23 Mayıs 2025 Cuma

YENİ İDRİS-İ BİTLİSİ ABDULLAH ÖCALAN MI?

 

YENİ İDRİS-İ BİTLİSİ  ABDULLAH ÖCALAN MI?

Türkiye Büyük Millet meclisi Başkanı Numan Kurtulmuş’un Şırnak’ta yaptığı konuşmada Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi ittifakını gündeme getirmesi Alevi dernek ve vakıflar tarafından tepki ile karşılandı.

Konuşmasının tepki çekmesi üzerine üzüntülerini dile getiren Numan Kurtulmuş, amacının bu olmadığını söylese de bilinç altındaki tortulardan kurtulamadığı da anlaşılmaktadır.

 İdirs-i Bitlisi, Aleviler tarafından “katliamcı” olarak tanınmaktadır. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında 1514 yılında yapılan Çaldıran savaşı öncesi ve sonrasında İdris-i Bitlisi’nin doğu Anadolu’da yaptığı katliam ve sürgünler herkesin malumudur. Bu nedenle İdris-i Bitlisi ismi Aleviler tarafından nefretle anılmaktadır. İdris-i Bitlisi Yavuz Selim’e ithafen yazdığı “ŞEHNAME” isimle kitabında kırk bin Alevi-Kızılbaşı katlettiğini övünerek anlatmaktadır. İdris-i Bitlisi konu ile ilgili eserinde Kızılbaş Şah İsmail’e karşı Osmanlı ile Sünni-İslam ittifakını kurduğunu da belirtmektedir. Numan Kurtulmuş’un bilinç altındaki bu sözleri de buradan gelmekte ve bu ittifakın güncellenmesini istemektedir.

Numan Kurtulmuş’un bu sözleri yeni değildir. Daha önce buna benzer sözler A. Öcalan, Ahmet Türk tarafından da tekrar edilmişti. Dolayısıyla daha önceki çözüm sürecinde beyan edilenler bugün yeniden gündeme getirilmektedir. Bu sözlerin elbette bir anlamı bulunmaktadır. Zira A. Öcalan, Numan kurtulmuş'un sozlerini daha önceden beyan etmiş,  Ahmet Türk ise, yaptığı açıklamada “Irak Kürtleri de Suriye Kürtleri de Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” demişti. Tüm bu beyanların aynı amacı hedeflediği anlaşılmaktadır.

O halde bu sözlerin amacı nedir? Bunun üzerinde duralım. Gerek iktidar partisi gerekse PKK terör örgütü yaptıkları açıklama ve konuşmalarda Milli kurtuluş savaşı ile düşman işgalinden kurtulan topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin tapu senedi olan Lozan anlaşmasını hedef almaktalar. İktidar partisi Lozan'ı bir “hezimet” olarak kabul ederken, terör örgütü temsilcileri Lozan’ın Kürtler için bir “soykırım” olduğunu ileri sürmekteler. Dolayısıyla, her ikisi de Lozan’a ve bugünkü Misak-ı Milli sınırlarına karşı çıkmaktadırlar. Birisi bugünkü Misak-ı Milli sınırlarını yeterli görmeyip, Irak ve Suriye'nin bir kesimini bu sınırlara dahil etmek isterken, diğeri de bunun ancak bir “Türk-Kürt İslam” devleti ile sağlanabileceğini iddia etmektedir.

Ama ne yazık ki, bu her iki proje de yerli ve milli değildir. ABD ve İngiltere 1990’lardan beri “Türkiye himayesinde bir Kürdistan” devletinin kurulması için çaba sarf etmektedir. Irak’ın parçalanarak bir “Kürdistan” kurulması, yine aynı şekilde Suriye’de ABD desteğinde ikinci bir “Kürdistan” kurulması bu planın bir parçasıdır.

İşte emperyalistlerin bu projesi temelinde oltaya bir yem konularak, Türkiye’ye bir tuzak kurulmaktadır. Emperyalistlerin bu planlarında Türk-Arap, Türk-İran çatışma ve savaşları tezgahlanmaktadır. Zira kendilerinin bu ülkelerdeki iktidarlarla hem askeri iş birlikleri hem de milyarlarca dolarlık enerji anlaşmaları bulunmaktadır. Amaç bölge ülkelerini birbiriyle savaştırarak, zayıflatmak ve daha sonra da küçük parçalara ayırmaktır. Böylece Orta Doğu’daki enerji kaynaklarının denetimini ellerinde tutmaktır. Bunu anlamak için kahin olmaya gerek de yoktur. Emperyalistlerin ideologları olan Graham Fuller ve Paul Henze bu projeleri yıllardan beri tekrar etmektedirler. Merak edenler Graham Fuller’in ve Paul Henze’nin bu konudaki kitaplarına ve makalelerine bakabilirler.

Sonuç olarak, “sınırları genişletiyoruz” adı altında dile getirilen “Yavuz Selim-İdris-i Bitlisi ittifakı” bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Bu politikaların devamında sonu gelmez çatışmalar ve savaşlar olacaktır. “Misak-ı Milli sınırlarımızı genişletiyoruz” derken bir de bakmışız ki, doğu ve güney doğu Anadolu’muzu kaybetmişiz. Emperyalistlerin dolduruşuna gelmemeliyiz. Yavuz Selim-İdris-i Bitlisi ittifakının bugünkü anlamı, emperyalistlerin bölgedeki politikalarına hizmet eden bir politikadır. Bunun yerine, bölgemizdeki tüm halkların birliğini, kardeşliğini ve barışı savunmalıyız.

Hamdullah Dedeoğlu

22.05.2025.

AŞURE GELENEĞİ NEREDEN GELİYOR?

 

AŞURE GELENEĞİ NEREDEN GELİYOR?

Aşure kelimesinin kökeni Arapça “Aşura’dan gelmektedir. Anlamı ise on sayısını ifade eder. Aşure çorbasının yapılması çok eskilere dayanmaktadır. Tarihi kaynaklara göre, Nuh peygamberin tufandan kurtulmak için gemiye aldığı insanların elinde kalan tahıl ve baklagillerden arta kalanların karışımından kaynatılarak elde edilen bir çorbadır. Bu çorbanın buğday, nohut, mercimek, mısır, kuru incir olduğu ifade edilmektedir. Bu geleneğin daha sonra Orta Doğu toplumlarınca devam ettirildiği görülmektedir. İslamiyet’ten önce Arap yarımadasında Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği Hanif dinine mensuplar tarafından Muharrem ayında oruç tutulduğu ve Aşure günü çorba kaynatılarak halka dağıtıldığı kaynaklarda yer almaktadır.

Aşurenin Aleviler tarafından yapılması ise, Hz. Hüseyin’in Muharrem ayının onunda Hicri 61, Miladi takvime göre 10 Ekim 680 yılında Kerbela’da, Yezidin ordusu tarafından şehit edilmesinden sonra bir gelenek haline gelmiştir. Bu tarihten sonra tahıl ve baklagillere ilaveten içine kuru üzüm, kuru incir, kuru kayısı, fıstık gibi yerel ürünler de ilave edilmeye başlanmıştır. Muharrem ayı, hicri takvimin Ay’ın dünya etrafındaki dönüş süresini esas aldığı için, Aşure günü de her yıl on gün öne çekilerek yapılmaktadır.

Muharrem orucu sonunda pişirilen Aşure çorbasının yapılıp dağıtıldığı gün, Aleviler tarafından bir yas, bir matem günü olarak anılır. Zira Hz. Hüseyin ve yetmiş iki yoldaşının Kerbela’da şehit edilmesi nedeniyle tutulan orucun amacı, onları anmak ve yasını tutmaktır. Dolayısıyla tutulan oruçların sonunda pişirilip, komşulara dağıtılan Aşureler de bu yasın bir devamı niteliğindedir.

Aleviler tarafından tutulan Muharrem orucunun diğer bir adı da On iki imamlar Orucudur. Bunun amacı Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin soyunu devam ettiren ehlibeyt mensuplarını anmak ve onlara şükranlarını sunmaktır. Bu oruçların diğer bir amacı da insan nefsini terbiye etmek, iyi ahlak sahibi yapmak, kişiyi kötülüklerden uzak tutmak ve Tanrının rızasını kazanmaktır.

Alevi İslam inancı şekilciliğe takılıp kalmaz. Dinin özünü benimser. Önemli olan İmam Hüseyin ve diğer Kerbela şehitlerinin çektiği acıyı, zorlukları hissetmek, zihninde, kalbinde ve gönlünde bunu yaşamaktır. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi yaşamak, onlar gibi inanmaktır. Zalime karşı çıkıp, mazlumlardan yana olmaktır. Eline, diline ve beline sahip olup, onuruyla yaşamak ve onlara layık olmaktır. Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra yaşamaktır. Hakkın huzuruna alnı açık, yüzü pak çıkmaktır. Ehlibeytin bıraktığı onurlu mirasa sahip çıkmaktır.

Aşure gününün kutsal bir gün olduğu tarihi kaynaklarda sıkça ifade edilmektedir. Bu kaynaklarda Aşure günü hakkında şu bilgiler verilmektedir:

--Hz. Adem’in tövbesi Aşure günü kabul edilmiştir.

--Hz. Nuh’un gemisinin kırk gün kırk gece su içinde kaldıktan sonra tufandan kurtulduğu gündür. İşte bugünde Hz. Nuh’un gemide kalan yiyecekleri karıştırıp, pişirdiği gün Aşure günüdür.

--İdris Peygamberin göğe çıkması bugünde olmuştur.

--Hz. İbrahim’in ateşte yanmaktan kurtulduğu gündür.

--İsmail peygamber o gün doğmuştur.

--Hz. Yakup’un oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı gözleri o gün görmeye başlamıştır.

--Hz. Eyüp hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.

--Hz. Musa Aşure gününde denizi yararak, Firavunun ordusundan kurtulmuştur.

--Yunus peygamber balığın karnından Aşure günü kurtulmuştur.

--Hz. İsa Aşure günü dünyaya gelmiş ve o gün semaya yükselmiştir.

Aleviler, geçmişi çok eskilere dayanan Aşure'yi  ehlibeyt mensuplarını anmak ve onların anılarını taze tutmak için yapmaya devam ediyorlar.

Kurban bayramından yirmi gün sonra başlayacak olan Muharrem orucunun bitiminde yapacağınız Aşurelerinizin Cenabı hakkın huzurunda kabulü dileğiyle…

Hamdullah Dedeoğlu

23.05.2025

Kaynaklar:

-Hüseyin Dedegargınoğlu, Muharrem ve Aşure, Alevilik-Bektaşilik Akademik Araştırmaları Dergisi, Haziran 2014,

--Kadim Polat, Başkent Üniversitesi öğretim üyesi, Aşure adlı makalesi, 2019

 

 

 

14 Mayıs 2025 Çarşamba

YENİ ŞAFAK GAZETESİ YAZARLARININ ALEVİ DÜŞMANLIĞI

 

YENİ ŞAFAK GAZETESİ YAZARLARININ ALEVİ DÜŞMANLIĞI

Yeni şafak gazetesindeki yazarların Alevi düşmanlığı kampanyası devam etmektedir. Önce Aydın Ünal, sonra İsmet Kılıçarslan, şimdi de bu kampanyaya Taha Kılınç’ın katıldığı görülmektedir. Aydın Ünal ve İsmet Kılıçaslan’a daha önceki makalelerimizde cevap vermiştik. Bugünkü makalemizde bilgiçlik taslayan ve kendisini her şeye muktedir görüp insanların inançlarını yargılayıp hakaret eden bu kendini bilmez şahsa cevap vereceğiz. 

Bu şahıs, 15 Mart 2025 günlü Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde “NEVZUHUR BİR DİN” başlığı ile bir yazı kaleme almış. Nevzuhur bir din dediği ile Aleviliği kast ediyor. Yani Aleviliği yeni bir din olarak tanımlıyor. Bunun da son kırk yılda ortaya çıktığını iddia ediyor. İlgili bölüm aynen şöyle:

“Özellikle son 40 yıldır, Alevilik, İslam’ın bir yorumu veya İslam dairesi içinde kendine has bir yol değil, tamamen İslam’ın dışında, nevzuhur (Ortaya yeni çıkan) bir din biçiminde yeniden kurgulandı, kurgulanıyor. İslam’ın temel emir ve yasaklarının hepsine birer alternatifin bulunduğu; namazsız, oruçsuz (farz olan Ramazan orucunu kastediyorum), haçsız, tesettürsüz, Camisiz bir din bu.”

Bu arkadaş öyle muktedir ki; haşa kendisini Allah’ın vekili görüp, bir inanç hakkında karar verme yetkisini kendinde görebiliyor. Ya bu arkadaş gibi inanacaksınız ya da değilseniz İslam dışısınız.

Şimdi her şeyi çok bilen bu arkadaşa şu sorularımızı sormamız gerekiyor.

--Allah isteseydi herkesi senin gibi yaratamaz mıydı?

--Kur’an’ın Hz. Muhammed’e vermediği vekilliği siz nereden alıyorsunuz?

--Siz, yoksa Emevi ve Abbasi halifesi gibi kendinizi “Allah’ın yer yüzündeki temsilcisi” olarak mı görüyorsunuz? Bu şirktir. Uyarmış olalım.

--Namaz, oruç, hac ve tesettür İslamiyet öncesinde yok muydu? Var olduğunu sanırım biliyorsunuzdur.

--Hz. Muhammed’in dini tebliğ ettiği dönemde Cami mi, Mescid mi vardı?

--Siz de Vahabiler gibi ibadetlerin imanı artırdığına mı inanıyorsunuz?

--İslam’ın özünün, tevhid inancıyla birlikte iyi ahlak ve adalet olduğuna inanıyor musunuz?

--Sizin inancınıza, bir başkasının müdahale etmesine müsaade eder misiniz? Ya da ona inancınızı yargılama hakkı verir misiniz?

Bu arkadaş, ibadetler üzerinden Aleviliği “İslam” dairesinin dışında görüyor. Oysa İslamiyet’de asıl olan iman etmektir. Yani Allah’ın birliğine ve tek olduğuna inanmaktır. Aleviler de Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmaktadırlar. Aleviler belki senin gibi namaz kılmıyorlar ama Cem ibadetinde Allah’a secde edip, Fatiha, Nur ve İhlas surelerini okurlar.

Sayın yazar,

Sizin künyenizde Kartal İmam Hatip Lisesi çıkışlı olup, İlahiyat Fakültesinden mezun olduğunuz belirtiliyor. Buna dayanarak sanırım Maun suresinin ne zaman indiği ve kimlere hitap ettiği konusunda bilginiz vardır. Hz. Peygambere Mekke döneminde inen ve müşriklere hitaben “ Vay haline o namaz kılanların ki, onlar gafildirler, riyakarlık yapanlardır.” Denilir. Yani müşrikler de namaz kılıyordu. Yani Ebu Cehil de Ebu Leheb de namaz kılıyordu. Kaldı ki, namaz Musevilikte, Hristiyanlıkta, Zerdüşt inancında da bulunmaktadır. Hatta Zerdüşt inancında namaz beş vakit olarak kılınmaktadır. Dolayısıyla namaz bir dinin esasını oluşturmaz. Kur’an’da ve Hadislerde İslam dininin özünün iyi ahlak ve adalet olduğu sık sık belirtilir. Sanırım siz bunları atlamış görünüyorsunuz.

Bir de bu arkadaş kendine göre bir Alevilik tanımı yapıyor. Onun üzerinden yorumlarda bulunuyor. Size tavsiyem bir Cem ibadetinde ne yapıldığını ya okuyun ya da bir Cem ibadetine katılın. Orda yapılan ibadetle sizin söylediklerinizin bağdaşmadığını göreceksiniz. Bunu yaptığınız taktirde, ön yargılarınızın da yıkılacağı kanaatindeyim. 

Alevilerin ibadet dilinin genellikle Türkçe olmasına da kafayı takmışsınız. Beyefendi, Alevilikteki ibadet dilinin Türkçe olması da Kur’an’a uygundur. Kur’an öğüt ve ders almak için okunur. Arapça bilmeyen birisi Kur’an’da öğüt ve ders alabilir mi? İlgili ayetlerde şöyle deniliyor:

FUSSİLET SURESİ: 44. Ayet: “Biz bu Kur’an’ı yabancı bir dille meydana koysaydık, “Ayetlerin açıklanması gerekmez miydi? Bir Arap’a yabancı bir dille söylenir mi “ diyeceklerdi.”

İBRAHİM SURESİ: 4. Ayet: “Her peygamberi apaçık anlatabilmesi için kendi milletinin diliyle gönderdik.”

YUSUF SURESİ: 2. Ayet: “Biz onu anlayasınız diye Arapça okunmak üzere gönderdik.”

Yukarıdaki ayetlerden de görüleceği gibi, Kur’an Araplara indiği için, onların anladığı dilde indirilmiştir. Yoksa Arapça kutsal bir dil olduğu için değil. Arapça bilmeyenlerin de anladığı ve bildiği bir dilde okuması da bu ayetlere uygundur. Arapça olarak okunmasında ısrar etmek, tekrardan başka bir şey değildir. Oysa, Kur’an öğüt ve ders alınmasını istemektedir. İnsan anlamadan okuduğu Arapça Kur’an’dan dersler çıkarıp, ibret alabilir mi? 

Bu ayetlere rağmen hala Arapça okunmasını şart koşuyorsanız ya insanların anlamasını istemiyorsunuz ya da eğitim dilini Arapça olarak yapılmasında ısrarcı olduğunuzdur. Bu da Arapçayı kutsal bir dil olarak görmek istemenizden kaynaklanmaktadır.  

Bu arkadaş Arap Nusayri Alevilerine yapılan katliama karşı çıkmayı da “Siyasal Alevicilik” olarak tanımlıyor.

Bakınız beyefendi,

Kur’an’da meşru savunma dışında adam öldürmek yoktur. Hele savunmasız kadın, çocuk, genç ve yaşlıların suçsuz ve günahsız bir şekilde katledilmesi haram kılınmıştır. Yani yasaklanmıştır. Siz hem İmam Hatip lisesinden hem de İlahiyat Fakültesinden mezun olmuşsunuz. Bunu nasıl bilemezsiniz.

Alevi dernek ve kuruluşları başta Gazze olmak üzere, Suriye’deki sivillerin de Irak’taki sivillerin de katledilmesine karşı çıkmışlardır. Suriye’deki Bass rejiminin başında bulunan kişinin Alevi bir aileden gelmesi, onun yaptığı haksızlığın ve zulmün sorumlusu Suriye’deki Arap Alevileri midir? Kaldı ki, Bass partisi bir Alevi partisi değildir. Arap Milliyetçisi bir parti olup, üye ve yöneticileri arasında Sünni-Hanefi Arap, Hristiyan Araplar da bulunmaktadır. Şeyhülislam’ı, Ordu komutanlarının, bakanların çoğu Henefi mezhebine mensuptur. Bir kişinin mensup olduğu inanç üzerinden bütün bir halkı suçlamak hangi mantığa sığar?

Ona bakarsanız Saddam da Sünni mezhebine mensuptu. Onun döneminde yapılan haksızlıkları ve zulmü Sünni topluma mı yüklemek lazım? Bu nasıl bir mantık?

Yine aynı şekilde Arap Aleviliği hakkında yazdığınız iftira ve yalanları da İlahiyat Fakültesi mezunu birisine yakıştıramadım.

Beyefendi; siz Orta çağda mı yaşıyorsunuz? Bu nasıl bağnazlık. Bir inanç grubuna “Ensest ilişki içindeler” denilir mi? Bu cehalet değilse, kışkırtıcılıktır. Halkı birbirine düşürmektir. Bu projelerin sahibi de emperyalistlerdir. Siz, emperyalistlerin din ve mezhep üzerinden ülkemizi bölmeyi amaçlayan projelerinde mi görev aldınız? Değil diyorsanız yazdıklarınızla onlara hizmet ediyorsunuz. Ülkemizin birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğu bu dönemde bu tür yazılar yazılır mı?

Bakınız beyefendi,

Sizin yaptığınızın bir benzerini daha önce FETÖ yapmıştı. Alevileri hedefe koyarak hem orduyu hem de yargıyı ele geçirdiler. Yeni Şafak gazetesi yazarları olarak Fetö’nün giyotini gibi çalışan “TARAF” gazetesine özenmeyin. Aklınızı başınıza alın. Bu ülkenin birliği ve dirliğinden yana olun.

Hamdullah Dedeoğlu

19.03.2025.    

Popular