin başında geliyordu. Bu tercümelerden sonra, Avrupa’da mezhepler, buna bağlı olarak da farklı kiliseler ortaya çıktı. Protestan, Anglo-Sakson, Rus Ortodoks kiliseleri bunun sonucunda ortaya çıktı. Farklı mezhep ve kiliseler, Katolik Roma kilisesinin ve Latincenin Hristiyanlık üzerindeki etkisini kırdı. Farklı dilleri konuşan kavimler, Hristiyanlığı kendi gelenek ve görenekleri ile birleştirerek sentezler meydana getirdiler. Kendi kültür ve benliklerini, kurmuş oldukları kiliselerle koruma altına aldılar. Böylece, tamamen asimile olmaktan kurtuldular.

İslam dinine gelecek olursak, Latince nasıl Hristiyanlığın kutsal dili olarak görülmüşse, aynısı Arapça için de geçerlidir. Aradan bin dört yüz yıl geçmesine rağmen, Arapçanın üstünlüğü İslam ülkelerinde halen devam etmektedir. İslam ülkelerinde din eğitimi hala Arapça ile yapılmaktadır. Arapça'ya kutsal bir dil olarak bakılmaktadır. Arap olmayan kavimlerin Kur'an-ı Kerim’i kendi dillerinde öğrenmesi engellenmektedir. Özellikle Suudi Arabistan geri kalmış İslam ülkelerine din eğitiminin Arapça ile yapılması için milyonlarca dolar para akıtmaktadır. Bunun aracılığı ile kendi mezhebi olan “ Vahabiliği” "din" diye sunmaktadır. Finansmanını sağladığı yayın evlerinde kendi SELEFİ-ŞEKİLCİ VAHABİ din anlayışının gelişmesi için sinsice faaliyetlerine devam etmektedir. İslam coğrafyasına bela olan, EL KAİDE, TALİBAN, İŞİD gibi, “İslam” görünümlü terör örgütlerini besleyen, finansmanını sağlayan Suud’lardır. Arkalarına Amerika’yı alarak, “ dünyayı Amerika ile birlikte biz yönetiyoruz” diyerek kimin işbirlikçisi olduklarını itiraf etmektedirler.

KUR'AN'IN İLK TÜRKÇE MEALİ

Türkiye ve İran, bu ülkeler arasında biraz farklı bir yere sahiptir. İran, bunu geçmişindeki imparatorluk geleneğine, kültürüne ve diline, Türkiye ise, Kurcusu olduğu Mustafa kemal Atatürk’e borçludur. Zira, Kuran-ı Kerim, onun talimatıyla Türkçeye çevrilip, geniş kitlelerle buluşması sağlandı. Ama ne yazık ki, ibadetlerdeki dualar ve Kuran-ı Kerim, hala Arapça okunuyor. Dolayısıyla, daha geniş kitlelerin dini kendi dilinde öğrenmesine engel olunmaya devam edilmektedir. Bu da, Arapça bilen sözde bazı din bezirganlarına, tarikat, cemaat şeyhlerine ve bazı siyaset adamlarına suistmal için olanak sunmaktadır. Bu dini eğitim sistemi toplumları kendi öz kültüründen uzaklaştırıp asimile olmasına zemin yaratırken, din bezirganlarına da, din üzerinden toplumu istediği gibi yönlendirme fırsatı vermektedir. O halde ne yapılmalıdır?

Öncelikle, büyük önder Mustafa Kemal’in açtığı yoldan devam edilmelidir. Cami ve mescitlerde ibadetler ve dualar Arapça yerine, Türkçe ile yapılmalıdır. Halkın dini kendi dilinde öğrenmesi sağlanmalıdır. Böylece, din bezirganlarının dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarına set çekilmiş olacaktır. Halkın dini öğrenmesi ve ibadet etmesi daha kolay hale gelecektir. En azından, duaların içeriğini ve anlamını bilerek okuyacaklardır. Bu da, insanların dinin özünü öğrenmesini ve topluma daha yararlı bireyler olmasını sağlayacaktır. Ayrıca, tarikat ve cemaatlerin, halkın saf ve temiz duygularını kullanmalarının zemini de ortadan kalkmış olacaktır.

Peki, egemenler ve din üzerinden çıkar sağlayanlar buna müsaade edecekler mi? Kesinlikle etmeyeceklerdir. Zira, çıkarlarının bozulmaması için, Roma’daki papa ve siyasiler ne yaptıysa, onlar da aynısını yapacaklardır. Görev, aydınlarımıza, özellikle de aydın din adamlarımıza, yani Börekçi Rıfat efendilere ve Elmalı Hamdi Yazır’lara düşmektedir. Onların bir gün bu kutsal görevi başaracaklarına yürekten inanıyorum..
Saygılarımla.

30.09.2017 –
Hamdullah DEDEOĞLU

18 Kasım 2024 Pazartesi

ALEVİLİK TARİKAT MI, MEZHEP Mİ?

ALEVİLİK TARİKAT MI, MEZHEP Mİ?

Alevilerin ibadet merkezleri olan Cem evlerine resmi statü verilmemesine gerekçe olarak 1925 yılında yürürlüğe giren 677 sayılı kanun gösterilmektedir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanunda Derviş, Şeyh, Baba, Çelebi, Dede gibi ünvanların kullanılması da yasaklanmıştı. İşte iktidarlar da bu kanunu bahane ederek Aleviliğe resmi bir statü vermekten kaçınmaktadırlar. İlgili kanunun çıkmasında 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanı etkili olmuştu. Zira, isyanı örgütleyen Şeyh Sait Nakşibendi tarikatına mensuptu.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanunun yürürlüğe girdiği tarihte, Alevilerin tekke ve zaviyeleri zaten bulunmuyordu. Zira, Alevi-Bektaşi tekke ve zaviyeleri Yeniçeri ocağının 1826 yılında kaldırılması ile birlikte kapatılmış, dergahların büyük kısmı yıktırılmış, menkul ve gayrı menkullerine de el konulmuştu. Yıkılmayan tekke ve zaviyelerin yönetimi de Nakşibendi gibi ehli sünnet mezhebine mensup tarikatlara devredilmişti. Dolayısıyla, 1925 yılında yürürlüğe giren kanunun Alevi inançtaki tarikat ve cemaatlerle ilgisi bulunmamaktadır.

Bu kanunda Alevileri ilgilendiren “Dede” ve “Baba” sıfatlarının yasaklanmış olmasıdır. Ancak Dede ve baba sıfatlarının bugünkü tanımı ve konumu 18. 19. Ve 20. Yüz yıldaki tanımı ve konumundan farklı boyutlara gelmiştir. Zira bugünkü Alevilik; Bektaşiliği, Kalenderiliği, Vefailiği, Melamiliği, Nusayriliği ve Mevleviliğin bir kolunu da kapsayan bir çatıya dönüşmüştür. Yani, kapsamı büyümüş ve değişmiştir. Dolayısıyla, bir tarikat bir cemaat olmaktan çıkmış İslam dininin bir ekolü, diğer deyimle bir mezhebi olmuştur. Kısacası, Alevilik hem Ehli-Sünnet mezheplerinden hem de Şiilik’ten farklı bir yorum olup, kendisine has ritüelleri olan bir inançtır. Ancak Kendisini İslam dairesi içinde görmektedir. Yani, imanın esaslarına ve tevhide bağlı bir inançtır. Bu nedenle de hiç kimse Aleviliği İslam dışı göremez. Buna karar vermesi de kabul edilemez. Zira Aleviler kendilerini İslam dinine mensup olarak görmektedirler. İslam dininin tebliğcisi olan Ehli-Beyt’e de sonsuz sevgi ve saygı ile bağlıdırlar.

Abbasi Halifesinin bin yıl önce almış olduğu “dört mezhep” kararı da artık terk edilmelidir. Herkes inancını istediği gibi yaşamalıdır. “Laiklik” ilkesi de inanç özgürlüğünün teminatı olarak Anayasa’da yer almaktadır. Yine Anayasa'nın Eşitlik ilkesi gereğince, Ehli-Sünnet mezheplere sağlanan haklar, diğer inanç ve mezheplere de verilmelidir.   

Konumuzu bu şekilde özetledikten sonra, Aleviliğin resmi olarak tanınması önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Alevilik bir mezhep gibi kabul edildiğinde 677 sayılı yasaya takılmadan bu tanıma sağlanabilir. Bu ülkemizin birliği ve dirliği için de çok önemlidir. Devleti yönetenlerin böyle bir karar alması tabanda da hoş görü yaratacak ve toplumlar arasındaki kaynaşmayı da hızlandıracaktır. Aleviliğin tanınması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararlar da ortadır. Ancak, Aleviliğin tanınması sadece bu mahkemenin verdiği karara bağlanmadan bir an evvel yürürlüğe girmeli ve Alevilerin inanç ve ibadet merkezi olan Cem Evleri ile ilgili talepleri karşılanmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçeden Alevi İslam kuruluşlarına, Cem evlerine ve kadrolarına pay verilmelidir. Kardeşlik ve birlik, eşitlik temelinde sağlanır. Kardeşin birine yağlı-ballı ekmek verilirken, diğerine yavan ekmek verilmesi hiç de adaletli değildir. Adalet paylaşma ve bölüşme ile olur. Bu yapıldığı taktirde, kardeşlik de daha güçlü bağlarla kuvvetlenmiş olur.

Saygılarımla.

Hamdullah Dedeoğlu.

27.03.2024.


16 Kasım 2024 Cumartesi

DİNİN DİREĞİ NAMAZ MI, İYİ AHLAK MI?

DİNİN DİREĞİ NAMAZ MI, İYİ AHLAK MI?

“Namaz dinin direğidir.” Bu söz öyle tekrarlanmakta ki; insanlar namaz kıldıklarında kendilerini sanki dinin bütün vecibelerini yerine getirmiş gibi kabul ederler. Öyle ki; İzmit bölgesinde katıldığım bir Cuma namazında, imam aynı sözü tekrarladıktan sonra, namaz kılanların günahlarının bağışlanacağını dahi söylemişti. İşte bu anlayışın bir örneği olarak Diyarbakır’da faili meçhul bir şekilde katledilen sekiz yaşındaki bir kız çocuğunu güvenlik görevlilerinden habersizce toprağa gömen şahıs çok rahat bir şekilde “ Ben onu gömdükten sonra üzerinde namaz kıldım” diyerek kendisine bir gerekçe yaratabilmektedir. Yani işlediği suçtan ve günahtan arındığını söyleyebilmektedir.

Oysa, bu İslam dinine aykırıdır. Namaz hem dinin direği değildir hem de onu kılanlar günahlardan arınmış olmazlar. Günahların bağışlanıp bağışlanmayacağını yalnızca yüce yaradan bilir. Ancak siz “namaz dinin direğidir. Namaz kılanların günahı bağışlanır” derseniz, sıradan insanların hukuksuz ve adaletsiz eylem ve fiillerine de zemin hazırlamış olursunuz. Kısaca kişi yaptığı eylemleri sorgulamadan namaz kılmakla kendisinin temize çıkacağına ve cennete gideceğine inanır.

Kaldı ki; namaz İslamiyet’ten önce de vardı. Eğer namaz dinin direği olsaydı, yüce Tanrı neden toplumlara sık sık peygamber göndersin? Zira Musevilikte, Hristiyanlıkta da namaz kılmak bulunuyordu. (Taha suresi 14, Meryem suresi 31. Ayet) Müşrikler de namaz kılıyordu. Hatta Zerdüşt dininde de namaz vardı. Zerdüştler de günde beş vakit namaz kılıyorlardı. Ayrıca namaz Allah’a yapılan bir ibadettir. Allah’ı anmak, yakarmak ve niyaz etmektir. Yani dinin bir ibadetidir, kendisi değildir. Dinin kendisi Allah’a, Kutsal kitaplara, peygamberlere, meleklere ve ahirete inanmaktır. İman edilmeden namaz olmaz. Bir insan iman ettiği için namaz kılar. Yani namaz kıldığı için iman etmez. İmam Ebu Hanife de aynı görüştedir. Namazın dinin direği olduğu, dinde aklı ve bilimi reddeden Vahabilik’te vardır. Çünkü Vahabilik, ibadetleri imandan sayar. Ve ibadetlerin imanı artırdığını savunur. Dolayısıyla bu sözleri tekrar etmek, toplumu Vahabileştirmekten başka bir amacı bulunmamaktadır. Bunun sonu da Türkiye’yi Taliban türü bir rejime götürmektir.

Namazın dinin direği olduğu maalesef Diyanet İşleri Başkanlığının resmi internet sitesinde de yer almaktadır. İlgili bölüm aynen şöyle:

“NAMAZ DİNİN DİREĞİDİR: İslâm dinini bir binaya benzetecek olursak, namaz da bu binayı ayakta tutan direk demek olur. Binanın ayakta durması direklerle mümkün olduğu gibi dini ayakta tutan da namaz olmuş olur. Bu bakımdan namaz, din binasının en önemli unsurlarından birini oluşturur. Bu unsurun yokluğu bina için büyük bir eksiklik olduğunda şüphe yoktur. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (as)’in yaptığı son tavsiyelerinden biri namaz olmuştur.”

Hazreti peygamber elbette ki namazı farz kılmıştır. Ama Kur’an ayetlerinde “Namaz dinin direğidir” diye bir söz geçmez. Bazı yazarların bu söze dayanak yaptıkları MÜDDESİR Suresinin 42 ve 43. Ayetleridir. Ancak bu ayetlerin devamında sadece namazdan bahsedilmediği anlaşılmaktadır. İlgili ayetler şöyledir:

MÜDDESİR SURESİ: 42-46. Ayetleri “” Sizi cehenneme sokan nedir?” derler. Günahkarlar derler ki “Biz namaz kılmazdık. Yoksulu doyurmazdık. Biz boş laflara dalanlarla beraberdik. Ceza gününü yalan sayardık.””

Ayetlerin bütünü okunduğunda sadece namaz kılmaktan bahsedilmediği görülmektedir. Dolayısıyla Kur’an’da “Namaz dinin direğidir” anlamında bir ayet bulunmamaktadır.

Kur’an’da ve hazreti Peygamber’in sözlerinde imandan sonra en çok iyi ahlak ve adaletle ilgili bölümler yer alır. Zira Hz. Muhammed, Müşriklerin Allah’a şirk (ortak) koşmalarına karşı çıkarken, aynı zamanda bozulan ahlakı ve adaleti yeniden sağlamak için de mücadele etmiştir. Kur’an’da ahlak ve adalet için şöyle denilmektedir:

KALEM SURESİ: 2-4. Ayetler: “ Ey Muhammed! Sen Rabbinin nimeti sayesinde deli değilsin. Sana muhakkak tükenmeyen bir mükafat vardır. Şüphe yok ki, sen pek büyük bir ahlaka sahipsin.”

ARAF SURESİ: 181. Ayet: ”Bizim yarattıklarımızdan bir ümmet var ki, hakka rehberlik eder ve onunla adaletle hükmederler.”

MAİDE SURESİ: 42. Ayet: ”Allah, adaletle hükmedenleri sever.”

NAHL SURESİ: 90. Ayet: ”Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder. Hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.”

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi dinin direği namaz değil, iyi ahlak ve adalet olduğu görülmektedir.

Makalemizi Hz. Muhammed’in Ahlakla ilgili bir sözü ile tamamlayalım:

“Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanı, AHLAKI en güzel olanlarıdır.”


Hamdullah Dedeoğlu

14. 09.2024

GERİCİLER ATATÜRK HEYKELLERİNE NEDEN "PUT" DİYORLAR?


GERİCİLER ATATÜRK HEYKELLERİNE NEDEN "PUT" DİYORLAR?


Gazete ve televizyonlarda Atatürk heykellerine yapılan saldırı haberlerini okumuş ve izlemişsinizdir. Saldıranların zihniyeti bellidir. Hep aynı çevrelerdir.  Bunlar, Cumhuriyete, Atatürk’e ve modern yaşama karşı olan gruplardır. Peki bunlar bu eylemlerini hangi amaç için yapmaktadırlar? Özellikle de neden Atatürk heykellerini hedef almaktadırlar? Bu makalemizde bu sorulara cevap vereceğiz.

Bu çevrelerin büyük kısmı tarikatçıdır. Özellikle de Nakşibendi tarikatının Halidiye koluna mensupturlar. Kendilerini “din” maskesi ile gizlerler. Ancak, Mustafa Kemal’e karşı özel bir kinleri vardır. Bunun da kökeni yüz yıl öncesine dayanmaktadır. Mustafa Kemal’e 1908 Meşrutiyet devrimi içinde yer aldığı için karşıdırlar. İttihat Terakki üyesi olduğu için karşıdırlar. (Mustafa kemal 1. Dünya savaşından önce İttihat ve Terakki partisinden ayrılmıştır) Kurtuluş savaşını başlattığı için karşıdırlar. Saltanatı kaldırdığı için karşıdırlar. Hilafeti kaldırdığı için karşıdırlar. Kısaca Atatürk devrimlerinin hepsine karşıdırlar. Ancak, esas karşı olmalarının nedeni, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının anti-emperyalist olmalarıdır. Çünkü onlar, emperyalist ordularını ve onların piyonlarını hezimete uğratmışlardır. Bunları esas örgütleyen, destekleyenler de hep emperyalistler olmuştur. Özellikle de İngiliz emperyalistleri olmuştur. 1909 yılındaki 31 Mart gerici ayaklanmasını “şeriat isteriz” diye bunlar çıkartmıştır. İngiliz muhipler (sevenler) cemiyetini bunlar kurmuştur. Yunan uçaklarında istiklal savaşına karşı dağıtılan bildirilerin altında bu grupların imzası vardır. Kuvayı Milliye’ye karşı, Kuvayı İnzibatiye’yi bu çevreler desteklemiştir. 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanını bu gruplar örgütlemiştir. Menemen olayında Asteğmen Kubilay ve iki bekçiyi şehit edenler yine bu çevrelerdir. Kısacası, geçmişleri emperyalizmin işbirlikçiliği ile doludur. Eylemleri  hep ülkemizin aleyhine, emperyalistlerin lehine olmuştur.

Ancak, burada çok üzücü bir durum var. Maalesef bu çevreler, kendilerine destek olan vatandaşlarımızı “din” maskesi ile kandırmaktadırlar.  Peki bunu nasıl yapıyorlar? Cumhuriyet’den önceki eylemlerinin dayanağı olarak “Şeriat”ı, Kurtuluş savaşı ve cumhuriyet dönemindeki eylemlerinin dayanağı olarak da saltanatın ve hilafetin kaldırılmasını göstermektedirler. Osmanlı döneminde okuma-yazma oranının yüzde 7-8 olan bir toplumda Şeriat’ın din olmadığını bizim vatandaşımız nereden bilsin. Bugün bile büyük çoğunluğu Şeriatı din olarak bilmektedir. Halbuki şeriatın Türkçe anlamı hukuk, kanun, yasa, örf ve gelenek demektir. Buradan da anlaşılacağı gibi, insanların dini inancı istismar edilerek esas amaç gizlenmektedir. Ülkemizin gelişmesini sağlayacak modern kurumlar engellenerek, batılı kapitalistlerin devamlı pazarı olması istenmiştir. İşte saltanat ve Hilafet makamları bu gelişmeleri engellediği için kaldırılmış, cumhuriyet rejimi de modernleşmeyi sağlamak için kurulmuştur. 

ATATÜRK HEYKELLERİNE NEDEN PUT DİYORLAR?

Bu çevreler, cumhuriyet kurulduktan sonra, esas hedeflerini Cumhuriyetin kurucusuna yöneltmişlerdir. Bunu yaparken de çok sinsi bir taktik kullanmaktadırlar. İslamiyet’den önce Kabe’de 360 civarında put (Heykel) bulunuyordu. Putperestler bu putlar aracılığı ile istek ve temennilerinin tanrı tarafından kabul edileceklerine inanıyorlardı. Yani, putları tanrıya ortak olarak (Şirk) görüyorlardı. Mekke’nin fethinden sonra, Kabe bu putlardan temizlenmişti. İşte bu gerici çevreler, Atatürk heykellerini bu putlara benzeterek, sözde “din” adına saldırılarda bulunmaktadırlar. Peki, halkımız ülkemizi işgalden kurtaran milli önderin heykellerini bir tapınma aracı olarak mı görüyor? Tabi ki öyle görmüyor.  Benzetmenin korkunçluğunu ve sinsiliğini görebiliyor musunuz? Devletin kurucusu olan Mustafa Kemal’in heykellerini putlara benzeterek,  saldırılarını din maskesi ile meşru göstermek istemektedirler. Yani ülkemizin milli kahramanını hedef alarak toplumun zihninde silmek istemektedirler. Oysa, aradıkları esas put o tarikatların liderleri ve şeyhleridir. Zira o tarikat şeyhleri, vatandaşlarımızı "cennete götürmek için aracı olduklarını" söyleyerek din istismarı yapmaktadırlar. Bunlar da İslamiyet öncesinde olduğu gibi Allah'a şirk koşmuş olmuyorlar mı? Yani putların üstlenmiş olduğu görevi yerine getirmiş olmuyorlar mı?

Gericilerin bu eylemlerinin arkasında emin olun; emperyalist güçlerin yönlendirmesi ve desteği var. Bunun ispatı şudur: Birincisi emperyalizmle geçmişte kurdukları bağlardır. Örneğin Şeyh Sait isyanındaki İngiliz desteği. İkincisi, siyasi arenadaki temsilcilerinin sık sık Londra ziyaretleri ve konuk oldukları kraliyet kurumlarıdır. Üçüncüsü, emperyalistlerin Müslümanlara yaptıkları katliam ve tecavüzlere sessiz kalmalarıdır. Siz hiç bunların emperyalistlerin Irak, Libya, Afganistan işgalini kınadıklarını ya da protesto ettiklerini gördünüz mü? Hedeflerinde bunlar yok. Kim var? Bunları yenen Mustafa Kemal var. Kimin işbirlikçisi oldukları belli olmuyor mu?

Peki, emperyalistler neden Atatürk’ü hedef göstermektedirler? Çünkü, Mustafa Kemal İngiliz ordularını iki kez mağlup etme başarısını gösteren bir komutan ve liderdir. İngiliz emperyalistleri bunu hazmedememişlerdir. Mustafa Kemal’den intikam almak peşindeler. Emperyalistler bunu hiçbir zaman unutmazlar. Atatürk’e düşman olmalarının ve gericileri desteklemelerinin nedeni de budur. Kendi ülkelerinde binlerce heykel bulunmaktadır. Bu heykelleri birer sanat eseri olarak dünyaya sunmaktadırlar. Bizdeki heykelleri ise, put olarak lanse etmektedirler. Emperyalistlerin ne kadar gizli ve sinsi emeller içinde olduklarını burada da görebiliriz. Emperyalistlerin özellikle de İngiliz emperyalistlerinin doğu bilimciler (Oryantalist) yetiştirilmesine neden çok önem verdikleri buradan anlaşılmıyor mu? Ama burada üzücü olan şudur: İngiliz emperyalistlerinin kendi çıkarları ve intikamları için ülkemiz insanlarını kullanmasıdır. 

Buradan, tarikat ve cemaatlere destek olan vatandaşlarımıza çağrıda bulunmak istiyorum: Peşinde gittikleri örgütlerin, tarikatların ve cemaatlerin dinle, imanla ilgisi yoktur. Bu tarikat ve cemaatlerin tepe noktasında bulunan yöneticilerin, bunlara ait televizyon, gazete sahipleri ve yazarların eylemlerini, ziyaretlerini, fikirlerini dikkatlice izlemelerini öneriyorum. Analizci bir gözle baktıklarında, bu çevrelerin emperyalistlerle olan bağlarını göreceklerdir. Eğer dininizi öğrenmek istiyorsanız, Türkçe olarak basılmış ve yayınlanmış binlerce eser bulunmaktadır. En başta da Kur'an'ı Kerim'in Türkçe çevirisini okuyarak dininizi öğrenebilirsiniz. Hem de araya aracı koymadan bunu yapabilirsiniz. O tarikat ve cemaat liderlerinin sizden ne üstünlükleri var? Bunu yaptığınızda onların iki yüzlülüğünü ve sahtekarlığını rahatlıkla görebileceksiniz. Kur'an'da da belirtildiği gibi, lütfen AKLINIZI kullanın. Başkasının aklıyla hareket etmeyin.  

Saygılarımla.
Hamdullah Dedeoğlu
30.04.2020.


ZERDÜŞTLÜK'TE NAMAZ VE AHİRET


ZERDÜŞTLÜK'TE  NAMAZ  VE AHİRET


Bazıları, bugün sahip oldukları inançlarının bir gecede oluştuğunu zannetmektedir. Oysa, bin yıllar öncesinden süzüle, süzüle geldiğini bilememektedirler. Araştırma ve inceleme gereği duymadan, kulaktan dolma sözlerle yorum yapabilmektedirler. Şu anda sahip oldukları inancı ön plana alarak daha önce var olan ve kısmen o inancı devam ettiren insanları küçümseyerek hakaret edebilmektedirler. Üstelik bunu devletin en üst makamlarını işgal edenler söyleyebilmektedir. Bu tür sözleri duyduğumda içimden “ Cehaletini örtmeye çalışırken zır cahilliğini itıraf ediyor” demekten kendimi alamıyorum. İnançlı bir insan kendi inancı dışındaki bir dine hakaret etmez. Ya da küçümseyici bir söz söylemez. Bunu söyleyen bir kimse iman ettiği inancı dahi anlamadığını ve sindiremediğini gösterir. Geçenlerde, bir yöneticinin hakaret ettiği Zerdüşt (Mecusi) dininin inançları hakkında edindiğim bilgileri sizinle paylaşmak istiyorum.

Geçen yıl aramızdan ayrılan, benimde yakından tanıdığım ve muhabirken röportaj yaptığım Prof. Dr. Cahit Can hocamızın 1968 yılında asistan iken Zerdüştçülükle ilgili yaptığı bir incelemeye Ankara üniversitesi Hukuk Fakültesi dergisinde rastladım. Çok güzel bir inceleme olduğu için konuya ilgi duyanlara özetlemek istedim. Önemli bulduğum bölümleri ara başlıklar altında aşağıya sunuyorum:

İBADET-AYİN-MERASİMLER

1-Ateş ve Ateşgedler

Ateşin; Zerdüşt tarafından tapılması gereken bir ilah olarak gösterildiği kanısı yanlıştır. Zerdüşt'e göre, ateş sadece tanrı AHURA MAZDA'nın bir sembolüdür.

Ayrıca, evrensel dinlerin hemen hemen hepsinde ateşe özel yer verilmiştir. Örneğin Yahudilerde ateş de kurban sayılırdı. Zerdüştinin, namaz kılarken kıblesi ateştir. Günde beş vakit namaz bu kıbleye yönelerek kılınır. Ancak ateşe tapma söz konusu değildir. Ateşgedeler, Ahura Mazda'ya saygı göstermek için inşa edilmişlerdir.

2-Namaz

Zerdüştlükte günde beş defa namaz kılınır. Sabah namazının ayrı bir yeri vardır. Sabah namazına horoz kaldırdığından, bu hayvan kutsal kabul edilir. Asıl kıble güneştir. Güneş olmadığı zaman kıble ateştir. Ateşgedelerin yapılma nedeni de budur. İbadetin ferdi ya da toplu halde yapılması mümkündür. Toplu haldeki ibadetleri Mubitler yönetir. Zerdüşt rahipleri üç sınıftır. Bunlar HERBİT, MUBİT ve DESTUR adını alırlar.

3-Ahlak

Zerdüştilik ahlaki vazifeyi üç kelimede özetler.:Hamata (iyi düşünülsün), Hakhata (iyi söylensin), Hvarşta (iyi yapılsın).
Dünyevi işler iki kısma ayrılır. Bunlardan birisi, alın yazısı ve ebedi takdir, diğeri ise, insanın amel ve tedbirine bağlı fiillerdir. Bu ikisi birbirine bağlıdır, birbirinden ayrılamazlar.

Dünya'da bir iyilik ve bir de kötülük vardır. Bu ikisi, yaradılıştan, dünyanın sonuna kadar birbirleriyle mücadele halindedirler. Ancak, insanın bu mücadelede büyük rolü vardır. Kısaca insan aklı ile hareket ederek iyi ve kötüyü birbirinden ayırmalı, sağlam bir mücadeleye girmeli, şeytan kuvvetlerini, yani kötülük cevherini yenerek kendi kaderine fiilleriyle tesir edebilmelidir.

Dini görevlerin en büyüklerinden birisi de, hayvanlara iyi muameledir. İnek neredeyse, kutsallaştırılmaktadır. Köpek, ineği beklediği için özel bir itibara sahiptir.

4-ÖLÜM VE SONRASI

Zerdüşt dinine göre, her insan ölümünden sonra bir muhakemeye tabi tutulacaktır. Bu umumi mahakeme yanında her insan ölümünden sonra ÇİNVAT köprüsünden geçmek suretiyle, hususi bir imtihana maruz kalacaktır. İyiler, yani hayatlarında daima AHURA MAZDA tarafında mücadele edenler, öbür dünyaya zahmet çekmeden vasıl olacaklar; kötüler ise, “dugların evlerinde” yani yalan cinlerinin bulundukları yerde haset ve hasretle yaşamak zorunda kalacaklardır. Zerdüştlüğün Kutsal kitabı AVESTA'da ahiret şöyle anlatılıyor:

".... Bu çirkin ya da güzel rehber, ruhu iyi ve kötü fiillerini karşılaştırarark, muhasebesinin yapılacağı köprünün yanına kadar götürür. Hüküm verildikten sonra, ruh cehennemin üzerinde bulunan bu köprüden geçmek zorundadır. Köprü, iyi ruh için üzerinde yürüdükçe genişleyen bir yol gibidir. Kötü ruh için ise, incele incele bir ustura keskinliğini alır ve ruhun cehenneme düşmesine sebep olur. Çinvat köprüsünden geçen günahkarların DÜZEH denilen cehenneme düşmesine mukabil, iyi ameli olanlar ise, BİHİŞT denilen cennete düşerler.”

Görüldüğü gibi Zerdüştlüğün  ahiret anlayışı, İslami anlayışla örtüşmektedir. Dinin kurucusu olan Zerdüşt, batılı bilim adamları tarafından, hem sosyolog, hem de peygamber olarak kabul edilmektedir. Dinin, kutsal kitabının ismi AVESTA'dır. Bu inanç sistemi ZERDÜŞLÜK-MECUSİ'LİK olarak tanınmaktadır. İslamiyetten önce Sasanilerin (İran) resmi diniydi. İran ve Hindistan'da halen takipçileri bulunmaktadır.
Saygılarımla.

Hamdullah DEDEOĞLU
27.04.2017.

Popular