15 Temmuz 2025 Salı

BİR BEKTAŞİ OLAN TALAT PAŞA SOYKIRIMCI MIYDI?

 

BİR BEKTAŞİ OLAN TALAT PAŞA SOYKIRIMCI MIYDI?

Osmanlı döneminin son sadrazamı olan Talat Paşa, bazı çevreler tarafından haksız, bir o kadar da gerçek dışı iftira ve iddialarla “Katil” ve “Soy kırımcı” ilan edildi. Hatta Hitlere benzeten bile oldu.

Bu suçlamalar karşısında, sanatçı Sabahat Akkiraz ve Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ dışında Talat Paşa’ya sahip çıkan olmadı. Sabahat hanımın Talat Paşayı savunması bir yurt dışı konserinin iptal edilmesine bile neden oldu. Bu asil davranışı nedeniyle Sabahat hanımı kutluyorum. Gerçeğin ve vicdanın sesi ile Talat Paşa’ya sahip çıktı. Bu tutumundan dolayı Sayın Sabahat Akkiraz, bütün Alevi-Bektaşilerin de sesi oldu. Zira, Talat Paşa bir Alevi-Bektaşi aydını ve devlet adamıydı. İttihat ve Terakki Partisinin kurucularındandı. Namık Kemal, Ziya Paşa, Mithat Paşa gibi hem Bektaşi hem de iyi bir devrimciydi. Meşrutiyetin gelmesi için mücadele etmiş, gerici 1909 ayaklanmasına karşı aydınlanmayı ve ilericiliği savunmuştu. Posta, Telgraf memurluğundan başlayarak Sadrazamlığa (başbakan) kadar yükselmişti.

Talat Paşa’ya “katil” ve “soykırımcı” diyenlerin gerekçesi, Anadolu’daki Ermeni nüfusun 1915 yılında Halep ve Şam vilayetlerine tehcir (göç) ettirilmesiydi. Bu göç sırasında gerek hastalık gerek yokluk nedeniyle gerekse de yerel halkın saldırıları sonucu çok sayıda Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmişti. Bu kayıplarda dört cephede savaşan Osmanlı ordusunun göç eden Ermeni halkın korunmasını yeterince sağlayamamasının etkisi de vardı. Bu tehcirin nedeni, Taşnak ve Hınçak partisinde örgütlenen Ermeni komitecilerinin Anadolu’da çıkardığı isyanlar ve doğu cephesinde Rus ordularıyla iş birliği içinde olmalarıydı.

 Peki, bir Bektaşi aydınından “katliamcı” ve “soykırımcı” çıkar mıydı? Yetmiş iki millete aynı nazarla bakan kültürden gelen birisi ırkçı olabilir miydi? Bu iddia ve suçlamalara, Talat Paşa’nın kendisinin kaleme aldığı “” HATIRALARIM VE MÜDAFAAM” adlı eserindeki  ifadeleri ile cevap verelim:

“Adana vakalarını (1910) müteakip Dahiliye Nazırı (İç İşleri Bakanı) olmuştum. Bütün gayem unsurlar arasında ve bilhassa Ermenilerle Türkler arasında bir dostluk tesis etmek idi. Adana tahkikatını büyük bir dikkatle inceledim. Vakanın Ermeniler tarafından çıkarıldığını tahkik heyeti arasında bulunan Ermeniler de şahitlik ediyordu. Üyelerden Agop Babekyan Efendi bana bizzat bu itirafta bulundu. Ancak bağnaz ahalinin galeyan esnasında feci birtakım cinayetler işlediği de tahakkuk ediyordu.”

“Adana vukuatı 31 Mart irticai vakasına (1909 gerici ayaklanması) tesadüf ediyordu. Maksadın o esnada Türklerin bağnazlığını tahrik ederek kıtal vücuda getirmek, bu suretle Avrupa’nın nazarı dikkatini çekmek ve KİLİKYA’da bir Ermeni özerkliği tesis eylemek olduğuna şüphe kalmamıştır.”

“Ben tarafsız bir hükümet adamı sıfatıyla siyasi maksadı unutarak kıtali (katliam) yapan canilerin İslam ve Ermeni cezalandırılmasını istiyordum. Hatta vukuat esnasında İslam ahaliyi katliama teşvik eden Müftü ile birçok Müslümanların cezalandırılmasında ısrar ettim. Mahkemece verilen kararlar Müftü ve arkadaşları hakkında idam idi. İcrası için (idam hükmünün uygulanması için) vekiller heyetini (Millet Meclisi) ikna ettim.” (Sayfa, 25-26)

Talat Paşa’nın yukarıdaki anlatımlarından Milliyetçi Taşnak ve Hınçak partilerinin Ermeni halkını isyan için kışkırtıp örgütledikleri anlaşılmaktadır. Zira, Taşnak ve Hınçak partileri tarafından Ermenilerin yaşadığı bölgelerde 1910 yılında, yani tehcirden beş yıl önce dağıtılan bildiri ve talimatlarda şöyle deniliyordu:

“Düşmanların (Müslüman halk kast ediliyor) Ermenilere nispetle azınlıkta bulundukları köylerde düşman ahali şayet daha evvel firar etmemiş ise, ya rehin olarak muhafaza edilecek veyahut ya kendileri ya hükümet tarafından tayin edilecek hareket hattı icabınca köyü terke davet olunacaktır. Nizami kıtaların veyahut zabıtanın takibinden dolayı firar edenleri kabul eylemek için çarpışma esnasında evlerin kapıları açık bulundurulacaktır. Bu sırada silahsız kimselerin hariçte bulunmaları kati surette men edilecektir. Düşmanın eline geçecek silahların bedelini ait olduğu köy tazmine mecbur tutulacaktır. Düşmandan zapt edilen silahlar, ganimet alanın malı olacaktır.”

“Köyleri (Müslüman köyleri) basmak için:

1-Düşman köylerinin müstahkem mevkileri bilinmelidir.

2-Evvela ricat hattı seçilmeli ve karakollarla muhafaza edilmelidir.

3-düşmanın nerelerden takviye kıtaları alacağı tayin olunarak buna mani olmaya çalışılmalıdır.

4-Köye yalnız üç taraftan hücum edilmeli ve mahsurların firar edebilmeleri için bir tarafı serbest bırakılmalıdır.

5-Düşmanı şaşırtmak için fecir (Şafak vakti) zamanında hücum edilmelidir.

6-Düşman sıralarında kargaşalığa sebebiyet vermek için aynı zamanda birçok yerler ateşe verilecektir. “(Sayfa, 54-55)

Ermeni milliyetçisi HINÇAK ve TAŞNAK partilerinin bu örgütlenmeleri ve yer yer isyanları birinci dünya savaşının başlamasına kadar devam etti. Ruslar tarafından korunan ve desteklenen bu silahlı milisler, Müslüman köyleri basmaya başladıklarında, Baş komutan Enver Paşa Ermeni Patriğini görüşmeye çağırarak, olay çıkaranları ve köy basanları uyarmasını, aksi taktirde hükümetin askeri tedbirler alacağını belirtir. Fakat bu uyarılar da etkili olmaz. İsyanlar ve düşman ordularıyla iş birlikleri devam eder.

Ermeni milis güçlerinin doğu cephesinde ordunun ikmal yollarını kesme faaliyetleri içine girmesi, sivil halkı katletmeye başlaması ve çoğunluk oldukları bölgelerde (Maraş, Van, Adana, Şebin Karahisar, Samsun (Canik) isyan çıkarmaları üzerine, hükümet 27 Mayıs 1915 de Ermeni nüfusu savaştan uzak bölgelere tehcir kararı alır. Bu göçün yapıldığı yerler Halep, Şam ve Lübnan bölgeleri olmuştur.

İşte bu göç sırasında, tehcir edilen sivil Ermeni halkından binlercesi yerel halkın saldırıları ve salgın hastalıklar nedeniyle yolda hayatını kaybetti. Talat Paşa da bu tarihte Dahiliye Nazırlığı görevinde bulunuyordu. Katil ve soykırımcı ilan edilmesinin nedeni de buydu. Oysa, hükümetin direkt Ermeni halkına uyguladığı bir şiddet bulunmuyordu. Ermeni komitecilerinin katlettiği binlerce Müslüman vardı. Ancak bundan kimse bahsetmiyordu. İş birliği yaptıkları Rus subaylar bile anılarında ve askeri raporlarında Ermeni komitecilerinin binlerce Müslümanı katlettiğini belirtmişlerdir.

Anadolu’da yüzlerce yıldır Müslüman ve Türk ahali ile barış içinde yaşayan Ermeni halkı Osmanlı topraklarında “kaymak” tabakayı oluşturuyordu. Bizans döneminde sahip olamadıkları imkanlara kavuşmuşlardı. Osmanlı topraklarında istedikleri her yere göç edebiliyorlardı. Ticaret ve zanaat da onların elindeydi. Askerlik yapmıyorlardı. Savaşta ölenler yine gariban Türk köylüsünün çocuklarıydı. Bu durumu anlamak için yine Sadrazam Talat Paşa’ya dönelim:

“Anadolu’nun muhtelif vilayetlerinde İstanbul’da ve Edirne’de Ermeniler her unsurdan daha ziyade müsterih (rahat) ve mesut yaşamakta idi. Memleketin her türlü nimetinden istifade eden bu millet hiçbir külfete iştirak etmiyordu. Devletin saadetinden ve felaketinden daima istifade etmek yolunu biliyorlardı. Ermeniler hiçbir muharebeye iştirak etmiyorlar, vatanın mevcudiyetinin muhafazası için bir dirhem kan akıtmıyorlar. Bilakis muharebelerde ticaret ve müteahhitlik ederek bol para kazanıyorlar ve tam bir istirahat ile memleketin iyi ve kötü günlerini yaşıyorlardı.”

“Bu kadar iyiliklere karşılık nihayetinde Osmanlı vatanından bir parçasını ayırarak oralarda büyük çoğunluğu teşkil eden ahaliyi imha ile bağımsızlığın teminine çalışmaktan geri durmuyorlardı. Tarih böyle bir nankörlük karşısında bulunmamıştır.” (Hatıralarım ve Müdafaam, Sayfa, 65, Kaynak Yayınları)

İşte Osmanlı topraklarında gayet iyi bir durumda yaşamakta olan Ermeni halkı maalesef milliyetçi Taşnak ve Hınçak partilerince kışkırtılarak isyana teşvik edilmiş, Anadolu’yu işgale gelmiş İngiliz, Rus ve Fransız ordularına destek veren bir duruma düşmüştü. Bunun karşısında devleti yönetenler tedbir amaçlı olarak, tehcir kararı almak zorunda kalmışlardır. Ülkelerini savunmak için bu bir zorunluluktu. Aynı tehcir hareketini İngiltere, İrlandalılara, Amerika ikinci dünya savaşı sırasında kendi ülkesindeki Japonlara yaparsa normal, ama Osmanlı hükümeti yaparsa suç mu oluyor?

Osmanlı devletini dağılmaktan kurtarıp, Avrupa standartlarına getirtmek için hayatlarını ortaya koyan İttihat ve Terakki partisi kadroları çok özverili ve samimiydiler. Bütün kadroları Talat Paşa gibi Milli kurtuluş savaşına destek verdi. Onlar, partilerinin ismi gibi ilerici ve devrimciydiler.

Bugün “katil” ve “soykırımcı” olmakla itham edilen Talat Paşa, 15 Mart 1921’de Almanya’nın Berlin şehrinde Sogomon Teyleryan adlı bir Ermeni tarafından evinin önünde arkadan ensesine ateş edilerek katledildi. Katil yargılandığı mahkemede, ailesinin tehcir sırasında öldürüldüğünü ileri sürerek beraat istedi. O dönem İngiltere’nin denetiminde olan Almanya’daki yargı da beraat talebini kabul etti. Yani katil serbest bırakıldı.

Almanya’da hunharca katledilen Talat Paşa’nın naaşı 25 Şubat 1943’te İstanbul’a getirilerek büyük bir törenle Şişli’de Abideyi Hürriyet tepesinde toprağa verildi.

Abide-i Hürriyet Tepesinde yatan aydın, devrimci, vatan sever ve aynı zamanda bir Bektaşi olan Talat Paşa’yı saygı ve hürmetle anıyor, ruha şad, mekanı cennet olsun. 


Hamdullah Dedeoğlu 

15.07.2025.

 

 

 

 

 

12 Temmuz 2025 Cumartesi

CEM VAKFI, AMASYA BELEDİYESİ İLE AŞURE ETKİNLİĞİ DÜZENLEDİ




Cem Vakfı Amasya Şubesi Başkanı Haydar Kılıç konuşma yaparken.

Amasya Üniversitesi rektörü  Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi konuşma yaparken.


Amasya Belediyesi Başkanı Avukat Turgay Sevindi konuşma yaparken.


Amasya Valisi Önder Bakan, konuşmasında Kerbela şehitlerini andı. Katliamı kınadı.



Saz sanatçısı Gökhan Göbel, deyiş, düvaz ve mersiyelerden örnekler sundu.

İsmet Kılıç Dede lokma duası yaparken.

CEM VAKFI, AMASYA BELEDİYESİ İLE AŞURE ETKİNLİĞİ DÜZENLEDİ

ETKİNLİKTE VALİ, BELEDİYE BAŞKANI İLE BİRLİKTE AŞURE DAĞITTI

Cem Vakfı Amasya Şubesi Amasya Belediyesi ile birlikte Aşure etkinliği yaptı. Ekinliğe Amasya Valisi Önder Bakan, Amasya Belediyesi Başkanı Turgay Sevindi, Amasya Emniyet Müdürü Ayhan Saraç, Amasya İl Jandarma Komutanı Albay Ramazan Yiğit, Amasya Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi, Amasya Cem Vakfı Başkanı Haydar Kılıç, partilerin il başkanları ve kitle örgütlerinin temsilcileri ile her kesimden binlerce vatandaş katıldı.

Şehzade Gezi Yolunda düzenlenen etkinlikte, ilk açılışı saz ve söz sanatçısı Gökhan Göbel yaptı. Sanatçı Gökhan Göbel, halk ozanlarından duazlar, mersiyeler ve ağıtlar okudu.

Ekinlikte daha sonra konuşmalara geçildi. Cem Vakfı Amasya şubesi başkanı Haydar Kılıç  Dede yaptığı konuşmada, Kerbela katliamının nedenleri ve sonuçları üzerinde durarak şunları söyledi:

“Değerli Canlar,

1447 yıl evvel bu ayda, İslam ve insanlık tarihinin en kanlı, en vahşi, en hunhar olaylarından biri yaşandı. Cennet gençlerinin Seyyid’i Hz. Hüseyin başta olmak üzere, Ehlibeyt soyundan çok sayıda canımız Kerbela’da hunharca katledildi.

Hz. Hüseyin’in Kerebela’daki duruşu dik bir duruştur. Bu duruş İslam’ın yeniden doğuşudur ve Hz. Hüseyin’e atalarının vasiyetidir.

Zira, Hz. Ali Efendimiz, “Hakkınızı arayın, hakkınızı aramazsanız, hakkınızla beraber şerefenizi de kaybedersiniz” diye vasiyet etmiştir.

Bu vasiyetten hareketle kurtarılan İslam’ın şerefini ve temel niteliklerini bize miras bıraktı.

 1447 yıl önce yaşanan siyasi meseleleri buraya taşımadan, bugünkü Aşure günümüz, ülkemizin birlik ve beraberliğine katkı sağlayacaktır.

Aşure lokmalarımız Alevi’yi, Sünni’yi, Türk’ü, Kürt’ü kucaklayarak, bir araya gelmemize vesile oldu.

Bu dayanışmayı muhafaza etmek, dünyanın özellikle yaşadığımız coğrafya bakımından çok çok önemlidir.

Çünkü, ülkemizin birlik ve beraberlik durumu her zamankinden daha fazla önem arz etmektedir.

Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin “Bir olun, İri olun, Diri olun” şiarı her zamankinden daha ivedelik taşımaktadır.

Bu anlamda böyle güzel organizasyonlarının devamını, Hak Muhammed Ali’den niyaz eder, hepinizi aşk-ı muhabbetle selamlıyorum.”

Haydar Dededen sonra Amasya Belediye Başkanı Turgay Sevindi, Amasya Üniversitesi rektörü Ahmet Hakkı Turabi, Amasya Valisi Önder bakan birer konuşma yaptılar. Konuşmalarda, Kerbela katliamı lanetlenerek, şehitler saygıyla anıldı.

Konuşmalardan sonra, ismet Kılıç Dede aşure lokması duası verdi. Bütün vatandaşların katıldığı dualardan sonra, etkinlik katılımcılara Aşurelerin dağıtılması ile sona erdi.

Hamdullah Dedeoğlu.

12.05.2025.

 

 


23 Mayıs 2025 Cuma

YENİ İDRİS-İ BİTLİSİ, ABDULLAH ÖCALAN MI?

 

YENİ İDRİS-İ BİTLİSİ,  ABDULLAH ÖCALAN MI?

Türkiye Büyük Millet meclisi Başkanı Numan Kurtulmuş’un Şırnak’ta yaptığı konuşmada Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi ittifakını gündeme getirmesi Alevi dernek ve vakıflar tarafından tepki ile karşılandı.

Konuşmasının tepki çekmesi üzerine üzüntülerini dile getiren Numan Kurtulmuş, amacının bu olmadığını söylese de bilinç altındaki tortulardan kurtulamadığı da anlaşılmaktadır.

 İdirs-i Bitlisi, Aleviler tarafından “katliamcı” olarak tanınmaktadır. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında 1514 yılında yapılan Çaldıran savaşı öncesi ve sonrasında İdris-i Bitlisi’nin doğu Anadolu’da yaptığı katliam ve sürgünler herkesin malumudur. Bu nedenle İdris-i Bitlisi ismi Aleviler tarafından nefretle anılmaktadır. İdris-i Bitlisi Yavuz Selim’e ithafen yazdığı “ŞEHNAME” isimli kitabında kırk bin Alevi-Kızılbaşı katlettiğini övünerek anlatmaktadır. İdris-i Bitlisi konu ile ilgili eserinde Kızılbaş Şah İsmail’e karşı Osmanlı ile Sünni-İslam ittifakını kurduğunu da belirtmektedir. Numan Kurtulmuş’un bilinç altındaki bu sözleri de buradan gelmekte ve bu ittifakın güncellenmesini istemektedir.

Numan Kurtulmuş’un bu sözleri yeni değildir. Daha önce buna benzer sözler A. Öcalan, Ahmet Türk tarafından da tekrar edilmişti. Dolayısıyla daha önceki çözüm sürecinde beyan edilenler bugün yeniden gündeme getirilmektedir. Bu sözlerin elbette bir anlamı bulunmaktadır. Zira A. Öcalan, Numan kurtulmuş'un sozlerini daha önceden beyan etmiş,  Ahmet Türk ise, yaptığı açıklamada “Irak Kürtleri de Suriye Kürtleri de Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” demişti. Tüm bu beyanların aynı amacı hedeflediği anlaşılmaktadır.

O halde bu sözlerin amacı nedir? Bunun üzerinde duralım. Gerek iktidar partisi gerekse PKK terör örgütü yaptıkları açıklama ve konuşmalarda Milli kurtuluş savaşı ile düşman işgalinden kurtulan topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu senedi olan Lozan anlaşmasını hedef almaktalar. İktidar partisi Lozan'ı bir “hezimet” olarak kabul ederken, terör örgütü temsilcileri Lozan’ın Kürtler için bir “soykırım” olduğunu ileri sürmekteler. Dolayısıyla, her ikisi de Lozan’a ve bugünkü Misak-ı Milli sınırlarına karşı çıkmaktadırlar. Birisi bugünkü Misak-ı Milli sınırlarını yeterli görmeyip, Irak ve Suriye'nin bir kesimini bu sınırlara dahil etmek isterken, diğeri de bunun ancak bir “Türk-Kürt İslam” devleti ile sağlanabileceğini iddia etmektedir.

Ama ne yazık ki, bu her iki proje de yerli ve milli değildir. ABD ve İngiltere 1990’lardan beri “Türkiye himayesinde bir Kürdistan” devletinin kurulması için çaba sarf etmektedir. Irak’ın parçalanarak bir “Kürdistan” kurulması, yine aynı şekilde Suriye’de ABD desteğinde ikinci bir “Kürdistan” kurulması bu planın bir parçasıdır.

İşte emperyalistlerin bu projesi temelinde oltaya bir yem konularak, Türkiye’ye bir tuzak kurulmaktadır. Emperyalistlerin bu planlarında Türk-Arap, Türk-İran çatışma ve savaşları tezgahlanmaktadır. Zira kendilerinin bu ülkelerdeki iktidarlarla hem askeri iş birlikleri hem de milyarlarca dolarlık enerji anlaşmaları bulunmaktadır. Amaç bölge ülkelerini birbiriyle savaştırarak, zayıflatmak ve daha sonra da küçük parçalara ayırmaktır. Böylece Orta Doğu’daki enerji kaynaklarının denetimini ellerinde tutmaktır. Bunu anlamak için kahin olmaya gerek de yoktur. Emperyalistlerin ideologları olan Graham Fuller ve Paul Henze bu projeleri yıllardan beri tekrar etmektedirler. Merak edenler Graham Fuller’in ve Paul Henze’nin bu konudaki kitaplarına ve makalelerine bakabilirler.

Sonuç olarak, “sınırları genişletiyoruz” adı altında dile getirilen “Yavuz Selim-İdris-i Bitlisi ittifakı” bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Bu politikaların devamında sonu gelmez çatışmalar ve savaşlar olacaktır. “Misak-ı Milli sınırlarımızı genişletiyoruz” derken bir de bakmışız ki, doğu ve güney doğu Anadolu’muzu kaybetmişiz. Emperyalistlerin dolduruşuna gelmemeliyiz. Yavuz Selim-İdris-i Bitlisi ittifakının bugünkü anlamı, emperyalistlerin bölgedeki politikalarına hizmet eden bir politikadır. Bunun yerine, bölgemizdeki tüm halkların birliğini, kardeşliğini ve barışı savunmalıyız.

Hamdullah Dedeoğlu

22.05.2025.

AŞURE GELENEĞİ NEREDEN GELİYOR?

 

AŞURE GELENEĞİ NEREDEN GELİYOR?

Aşure kelimesinin kökeni Arapça “Aşura’dan gelmektedir. Anlamı ise on sayısını ifade eder. Aşure çorbasının yapılması çok eskilere dayanmaktadır. Tarihi kaynaklara göre, Nuh peygamberin tufandan kurtulmak için gemiye aldığı insanların elinde kalan tahıl ve baklagillerden arta kalanların karışımından kaynatılarak elde edilen bir çorbadır. Bu çorbanın buğday, nohut, mercimek, mısır, kuru incir olduğu ifade edilmektedir. Bu geleneğin daha sonra Orta Doğu toplumlarınca devam ettirildiği görülmektedir. İslamiyet’ten önce Arap yarımadasında Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği Hanif dinine mensuplar tarafından Muharrem ayında oruç tutulduğu ve Aşure günü çorba kaynatılarak halka dağıtıldığı kaynaklarda yer almaktadır.

Aşurenin Aleviler tarafından yapılması ise, Hz. Hüseyin’in Muharrem ayının onunda Hicri 61, Miladi takvime göre 10 Ekim 680 yılında Kerbela’da, Yezidin ordusu tarafından şehit edilmesinden sonra bir gelenek haline gelmiştir. Bu tarihten sonra tahıl ve baklagillere ilaveten içine kuru üzüm, kuru incir, kuru kayısı, fıstık gibi yerel ürünler de ilave edilmeye başlanmıştır. Muharrem ayı, hicri takvimin Ay’ın dünya etrafındaki dönüş süresini esas aldığı için, Aşure günü de her yıl on gün öne çekilerek yapılmaktadır.

Muharrem orucu sonunda pişirilen Aşure çorbasının yapılıp dağıtıldığı gün, Aleviler tarafından bir yas, bir matem günü olarak anılır. Zira Hz. Hüseyin ve yetmiş iki yoldaşının Kerbela’da şehit edilmesi nedeniyle tutulan orucun amacı, onları anmak ve yasını tutmaktır. Dolayısıyla tutulan oruçların sonunda pişirilip, komşulara dağıtılan Aşureler de bu yasın bir devamı niteliğindedir.

Aleviler tarafından tutulan Muharrem orucunun diğer bir adı da On iki imamlar Orucudur. Bunun amacı Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin soyunu devam ettiren ehlibeyt mensuplarını anmak ve onlara şükranlarını sunmaktır. Bu oruçların diğer bir amacı da insan nefsini terbiye etmek, iyi ahlak sahibi yapmak, kişiyi kötülüklerden uzak tutmak ve Tanrının rızasını kazanmaktır.

Alevi İslam inancı şekilciliğe takılıp kalmaz. Dinin özünü benimser. Önemli olan İmam Hüseyin ve diğer Kerbela şehitlerinin çektiği acıyı, zorlukları hissetmek, zihninde, kalbinde ve gönlünde bunu yaşamaktır. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşamak, onlar gibi inanmaktır. Zalime karşı çıkıp, mazlumlardan yana olmaktır. Eline, diline ve beline sahip olup, onuruyla yaşamak ve onlara layık olmaktır. Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra yaşamaktır. Hakkın huzuruna alnı açık, yüzü pak çıkmaktır. Ehlibeytin bıraktığı onurlu mirasa sahip çıkmaktır.

Aşure gününün kutsal bir gün olduğu tarihi kaynaklarda sıkça ifade edilmektedir. Bu kaynaklarda Aşure günü hakkında şu bilgiler verilmektedir:

--Hz. Adem’in tövbesi Aşure günü kabul edilmiştir.

--Hz. Nuh’un gemisinin kırk gün kırk gece su içinde kaldıktan sonra tufandan kurtulduğu gündür. İşte bugünde Hz. Nuh’un gemide kalan yiyecekleri karıştırıp, pişirdiği gün Aşure günüdür.

--İdris Peygamberin göğe çıkması bugünde olmuştur.

--Hz. İbrahim’in ateşte yanmaktan kurtulduğu gündür.

--İsmail peygamber o gün doğmuştur.

--Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı gözleri o gün görmeye başlamıştır.

--Hz. Eyüp hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

--Hz. Musa Aşure gününde denizi yararak, Firavunun ordusundan kurtulmuştur.

--Yunus peygamber balığın karnından Aşure günü kurtulmuştur.

--Hz. İsa Aşure günü dünyaya gelmiş ve o gün semaya yükselmiştir.

Aleviler, geçmişi çok eskilere dayanan Aşure'yi  ehlibeyt mensuplarını anmak ve onların anılarını taze tutmak için yapmaya devam ediyorlar.

Kurban bayramından yirmi gün sonra başlayacak olan Muharrem orucunun bitiminde yapacağınız Aşurelerinizin Cenabı hakkın huzurunda kabulü dileğiyle…

Hamdullah Dedeoğlu

23.05.2025

Kaynaklar:

-Hüseyin Dedegargınoğlu, Muharrem ve Aşure, Alevilik-Bektaşilik Akademik Araştırmaları Dergisi, Haziran 2014,

--Kadim Polat, Başkent Üniversitesi öğretim üyesi, Aşure adlı makalesi, 2019

 

 

 

14 Mayıs 2025 Çarşamba

YENİ ŞAFAK GAZETESİ YAZARLARININ ALEVİ DÜŞMANLIĞI

 

YENİ ŞAFAK GAZETESİ YAZARLARININ ALEVİ DÜŞMANLIĞI

Yeni şafak gazetesindeki yazarların Alevi düşmanlığı kampanyası devam etmektedir. Önce Aydın Ünal, sonra İsmet Kılıçarslan, şimdi de bu kampanyaya Taha Kılınç’ın katıldığı görülmektedir. Aydın Ünal ve İsmet Kılıçaslan’a daha önceki makalelerimizde cevap vermiştik. Bugünkü makalemizde bilgiçlik taslayan ve kendisini her şeye muktedir görüp insanların inançlarını yargılayıp hakaret eden bu kendini bilmez şahsa cevap vereceğiz. 

Bu şahıs, 15 Mart 2025 günlü Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde “NEVZUHUR BİR DİN” başlığı ile bir yazı kaleme almış. Nevzuhur bir din dediği ile Aleviliği kast ediyor. Yani Aleviliği yeni bir din olarak tanımlıyor. Bunun da son kırk yılda ortaya çıktığını iddia ediyor. İlgili bölüm aynen şöyle:

“Özellikle son 40 yıldır, Alevilik, İslam’ın bir yorumu veya İslam dairesi içinde kendine has bir yol değil, tamamen İslam’ın dışında, nevzuhur (Ortaya yeni çıkan) bir din biçiminde yeniden kurgulandı, kurgulanıyor. İslam’ın temel emir ve yasaklarının hepsine birer alternatifin bulunduğu; namazsız, oruçsuz (farz olan Ramazan orucunu kastediyorum), haçsız, tesettürsüz, Camisiz bir din bu.”

Bu arkadaş öyle muktedir ki; haşa kendisini Allah’ın vekili görüp, bir inanç hakkında karar verme yetkisini kendinde görebiliyor. Ya bu arkadaş gibi inanacaksınız ya da değilseniz İslam dışısınız.

Şimdi her şeyi çok bilen bu arkadaşa şu sorularımızı sormamız gerekiyor.

--Allah isteseydi herkesi senin gibi yaratamaz mıydı?

--Kur’an’ın Hz. Muhammed’e vermediği vekilliği siz nereden alıyorsunuz?

--Siz, yoksa Emevi ve Abbasi halifesi gibi kendinizi “Allah’ın yer yüzündeki temsilcisi” olarak mı görüyorsunuz? Bu şirktir. Uyarmış olalım.

--Namaz, oruç, hac ve tesettür İslamiyet öncesinde yok muydu? Var olduğunu sanırım biliyorsunuzdur.

--Hz. Muhammed’in dini tebliğ ettiği dönemde Cami mi, Mescid mi vardı?

--Siz de Vahabiler gibi ibadetlerin imanı artırdığına mı inanıyorsunuz?

--İslam’ın özünün, tevhid inancıyla birlikte iyi ahlak ve adalet olduğuna inanıyor musunuz?

--Sizin inancınıza, bir başkasının müdahale etmesine müsaade eder misiniz? Ya da ona inancınızı yargılama hakkı verir misiniz?

Bu arkadaş, ibadetler üzerinden Aleviliği “İslam” dairesinin dışında görüyor. Oysa İslamiyet’de asıl olan iman etmektir. Yani Allah’ın birliğine ve tek olduğuna inanmaktır. Aleviler de Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmaktadırlar. Aleviler belki senin gibi namaz kılmıyorlar ama Cem ibadetinde Allah’a secde edip, Fatiha, Nur ve İhlas surelerini okurlar.

Sayın yazar,

Sizin künyenizde Kartal İmam Hatip Lisesi çıkışlı olup, İlahiyat Fakültesinden mezun olduğunuz belirtiliyor. Buna dayanarak sanırım Maun suresinin ne zaman indiği ve kimlere hitap ettiği konusunda bilginiz vardır. Hz. Peygambere Mekke döneminde inen ve müşriklere hitaben “ Vay haline o namaz kılanların ki, onlar gafildirler, riyakarlık yapanlardır.” Denilir. Yani müşrikler de namaz kılıyordu. Yani Ebu Cehil de Ebu Leheb de namaz kılıyordu. Kaldı ki, namaz Musevilikte, Hristiyanlıkta, Zerdüşt inancında da bulunmaktadır. Hatta Zerdüşt inancında namaz beş vakit olarak kılınmaktadır. Dolayısıyla namaz bir dinin esasını oluşturmaz. Kur’an’da ve Hadislerde İslam dininin özünün iyi ahlak ve adalet olduğu sık sık belirtilir. Sanırım siz bunları atlamış görünüyorsunuz.

Bir de bu arkadaş kendine göre bir Alevilik tanımı yapıyor. Onun üzerinden yorumlarda bulunuyor. Size tavsiyem bir Cem ibadetinde ne yapıldığını ya okuyun ya da bir Cem ibadetine katılın. Orda yapılan ibadetle sizin söylediklerinizin bağdaşmadığını göreceksiniz. Bunu yaptığınız taktirde, ön yargılarınızın da yıkılacağı kanaatindeyim. 

Alevilerin ibadet dilinin genellikle Türkçe olmasına da kafayı takmışsınız. Beyefendi, Alevilikteki ibadet dilinin Türkçe olması da Kur’an’a uygundur. Kur’an öğüt ve ders almak için okunur. Arapça bilmeyen birisi Kur’an’da öğüt ve ders alabilir mi? İlgili ayetlerde şöyle deniliyor:

FUSSİLET SURESİ: 44. Ayet: “Biz bu Kur’an’ı yabancı bir dille meydana koysaydık, “Ayetlerin açıklanması gerekmez miydi? Bir Arap’a yabancı bir dille söylenir mi “ diyeceklerdi.”

İBRAHİM SURESİ: 4. Ayet: “Her peygamberi apaçık anlatabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik.”

YUSUF SURESİ: 2. Ayet: “Biz onu anlayasınız diye Arapça okunmak üzere gönderdik.”

Yukarıdaki ayetlerden de görüleceği gibi, Kur’an Araplara indiği için, onların anladığı dilde indirilmiştir. Yoksa Arapça kutsal bir dil olduğu için değil. Arapça bilmeyenlerin de anladığı ve bildiği bir dilde okuması da bu ayetlere uygundur. Arapça olarak okunmasında ısrar etmek, tekrardan başka bir şey değildir. Oysa, Kur’an öğüt ve ders alınmasını istemektedir. İnsan anlamadan okuduğu Arapça Kur’an’dan dersler çıkarıp, ibret alabilir mi? 

Bu ayetlere rağmen hala Arapça okunmasını şart koşuyorsanız ya insanların anlamasını istemiyorsunuz ya da eğitim dilini Arapça olarak yapılmasında ısrarcı olduğunuzdur. Bu da Arapçayı kutsal bir dil olarak görmek istemenizden kaynaklanmaktadır.  

Bu arkadaş Arap Nusayri Alevilerine yapılan katliama karşı çıkmayı da “Siyasal Alevicilik” olarak tanımlıyor.

Bakınız beyefendi,

Kur’an’da meşru savunma dışında adam öldürmek yoktur. Hele savunmasız kadın, çocuk, genç ve yaşlıların suçsuz ve günahsız bir şekilde katledilmesi haram kılınmıştır. Yani yasaklanmıştır. Siz hem İmam Hatip lisesinden hem de İlahiyat Fakültesinden mezun olmuşsunuz. Bunu nasıl bilemezsiniz.

Alevi dernek ve kuruluşları başta Gazze olmak üzere, Suriye’deki sivillerin de Irak’taki sivillerin de katledilmesine karşı çıkmışlardır. Suriye’deki Bass rejiminin başında bulunan kişinin Alevi bir aileden gelmesi, onun yaptığı haksızlığın ve zulmün sorumlusu Suriye’deki Arap Alevileri midir? Kaldı ki, Bass partisi bir Alevi partisi değildir. Arap Milliyetçisi bir parti olup, üye ve yöneticileri arasında Sünni-Hanefi Arap, Hristiyan Araplar da bulunmaktadır. Şeyhülislam’ı, Ordu komutanlarının, bakanların çoğu Henefi mezhebine mensuptur. Bir kişinin mensup olduğu inanç üzerinden bütün bir halkı suçlamak hangi mantığa sığar?

Ona bakarsanız Saddam da Sünni mezhebine mensuptu. Onun döneminde yapılan haksızlıkları ve zulmü Sünni topluma mı yüklemek lazım? Bu nasıl bir mantık?

Yine aynı şekilde Arap Aleviliği hakkında yazdığınız iftira ve yalanları da İlahiyat Fakültesi mezunu birisine yakıştıramadım.

Beyefendi; siz Orta çağda mı yaşıyorsunuz? Bu nasıl bağnazlık. Bir inanç grubuna “Ensest ilişki içindeler” denilir mi? Bu cehalet değilse, kışkırtıcılıktır. Halkı birbirine düşürmektir. Bu projelerin sahibi de emperyalistlerdir. Siz, emperyalistlerin din ve mezhep üzerinden ülkemizi bölmeyi amaçlayan projelerinde mi görev aldınız? Değil diyorsanız yazdıklarınızla onlara hizmet ediyorsunuz. Ülkemizin birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğu bu dönemde bu tür yazılar yazılır mı?

Bakınız beyefendi,

Sizin yaptığınızın bir benzerini daha önce FETÖ yapmıştı. Alevileri hedefe koyarak hem orduyu hem de yargıyı ele geçirdiler. Yeni Şafak gazetesi yazarları olarak Fetö’nün giyotini gibi çalışan “TARAF” gazetesine özenmeyin. Aklınızı başınıza alın. Bu ülkenin birliği ve dirliğinden yana olun.

Hamdullah Dedeoğlu

19.03.2025.    

14 Nisan 2025 Pazartesi

Hz. MUHAMMED’İN İLERİCİLİĞİ VE EBU LEHEB’İN GERİCİLİĞİ

 

Hz. MUHAMMED’İN İLERİCİLİĞİ VE EBU LEHEB’İN GERİCİLİĞİ

Tarihi olaylar incelendiğinde bir tarafta ilericiler, diğer tarafta da gericiler olmuştur. İslam tarihi incelendiğinde bu çatışma ve mücadeleyi orada da görebiliriz. Bugünkü makalemizde Hz. Muhammed ile karşısında yer alanların mücadelesini ele alacağız.

Hz. Muhammed, Miladi takvime göre 610 yılında Mekke’de peygamberlik görevini ilan ettiğinde ve tebliğlerine başladığında ilk başlarda çok fazla tepkiyle karşılaşmamıştı. Ancak Mekke oligarşisinin tanrıya şirk koşma, ekonomik ve siyasi sistemini hedef aldığında çok büyük bir dirençle karşılaşmıştı. Hz. Muhammed’e Mekke döneminde inen ayetleri incelediğimizde bu mücadeleleri görebiliriz. Önce Tanrıya şirk (ortak) koşanlara karşı inen ayetlere bakalım:

İHLAS SURESİ 1. Ayet “De k: O Allah birdir, tektir”

ENAM SURESİ 151. Ayet “De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını ben okuyayım; O’na hiçbir şeyi eş koşmayın. “

Bu ayetlerde, Allah’a inanmakla birlikte Tanrıya ulaşmak için araya putları koyan Mekkelilere hitap edilmektedir.

İYİLİK, AHLAK, ADALET VE YOKSULA PAY VERİLMESİ İLE İLGİLİ AYETLER:

NAHL SURESİ 30. AYET:  “Sakınanlara, “Rabbiniz ne indirdi” denince “iyilik” derler. Bu dünyada güzel hareket edenlere iyilik vardır.”

NAHL SURESİ 90. AYET: ”Şüphe yok ki; Allah adaleti, iyiliği, yoksul akrabalara bakmayı-yardım etmeyi buyurur. Fenalığı, hayasızlığı ve taşkınlığı meneder.”

ENBİYA SURESİ 47. AYET: “Kıyamet günü adalet terazilerini kurarız. Hiçbir kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmaz.”

RUM SURESİ 38. AYET: “Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Bu Allah’ın rızasını dileyenler için daha hayırlıdır. İşte saadete erenler bunlardır.”

FECR SURESİ 17-20. AYETLER: “Hayır, siz ne yetimi doyuruyorsunuz ne de yoksulu beslemek için birbirinizi teşvik ediyorsunuz. Mirası hak gözetmeden, helal haram demeden yiyorsunuz. Serveti de pek çok seviyorsunuz. “

MAUN SURESİ: “ Dini yalanlayanı gördün mü ? İşte öksüzü iten kakan odur. Yoksulu doyurmaya önayak olmayan odur. Vay haline o namaz kılanların ki, onlar gafildirler. Onlar riyakarlık yapanlardır. Onlar zekat vermeyi de men ederler. “

BELED SURESİ: 12-17. Ayetler: “ Sarp yokuş nedir sen bilir misin ? Bir köle azat etmek, açlık yahut kıtlık gününde akrabalardan bir öksüzü yahut yerlere serilmiş bir yoksulu doyurmak, sonra inanıp birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır. İşte sağ taraf (Cennete gidecekler) ehli bunlardır. “

Ayetlerden de görüleceği gibi, Hz. Muhammed’in İslamiyet’i tebliğ etmesinden önce Mekke’de yaşayan fakir, yoksul, köle ve yetimlerin çok kötü bir durumda oldukları anlaşılmaktadır. Hz. Muhammed’in tebliğine ilk cevap veren ve İslamiyet’i ilk kabul eden kitlenin yoksul, yetim ve kölelerden olması da bu tespitlerimizi doğrulamaktadır.

Yoksullar, yetimler ve köleler Hz. Muhammed’in tebliğlerini benimserken, köle tüccarları ve tefeciler şiddetle karşı çıkıyorlardı. Bunların başında köle tüccarı ve Hz. Muhammed’in amcası olan Ebu Leheb geliyordu. Ebu Leheb ve eşi Hz. Muhammed’e en sert tepki gösteren ve şiddete varan eylemlerde bulunanların başında geliyordu. Ebu Leheb ve eşi hakkında Kur’an’da yer alan LEHEB suresinde şöyle denilmektedir:

“Ebu Leheb’in in iki eli kurusun. Kendisi de yok olsun! Malı da kazandığı da  kendisine fayda vermez. O, alev alev, yanan bir ateşe atılacaktır. Karısı da boynunda bükülmüş bir ip olduğu halde o alevleri çıkaran odunların hamalı olacaktır.”

Hz. Peygambere Mekke'de inen ayetlerden de anlaşılacağı gibi, köle tüccarı Ebu Leheb ile yoksulların ve kölelerin hakkını savunan yeğeni Hz. Muhammed arasında müthiş bir mücadelenin olduğu görülmektedir. Zira, Hz. Muhammed bin köle sahibi olan Ebu Leheb’in çıkarlarına aykırı davranmış ve kölelerin azat edilmesini talep etmişti. Ebu Leheb’in Hz. Muhammed’e düşmanlığı da buradan geliyordu.

TEFECİLİK İLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER

RUM SURESİ: 39. Ayet: “ İnsanların malı artsın diye faize verdiğiniz şeyler Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz sadaka artar. İşte sevapları kat kat artıran onlardır.”

HADİS-SAHİH-İ BUHARİ

"Zuhuru İslam'dan evvel Arab rüeasının yegane tariki maişeti faizcilikdi. Kureyş eşrafının her biri birer bankerdi. ....

Kureyş tefecilerine yakalanan birisinin bundan kurtulması bir tesadüfe bağlıydı. 
 
.... Ribacılık (tefecilik) yüksek tabakanın yegane kazanç yolu idi." (Sahih-i Buhari, Muhtasar-ı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, cilt 6, Sayfa, 387, 388)

Yukarıdaki ayet ve hadislerden de görüleceği gibi, halkın tümü üzerinde tahakküm kuran tefeciler de Hz. Muhammed’e en sert tepki verenler arasındaydı. Bunların başında Ebu Süfyan ve Ebu Cehil geliyordu. Binlerce deve ile ticaret yapan ve bu ticaretten aşırı kar ve faiz elde eden tefeci-bezirganlar Hz. Muhammed’e ve İslamiyet’i kabul edenlere baskı ve zulüm yapmaya başlamışlardı. İslamiyet’i kabul eden Ebu Cehil’in kölesi Ammar bin Yasir’in babası ve annesi bu işkenceler sonucunda hayatlarını kaybetmişti. Ve tarihe İslam’ın ilk şehitleri olarak geçmişlerdi.

Hz. Muhammed ile Mekke oligarşisi arasındaki mücadeleyi Bedir savaşı öncesi Ebu Cehil'in şu sözleri her şeyi çok güzel özetlemektedir:

"Ey Allah'ım! Bizimle akrabalık ilişkisini kesen, bize bilmediğimiz, senin dinine aykırı şeyler getiren bu dinsizleri, bu mal ve mülk düşmanlarını helak eyle." (Mustafa Cemil Kılıç, Kur'an İle Aldatmak, sayfa, 229)

Yukarıda verdiğimiz örneklerden de görüleceği gibi, Hz. Muhammed tek Tanrı inancını getirmekle birlikte, aynı zamanda Mekke’deki oligarşiye karşı da savaş açmıştı. Nitekim Mekke oligarşisinin baskı ve zulmünden kurtulmak için Hz. Muhammed ve taraftarları Miladi takvime göre 622 yılında kendisine kucak açan Medine’ye göç etmek zorunda kalmıştı. Mücadelesine burada devam eden Hz. Muhammed, M. 630 yılında başarıya ulaşarak Mekke oligarşisini yenmiş ve kovulduğu Mekke’yi fethetmişti. Medine’de hak ve adalet üzerine kurmuş olduğu ekonomik ve siyasi sistemi Mekke’de de hakim kılmıştı.

Özetleyecek olursak, statükoyu savunan eski düzen sahipleri ile yeni ve modern bir sistemi savunanlar arasındaki mücadele yirmi yılın sonunda başarıya ulaşmıştı. Bu mücadeleye önderlik eden Hz. Muhammed, bir azınlığın diktasını yıkmış, halkın çoğunluğunun çıkarlarını öne alan bir düzen kurmuştu. Gericiler ve statükocular yenilmiş, yenilikçiler ve ilericiler zafere ulaşmıştı.

Sonuç olarak, tarih boyunca gericilerle-ilericiler, statükocular ile yenilikçiler arasındaki mücadele hep var olmuştur.  Ve bugün de bu mücadele devam etmektedir. Eğer bu mücadeleler olmasaydı, toplumlar hep aynı yerde olurlardı. İlkel yaşamaya da devam ederlerdi.

Hamdullah Dedeoğlu,

14.04.2025.

 

 


1 Nisan 2025 Salı

MUHALEFET CUMHURİYETİ YENİDEN KURABİLECEK Mİ?

 

MUHALEFET CUMHURİYETİ YENİDEN KURABİLECEK Mİ?

Ak Parti iktidarının muhalefete karşı başlattığı operasyonların gerçek amacı ortaya çıktı. Asıl hedef Cumhuriyet rejiminin tamamen tasfiye edilmesi, yerine saltanata dayanan bir yönetimin kurulmasıdır. Bunun anlamı laikliğin, demokrasinin, bilimsel eğitimin tamamen tasfiye edilmesi, yerine Afganistan’da iktidarı ele geçiren Taliban türü bir gerici rejimin kurulmasıdır. Peki ülkemiz Cumhuriyetin kuruluşundan yüz yıl sonra bu duruma nasıl geldi? Önce bunu kısaca belirtelim, daha sonra da ne yapılması gerektiği üzerinde önerilerimizi açıklayalım.

1950’de çok partili sisteme geçildikten sonra irticacıların faaliyetlerinde bir kıpırdanma başladı. Özellikle sağ tandanslı politikacıların kurmuş olduğu partilerde örgütlendiler. 1980 askeri darbesi ile sağ ve sol partilerin etkisiz kılınmasıyla meydan bunlara kaldı. Askeri yönetimden sonraki ilk başbakan ve daha sonra da cumhurbaşkanı olan Turgut Özal Nakşibendi tarikatı mensubuydu. Onun döneminde din istismarını yasaklayan Türk Ceza Kanunun 163. Maddesi yürürlükten kaldırıldı. Böylece yasal olarak irticacıların önünde bir engel kalmamıştı. 1999’daki Marmara depremi ve 2001’deki ekonomik krizle birlikte merkez sağ ve merkez sol partiler 2002 seçimlerinde tasfiye oldular. Bunların yerine din eksenli politikalar üreten ve yeni kurulan Ak Parti birinci parti oldu.

1950’den başlayarak gelişen gerici hareketler ve cemaat örgütlenmeleri 2007 yılında zirve yaptı. Cemaat ve tarikatlar koalisyonu olan Ak Parti iktidarı, FETÖ cemaati aracılığı ile orduda, emniyet de ve mülkiyede cumhuriyetçileri ve Atatürkçüleri “Ergenekon, Balyoz, Amirallere suikast” gibi davalarla tasfiye ettiler. Daha sonra aralarında bir anlaşmazlık çıkınca, cemaatçiler, 15 Temmuz 2016’da darbe teşebbüsünde bulundular. Darbe bastırıldıktan sonra, bunu fırsata çeviren AK Parti hükümeti, kanun hükmünde kararnamelerle devlet kurumlarını kendilerine bağladılar. Devlet yönetimi tek bir kişinin elinde toplandı. Bu olaydan sonra Cumhuriyet rejiminin son kalıntıları da tasfiye edildi. Laiklik, bilimsel eğitim, yargının bağımsız ve tarafsızlığı ortadan kaldırıldı. Türk silahlı kuvvetlerinin yapısı değiştirildi. Atatürkçü ve cumhuriyetçi olmak suç haline getirildi.

Bununla da yetinmeyen Ak Parti iktidarı, cumhuriyete son darbeyi vurmak için, devleti kuran partiyi de hedefe koydu. Onu kapattırmak için en güçlü şahsiyetlere operasyonlar başlattı. Bunların başında en tanınmışı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu geliyordu. Amaç İmamoğlu ve belediyeler üzerinden CHP’yi tasfiye edip, Cumhuriyet rejimini tamamen ortadan kaldırıp, saltanata dayanan gerici bir rejim kurmaktı. Ancak hesaplamadıkları bir şey oldu. Bu da kitlelerin gücüydü. Ak Parti yönetimi yüz yıldır cumhuriyetle yaşayan halkı hesaba katmamıştı. Türkiye’yi Orta doğu ülkeleri ile karıştırmışlardı. Herhalde arkasındaki güçlerden destek de almışlardı. Onlara, Orta doğu ve Ukrayna’daki askeri politikalarına destek olacakları taahhüdünde bulunmuşlardı. O yüzden kendilerinden emindiler. Ancak bütün Türkiye’de halk sokağa çıkınca bu eylemlerinden şimdilik geri adım atmak zorunda kaldılar. Zira karşılarında milyonlarca vatandaş bulunuyordu. Bu kitleyi etkisizleştirmeden amaçlarına ulaşamayacaklarını anladılar.

O zaman şöyle bir soru sormamız gerekiyor. Muhalefet bu aşamada ne yapmalı? İktidarın saldırılarına karşı nasıl bir strateji izlemeli?

Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:

1-Bütün cumhuriyetçileri bir araya getiren yeni bir çatı örgütünün kurulması zorunludur.

2-Bu örgütlenmeye Cumhuriyet’ten yana olan bütün partiler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri dahil edilmeli.

3-Ak Partinin Cumhuriyeti tamamen ortadan kaldırmayı hedeflediği bütün topluma anlatılmalıdır. Kitlelere bu bilinç verilmelidir.

4-Ak Partinin Cumhuriyeti yıkma amacının emperyalist bir proje olduğu açıklanmalıdır.

5-Ak Parti iktidarının, Orta doğu ve Ukrayna’da Türk silahlı kuvvetlerini emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda sahaya sürmek istediği teşhir edilmelidir. Mehmetçiğin kanının pazarlanmak istendiği kitlelere anlatılmalıdır.

6-Düzenlenecek mitinglerde bu konu gündeme getirilmeli ve insanlar bilinçlendirilmelidir.

7-Yeni kurulacak hükümetin, Cumhuriyetin değerlerini yeniden uygulamaya koyacağını ve Atatürk’ün kurucu lider olarak saygınlığının tekrar sağlanacağı beyan edilmelidir.

Bu birliktelik sağlandıktan sonra, erken seçime gidilmesinin zorunlu olduğu sık sık vurgulanmalı ve hükümet üzerinde bir baskı yaratılmalıdır. Erken seçim kararı alındıktan sonra, geniş bir ittifak cephesi kurularak seçimlerden zaferle çıkılmalıdır.

Hamdullah Dedeoğlu

27.03.2025.

Popular